Nisa suresi ayet 60

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bakara suresi ayet 37
Derken Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

Hz. Adem (a.s.) bu günahına pişman olup Allah'a yönelerek tövbe etmek istediğinde, Allah'tan bağışlanma dilemek için uygun kelimeler bulamadı. Allah da, pişman olduğu için ona acıdı ve ona gerekli sözleri öğretti.
Arapça tövbe kelimesi "geri dönmek" ve "yönelmek" anlamlarına gelir. İnsana uygulandığında, onun isyandan itaate döndüğü anlamına gelir. Allah'a atfedildiğinde, O'nun kuluna yönelip affettiği anlamına gelir.
Kur'an burada günahın sonuçlarının kaçınılmaz olduğu ve her insanın işlediği günahın cezasını öyle veya böyle çekeceği teorisini reddeder. Bu, insanların uydurduğu ve insanlığa zarar veren yanlış teorilerden biridir. Bu teori, doğru varsayıldığında, insan bir günah işlese artık düzelme ümidini tamamen yitirir, demeye gelir. Geçmişte işlediği bir günahtan pişman olsa ve onu düzeltmenin yollarını arasa ve hayatında birçok iyi değişiklikler yapsa da, bu teori onu ümitsizliğe boğar:
Senin için hiçbir ümit yok, sonsuza dek suçlusun, geçmişte yaptıklarının cezasını çekeceksin. Bunun aksine Kur'an şöyle der: "Bir günahı cezalandırmak veya fazileti mükâfatlandırmak tamamen Allah'ın elindedir. Eğer iyi bir işten ötürü mükâfatlandırılmışsanız, bu sizin iyi davranışınızın doğal bir sonucu değil, aksine Allah'ın lütfudur. O mükâfatlandırıp, mükâfatlandırmama konusunda son söze sahiptir. Aynı şekilde bir günahtan ötürü cezalandırılmışsanız, bu, günahınızın kaçınılmaz bir sonucu değildir. Çünkü Allah, cezalandırmaya veya affetmeye kâdirdir. Elbette Hüküm ve Hikmet sahibi olan Allah bu kudretini gelişigüzel kullanmaz; bilâkis, kişinin niyetini gözönünde bulundurur. Eğer iyi bir davranışı mükâfatlandırırsa, ancak kulunun iyi amelleri, kendi rızasını kazanmak için işlediğini gördüğünde mükâfatlandırır. Ve eğer görünürde iyi olan bir davranışı reddederse, onun samimi olmadığını bildiği için reddeder. Aynı şekilde, bir suçu isyan amacıyla işledikten sonra, pişmanlık yerine daha çok suç işleme isteği doğuran bir suçu cezalandırır. Bunun yanısıra kullarının içtenlikle pişman olduğu ve artık daha iyi ameller işlemeye karar verdikleri günahlarını affeder ve rahmetini gösterir. O halde günahların sonucunun kaçınılmaz olduğunu savunan görüşü reddetmek, günahkârların düzelmesi için yeni ümit kapılarını açmaktadır. Günahlarını (bir rahip önünde değil, Rableri önünde) itiraf edip, isyanlarından utanç duydukları, isyankâr tutumlarını bırakıp itaatkâr bir tavır takındıkları sürece en büyük günahkârlar ve en azılı kâfirler bile Allah'ın bağışlamasından ümit kesmemelidirler.
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bakara suresi ayet 54
Hani Musa, kavmine: "Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratan (gerçek ilah)ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır" demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

"Hani Musa kavmine dedi ki; "Ey kavmim, sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin, yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Yaratıcınız katında bu sizin için hayırlıdır."

"Nefislerinizi öldürün". Yani içinizdeki itaatkârlar, asileri öldürsün. Bunu yapan, hem asiyi ve hem de kendini arındırmış olur. Bu ağır kefaret ile ilgili rivayetler, olayı böyle anlatır. Gerçekten ağır ve uygulaması son derece zor bir yükümlülük. Kardeşin kardeşi öldürmesi... İnsanın gönüllü olarak kendi kendini öldürmesi gibi birşey. Fakat bu kefaret biçimi her türlü kötülüğe balıklama dalan, hiçbir yasaktan kaçınmayan sözkonusu sefil ve perişan karakter için gerekli bir uslandırma, yola getirme metodu oluyor. Eğer onlar yasaktan kaçınsalardı, peygamberleri gözlerden kaybolunca buzağıya tapmazlardı. Madem ki, sözle kötülükten el çekmiyorlardı, zor kullanılarak kötülükten alıkonsunlar, uslanmalarını sağlayarak bu yolla kendilerine yararlı olacak sözkonusu ağır fidyeyi ödesinlerdi.

İşte o anda, yani isyanlarından arınmalarından sonra, yüce Allah'ın rahmeti kendilerine yetişiyor:

"Allah da tevbenizi kabul etti. Hiç kuşkusuz O, tevbeleri kabul edendir ve merhametlidir."

Fakat yahudi aynı yahudidir. Katı kalpliliği, maddeci zihniyeti ve gayb sızmalarına kapalı his dünyası bakımından her dönemin yahudisi aynıdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bakara suresi ayet 128
Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet (ver). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin."

Bakara suresi ayet 160
Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince); artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim.

Bakara suresi ayet 187
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah, gerçekten sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi, tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikafta olduğunuz zamanlarda onlara (kadınlarınıza) yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, (sakın) onlara yanaşmayın. İşte Allah, insanlara ayetlerini böylece açıklar; umulur ki sakınırlar.

Karı ile koca arasındaki ilişki, elbiselerle beden arasındaki ilişki gibidir. Nasıl bu ikisi birbirine çok yakın, uygun ve aralarında hiçbir şey yoksa, aynı şekilde karı ve koca birbirleriyle çok yakın ilişki içindedirler ve birbirleri için karşılıklı birer sükûnet ve mutluluk kaynağıdırlar.

Daha önceden Ramazan gecelerinde karı ile koca arasındaki cinsel ilişkiyi yasaklayan açık bir emir olmamasına rağmen, müslümanlar arasında bunun helâl olmadığı konusunda belirsiz bir inanç vardı ve bazıları hanımlarının yanına vicdanen tedirginlik içinde yatıyorlardı. Bu devam ederse, suç ve günah teşkil eden zihni bir tavrın gelişme tehlikesi vardı. Bu nedenle Allah, onları, vicdanlarına karşı kötü davranmamaları konusunda uyardı ve vicdanları rahat olarak bu fiili işleyebilmeleri için onu helâl kıldı.

Ramazan'da yeme ve içme zamanı ile ilgili de bir yanlış anlama vardı. Bazıları yatsı namazından, ertesi gün güneş batıncaya dek yeme ve içmenin haram olduğu görüşündeydi. Bazıları yatsı namazından sonra uyanık kalındığı sürece yenilip içilebileceğini, fakat uyunursa, yenilip içilmeyeceğini savunuyorlardı. Bu kendi uydurdukları fikirler nedeniyle, çoğu zaman kendileri zahmet çekiyorlardı. Bu ayette onların yanlış anlamaları ortadan kaldırılıyor ve yeme-içme yasağının günün ilk şafağından güneşin batışına; yeme, içme ve cinsel ilişki serbestisinin de güneşin batışından, günün ilk şafağına dek olacağı belirleniyor.
Hz. Peygamber (s.a) oruca hazırlık olarak imsak vaktinde bir şeyler yemeyi bizzat emretmiştir.

İslâm, ibadetler için her medeniyet çağında ve dünyanın her tarafındaki insanlarca uygulanabilecek zamanlar belirlemiştir. Bu nedenle ibadeterin zamanını saat birimleri şeklinde değil de, gökteki apaçık alâmetlerle tâyin etmiştir. Bu, her çağ ve ülke insanına uyabilecek bir ölçüttür ve bilinen sınırlar içinde şartlarına uygun olarak saatle de ifade edilebilir. Fakat bunun hikmetini anlamayan kişiler saçma fikirler öne sürerler. Örneğin, bu ölçütün kutuplarda işlemeyeceğini, çünkü oralarda gün ve gecenin aylarca sürdüğünü söylerler. Fakat onlar, kutup bölgelerinde bile sabah, akşam, gün ortası ve geceyarısı alâmetlerinin, aynen diğer yerlerdeki gibi ortaya çıktığını ve oralarda yaşayanların çalışma, uyuma, dinlenme gibi faaliyetlerini bu belirtilere göre düzenlediklerini unutmaktadırlar. Saat ve zaman bildiren diğer aletler yokken, Atlantik çevresinde yaşayanlar zamanı bu işaretlere göre belirliyorlardı.

"Orucunuzu akşam oluncaya kadar tamamlayın" demek "Orucunuz akşamın başlangıcı ile biter" anlamına gelir.
Gecenin, güneşin batışıyla başladığı ise açıktır. O halde oruç, doğu ufkunda gözleyeceğimiz güneşin batış zamanı ile sona erer. Oradan yükselen bir karanlık gördüğümüzde, bu orucu açmamız için bir işarettir. Aynı şekilde doğu ufkunda sabahın ilk şafağının görülmesi, oruca başlama işaretidir.
İslâm fıkhında orucun süresi konusunda dakika ve saniye gibi kesin ölçütler olmadığına dikkat edilmelidir. İki sınırda da geniş bir serbestlik vardır. Bir saniye veya bir dakikalık farklar orucu bozmaz. Doğuda akşamın karanlığı yükselmeye başlar başlamaz oruç tamam olur. O halde güneş battığında iftar edilmelidir. Aynı şekilde, doğu ufkunda sabahın ilk şafağı görüldüğünde, oruç başlar, yeme ve içme kesilir. Fakat kişi eğer zamanında uyanamamışsa, sabahın ilk şafağı göründüğü halde başlamış olduğu yemeği bitirebilir. Bu konuda Hz. Peygamber'in (s.a) bir hadisi vardır: "Eğer bir kimse yemeğini yerken orucun başladığını bildiren sabah ezanını duyarsa, yemeğini bitirsin." Hz. Peygamber (s.a) akşamın ilk karanlığı görüldüğünde, orucu açmakta acele edilmesini de emretmiştir.

İtikaf. Ramazan'ın son on gününde yapılan özel bir nafile ibadettir. İtikafta olan kişi bir mescide kapanır ve farz ibadetlerin yanısıra, tüm vaktini dua, tefekkür gibi başka ibadetlerle geçirir. Tüm dünyevî arzu, istek ve şehvetlerden uzak olması ve tabiî ihtiyaçlarını karşılama dışında mescidden dışarı çıkmaması gerekir.

Uç sınırlarla ilgili emrin ifade tarzı çok dikkat çekicidir. Bu emir sadece bu sınırları aşmayı değil, bu sınırlara yaklaşmayı da yasaklar. Yasak bir bölgenin sınırları etrafında dolaşmak çok tehlikelidir; çünkü, yanlışlıkla bu sınırları aşmak muhtemeldir. Bu nedenle bu sınırlara yaklaşmak da yasaklanmıştır. Hz. Peygamber (s.a) de aynı noktayı vurgulayarak şöyle buyurmuştur: "Her mâlikin sınırlı bir bölgesi vardır. Allah'ın 'sınırlı' bölgesi ise haram, helâl, iyi ve kötü diye belirlenen sınırlardır. Bu 'sınırlı' bölgenin yakınlarında otlayan bir hayvan, bir gün o bölgeye girebilir." Ne yazık ki bu apaçık uyarıya rağmen, İslâm Hukuku'nu bilmeyen bazı kimseler aşırı uçlara gidip, sınırlara yaklaşma üzerinde ısrarla durmakta ve "âlimler", bu sınırlara yaklaşmanın yasak olduğunu bildiren aynı İslâm Hukuku'ndan bu konuda fetva bulmaya çalışmaktadırlar. İşte bu nedenle birçok kimse doğru yoldan sapmaktadır. Bu sınırlar etrafında dolaşıldığında, ince sınırları belirlemek ve onları aşmamak çok zor bir durumdur​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bakara suresi ayet 199
Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir.

Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. İsmail (a.s) zamanından beri bütün hacılar, Zilhicce'nin dokuzuncu günü Mina'dan Arafat'a giderler ve aynı günün akşamı oradan Müzdelife'ye dönerlerdi. Fakat sonraları Kureyşliler kendi kendilerine bir kural koydular ve: "Diğerleriyle birlikte Arafat'a gitmek bizim şerefimize leke sürer; çünkü biz, Allah'ın evinde yaşayan halkız" dediler. Buna uygun olarak o gün, diğerleri Arafat'a giderlerken kendileri Mina'da kalmaya başladılar. Daha sonra bu ayrıcalık Kureyş'in müttefikleri ve akrabalarına da tanındı ve onlar da Arafat'a gitmemeye başladılar. Bu ayette bu ayrıcalık hakkı ortadan kaldırılmakta, Kureyş'in bu kibri kırılmakta ve bütün insanların Mekke'ye dönmeden önce aynı ibadetleri yapması gerektiği bildirilmektedir. Aynı zamanda onlara, Hz. İbrahim'in (a.s) yaptığı hac ibadetine aykırı olan eski âdetler için bağışlanma dilemeleri söylenmektedir.
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bakara suresi ayet 222
Sana kadınların aybaşı halini' sorarlar. De ki: "O, bir rahatsızlık (eza)dır. Aybaşı halinde kadınlardan ayrılın ve temizlenmelerine kadar onlara (cinsel anlamda) yaklaşmayın. Temizlendiklerinde, Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever."

Arapça "eza" kelimesi hem hastalık, hem de pislik için kullanılır. Adet kanamaları sadece pislik değil, aynı zamanda hastalıktır. Adet kanamaları sırasında kadınlar sağlıktan çok hastalığa yakındırlar.

Kur'an, bu tip ince meselelerde çok dolaylı ve imâlı bir ifade kullanır. "Onlardan ayrılın" ve "Onlara yaklaşmayın" diye ifade edilen emirler, Yahudilerde, Hindularda ve diğer bazı toplumlarda olduğu gibi âdet kanaması boyunca kadınlara hiç dokunulmayacağı anlamına gelmez. Hz. Peygamber (s.a) bu emrin sadece, âdet boyunca onlarla cinsel ilişkide bulunulamayacağını kastettiğini bildirmiştir. Tüm diğer ilişkiler daha önceki gibi devam edebilir.

Arapça "emr" kelimesi kanuni bir düzenlemeyi kastetmez. Her insan ve hayvanda varolan ve herkes tarafından bilinen doğal içgüdüyü kasteder.

 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bakara suresi ayet 279
Şayet böyle yapmazsanız, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz.

Bu ayet Mekke'nin fethinden sonra nazil olmuştur; fakat faizle ilgili olduğu için bu araya sokulmuştur. Bu ayet inmeden önce de, haram olmamasına rağmen faiz müslümanlar tarafından nefretle karşılanıyordu. Fakat bu ayet indikten sonra faizle borç verme İslâm devletinde yaptırım gerektiren bir suç oldu. Arabistan'da ticaret yapan kabileler faiz konusunda uyarıldılar. Eğer faizden vazgeçmezlerse onlara karşı savaş açılacaktı. Necran Hıristiyanlarına İslâm devleti içinde özerklik verildiğinde, anlaşmada eğer faizle ticarete devam edilirse anlaşmanın sona ereceği ve iki ülke arasında savaş çıkacağı konusu açıkça belirlendi.
Bu ayetin son bölümünden İbn Abbas, Hasan Basri, İbnî Sîrin ve Rebi bin Enes İslam Devleti'nde faiz alanın yaptığı şeyden tövbe etmesi için uyarılması, eğer uyarıldığı halde vazgeçmezse ölüm cezasına çarptırılması gerektiği sonucunu çıkarmışlardır. Fakat diğer fakihler faiz alan kişinin bu işten vazgeçinceye dek hapsedilmesi gerektiği görüşündedirler.
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bakara suresi ayet 285
Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.

Bu ayette imanın temel maddeleri tekrar kısaca ele alınmaktadır. Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, hayatın sonunda O'na verilecek hesab'a inanmak, imanın temel şartlarındandır. Bunları kabul ettikten sonra bir müslümanın tutumu, Allah'ın her emrine itaat etmek olmalıdır. Aynı zamanda iyi amelleriyle övünmemeli ve Allah'tan bağışlanma ve af dilemelidir​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Bakara suresi ayet 286
Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!

Yani, "Allah hiç kimseyi yapması mümkün olmayan bir şeyden sorumlu tutmaz ve onu bundan dolayı cezalandırmaz. Çünkü o (kul) imkânsız olmadıkça o işten yüz çeviremez." Bununla birlikte, kişinin neyi yapabilip neyi yapamayacağına kendisinin karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belli bir kimsenin, neyi yapabilip neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah'tır.

Bu bir hukuk ilkesidir. Hem cezalar, hem de mükâfatlar her ferdin kendi işlediği iyi ve kötü amellerinin sonuçlarıdır.
Kişi ancak kendi işlediği iyi amellerin mükâfatını alır, başkalarının yaptığı iyiliklerin karşılığını değil. Bununla birlikte, eğer bir kimse ölümünden sonra da iyi sonuçlar doğurmaya devam eden bir iyilik yapmışsa, bu iyi sonuçların hepsi o iyiliği yapan kimsenin hesabına yazılır. Aynı şekilde eğer bir kimse, ölümünden sonra da kötü sonuçlar doğurmaya devam eden bir kötülük yapmışsa, bu sonuçların tümü o kimseye yazılacaktır. Fakat tüm bu iyi ve kötü sonuçlar, kişinin kendi işlediği amellerin karşılığı olacaktır. Kısacası kişi ancak bilerek ve isteyerek katkıda bulunduğu bir şey nedeniyle ceza ve mükâfat alacaktır. Allah'ın sünnetinde hesapların, ceza ve mükâfatların başkalarına devredilmesi söz konusu değildir.

Yani, "Rabbimiz, bizden önce senin yolundan gidenlerin sınandığı zor engel ve sınavlarla bizi sınama" Hak yola tâbi olanların zor sınav ve deneylerden geçirilmelerinin Allah'ın kanunu olmasına rağmen, bir mümin bu yolda kendisine kolaylıklar göstermesi ve zorluklarla karşılaştığında cesaret ve sabır vermesi için Allah'a dua etmelidir.

Yani, "Bize sadece taşıyabileceğimiz kadar zorluk ve yük yükle ve bizi gücümüzün yetebileceği sınavlardan geçir. Aksi takdirde biz bu yükü taşıyamayız ve doğru yoldan saparız."

Bu duanın ruhunun anlaşılabilmesi için, bu ayetlerin Medine'ye hicretten yaklaşık bir yıl önce Mirac'da (göğe yükseliş) vahyedildiği gözönünde bulundurulmalıdır. O dönemde imanla küfür arasındaki çatışma çok şiddetli idi ve müminlere yapılan işkenceler en aşırı dereceye ulaşmıştı. Ve bu sadece Mekke ile sınırlı değildi; tüm Arabistan'da bir müminin huzur içinde yaşayabileceği bir yer yoktu. Bu şartlarla başa çıkabilmeleri için müslümanlara bu dua öğretilmişti. Allah, kuluna kendisine nasıl dua edeceğini öğrettiğinde, kul bu duanın kabul olacağından emin olabilir. Bu nedenle bu dua müslümanlara büyük cesaret verdi ve en çok işkence gördükleri zamanlarda bile huzur içinde olmalarını sağladı. Ayrıca bu dua, onlara arzularını kontrol altında ve bu duada öğretilen sınırlar içinde tutumlarını ve bu arzuları yanlış yollara kanalize etmemelerini de öğretiyordu. Bu nedenle bu duada düşmanlara karşı acımasızlık, intikam gibi dünyevi hiçbir konuya değinilmemektedir. Buna o dönemde acil ihtiyaç vardı, çünkü müslümanlar büyük zorluklar, maddî kayıplarla karşı karşıya kalıyorlar, işkence çekiyorlar ve hem fiziksel, hem de ekonomik baskı altında tutuluyorlardı. Müslümanların bu duasında yer alan yüce ideallerle, o dönemde çektikleri işkenceler arasındaki zıtlık, onların bu kritik dönemde bile, ahlâkî yönden nasıl eğitildiklerini göstermektedir. İşte bu, her gerçek müminin ulaşmak için çalışması gereken yüce ahlakî seviyedir.
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Ali imran suresi ayet 31
(Resûlüm! ) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Ey Muhammed de ki: Eğer sizler, gerçekten, Allahı sevdiğinizi iddia ediyorsanız iddianızı ispatlamak için bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve geçmişteki günahlarınızı bağışlasın. Allah, günahları çokça bağışlayan ve kullarına karşı çok merhametli davranandır.

Şurası bir gerçektir ki Allahı tanıdığını ve sevdiğini iddia eden herkesin Allanın Peygamberi olan Hz. Muhammedi de tanıması ve sevmesi ve de onun yolundan ayrılmaması gerekir. Resulullahın yolundan ayrılan herkes, sapıklık içindedir. Bu hususta Resulullah (s.a.v.) efendimiz şöyle buyumaktadir:

"Kim, bizim, üzerinde bulunduğumuz yolun dışında başka bir amel işlerse o amel reddedilir.

Müfessirler bu âyetin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Resulullah döneminde bir kısım insanlar "Biz, rabbimizi seviyoruz." demişlerdir. Bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirmiş ve Hz. Mu-hammede emretmiştir ki "Biz rabbimizi seviyoruz." diyenlere de ki "Eğer sizler, gerçekten Allahı seviyorsanız onun Peygamberi olan bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin." Böylece Allaha teala, Hz. Muhammede uymayı, sevgisi için bir alâmet, ona karşı çıkmayı da azabı için bir nişane yapmıştır.

b- Muhammed b. Cafer b. Zübeyre göre ise bu âyet Hz. İsa hakkında Resulullah ile tartışan Necran Hristi yani arının heyeti hakkında nazil olmuştur.

Taberi diyor ki: "Bu son görüş tercihe şayandır. Zira bu surenin başından buraya kadar, doğrudan veya dolaylı olarak Necran heyeti zikredilmiştir. Surenin başından buraya kadar, Resulullah döneminde yaşayıp ta "Biz Allahı seviyoruz" diyen bir topluluktan bahsedilmemiş, aynca Hasan-ı Basriden rivayet edilen bu haberin sıhhatine dair herhangi bir delil de bulunmamıştır. Ancak Hasan-ı Basri, bu toplulukla, Necran heyetini kastetmiş olursa o zaman da âyetin nüzul sebebi, bizim tercih ettiğimiz sebep olur. Yani, Allah tela bu âyet-i keri-mesiyle kendisini sevdiklerini iddia eden Necran heyeti Hristiy ani arına, Hz. Muhammede tabi olmalarını ve ancak ona tabi olduklarında kendisini sevmiş olabileceklerini bildinniş, Allah rızası için Hz. İsayı sevdikleri iddialarının da ancak Hz. Muhammede tabi olmalarıyla doğru olabileceğini beyan etmiştir.
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Ali imran suresi ayet 89
Ancak bundan sonra tevbe edenler, ‘salih olarak davrananlar' başka. Çünkü Allah, gerçekten bağışlayandır, esirgeyendir.

Ali imran suresi ayet 90
Doğrusu, imanlarından sonra inkâr edenler, sonra inkârlarını arttıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabul edilmez. İşte bunlar, sapıkların ta kendileridir.

"Onlar küfürde direndiler": İmanı reddetmekle kalmadılar, daha da ileri gidip ona karşı düşmanlık ve kötü niyetlerini ortaya koydular. Kafalarda şüpheler ve sorular yaratarak ve tebliği başarısız kılmak için çeşitli tuzak ve gizli planlar kurarak insanları Allah'ın yolundan engellemek için ellerinden geleni yaptılar.
 
Üst Alt