Bediüzzaman'la helalleşme

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bir Zaman Küçükken Resmin Sağ tarafındaki Said Özdemir abiden Sohbet dinlerdim Çocukluğumda tek o degil Mustafa Sungur abi isa abi Hüsnü bayram abi hepsi ile bizzat görüşmüşlüğüm vardır elhamdulillah ve onlardan aldıgım dersler ve sohbetler Asla ikinci ağızdan rivayetle değil bizzat onların dizlerine kafamı yasladığımı hatırlarım hatta said özdemir abinin göz yaşının Kafama damlayacak kadar yakın olduğum kişilerdi bunlar çok değerli insanlardır kıymetlerini bilmek gerek...

Sadece Nur Halkasından Değil Nakşi Büyüklerin'den de ve Kaderi Büyüklerinin bizzat kendilerinden Sohbet ve ilim talebeliklerini yapmışlığım olmuştur Elhamdulillah bir çok fayda ve yarar gördüm onlardan Neden Anlatıyorum !!! Buğün kendini gerçek manada bu yollara adamış insanlar kesinlikle Rabbul Alemi'nin hiç bir kapısına dil uzatamaz ben hepsininde yemeğini yemiş acizane ilimleri ile ilimlenmiş ve suanda bilmedigini ögrenmiş hala birşeyler yapmaya çalışan aciz kul o ben fakirullah duanıza muhtacım sevgi ve dua ile kalınız... Habibuddin




Bediüzzaman'la helalleşme
22/03/2009


19526.jpg

Said Nursi, üç devri yaşamış bir ihtiyar: Meşrutiyet, İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişlerle dolu. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var, o ayakta!" Merhum Osman Yüksel Serdengeçti onu anlatan makalesine bu cümlelerle başlıyor, sonra her üç devirde "kaya gibi iradesi", "şimşek gibi zekâsıyla" yaptığı önemli çalışmalarını anıyordu.

Son dönem tarihini çalışan bir başka yazar, Kadir Mısıroğlu dergisinin kapağına vurduğu resminin altına, kitap çapında bir tespitle; "Dinsizlerin Türkiye'deki planlarını altüst eden adam!" yazmıştı. İslam'a karşı olanlarla mücadele eden başka şahsiyetler de olmuştur, fakat belli ki yazarın maksadı, bu zatın onların başında geldiğini vurgulamaktır.

Gerçekten o, büyük olmanın başlıca ölçülerine sahip idi: Her şeyden önce alim idi. Alimliği Osmanlı Devleti'nin son döneminde kurulan İslam İlimleri Akademisi'ne (Daru'l-Hikmeti'l-İslamiyye) üye seçilmesi ile sabittir (Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.35, s.566). Bu kurulda E.Şeyhülislam Mustafa Sabri, Elmalılı M. Hamdi, İzmirli İsmail Hakkı, Arapkirli Hüseyin Avni gibi zevatla çalışmıştı. Şeyhülislam Musa Kazım tarafından mahreç mevleviyetliği payesine yükseltilmiş, Sultan M. Vahidüddin tarafından da onaylanmıştır (O dönemde bu makam kibar-ı müderrisînden (büyük profesörler) üstün olup bilad-ı hamse (Mısır, Şam, Bursa, Edirne, Filibe) kadılıklarından hemen sonra gelen bir makam idi).

Sözle, kalemle yaptığı cihadın yanında fiilen de halkın önüne geçmişti: 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgali döneminde, ses çıkarmanın insanın canına mal olduğu sırada, dikkat çeken bir sima olmasına rağmen Hutuvat-ı Sitte adıyla yazıp bastırdığı, sonra fiilen dağıttığı kitapçığında sinsi İngiliz siyasetinin arkasındaki gerçek hedefleri analiz ederek milleti uyarıyordu. İngiliz komutanı idam etmeyi düşünmüş ise de nüfuzu ve Batı'da-Doğu'da çok sevilmesi sebebiyle halkın büyük infialini hesaba katarak vazgeçmiştir.

Mütareke sırasında Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, Anadolu'da başlatılan istiklal hareketi aleyhinde fetva vermişti. Fakat Said Nursi düşmana karşı koyanların asi olmadıklarını, bunun baskı altında verilmiş olması sebebiyle geçerli fetva sayılamayacağını ilan etti[1]. Kuvay-ı Milliye'de beraber çalışma davetine karşı "avcı hattında mücadeleyi tercih etmesi sebebiyle" çalışmasını İstanbul'dan yürüteceğini bildirdi. Zaferden sonra, bu hizmetlerinden ötürü Türkiye Büyük Millet Meclisi 9 Kasım 1922'de "hoşamedi" (resmi karşılama merasimi) programı ile Ankara'ya davet etti. Meclis'te milletvekillerine konuşma yapması rica edildi.

Ümmetten geleni yine ümmete iade...

İlmiyye sınıfında olması hasebiyle askerlikten muaf olmasına rağmen 1. Cihan Savaşı'nda, cepheye koşup kurduğu, 4.000 kadar askerden oluşan gönüllü milis alay komutanı olarak Van, Muş, Bitlis bölgesinde vatan savunmasında yer aldı. Birçok yararlık gösterdikten sonra Ruslara esir düştü. Cihad esnasında at üstünde iken, düşmandan fırsat bulduğu sıralarda İşaratu'l-İ'caz tefsirini imla(dikte) tarzında talebesine yazdırıyordu. Fatiha ile Bakara Sûresi'nin ilk kısmına dair olan bu tefsir kitabını dikkatle okuyan her uzman, onun Kur'an ilimlerine ve i'cazına Arap dili ve edebiyatı, Arap belagati çerçevesinde vukufunun pek üstün seviyede olduğunu teslim etmektedir.

Cumhuriyet'ten sonra devlet makamlarını ele geçiren bir kısım kimselerle görüş ayrılığında olduğunu anlayınca siyaset alanında hizmetin zorlaştığını görerek memleketinde inzivaya çekilmeyi düşündü. Şeyh Said isyanı ile hiç ilgisi olmadığı halde, o bahane ile -muhtemelen nüfuzu sebebiyle potansiyel tehlike olabilir vehmi ile- olağanüstü hal yetkilileri onu, inzivasından çıkararak Van'dan, önce Burdur'a, sonra Isparta'nın küçük bir dağ köyü olan Barla'ya sürdüler.

Yeni nesillerin İslam'dan habersiz yetiştirilme programına karşı, irşad ve eğitim hizmetine ağırlık vermek üzere Risale-i Nur Külliyatı adı altında kitaplar yazmaya başladı. Bu dağ köyünde imla tarzında talebelerine yazdırdığı Sözler, Mektubat, Lem'alar, Şua'lar gibi kitaplar yayınlanamıyor, el ile, zahmetle çıkarılan nüshalar çok sınırlı şekilde dağılabiliyordu. Yanında parmakla sayılabilecek miktardaki talebeleri: "Hocam bunlar güzel, önemli kitaplar, ama ne yazık ki basılamıyor, yayılamıyor." deyince: "Vakti gelince daha fazla yayılacak, hatta radyoda da okunacak inşALLAH ." diyordu. O zaman için radyo, dünyadaki en ileri yayın ve iletişim aracı idi. 1949'da Afyon Ağır Ceza mahkeme savcısının beş yüz bin Risale'nin yayıldığı şeklindeki tespitine bakılacak olursa, el ile çoğaltılan bu kitapların, bu baskı ve takip döneminde bu derecede yayılmasının harikulade olduğunu söyleyebiliriz. Son dönemde kitap, dergi, radyo, TV kanalları, MP3, MP4 gibi cihazlarla dünyanın yedi kıtasına nasıl bir ağ şeklinde yayıldığını gözlemliyoruz.

İhlas ve fedakârlık açısından bakacak olursak onun, din hizmeti karşılığında hiçbir maddî ücret veya yardım almadan ve beklemeden, tam bir istiğna ile, yoksul bir tarzda hizmetini sürdürdüğünü, meşru olan hediyeyi bile kabulden kaçındığını herkes bilmektedir. Daru'l-Hikmet'te yüksek maaş alırken, gelirinin çok az kısmı ile geçinip geri kalanı biriktirme cihetine gitmemiş, yazdığı bazı kitapları bastırarak parasız dağıtmış, böylece "Ümmetin parasını, yine ümmete iade görevini" yerine getirdiğini ifade etmişti. Ömrünün son döneminde Külliyatı, serbestçe basılmaya başlandı. İsteseydi onlardan meşru olarak alacağı telif ücretiyle zengin olabilirdi. Fakat o , kanaatle yaşamaya devam etti. Urfa'da vefat ettiğinde tereke hakiminin tespitine göre üzerindeki saat, cübbe, seccade gibi zati eşyadan başka mal bırakmadı, bunlara 551 TL değer biçti ( Mary F.Weld (vefat tarihindeki gazetelerden naklen), Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul, 2006, s.422). Dine ve millete hizmetten, evlenmeye, aile kurmaya bile fırsat bulamadı. Müsamaha yönünden ona bakacak olursak, 50 yaşından ömrünün sonuna kadar 30 yıl boyunca sürgün ve zindan hayatı yaşattılar. Şimdiki normal hapishanelerde değil, en temel ihtiyaçları karşılamaktan uzak hücre hapsinde tutukladılar. Sonu beraatla neticelendi, ama mahkûm edilmiş gibi çile çekti. Kendisine katil muamelesi yapanlara bile hakkını helal etti (Dr. Tahsin Tola-Said Özdemir, B. Said Nursi'nin Tarihçe-i Hayatı, Eşref Edip'le Röportaj, Şahdamar Yay., İstanbul, 2007, s616). Bu, hoşgörünün zirvesidir ki ancak ahir zaman Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in vârisliğinden nasibi bol olan bir zat bu dereceye erişebilir. O Mekke'yi fethettiği gün, kendisine ve Müslümanlara yapmadıkları işkenceyi bırakmayan Mekkelileri cezalandırmamış, bağışlayarak, en yüksek bir müsamaha örneği vermişti. Hoşgörü, dile kolaydır. İnsanı canından bezdiren 30 yıllık işkenceye maruz kalan milyonda bir insan bile bedduadan vazgeçmez, hele hakkını helal etmez.

Müslümanların birliğine son derece önem verirdi. Müslümanlardan, kendi hizmeti aleyhinde olanlar hakkında bile talebelerine tavsiyesi; "Onlara, bizim ehl-i imanla bir davamız yok, biz sizinle kardeşiz, sadece dinsizlik akımına karşı Kur'an hizmeti ile meşgulüz." demeleri olmuştur. Müslümanlarla ittifakın, Cenab-ı ALLAH 'ın tevfikinin (muvaffak kılmasının) şartı ve vesilesi olduğunu vurgulamıştır. Said Nursi, ölüm yıldönümünden yüz yıl önce Volkan gazetesinde, 23 Mart 1909 (11 Mart 1325) tarihinde "Bediüzzaman'ın Fihriste-i Efkarıdır" başlıklı bir makale yayınlamıştı (B. Said Nursi, Asar-ı Bediiyye, İstanbul, İttihat Yay., 1999, s.819-820). (Makalenin tamamı bu eserin s.817-826 bölümünde iktibas edilmiştir). Burada adeta hayat programını özetlemişti. Yazının 2. maddesinde hülasa olarak şöyle diyordu: Müslümanların belli başlı ilim, fikir ve maneviyat merkezleri medrese, mektep ve tekkelerdir. Bunlardan her birinin kendisine mahsus çalışma alanları vardır. Fakat bir koordinasyon ile belirli zamanlarda bir araya gelip müşterek gayeye hizmet etmeleri gerekir. Bu koordinasyonu, üç ayrı odasının ortadaki büyük salona açıldığı bir eve benzetir. Muayyen zamanlarda dinî ilimler (medrese), modern bilimler (mektep) ve maneviyat eğitimi (tekke) mensupları orta salona çıkarak ortak hizmeti planlamalıdır. Medresenin sağlam ilim ölçüleri, mektebin öğrettiği çağdaş bilimler, tekkenin işlevi olan nefis terbiyesi ve manevî eğitim vazgeçilmez kurumlar olarak Müslüman toplum içinde yerlerini almalıdır.

Telegrafik başlıklarla, ciltlere sığmayan bereketli bir ömrün faaliyetlerini özetlemeye çalışan bu kısa makalemizin sonuna doğru, merhumun çok önem verdiği bir prensibe daha değinelim: O da bilimsel çevrelerde "hürriyet"i şart görmesidir. Az önce adı geçen programın 3. maddesinde bunu vurgular ve hürriyetin, olmazsa olmaz bir ilke olduğunu bildirirken devam ve özetle şöyle der: "Yönetimde kuvvet kanunda olmalıdır. İlimde de kuvvet, hakta ve hakikatte olmalıdır. Yoksa istibdad (despotluk) hakim olur." Bu programının baş tarafında, ilim erbabından dikkatli okuma ve anlayış beklediğini söyler. "Yoksa sathi nazardan hasıl olan yanlış anlamanızı ve su-i zannınızı helal etmem." der.

Aydın olmak cesaret ister

İlim ve hizmet hayatını özetlediğim bu alim, mütefekkir ve mücahidi, hiç kimsenin ilim adına yok saymaya hakkı olamaz. İlmi ve hizmeti Türkiye'ye sığmayıp, İslam dünyasına, hatta dünya ülkelerinin çoğuna ulaşan bu değerimizi görmezden gelmek, kimseye bir şey kazandırmaz. Takdir edenler ise aşikar bir fazileti kabul ettiklerini dile getirmiş olur, yoksa ona bir değer katmış olmazlar. Bu vesile ile yeri gelmişken İSAM'ın (İslam Araştırmaları Merkezi) yayınladığı İslam Ansiklopedisi'nin 35. cildinde (2008) "Said Nursi" maddesinde, onun hayatının, eserlerinin, şahsiyetinin ve hizmetlerinin objektif bir tarzda tanıtılmasını, acizane takdir ve tebrik etmekten kendimi alamadığımı belirtmek isterim. Bu kurumun, vazifesini yaptığı, özel bir tebrike gerek olmadığı söylenebilir ve doğrudur. Fakat bazı ilim çevrelerinde bu zatın adını tabu haline getirenlerin hâlâ bulunduğu göz önüne alınacak olursa, ansiklopedinin bu yayını oldukça önemsenmeye değer. Zira 2003 yılında yayınladığım "Oryantalistlerin Yanılgıları" kitabımda yazdığım üzere bu ansiklopedi, ilmî yönden asrımız Müslümanlarının yüz akıdır ve Türkiye'deki ilahiyat fakültelerinin ve İslamî öğretimin ortak birikimidir. Dolayısıyla, bu birikimin ve şahs-ı manevinin bu yayınının, bazı münferit yok saymalara yeterli bir cevap teşkil edeceğini umarım. Merhumun, tam yüz sene önce temenni ettiği hürriyet atmosferini uygulayan 'Ansiklopedi Kurulu'na "Barekallah!". Aydın olmak, cesaret ister. Yoksa, fikri analiz etmeden, sadece isimlere takılanlar, alim saymadıkları kişinin, yüzlerce yıl gerisinde kalırlar. Kaldı ki bu zatın eserleri defalarca Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan, bilirkişilerden, yüzlerce mahkeme hey'etinden, zaman içinde hep olumlu kararlar almıştır. Bazı dindar ilim mensupları cesaretsizlikleri, bazı hissiyatları veya incelememeleri sebebiyle ondan uzak durmuşlardır. Bu, işin özel bir tarafıdır. Ama bir de, hürriyet ve demokrasiyi, insan haklarını hazmedemeyen ve aslında İslam aleyhinde olduklarından ona karşı çıkanlar vardır. Ölümünden 50 yıl kadar geçtiği halde, bunlar hâlâ ona karşı kinlerini dışa vururlar.

Merhumun bazı yönleri gibi, şu yönü ile de Bediüzzaman (yani zamanın nadiratından) olduğunu, zaman gösterdi. Haklar ve hürriyetler asrında, 20. asrın son yarısında, güvenlik kuvvetlerinin müthiş bir çemberi altında 12 Temmuz 1960'ta geceleyin Urfa'daki mezarı açılarak cesedi meçhul bir yere götürüldü. ALLAH 'tan, 27 Mayıs 1960 darbesinden iki ay kadar önce vefat etmişti. Ölüsüne tahammül edemeyenler, hayatta olsaydı kim bilir ne yaparlardı! Diriler, ölenlere haklarını helal ederler. Evet şimdi helalleşme vakti. O mu bizden helallik istemeli, yoksa biz mi ondan helallik istemeliyiz? Herkesin bir mezarı varken, biz onun kabrini bile koruyamadık. Mevlâ'mız onu sonsuz rahmetinde saklasın.


PROF. DR. SUAT YILDIRIM
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
ஜ๘๑۩۞۩ñøஜï VuSLaT,,, ALLAH c.c razı olsun cannn.....ஜøñ۩۞۩ñøஜï:

Müslümanların birliğine son derece önem verirdi.... Müslümanlardan, kendi hizmeti aleyhinde olanlar hakkında bile talebelerine tavsiyesi; "Onlara, bizim ehli imanla bir davamız yok, biz sizinle kardeşiz, sadece dinsizlik akımına karşı Kur'an hizmeti ile meşgulüz." demişlerdir.....
 

TaHKaR

Aktif Üyemiz
İki kere zevkle ve duygulanarak okudum.
İşte konu ,işte ustalık. bu konular daim olsun
Tebrikler bu güzelliğe..Saygıyla
 
Üst Alt