İnsan Müstağni Olunca!..

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
İnsan Müstağni Olunca!..

Ekim 16, 2009
Kategori: Makale

www.resimcity.com_doal_afet_resimleri_frtna.jpg

İnsanın müstağni davranması, kendi kendine yeteceği öngörüsünde bulunup Allah’ı unutması dolayısıyladır. İstiğna, insanın, “Ben bana yeterim” deyip yaratıcıyı hayatının gidişatında devre dışı bırakması sonucu meydana gelen azgınlık halidir. Kulun, aynı zamanda kendisini rablik ve ilahlık mertebesinde görmesi halidir de. Çünkü istiğna duygusu, yaratıcı başta olmak üzere kimseye ihtiyaç duymadığını kişiye ilham eden bir duygudur. İstiğna duygusunun insanda oluşması, genellikle imtihan vesilesi olarak verilen mal, mülk, makam, mevki vb. dünyevi nimetlerin layık oldukları veçhiyle kullanılmamasından dolayıdır. Allah, insanı yeryüzüne kulluk eksenli bir hayatı yaşaması için göndermiş ve bu hayatta başarı elde edip etmediğini ölçmek için de bir takım nimetler bahşederek imtihana tabi kılmıştır. Zaman zaman insana verilen bu nimetler, hakları ifa edilmediği için kişide azgınlık dercesine varan istiğna duygusunu oluşturmaktadır. İnsanda oluşan istiğna duygusu/ben bana yeterim anlayışı, onun tuğyana sürüklenmesine sebep teşkil etmiştir.
Her konuda olduğu gibi Kuran, birçok ayetinde istiğnaya dikkat çekmiş, kul olma sorumluluğuyla dünyaya gönderilmiş insanoğlunu, kul kalma nokta-i nazarında uyarmıştır. İnsanın, kul olarak hayatiyetini idame ettirmesi ve haddi aşmaması, akıbetinin hayırla sonuçlanması için gereklidir. Bu bağlamda Kuran, Kehf Suresinin 33-44.ayetlerinde müstağni davranıp imtihanını azgınlıkla sonuçlandırmış bahçe sahibinin hikâyesinibizler için hidayetten dalalete düşmeyelim diye şöyle anlatmaktadır;
“Onlara şu iki adamı örnek ver!”
İki adam... Biri müstağni/benden başka güç yok anlayışında olan, diğeri mütevazı/hayatı kulluk ekseninde yaşayan iki adam... İşte diyor, yüce Mevla, bu iki adamın hikâyesini muhataplarına örnek ver! Örnek ver ki, ahiret hayatı başlamazdan evvel kendilerine çekidüzen versinler, hallerini düzeltsinler, imtihan vesilesi olsun diye kendilerine verilen nimetlerin ne amaçla verildiğini anlasınlar ve gereğini yaşasınlar. Müstağni olup yoldan sapmasınlar. Hakkı hak bilip Hakk’ın kulu olarak yaşamlarını sürdürsünler. Hayatı olması gereken şekliyle kulluk ekseninde şekillendirsinler. Zira anlatmazsan, gaflet her taraftan onları kuşatır, istiğna duygusunun kavurucu atmosferinde helak olanlardan olurlar. O halde anlat;
Hani, “Onlardan birine iki üzüm bağı vermiş, bağların çevresini hurmalarla donatmış, ikisinin arasına da bir ekinlik koymuştuk. Her iki bağ da meyvelerini vermiş ve ürünlerinden hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. Bu iki bağın arasından bir de nehir fışkırtmıştık. Derken onun büyük bir serveti oldu.”
Dünyada bir insanın sahip olmayı istediği, sahip olduğunda mutlu olacağı her şeyi ona verdik. Geçimliğini en iyilerden kıldık. Her şeyi yerli yerince bahşettik. Hiçbir eksikliğe mahal bırakmadık. Ama veren biziz! Veren Allah’tır. Zira mülk Allah’ındır. Allah, mülkü dilediğine verir. Biz de onlardan dilediğimiz adama diğerinden farklı olarak daha çok verdik. Neden mi? Çünkü ilahi yasa gereği, dünya hayatının süsü olan dünyalık nimetler, ahiretin tarlası olan dünyada, imtihan vesilesi olarak kullara taksim edilerek samimiyet testine tabi tutulurlar. Bazı kullar, bu malın sahibi olarak kendilerini görür ve azgınlaşırlar, bazıları da malın sahibi olarak Allah’ı bilir ve bu bilgiyle amel ederek doğruyu yanlıştan ayırt edecek kıvama erişirler. İkinci grupta olanlar, malı, mülkü tek sahip ve malik olan Allah’ın yarattığını ve kullara taksim ederek lütufta bulunduğunu bilirler (6/99; 141). Malın tek yegâne sahibi Allah’tır. Kullar, benim malım, benim mülküm derken izafeten söylerler. Yoksa gerçek anlamda bu tarz terkipler sonu istiğna olan bir vahaya doğru çeker kulları. Tıpkı iki arkadaşın hikâyesinde geçtiği gibi...
Rabbimiz diyor ki; onlara birini zenginliklerle donattığım iki arkadaşın hikâyesini anlat. Samimiyet testine tabi tutulan iki arkadaşın hikâyesini... İki arkadaş... Belki çocuklukları dahi aynı ortamlarda, aynı sıkıntıları paylaşarak geçmiş iki arkadaş... Zaman gelmiş yollar ayrılmış, statüler değişmiş, arkadaşlardan birine mülk verilmiş, adeta başına devlet kuşu konmuş... Öyle ki bağ, bahçe, kat, yat, makam, mevki, sosyal, siyasal, kültürel nüfuz dünyalık olarak aklınıza gelebilecek her şeyle donatılmış... İkinci kahramanımız olan diğer arkadaş da bir takım nimetlerle donanmakla beraber, aralarında uçurumlar oluşmuş bir vaziyet arzediyor. Birinciye göre daha az zenginlikle donanmış bir durumda. Ama diğer arkadaştan farklı bir yapıda ikinci arkadaş… Çünkü malın, mülkün vb. nimetlerin imtihan vesilesi olduğunun bilincinde ve bu bilinçle yaşam sürdürmekte… Bu bilinçten ötürü de bir kişilik sahibidir. Allah’ı unutmamıştır. Birinci arkadaş ise tam tersi bir kulvara girmiş, malın ve paranın büyülü dünyasında başı dönmüş bir vaziyette müstağni bir edaya bürünmüştür. Gününüz dünyasında çokça karşılaştığımız iki kişilik ve iki yaklaşım tarzı... İbret alacaklara, hayatın içinden ibretlik bir vakıa... Ne kadar da tanıdık değil mi, şu sözler;
“Arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: "Benim malım seninkinden daha çok. Adamlardan yana da senden daha üstünüm..."
Benim malım... Senden daha üstünüm... Caka satıyor. Sanki mal, mülk kendininmişçesine, yanındaki adamlarını kendi yaratmış ve rızıklarını kendisi veriyormuşçasına... Adeta karşısındaki insanı eziyor, hor ve hakir görerek. “Kilon kaç?” dercesine, edepsizce ve küstahça bir tutum içine giriyor. Hâlbuki kimin malıyla kime ne amaçla üstünlük tasladığını bile fark edemeyecek kadar gaflet içinde. Ama şeytan bir kere tasallut altına almış, egemenliğine almıştır. Hatırlarsak, Âdem (as) yaratıldığında secde emriyle karşılaşan İblis de aynı sözü sarf etmişti! “Ben Âdem’den üstünüm, ben ondan daha hayırlıyım” demişti. “Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın” diyerek de isyanına sebep hazırlamıştı. Müstağni bir edaya bürünmüş, öyle ki kendini yaratan rabbine asi kılmıştı. Ebedi hüsrana duçar olmuştu. Tıpkı İblis’te olduğu gibi kendisine zenginlik verilmiş ve bir takım adamlarıyla tahkim edilmiş bahçe sahibi de aynı tavrı ortaya koyuyor. Mülkü verenin Allah olduğunu unutup, verilen sosyal, siyasal ve ekonomik gücüne dayanarak müstağni bir tavra bürünüyor.
Bu diyalog, iki arkadaş arasında bağına doğru yolda yürürken gerçekleşmiş... Arkadaşına caka satarak, kibir ve istiğna yüklü bir edaya bürünmüş...Adam tamamıyla haddi aşmış bir vaziyet arzediyor ki, zulmünün farkında bile değil.
“Derken kendine zulmederek bağına girdi.”
Neden zulmediyordu nefsine? Çünkü hakkı olana hakkını vermeyince zulüm olur. Layık olmadığı yeri işgal eden kişi zulmeder. Allah’a ait sahiplik hakkına tecavüz edip, arkadaşını malıyla ezmesi zulmetmesi, için yeterli sebeptir. Adam da aynını yaptı. Öyle ki girdiği bağ kendinden geçmesine yetti. Dünyanın güzellikleri gözünü köz etti. Kör oldu. Hakikati göremedi. “Maşaallah, subhanallah vela kuvvete illa billâh” deyip kendisine bahşedilen nimetleri, Allah’a vesile kılacağına, malını azgınlığının artmasına vesile kıldı. Hâlbuki yüce Allah kullarını bu konuda her fırsatta uyarıyordu (2/266). Ama nerede bunu fehmedecek akıl, kavrayacak bilinç? Öyle ki adam, verilenin, sorguya çekilme aracı olacağını bile fehmedemiyor. Fehmedip algılayamadığı gibi bir de kendisine verilen zenginlikleri yok kılabilecek iradeye inanmaktan istiğna ediyor, şöyle diyerek azgınlığına/müstağniliğine bir de inkârı ekliyor;
“Şöyle dedi: "Bunun sonsuza değin yok olacağını sanmıyorum. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbime döndürülsem bile andolsun bundan daha iyi bir sonuç bulurum."
Benim malım, ben kazandım, tırnaklarımla kazıyarak oluşturdum, ben, ben, ben... Evet, malın sahibi bensem, o halde bu malın, bu statünün biteceğinden, sona ereceğinden korkmuyorum. Böyle bir sanrım yoktur. Çünkü iradem bitmeyeceğini sağlayacaktır. Mal benimse bitmesi de benim elimdedir. Ha kıyamet mi? Kıyametin de kopacağı yoktur. Kıyamet düşüncesi fakir ve sıradan insanların kendilerini psikoterapi yapmak için uydurdukları bir husustur. Dünya ebedidir. Sonu da olmayacaktır. Asla malımın biteceğini sanmıyorum. Ha dediğiniz gibi kıyamet kopacaksa, bilesiniz ki orada da yine seçilmişlerden olurum.
Ne gaflet yarabbi! Ne cüretkâr tavırdır bu böyle! Kendini dünyalıklara kaptırıp yeryüzünde ebedi kalmayı sanma duygusu kişiyi nasıl bir çukurun dibine çekmiştir. İstiğna ve ardından inkâr! Aman Allah’ım!
İşte tam bu sırada, azgınlığın zirveye tırmandığı bu durumda, sağduyulu bir ses kulak zarlarını yırtarcasına yankılanıyor. Ve inancını korumuş imanlı arkadaş devreye giriyor. Azgın arkadaşın debelendiği kuyunun ta dibine ulaşacak bir ip sarkıtıp arkadaşına merhametle uzatıyor. İstiğna çölünde, dünya sekeretinde gözü nefsinden başkasını görmeyen azgın kula diyor ki;
"Seni topraktan, sonra bir damla döl suyundan yaratan, sonra da seni (eksiksiz) bir insan şeklinde düzenleyen Allah'ı inkâr mı ediyorsun? Fakat O Allah benim rabbimdir. Ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğinde Mâşaallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır' deseydin ya! Eğer benim malımı ve çocuklarımı kendininkilerden daha az görüyorsan, belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir. Seninkinin üzerine de gökten bir afet indirir de bağ kupkuru ve yalçın bir toprak haline geliverir. Ya da suyu çekiliverir de (bırak bir daha bulmayı) artık onu arayamazsın bile."
Merhamet ediyor, merhamet sahibini unutmayan kul! “Ne olacağım demeyip ne oldum” diyen ve müstağni bir edayla münkir olan bu insanın, göz göre göre inkârın kavurucu atmosferinde yok olmasına gönlü razı olmuyor. Zira küçüklükten beri arkadaşı olan bu zata karşı imani sorumluluğunu ifa ediyor. “Kalk ve insanları uyar” diyen rabbinin bu emrini ifa sadedinde sorumluluğunun gereğini yerine getiriyor. Dünyanın bir imtihan sahası olduğunu, verilen nimetlerin Allah katından bu imtihanın birer unsuru olarak devreye girdiğini, fani olanın dünyalıklar olduğu, baki olanın Allah katında olduğunu, kurtuluşun Allah katında olduğunu hatırlatıyor. Malı vereni unutanlardan, Allah’ın malı geri aldığını beyan ediyor. Azgın arkadaş dinlemiyor ki akıbet hüsran oluyor, helak kaçınılmaz oluyor.
“Derken bütün serveti helak edildi. (Yıkılmış) çardakları üzerine çökmüş haldeki bağına yaptığı harcamalar karşısında ellerini ovuşturuyor ve şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım..." Onun, Allah'tan başka kendisine yardım edebilecek kimseleri yoktu. Kendi kendini kurtaracak güçte de değildi. İşte bu durumda velayet (himaye ve koruyuculuk) yalnızca hak olan Allah'a mahsustur. Onun mükâfatı da daha hayırlıdır, vereceği sonuç da daha hayırlıdır.”
İman erleri, azgın arkadaşın akıbetinin geniş halk kitlelerine teşmil edilmemesi için sorumluluklarını tıpkı imanlı salih arkadaş gibi ifa etmelidirler. Yapmadıkları takdirde sorumlu olurlar. Görevlerini yapanlar ise kurtuluşu yakalarlar. Kulaklarını nasihatlere tıkayanlar ise azgınlığın gayya kuyusunda nimetlerden mahrum olurlar.
 
Üst Alt