ceylannur

Yeni Üyemiz
Ayetü’l-Kübra Risalesinin Risalet-i Ahmediyeden Bahseden
On Altıncı Mesele
(Makam Münasebetiyle buraya ilhak edilmiştir.)
Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki: "Madem bu kainatın mevcudatıyla Malikimi ve Halıkımı arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve adasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hakimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı fazileti ile ve Kuranı ile ışıklandıran Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz" diyerek, aklıyla beraber o asra girdi. Gördü ki, o asır, hakikaten o Zat (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü, en bedevi, en ümmi bir kavmi getirdiği nur vasıtasıyla kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemiş.
Hem, kendi aklına dedi: "Biz, en evvel bu fevkalade Zatın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz; sonra Halıkımızı ondan sormalıyız" diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kati delillerden, burada yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.
Birincisi: Bu Zatta (a.s.m.), hatta düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması ve

b523.gif
ayetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucu ile adasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından Kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi, nakl-i kati ile ve bir sırr-ı tevatür ile, yüzer mu’cizâtın onun elinde zahir olmasıdır.
Ay yarıldı. (Kamer Suresi:1.) · Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı. (Enfal Süresi:17.​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bu mu’cizâttan üç yüzden ziyade bir kısmı, "On Dokuzuncu Mektup" olan "Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.)" namındaki harika ve kerametli bir risalede kati delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:
"Bu kadar ahlak-ı hasene ve kemalatla beraber, bu kadar mu’cizât-ı bahiresi bulunan bir Zat (a.s.m.), elbette en doğru sözlüdür. Ahlaksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil."
İkincisi: Elinde, Bu Kainat Sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kuran-ı Azimüşşanın yedi vecihle harika olmasıdır. Ve bu Kuranın, kırk vecihle mucize olduğu ve kainat Halıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber "Yirmi Beşinci Söz" ve "Mucizat-ı, Kur’âniye" namlarındaki Risale-i Nurun bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu ona havale ederek dedi:
"Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir Zatta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz."
Üçüncüsü: O Zat (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslamiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki, onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmi bir Zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu adilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez.
Hem, ümmi bir Zatın (a.s.m.) ef’al ve akval ve ahvalinden çıkan İslamiyet, her asırda üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii; ve akıllarının muallimi ve mürşidi; ve kalblerinin münevviri ve musaffisi; ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi; ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.
Hem, dininde bulunan bütün ibadatın bütün envaında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allah’tan korkması; ve fevkalade daimi mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam manasıyla ve müptediyane fakat en mükemmel olarak, hem iptida ve intihayı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görülmemiş.
Hem, binler dua ve münacatlarından Cevşenü’l-Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve · ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Risale-i Münacatın başında, Cevşenü’l-Kebirin doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.
Hem, tebliğ-i risalette ve nassı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hatta kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslamiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.
Hem, imanda öyle fevkalade bir kuvvet ve harika bir yakin ve mucizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvi itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkarı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhani reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde, onun ne yakinine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun, her vakit mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.
İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslamiyet ve harika bir ubudiyet ve fevkalade bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mucizane bir iman sahibinde elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz, diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.
Dördüncüsü: Enbiyaların (aleyhimüsselam) icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zatın (a.s.m.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü, enbiya aleyhimüsselamın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsi sıfatlar ve mucizeler ve vazifeler varsa, o Zatta (a.s.m.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki lisan-ı kal ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu Zatın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı "On Dokuzuncu Mektup"ta güzelce beyan ve ispat edilmiş. Öyle de, lisan-ı halleriyle yani nübüvvetleriyle ve mucizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu Zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kal ve icma ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de bu Zatın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.
Beşincisi: Bu Zatın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemalata, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya, vahdaniyete delalet ettikleri gibi, üstadları olan bu Zatın sadıkıyetine ve risaletine icma ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve alem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve umumunu nur-u iman ile ya ilmelyakin veya aynelyakin veya hakkalyakin suretinde itikad ve tasdik etmeleri​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
üstadları olan bu Zatın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.
Altıncısı: Bu Zatın ümmiliğiyle beraber getirdiği hakaik-ı kudsiye ve ihtira ettiği ulum-u aliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikin ve sıddikin-i muhakkikin ve dahi hükema-i müminin, bu Zatın üssü1-esas davası olan vahdaniyeti kuvvetli bürhanlarıyla bilittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı azamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Mesela, Risale-i Nur yüz parçası ile bu Zatın sadakatinin birtek bürhanıdır.
Yedincisi: A1 ve Ashab namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalatla en meşhuru ve en muhterem ve en namdan ve en dindar ve en keskin nazarlı taife-i azimesi, kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu Zatın bütün gizli ve aşikar hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu Zatın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla, icma ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladı.
Sekizincisi: Bu kainat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagah gibi tasarruf eden saniine ve katibine ve nakkaşına delalet eder; öyle de, kainatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülatındaki Rabbani hikmetleri talim edecek ve vazifedarane harekatındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalatını ilan edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellal, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve her halde bulunmasına delalet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zatın hakkaniyetine ve bu kainat Halıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.
Dokuzuncusu: Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla Kendi hünerlerini ve sanatkarlığının kemalatını teşhir etmek; ve şu süslü, zinetli nihayetsiz mahlukatıyla Kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle Kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumi terbiye ve iaşe ile, hatta ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette izhar edilen Rabbani it’amlar ve ziyafetlerle Kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkarane ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasaızufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile Kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde o gaybi Zatın yanında en sevgili​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
mahluku ve en doğru abdi ve Onun mezkur maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kainatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Halıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakıyet isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfika mazhar olan Muhammed-i Kureyşi (a.s.m.) denilen bu Zat olacak.
Hem, aklına dedi: Madem bu mezkur dokuz hakikatler bu Zatın sıdkına şehadet ederler; elbette bu adem, beniademin medar-ı şerefi ve bu alemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona "Fahr-i Alem" ve "Şeref-i Beni Adem" denilmesi pek layıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahman olan Kuran-ı Mucizü1-Beyanın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı arzı istilası ve şahsi kemalatı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu alemde en mühim zat budur; Halıkımız hakkında en mühim söz onundur.
İşte, gel bak, bu harika Zatın yüzer zahir ve bahir kati mucizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vacibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfatına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vacibü’l-Vücudu ispat ve ilan ve ilam etmektir. Demek bu kainatın manevi güneşi ve Halıkımızın en parlak bir bürhanı bu "Habibullah" denilen Zattır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var.
· Birincisi: "Eğer perde-i gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek" diyen İmam-ı Ali (r.a.) ve yerde iken Arş-ı Azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı Azam (k.s.) gibi keskin nazar ve gaybbin gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azimeyi cami ve Al-i Muhammed (Aleyhissalatü Vesselam) namıyla şöhretşiar-ı alem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.
· İkincisi: Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkar-ı siyasiyeden hali ve kitapsız ve Fetret Asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve malumatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hakim-i adil olarak şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve "Sahabe" namıyla dünyada namdar olan cemaat-i meşhurenin ittifakla can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.
· Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dahiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-i uzmasının tevafukla ve ilmelyakin derecesinde tasdikleridir.
Demek, bu Zatın vahdaniyete şehadeti şahsi ve cüz’i değil, belki umumi ve külli ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir, diye hükmetti.​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde böyle,


b524.gif
-1- denilmiştir.
b525.gif
-2-
Said Nursî
1 Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O öyle bir Vacibü’l-Vücud ve Vahidü’I-Ehaddir ki, Onun vücub-u vücuduna ve vahdetine tenezzülat-ı İlahiyeyi, mükaleme-i Sübhaniyeyi, taarrüfat-ı Rabbaniyeyi, kullarının dualarına mukabele-i Rahmaniyeyi ve varlığını mahlukatına hissettirmesini tazammun eden bütün gerçek vahiylerin icmaı, delalet eder. Ve keza teveddüdat-ı İlahiyeyi, mahlukatının dualarına icabat-ı Rahmaniyeyi kullarının istigaselerine olan imdadat-ı Rabbaniyeyi ve masnuatının vücuduna olan ihsanat-ı Sübhaniyeyi tazammun eden ilhamat-ı sadıkanın ittifakı da Onun vücub-u vücuduna ve vahdetine delalet eder. 2 Baki olan yalnız Allah’tır​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Mektubat (19.Mektub) - MU'CİZAT-I AHMEDİYE (A.S.M.)
Ondokuzuncu Mektub

Bu risale, üçyüzden fazla mu'cizatı beyan eder. Risâlet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) mu'cizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mu'cizenin bir kerâmetidir. Üç-dört nev' ile hârika olmuştur:

Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sahifeden fazla olduğu halde, kitablara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde, üç-dört gün zarfında hergünde iki-üç saat çalışmak şartıyla mecmuu oniki saatte te'lif edilmesi, hârika bir vakıadır.

İkincisi: Bu risale, uzunluğu ile beraber ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tenbel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki; bu sıkıntılı ve usançlı bir zamanda, bu civarda bir sene zarfında yetmiş adede yakın nüshalar yazıldığı, o mu'cize-i Risâletin bir kerâmeti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi.

Üçüncüsü: Acemi ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve başka sekiz müstensihin birbirini görmeden yazdıkları nüshalarda; Lafz-ı Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) kelimesi bütün risalede ve Lafz-ı Kur'an beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre mikdar insafı olan tesadüfe vermez. Kim görmüşse kat'î hükmediyor ki; bu bir sırr-ı gaybîdir, Mu'cize-i Ahmediye'nin (A.S.M.) bir kerâmetidir.

Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler. Hem şu risaledeki ehadîs, hemen umumen Eimme-i Hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat'î hâdisat-ı risaleti beyan ediyorlar. O risalenin mezayasını söylemek lâzım gelse; o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları onu bir kere okumasına havale ediyoruz...
Said Nursî

İHTAR: Şu risalede çok ehadîs-i şerife nakletmişim. Yanımda kütüb-ü hadîsiye bulunmuyor. Yazdığım hadîslerin lafzında yanlışım varsa; ya tashih edilsin veyahud "hadîs-i bilmâna"dır denilsin. Çünki kavl-i racih odur ki: "Nakl-i hadîs-i bilmâna caizdir." Yani: Hadîsin yalnız mânasını alıp, lafzını kendi zikreder. Mâdem öyledir; lafzında yanlışım varsa, hadîs-i bilmâna nazarıyla bakılsın.​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
DÖRDÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, Allâmülguyûbun talimiyle haber verdiği umûr-u gaybiye, hadd ü hesaba gelmez. İ'caz-ı Kur'ana dair olan Yirmibeşinci Söz'de enva'ına işaret ve bir derece izah ve isbat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sâbıkaya dair ve hakaik-i İlâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyelerini Yirmibeşinci Söz'e havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve Âl-i Beyt'in başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hâdisata dair pek çok ihbarat-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, altı esas mukaddime olarak beyan edeceğiz:

(Peygamberimizin gaybdan haber veren pek çok mucizeleri vardır. Onları Yirmi beşinci Söze hava edelim. Biz burada yalnızca kendisinden sonra sahabilerin, Ali Beytin ve ümmetinin başına gelecek olaylardan bir kaçını anlatacağız. Yalnız bunları anlayabilmek için altı esası anlatacağız)

Birinci Esas:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahid olabilir; fakat her hali, her tavrı hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünki Cenâb-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahval-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a'mal ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu'cizat-ı kudret-i İlahiye olan âdiyat içindeki hârikulâde olan san'at-ı Rabbaniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef'alinde beşeriyetten çıkıp hârikulâde olsaydı, bizzât imam olamazdı; ef'aliyle, ahvaliyle, etvârıyla ders veremezdi. Fakat yalnız nübüvvetini muannidlere karşı isbat etmek için hârikulâde işlere mazhar olur ve indelhace arasıra mu'cizatı gösterirdi. Fakat sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu'cize olmazdı. Çünki sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz. Ebu Cehil de, Ebu Bekir gibi tasdik eder. İmtihan ve teklifin faidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.

(Demek ki Peygamberimizin her hali tavrı yürümesi konuşması yani her davranışı her görüntüsü her konuşması mucize olması gerekmez. O zaman teklif sırrı bozulurdu ve O2nu gören herkes onun peygamberliğini tasdike mecbur kalır ve iyi ile kötü ayrılamazdı)

Cây-ı hayrettir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübalağasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri birtek mu'cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmı ile veya yüzünü görmesiyle ve hakeza birer alâmetiyle îman getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik mütefekkirleri îmana getiren bütün o binler delail-i nübüvveti, nakl-i sahih ile ve âsâr-ı kat'iye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapıyorlar.

(Evet bugünkü insanlık Peygamberimizin kati ve doğru ihbarla günümüze gelen binlerce mucizelerini bildikleri halde ona inanmayıp sapıyorlar)
İkinci Esas:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hem beşerdir, beşeriyet itibariyle beşer gibi muamele eder; hem Resuldür, risalet itibariyle Cenâb-ı Hakk'ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri: "Vahy-i sarihî"dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi...

İkinci Kısım: "Vahy-i zımnî"dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

(Demek ki vahiy VAHY-İ SARİHÎ ve VAHY-İ ZIMNÎ olarak ikiye ayrılıyor. Birinci kısım vahiy direkt Vahye dayanıyor. Bunda Peygamberimizin hiçbir katkısı yok. İkinci kısmın ise lafzı ve esası vahye ve ilhama dayansa da tafsilatı açıklaması uygulaması Peygamberimize aittir.)

İşte her hadîste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Mâdem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevab geldi ki: "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın belîğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.

(İkinci kısımda aktarılan her hadis Vahiy Noktasında değerlendirilmez. Çünkü ona Peygamberimizin temsil tahlil gibi bazı beşeri yorumu girmiş olabilir. Onun için bu tip hadislerde tefsir ve tabire gerek vardır.)
 
Üst Alt