" İnsan yakınlaştıkça yakınlarından ayrı, Belli ki yakınımız yoktur Allah'tan gayrı

Şahı_zaman

Aktif Üyemiz
" İnsan yakınlaştıkça yakınlarından ayrı, Belli ki yakınımız yoktur Allah'tan gayrı

Şeriat cisimle, cesetle olan bir şey. Kalbimizi bütün kötü niyetlerden kötü düşüncelerden muhafaza etmek lâzımdır.

Allah'ın emirlerini yaparsak şeriatı işlemiş oluyoruz. Cesetle olan ibadete ŞERİAT diyoruz.

Tarîkat'a gelince, kalb ve ruh çok önem taşıyor. Daha ziyâde kalbimizi gafletten koruyacağız. Gaflet hangisidir? Allah'tan başka, Resulullah'tan başka, kalbimizde ne varsa bunların hepsi muhâliftir. Bunları atmaya çalışacağız. Niçin? Çünkü kalbimiz vücudumuzun padişahıdır. Herşey kalbimize geliyor ondan sonra vücudumuzu fiiliyata geçiriyor. Bunun için

"Din nasihattır, din nasihattır" buyuruyor Peygamber Efendimiz.

Nasihat ise ikidir:

1. Vaaz vardır (Zâhir).
2. Sohbet vardır (Bâtın).

Sohbet insanların kalbinden. Sebep ne oluyor buna, sohbeti kim çekiyor, kim meydana getiriyor?

Sohbeti ancak dinleyenlerin ruhu çeker. Mesela şöyle ki: Hasta gider, doktora hastalığını söyler. Doktor onu dinler, kitaplarına bakar, senin derdin şuymuş, hastalığının ilacı da şu der. İşte bunun gibi, ruhumuz da bir hastalık içerisinde, kalbimiz de bir hastalık içerisinde olduğu için, biz de burada toplanmışız. Sanki muayenehaneye gelmişiz. Doktor bizi ne yapıyor? Dinliyor. Ama bu ruh muamelesidir. Beşeriyette insanlar ayrı ayrıdır. Hani bir müptedi var bir de müntehi var. Bir avam var. Bir de havas var. Fakat mâneviyata gelince, tarîkata gelince bunlarda ayrılık yoktur. Ruhlar birbirleriyle anlaşıyorlar Burada sohbeti ruhlar cezbediyor.

Bakın kelâm-ı kibârda şöyle:

Bahr-i aşkın katresi ol sohbet-i mevlâ ile
Katreler deryâ olur cemiyet-i kübrâ ile


Bahr-i aşk : Allah için birbirlerini sevenler. Allah için birbirleriyle buluşanlar.

Niçin geldik buraya? Allah için geldik. Herhangi bir maddî iş değil. Birimizin menfaati değil veya bir akraba ziyâreti değil. Bu cemaatin her birisi bir memleketten gelmiş. Hiçbir kuvvet tutamaz bunları. Bunları bir araya Allah sevgisi toplamış.

Buraya Allah için gelmişler. Âlimdir. Kâdirdir Cenâb-ı Hakk. Toplamaya kâdirdir. Toplananların da ne için geldiklerinden haberdardır. Âlimdir Cenâb-ı Hakk. Ehl-i aşklar, bir araya gelirlerse onların sözleri Hak'tan tecelli eder. Ruhtan tecelli eder. Ruhlar cezbeder. Cezbeder ama, bir cemaatta 100 tane insan varsa bir tanesi konuşur. Ama konuşturan kim olur onu? O cemaat konuşturur. Fakat cemaat ne kadar çok olursa orada cezbe o kadar fazla olur.

Katreler derya olur cemiyet-i kübrâ ile

Büyük cemiyetler olunca katreler deryâ olur. Buradaki katrenin anlamı ne? O cemaatin muhabbetleri, sevgileri... Muhabbetler birleşince ne yapıyor? Bir cüz'î irâde sahibinde, bir kişide tecelli eden sözler deryalar gibi çoşturuyor. Söylenen sözler deryalar gibi coşturuyor. Allah diye bağırıyorlar. Bunlar kendileri mi bağırıyorlar? Onları bağırtan ne oluyor? Konuşulan kelâmlar. Bu kelâmlar nerden zuhur etti . Ruhtan. Ruhu konuşturan kim oldu ? Cemaatin isteği oldu.

Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi
Yakar dil şehrinde bırakmaz pası
Beraberdir Pir-i Tâgi Mevlâsı
Daim cezbederler me'vâya bizi


Yani bu cemaati buraya toplamışsa kim toplamış? Bizim şeyh efendimiz. Dede Paşa Hazretleri. Onunla tanıdık birbirimizi. O'nunla tanıdık. O zaman demek ki bu günahkâr, Abdurrahîm konuşmuyor. Abdurrahîm ne demek? Rahîm'in kulu demek, bu günâhkâr, Rahîm'in kulu konuşmuyor. O hâlde konuşturan kim oluyor? Sizin arzunuz. Sonra Mübarek Dede Paşa'nın bize zâhirde olan bir emri var. Bir de mâneviyatta da bizim ruhumuz O'ndan alıyor. O bizim ruhumuza veriyor gücü, kuvveti, ilmi, bilgiyi. Konuşturan O oluyor. Biz konuşmuyoruz. Onun için bir kelâm-ı kibârda:

Ey birâder sözlerime tut kulağ
Sanma anı söyleyen dil ya dudağ


Hey dinleyenler diyor sanma ki bunu dil, dudak konuşuyor. Bunu ruhu konuşuyor. Ruhu kim? Ruhu râbıtasıdır.

Efendim sultanım ruhu revânım
Vermezem terkini bin kan olursa
Ne mümkün ayrılmaz çıksa da cânım
Alemde kâinat düşman olursa


Cenâb-ı Hakk bu gibi nimetleri bahşetmiş, onun için kelâm-ı kibârda buyuruyor ki:

Yalnız natüvan cismim değil masum-u kalp hasta

İnsanların kalbi masumdur, ruhu da masumdur. Fakat o kalbi muhafaza etmek lâzımdır. Nasıl bir çocuğu muhafaza ediyorsanız, nasıl bir çocuğu ebeveyni, velisi muhafaza ediyorsa . Kalbimizin ebeveyni kim oluyor? Elimiz, dilimiz, gözümüz, kulağımız. Burda bir de akıl var. Aklımızla düşünecek olursak eğer, elimizi, dilimizi, gözümüzü, muhafaza edersek eğer, o zaman kalbimiz masum kalıyor. Eğer yasak olan şeyleri yaparsak, bu masum kalbe hakaret etmiş oluyoruz. Zulmetmiş oluyoruz. Onun için insanlar, hâli, fiili, ameli ile terakki ederler. Vücut aslında fiilinden ve amelinden mes'uldur. Hâlinden mes'ul değildir. Hâlinden olan mesuliyeti şu kadar ki: Gönlüne gelen kötü bir niyeti varsa onu atması lâzım. Atarsa mesul değil. Atmazsa mes'uldür. Atmazsa eğer, o kötü şey onda büyür, çoğalır.. İnsanların kalbini neye temsil etmişler? Bir suya temsil etmişler.

Bir nehir var akıyor. Bir de göl suları var. İnancımız var, Allah, bizi halk etmiş. Günah, hayır, şer. Bunlara bir inancımız var. Günah sevap, hayır, şer gibi düşünceler kalbimize geliyor. Onun günah olduğunu biliyoruz, işliyoruz. Şer olduğunu biliyoruz, yine işliyoruz. İnanmayanlar için böyle şeyler zaten yok. Günah, sevap, hayır, şer onlar için yok. Ama inananlar da vardır. Hayır, hayırdır. Şer de şerdir. Her an bunlara itikat etmek lâzım. Hayıra hayır demek lâzım. Şer'e de şer demek lâzım. Haram'a haramdır diye inanmak lâzım. O inancı yaşamak lâzım. Haram olduğunu bilmiş de yine işlemiş. Yine onu işlememek lâzım. İşte bizim de gönlümüze bazı yasak olan şeyler gelebilir. Bunu fiiliyata geçirmeyeceğiz.

Sonra tasavvufa gelince kabız hâli, basıt hâli vardır. İnsanların kalbinde tecelli eden hâller var. Halbuki hâli, fiili, ameli ile terakki eder insanlar. Kimler? Müslümanlar. Hâli, fiili amelleri ile cemaat gelişir. Ameli, ibadeti. Ameli, tarîkattan almış oluduğu hizmetleri. Fiiliyatı da tatbikatı, hareketi, sözleri ve işlemleri. Bunları da madem ki tarîkatı varsa ona göre işleyecek. Kim? Bu cemaat. Yani her geleni söylemesin. Konuşmasın. Onu bir defa düşünsün. Ondan sonra onu konuşsun. Şeriata, tarîkata tatbik edince, söylemiş olduğu sözün bir zararı gelecekse söylemesin. İnsanlara zarar, kendisinedir. Söylediği söz birisini küstürüyorsa, darıltıyorsa veya o söz birisini aldatıyorsa yine zarar kendisi içindir. Evet sözlerini düşünerek yapacak. Bunlar fiiliyatıdır.

Fakat hâl deyince: Hâl irâdenin dışındadır. Yani verilen verilmiştir. Ameli, ibadeti, hizmeti. Bunu kendi irâdesiyle işliyor. İşleyeceği fiiliyatı da onun elindedir.

Kabız hâli, basit hâli :

Kabız hâli nasıl olur?

Kabız hâli: Sebebli, sebepsiz, görünür, görünmez, bilinir, bilinmez, bir kimsenin kalbine gelip de, kalbinde onu rahatsız eden her ne olursa olsun, bu kabız hâlidir. Bu gelir; buna mani olunmaz. Bunu atarsa, bu geleni atarsa ne yapmış oluyor? İşte onun kalbi câri bir nehir, kuvvetli büyük bir nehir. Bazı şehirlerin içerisinden akıyor nehirler. O nehire bütün insanlar tarafından ev zibilleri, sokak zibilleri ne kadar atılsalar bu nehiri kirletebilir mi? Kirletemezler. Çünkü bu nehir büyük bir nehir, düşeni alıp götürüyor. Büyük cisimleri de alıp götürüyor. O nehir kirlenmiyor. Yalnız eğer bir göl suyu varsa; bir birikmiş su varsa, insanlar tarafından atılan herşey orada kalıyor. Götürmüyor. Götürmeyince ne oluyor? Göl suyu pis oluyor. Ama nehiri pis edemezler. Zaten şeriatımızda cihad vardır. Tarîkatta da cihad vardır. Tarîkattaki cihat nefis cihadıdır. Nefis mücadelesidir. Nefis mücadelesi ne ile doğar? Kabız hâli, basıt hâli ile doğar. Kabız hâlinde de mücadele, cihad vardır. Basıt hâlinde de mücadele, cihad vardır. Basıt hâlindeki cihad, onunla meşgul olup onu anlamak, onu oyalamak. Onu kendi hâline bırakırsan, o da gidebilir. Onunla biraz meşgul olup direnmezsen, o kabız hâli sende durur. Çoğalır. Kabız hâli geldiği zaman onda da bir mücadele var. Onu da atmak lâzım. Onu atamazsan eğer o orada durur. Hem o göl suyu pis etmiş gibi kalbi pis eder. Hem de orada büyür. Çoğalır.

Yalnız burada müridin görevi nedir? Kabız hâlini atmak için cihad edecek. Attı. Geldi. Attı. Geldi. Atar, yine gelir. Atar yine gelir. Ama atmazsa devamlı duracak onda. O mekan tutacak orada. Ama atıyor yine geliyor. Ata ata ne olacak? O neyse ondan kurtulacak. Atamazsa eğer, o orada kökleşir. Temelleşir. Müzminleşir. Müzminleşirse atamaz. İşte burada kabız hâlinin gelmesinden maksat vücudun havflenmesi, ilticası, yalvarması.

Kime yalvaracak? Allah'a yalvaracak.
Kime yalvaracak? Resulullah Efendimize yalvaracak.
Kime yalvaracak? Râbıtasına.

Bu da yine bir hâldir. Her mürit değişiktir. Kimi mürit Allah'a sığınır. Bu gibi şeylerde bazısı da Resulullah Efendimize sığınır. Haktır. Bazısı da râbıtasına sığınır. O da haktır. Niye bu böyle oluyor? Mürit esmadan alıyorsa nurunu, o zaten râbıtasına sığınır. Onun alış verişi râbıtasındandır. Kurtulmak istediği şey için râbıtasına yalvarır. Bunu ancak erbabı bilir.

Her mârızın derdine göre verirler şerbeti

Bak her ne kadar bir mürit râbıta nuru ile ihâta edilmişse de, bu ancak kendi itikadındadır. Muhâliflerin yanında bunu gösteremez.

Onun için :

"Tarîkatı olmayanın yanında tarîkat sohbeti yapmayın. Tarîkatı olmayanın yanında meşâyihten bahsetmeyin." deniliyor. Çünkü onlar anlamazlar. Bilmezler. Tarîkatı olmayanlar, meşâyihi bilmezler. Tarîkatı olmak, meşâyihi bilmek, Allah'ın büyük bir lütfudur. Büyük bir sırrıdır. Niye? Çünkü insan esmâ nuruna ulaşmazsa sıfat nuruna geçemez ki. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın düsturudur. Esma nurundan sıfat nuruna geçilir. Sıfat nurundan zat nuruna geçilir. Demek ki burada bizim anlayacağımız nedir?

Fenafişşeyh olmadan fenafirresul olunmaz. Fenafirresul olmadan da fenafillah olunmaz. Bu haktır. Allah'tan gelen ruh Allah'a gitmiyor mu? Ayet-i Kerime ne buyuruyor?

"Allah'tan geldiniz. Allah'a gideceksiniz."

Ama bu zâhir anlamda. Aslında Allah'tan gelmedi cesedimiz. Cesedimizi Allah halk etti ama...

"Biz, Adem'i topraktan halk ettik." buyuruyor Cenâb-ı Hakk.

Tealallah ne hûb zibâ yaratmış kâmil insânı

Cenâb-ı Hakk :

"Biz insanı çok güzel yarattık, çok güzel halk ettik" buyuruyor. Ama kim bu kâmil insan? Kendisini yetiştiren bir insan. Ama insanlar kendilerini yetiştiremezler. Bir yetiştiriciye muhakkak ihtiyaç vardır. Bizim mürebbimiz Meşâyihimiz.

Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında
Meşâyihten murad şâhım mürebbî kâmil olmaktır


Bir meşâyihe teslim ol. Özünü ona teslim et diyor. Onun kapısında bekle diyor. O yetişmiştir. Seni de yetiştirir.

Fiilimiz, amelimiz elimizde. Fiiliyatımız elimizde. İrademize verilmiş. Fakat hâl de ikidir.

1. Kabız hâli
2. Basıt hâli

Kabız hâli sıkıcıdır. Meşru ve gayri meşru şeyleri düşündürür. Maddiyâtı düşündürür. Veyahutta kin, buğz, haset, herşey..

Bunlar ne oluyor? Bunların hepsi kalbimizi rahatsız eden, bunaltan, sıkıntı içerisinde bırakan şeylerdir. Bunlar gelir.

Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler.

Bunlar gelir. Gelmesinden maksat vücudun havfi, havfe düşmek, Cenâb-ı Hakk'ın Celâl sıfatının tecellisinden oluyor. Fakat insanlar, Celâl'inden gelen, her ne gelirse gelsin Cemâl'e çeviriyor. İbrahim Hakkı Hazretlerinin emri budur:

"Hak şerleri hayır eyler." buyuruyor.

Hakk şerleri hayr eyler. Anlaşılmasın ki sen veya ben şer işleyelim de Hakk bunu hayır etsin. Hayır! Madem ki Peygamber Efendimiz :

"Benim mürebbim Rabbim. Beni Rabbim terbiye etti." diyor.

Bunun zâhirdeki anlamı nedir? Peygamber Efendimiz ümmîdir. Yetimdir. Annesi yoktu. Babası yoktu. Okutmadılar. Mektep medrese görmedi. Ama O tıfl iken, onda bir ilim vardı.

Tıfl iken ol dilerdi ümmeti
Sen gocaldın terk edersin sünneti


Tıfl iken! Bu ne? Anasından dünyaya geldi, hemen secdeye kapandı. Seni, beni, ümmetini diledi. Hani onda bir ilim olmasaydı, ne bilyordu ümmetini? Nereden biliyordu? Meşâyih sohbetinde tarîkat sohbetinde buyuruyorlar ki büyüklerimiz, Cenâb-ı Hakk Peygamber Efendimizi O'nu bir hoca talebeye ders verir gibi bin sene okutmuş. Zaten kendisi de buyuruyor ki Peygamber Efendimiz :

"Evvel benim ruhumu halk etti, evvel benim aklımı halk etti, evvel benim nurumu halk etti."

Öyle ise, bizim de bir mürebbiye ihtiyacımız vardır. Biz de ruh sahibiyiz. Cenâb-ı Hakk bize de ruh üflemiş. Öyle ise, bizim de ruhumuzun mürebbisi olacak. Mürebbisiz, ruh yetişmez.

Bizim mürebbimiz kim? Mürşidimiz. Allah, şeriatımıza göre cüz'î irâdemize göre bize emretmiştir. Şerden sakının, kaçının demiştir. Şerre rızası yoktur. Hayra rızası vardır. Ama Hak'tan tecelli eden hayırlar, şerler var. Bizim hastalığımız bize şer görünüyor. Bizim fakirliğimiz bize şer görünüyor. Bu da nedir? İllet, gıllet, zilllet. Ama bir tane mi illet var? Bin tane illet var. Bunlar nereden geliyor. Allah'tan geliyor. Ama bunların hepsi bizim için şer. Mademki herhangi bir hastalık bizi rahatsız ediyorsa, rencide ediyorsa.. Fakirlik, yoksulluk, büyük zararlar, üzüntüler, kederler.. Nedir bunlar? Şer görünür. Allah'tan tecelli eden şer bunlardır. Bir de biz hayır düşünüyoruz. Hayra yoruyoruz. Sen iyi niyetlisin, insanlara iyilik yapmak istiyorsun. Fakat senin karşına çıkan insan da sana kötülük yapıyor. Bak! Ondan da kötülük geliyor sana. Nedir işte bunlar: İllet, gıllet, zillet.

İllet: Hastalık. Gıllet: Maişet darlığı, fakirlik. Zıllet: Cemiyette itibar yokluğu.

İlim olmazsa cihanda insanlar azar kalır yabanda

Böyle tarîk-i müstakîmden kaymış, kitaptan, sünnetten kaymış bir insanın da irâdesi var. Onun da fiiliyatı var. İşte bunlardan insana hayır gelmez. Kitaptan, sünnetten haberi olan iyi insana kitaptan sünnetten haberi olmayan insandan şer gelir. Bunu da Allah'tan bileceğiz ki Cenâb-ı Hakk bunu hayıra tebdil etsin. İşte burada ne oluyor? Kabız hâli oluyor. Kabız hâli gelince ondan sıkılacağız ki Allah bizi ondan kurtarsın.

Basıt hâli geldiği zaman çok şükredeceğiz, şükredeceğiz ki Cenâb-ı Allah bizde basıt hâlini çoğaltsın. Burada ne oluyor? Burada cihad yapılıyor. Yapılan cihad da kabız hâlini küçültüyor. Tamamen atmıyor. Tamamen atmış olsa bile daha geliyor. Kabız hâlinde, insanların kalbinde yüz bin çeşit düşünce olur. Bu düşünceler birden atılmaz. Bunlar zaman zaman gelirler. Her geldiğinde mürit, bunlardan atarsa, cihad yaparsa azaltabiliyor. Kabız hâli küçülüyor. Kabız hâli küçülünce basıt hâli büyüyor. Nasıl ki geceler kısalınca günler uzar. Kabız hâli bir müridin kalbinde karanlıktır. Kalbini sıkar bunaltır. Karanlık gecede insanların kalbi nasıl sıkılıyorsa, müridin kalbi de öyle olur. Ama bunu atmaya çalışmalıdır. Eğer kendi hâline bırakırsa orada kalacaktır. Atamazsa orada kalır. Ne ile atar? Allah'a sığınmakla. Resulullah'a sığınmakla. Râbıtasına sığınmakla. İyi şeyleri düşünmekle. İyi işlemler yapmakla. Bunları ancak böyle atar. Ama bunu kendi hâline bırakırsa kökleşir, büyür, perçinleşir. Müzminleşirse atamaz. Atıyorsa o bir daha gelir. Üç saat sonra, bir saat sonra yine gelir. O gelişinde evvel ki gelişi gibi durmaz. Onu bir daha atar cihâdını yapar. O üçüncü gelişinde ikinci gelişi kadar bile durmaz. Yani böyle tedricen tedricen bu kabız hâlini insan zamanla cihad yapa yapa azaltır.

Basıt hâlini de cihadla çoğaltır. Biri azalır, biri çoğalır. Ne zaman ki kabız hâli onda tamamen kesilirse, basıt hâli de tamamen kalırsa o zaman cihadını yapmış olur.

Cihâd-ı Ekberi yaptı, mücadelesini kazandı. Zaten büyük cihad, nefisle mücadeledir.

Kahraman olanlar hasmını bastı
Kemankeş olanlar yayını astı


Burada kahraman kimdir ? Kahraman, güçlü.

Hasım kimdir? Bizim en büyük hasmımız nefsimizdir. Nefsini yenen kahramandır. Kemankeş olanlar da vurucu, atıcı demektir. Avını vurduktan sonra silahını taşımaz. Çünkü bu silahı avı için taşıyordu.

Bu cihad ne zamana kadar devam eder? Kabız hâlinden kesilene kadar devam eder. Az da olsa bu cihad devam eder.

Kabız hâlinden kesildikten sonra gelen basıt hâli ne oluyor? O hâller bitince müritte makam oluyor. İnsana gelip giden hâldir. Eğer ki o ne zaman yerleşiyorsa makam oluyor.

Bu ne zaman olur? Anâsır-ı zıddıyet değişirse o zaman olur. Anâsır-ı zıddıyet, dört eczadan halk edilen ceset. Bunlar su, ateş, toprak, hava. Bu maddeler değişiyorlar. Bize zararlı olan sıfatları bize yararlı sıfatlara dönüşüyor. Bu da ne ile oluyor?

Nefsimizle olan cihad çok çetindir. Çünkü Cihâd-ı Ekberdir. Peygamber Efendimiz de buyuruyor: Muharebe-yi Kebîr. Yani insanın nefsi ile mücadelesi Uhud Muharebesinden daha büyük diye buyuruyor. Uhud Mücadelesinde çok zayiât verilmiştir. Nefis mücadelesi ondan daha büyük oluyor.

Bakın şimdi, amelimizde bir eksiklik bırakmıyacağız. Bırakacak olursak eğer, hatamız olur, noksanımız olur. Fiiliyatımızda da eksiklik bırakmayacağız. Hâlimizi de cihadla tebdil edeceğiz. Çalışmakla, sa'yla tebdil edeceğiz. O hâlde nedir? İşte, sebepli, sebepsiz, bilinen, bilinmeyen, görünen, görünmeyen, kalbimizdeki bizi rahatsız eden herşey kabız hâli. Bunları ancak Allah'a sığınmakla, Allah'ı zikretmekle, şeriatımızı, tarîkatımızı işlemekle, râbıtamıza sığınmakla tedricen, tedricen azaltırız.

Bunları zamanla değiştireceğiz. Değişiyor bunlar.

Meşâyihe gerektir tâbi erler
Sülûke girüben tevbe ederler


Fiiliyatımız elimizde, amelimiz elimizde, hâlimiz elimizde değilse, Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor?

"Her hâlinizle Bize, Azimüşşan'a rücu edin."

Her hâlinizle. Sadece sıkıntılı zamanımızda mı Allah'a yalvaracağız? Yok. Geniş zamanlarımızda da, safâlı zamanlarımızda da Allah'a şükredeceğiz. O'nu unutmayacağız. O'nu zikredeceğiz. Fakat sıkıntılı zamanımızda da yine Allah'a sığınacağız. Kurtulmamız için Allah'a sığınacağız. Bunun için Cenâb-ı Hakk:

"Her hâlinizle Bize, Azimüşşan'a sığının." buyuruyor.

Muhakkak bizim de bir cihâdımız oluyor. Cihâdımız ise: Bu kötü zamanlarımızda bize vesvese veren, bize kötü düşündüren, kötü niyetlerle mücâdele. Bunları ne yapmak lâzım? Bunları tebdîl etmek lâzım.

Onun için bakın:

Hevâyı Hû'ya tebdîl et

Bir nefes var insanın içinde "Ha", "Ha", "Ha" ile alınıp verilen bir nefes, nefesinden insanlar haberdâr olsunlar olmasınlar, bir "Ha" ile bir de hava ile girip çıkıyor. Bu nefesleri insanlar Allah'ı zikretmeden alıp veriyorlarsa boşuna. Bunu Hû'ya tebdîl etmek ne demek? Bir kimse nefesini Allah'ı anaraktan, alıp veriyorlarsa, O da hevâyı Hû'ya tebdîl ediyor.

Bu "Hû" da Cenâb-ı Hakk'ın bir ismidir ki, o nasıldır? Cenâb-ı Hakk'ın binbir ismi sıfatlarının ismi. Lafza-ı Celâl de Cenâb-ı Hakk'ın zatının ismi. Sıfatları var. Sekiz sıfatı var. Bu binbir isim (esma) Allah'ın sıfatları olan isimlerdir. 99 Esma-ı Hüsna var. Bu da binbir isminden seçilen isimlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın zatına mahsus olan bir isim Lafza-i Celal'dir. Bu, insanların kalbinde yazılı imiş. Cenâb-ı Hakk onun için buyuruyor:

"Kulum Ben sana şah damarından daha yakınım."

Fakat, eğer bir insan, kalbindeki o Lafza-ı Celâl'i diriltiyorsa.. Neyle diriltir? Zikrederek. Allah, Allah, Allah, diye. Ama zannetmeyelim ki 24 saatin içinde bizim 15 dakikalık zikrimiz var. Bu diriltemez, onu. Bu bir hizmettir. Ama himmettir.

Bizim kalbimizi dirilten himmettir. Bunun için de hizmet vardır.

Meşâyihler ne buyuruyorlar? Alırken unutmayın Allah'ı, verirken unutmayın Allah'ı, yerken unutmayın Allah'ı, içerken unutmayın Allah'ı. Her işi yaparken unutmayın. Bir an evvel kalbinize Allah, Allah, Allah dedirtin. Bunu lisana getirmeye gerek yok. Bir an evvel kalbinize Allah, Allah, Allah, dedirtin.

Bu nasılmış? Bakın bir insanın kalbine Allah dedirtinceye kadar, bir say'ı var. Zorlanması var. Çalışması var ama kalbi dirilip çalışıyorsa, o zaman bırakıyor. O zaman da Allah'ı unutmak istiyor da unutamıyor. Yani kendisini neyle meşgul ederse etsin, o Allah'ı unutsa bile Allah onu unutmaz. Allah'ı unutayım diye zorlasa bile Allah'ı unutamaz. Çünkü orada bir sıfat, meleke meydana geliyor. Onun için Cenâb-ı Hakk buyuruyor:

"Bizim öyle kullarımız var ki, onların ticaretleri zikirlerine mani olmaz."

Kimler bunlar? Zamanında Allah'ı unutmamışlar. Kalpleri ile zikretmişler. Çalışırken, yerken, içerken, gezerken, alırken, satarken, Allah, Allah, Allah diye diye onların kalpleri dirilmiş. Harekete gelmiş canlanmış. Kalpte yazılmış olan Lafza-ı Celal'in arkasında bir ampul yanınca parlaması gibi.

" Kulum, Ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor Cenab-ı Hakk. Demek ki insanlar Allah'ı zikrede zikrede Esma Nuru, Sıfat Nuru, sonra Zat'ının Nuru tecelli eder insanların kalbine.

Esma nuru nedir? Biz tarîkata girdik. Esmâ nuru çekiyoruz. Bu nedir? Allah, Allah, Allah.

Başka tarîkatlarda da Allah'ın binbir isminin herhangi birisi ile zikrediliyor. Yalnız buradaki himmet kudsiyet. Onun için Nakşî tarîkatı hepsinden üstün oluyor. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurmuş ki:

"Sâir tarîkatların nihâyetini biz bidâyete getirdik."

Yalnız, bütün tarîkatlarda çalışırlar, çalışırlar... 3 sene, 10 sene, 20 sene, 30 sene bir kâra ulaşırlar. Biz onu tarîkata ilk girene veriyoruz. Sâir tarîkatların nihâyet kârını biz bidâyete getirdik.

İşte bunlar, sâir tarîkatlar, esma nurundan sıfat nuruna, sıfat nurundan zat nuruna geçiriyorlar. Onlara çeşitli esmâ çektiriyorlar. Ama bizim zikrimiz Lafza-ı Celâl. Bütün isimleri, binbir isimi toplanıp geliyor. Lafza-ı Celâl'de toplanır. Orada bitiyor. Öyle ise yeter ki kalbimizi Allah ile meşgul edelim. Allah, Allah, Allah...

Allah ile meşgul edebilelim. Ne lâzım bize? Sa'y lâzım.

Zaten Cenâb-ı Hakk:

"Beni çok zikredin." Buyuruyor.

"Beni ayakta zikredin, otururken zikredin, yerken, içerken, gezerken, uyurken zikredin." buyuruyor.

İrâde sâhibiyiz. Bir şeyle uğraşırken unutuyoruz Allah'ı. Ama o meşguliyet içinde sen sahiplisin. Senin sahibin var. Vazifen var. Seni bir ikaz eden var. Nedir o? Râbıtan. Velâyet parmağı vardır. Yani bâtın eli vardır. Bâtın parmağı vardır. O uzanır sana. Sen unuttuğun zaman o uzanır, seni uyarır. Ama zâhirde ne olur? İş görürken, mesela yazı yazarken, kalem kayar. Veya elin bir yere sıkışır. Veya yürürken ayağın takılır. Bunlar velâyet parmağı. Geliyor seni uyarıyor. Unuttunsa, uyan diyor. Velâyet parmağı seni dürtüyor. Bir de ne vardır?

Herhangi bir şeye çalıştığın zaman yekün tutmak. Mesela bir vâsıtaya binip gidiyoruz. Bindiğimiz vâsıtadan bir ses gelir kulağımıza. Sen kalbini zikir ile meşgul edersen vâsıtadan aldığın ses zikir oluyor. Bakarsın ki o da Allah diyor. Öyle midir? Amenna ve saddakna. Ehl-i zikir için öyledir. Ehl-i zikir için makina sesi değil bu ses. Bütün duyulan seslerin tümü Allah der.

Bütün birbirine vurulan sert cisimlerin, arabaların, insanların, kuşların çıkardığı ses Allah. Bunların hepsi Allah'ı zikir ediyor. Ehli zikir olmuştur bunlar.

Kâmile her eşya olmuştur evrat (zikir).

Buyuruyorlar ya... Her eşya kâmile zikir, tevhid. Zaten Cenâb-ı Hakk'ın:

"Sizin cansız olduğunu zannetiğiniz her şeyin zikri vardır..." Diye ayeti kerimesi vardır. Evet bu nedir ? Bidayette sen yolcusun. Yayan yürüyorsun. Yolda yürürken adımlarını Allah Allah diye at. Gâfil atma. Fakat buna da hudut tesbit et unutmamak için. Nasıl? İlerde görünen bir nokta var. Bir ağaç var veya belli bir şey var ilerde. Oraya kadar dikkat edeceğiz nazarımızı vereceğiz. Adımlarımız ne kadar olursa olsun saymayalım. O noktaya gidinceye kadar adımlarını gâfil atma. Allah Allah diyerek yürü. Bunun çok büyük eciri var. Ecire etkisi var. Orada büyük bir ağaç var. Veya boyalı ev var. Bütün dikkatini kullanarak Allah Allah diyerek gittin oraya. Oradan da ileriye yine bir nokta tayin et. Yine Allah Allah diyerek yürü oraya. Yani her işinde insanlar böyle yaparsa, zaman zaman, bu sa'y ile onda olan gaflet azalır.

Gaflet ne ? Hani bir gaflet var ki günah sevap, hayır şer, haram helal şeylerdir ibadeti olmayanlarda. Müridin de bir gafleti var. O da râbıtasını unutursa, Rabbini unutursa, Peygamberini unutursa müridin gafleti budur. Bunlardan kurtulması için ne yapması lâzım? Bu gibi sa'yları, bu gibi gayretleri göstermesi lâzım. Bu gayretlerle, gafletleri, tamamen atıyorsa kendinden, asıl kabız hâli o zaman kesiliyor. Kabız hâli o zaman kalkıyor. Basıt hâli kalıyor. O zaman onda bir sıfat, bir meleke meydana geliyor.

Yerken, içerken, yürürken, sa'y ede ede bu meleke yerleşiyor. O kişi bir işle uğraşırken bile Allah'ı unutamaz. Unutamaz, çünkü kalp Allah dedikten sonra sen ye, iç, ne iş yaparsan yap, kalp devam eder. O zaman ne oluyor? Senin zâhirin halk ile; kalbin, batının Hak ile oluyor. Bunlar sa'ysız olmaz. Bunun için çalışmak lâzım. Şeriatte çalışmak var, tarîkatte çalışmak var. Hakikate ulaştın. Orada da sen oluyorsun alet. Yaptıklarını sen yapmıyorsun. Konuştuklarını sen konuşmuyorsun. Sen bir âletsin. Allah'ın bir âletisin. İrâden yok. Seni konuşturan Allah, yediren Allah. Bakın İbrahim Aleyhisselam:

"Beni Rabbim yedirir, beni Rabbim içirir, beni Rabbim yatırır, beni Rabbim kaldırır." diyor. İşte müridlerin sonu da böyle olur. Cüz-î irâdesinde de bu var mıdır? Vardır. Bunlar cüz'î irâdede taklit oluyor. Cüz'î irâdede bunlar mecaz oluyor. Mecazdan hakikate geçiliyor. Mecaz ne oluyor? Râbıta-yı Nakş-ı Hayâl bizim için mecazdır. Ama Nakş-ı Cemâle gelince mecazımız hakikat oluyor.

Oh Yarabbi, Çok Şükür Elhamdülillah!

Ya, işte öyle efendiler. Cenâb-ı Hakk bize ne nimetleri halk etmiş. Nimetlerimizi bilelim. Nimetlerimize ulaşalım, çok nimetler halk etmiş Cenâb-ı Hakk. Ama tabii insanların irâdesine bırakmıyor ki... İnsanların irâdeleri ile elde ettiği nimetler vardır. İradesi ile elde edemeyeceği nimetler vardır. Ama irâdeleri ile elde edeceklerini edecek tabii. Elde edemeyeceğini de Cenâb-ı Hakk ihsan edecek.

Allah'ın kullara, insanlara çok ihsanları vardır. En büyük ihsanı: Bizi müslüman halk etmiş. Buna inancımız var. İnancımız dahilinde günah, sevap, bunlar var. Bunlara bir sa'yımız olacak. İbadetimiz olacak. Allah'ın bütün emirlerini tutacağız. Yasaklarından kaçacağız. Tarîkattaki hizmetlerimizi göreceğiz ki, himmet alabilelim. Hizmetsiz de himmet alınmaz.

O zaman zâhirdeki çalışmalarımızla, tarîkattaki hizmetlerimizle ne yapıyoruz? Büyük nimetlerimizin kapısına gidiyoruz. Ama o kapıya gitmezsek o kapı bize gelmez. Biz o kapıya gideceğiz.

 
Üst Alt