R İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
RECM CEZASI UYGULANMASI İÇİN GEREKLİ ŞARTLAR:

1 Zina eden kadın veya erkeğin ergin olması
2 Akıllı olması Akıl hastasına had uygulanmaz Akıllı ve ergin bir kimse akıl hastası ile zina etse, yalnız kendisine had uygulanır
3 Evli olan gayrı müslime recm yerine değnek cezası uygulanır Şâfiî ve Hanbelîlere göre pasaportla Islâm devletine gelen gayrî müslim yabancılara ne zina ve ne de içki içme cezası uygulanmaz
4 Zinanın zor kullanarak olmaması gerekir
5 Zinanın diri bir insanla olması gerekir
6 Zina edilen kadının da ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaşta olması gerekir
7 Zinanın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir Fasit nikahtan sonraki cinsel temasa had gerekmediği konusunda görüş birliği vardır Velisiz veya şahitsiz evlenme gibi
Zinanın bir para karşılığında olması halinde Ebû Hanife'ye göre her ikisine de had cezası uygulanmaz Çünkü bu durum bir mehir karşılığında nikâh akdine benzemektedir Burada şüpheden dolayı had düşer Ancak fiil haram olduğu için ta'zir uygulanır Ebû Yusuf ve Imam Muhammed'e göre bu durumda da had cezası verilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1968, III,197 vd)
8 Cinsel temasın önden olması Arkadan ilişki yani livata için Ebû Hanîfe'ye göre yalnız ta'zir cezası uygulanır Ebû Yusuf, Imam Muhammed ve Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre ise livata haddi gerektirir Yabancı bir kadına ön veya arka dışında karın, uyluk gibi başka bir yere temas ise yalnız ta'zîri gerektirir Çünkü bu, şer'an kendisine bir şey takdir edilmeyen münker bir fiildir
9 Had cezalarının uygulanabilmesi için Islâm devletinin varlığı şarttır Çünkü dârul-harp veya dârul-bağy (âsiler ülkesi) de had cezalarını uygulamaya Islâm devletinin velâyet yetkisi olmaz ve bu hükümleri uygulamaya gücü yetmez
10 Zina eden erkek veya kadının halen veya daha önce sahih nikâhla evlenmiş olması ve bu nikâh devam ederken eşiyle bir defa da olsa cinsel temasta bulunması şarttır Böyle bir erkeğe "muhsan", kadına ise "muhsana" denir Recm cezası için bu son niteliğin bulunması da gerekir
Recm için muhsan sayılmada erkek veya kadında şu yedi niteliğin bulunması gerekir: Akıllı olmak, ergin bulunmak, hür ve müslüman olmak, sahih nikâhla evlenmiş bulunmak ve bu nikâhtan sonra eşiyle guslü gerektirecek şekilde cinsel temasta bulunmak Bu şartlardan herhangi birisi bulunmazsa ceza yüz değneğe dönüşür Zina edenlerden birisi muhsan olur, diğeri bekâr bulunursa; bekâra yüz değnek, muhsan olana ise recm cezası uygulanır
Ebû Hanife ve Mâlik'e göre, bir erkek veya kadının muhsan sayılması için müslüman olması şarttır Bu yüzden evli olan gayrı müslimlerin zinasına recm cezası uygulanmaz, çünkü recm, günahtan temizlenme yoludur Zimmî ise günahtan temizlenmeye ehil değildir Onun temizlenmesi ancak ahirette azapla gerçekleşir Hz Peygamber; Allah'a şirk koşan kimse muhsan değildir" (Zeylaî, Nasbü'r-Râye, III, 327) buyurmuştur Bu görüşte olanlar için iki yahudinin Hz Peygamber tarafından recmedilmesi olayı, Tevrat hükmüne göre olmuştur Daha sonra bu neshedilmiştir (Zeylaî, age, III, 326; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 92)
Şâfiî, Ibn Hanbel ve Ebû Yusuf'a göre, recmin uygulanması için zina edenin müslüman olması şart değildir Bir zimmî zina suçuyla Islâm mahkemesine gelse had uygulanır Müslüman bir erkek zimmî bir kadınla evlenip cinsel temasta bulunsa, her ikisi de "muhsan" olur Delil, Hz Peygamber'in iki yahudiye recmi uygulamasıdır "Dulun dul ile zinasında taşlama vardır" (Müslim, Hudûd,12-14; Ebû Dâvud, Hudûd 23; Tirmizî, Hudûd, 8) hadisinin genel anlamı da başka bir delildir Diğer yandan zina bütün semavi dinlerde haram kılınmıştır (bk eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 267; Ibn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VIII, 163; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VI, 43)
Zina Suçunun Sâbit Olması:
Zina, ya ikrarla ya da dört şahitle sabit olur
1 Ikrarla Tesbit:
Zina ikrarında bulunanın akıllı, ergin olması ve zorlama altında bulunmaması gerekir Ayrıca ikrarın dört defa yapılması gereklidır Çünkü Mâiz b Mâlik'e Allah elçisi dört defa ikrar esasını uygulamıştır Hanefi ve Hanbelîlerin görüşü budur Şâfiî ve Mâlikilere göre ise tek ikrar yeterlidir Bunlar da işçinin kendi patronunun eşiyle zina etmesi olayına dayanırlar Çünkü orada dört ikrardan söz edilmemiştir (Buhârî, Âhad,I, Şurüt, 9; Müslim, Hudûd, 25; el-Bâcî, el-Müntekâ, VII,135; Ibn Kudâme, el-Muğni, VIII, 191 vd)
Diğer yandan dört ikrarın ayrı meclislerde yapılması gerekir
2 Zinayı dört şahitle ispat: Zinanın müslüman, erkek, adaletli ve hür dört erkek şahitle ispat edilmesi gerekir (en-Nisâ', 4/15; en-Nûr, 24/4,13) Şahit sayısı dörtten az olur veya dördüncü şahit "sadece bunları bir yorgan altında gördüm" gibi kesin zinaya delâlet eden beyanda bulunmasa, ilk üç şahide "zina iftirası (kazf)" cezası uygulanır Zina isnat edilenden had düşer Çünkü Hz Ömer, Muğîre (ra)'in zinasına şahitlik eden üç kişiye zina iftirası cezası uygulamıştır (bk ez-Zühayli, age, VI, 48; "Kazf" maddesi)
Recm Cezasının Infazı:
Zina ikrarla sabit olmuşsa recm uygulamasına devlet başkanı veya infaz görevlisinin başlaması gerekir Şahitle sabit olması halinde ise infaza şahitlerin tamamının hazır bulunması ve ilk taşı onların atması şekliyle başlanır Böylece herhangi bir şüphe, vazgeçme yanlışlık vb tüm ihtimallerin ortadan kalkması ve adli hataya düşülmemesi için gerekli önlemler alınmıştır Hz Ali'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Önce şahitler taş atmaya başlar, sonra devlet başkanı, sonra diğer insanlar" (Zeylai, age, III, 319 vd; es-Şevkânî, age, VII,108) Bekârların zinasında ise değnek cezasına şahitlerin başlaması gerekmez Çünkü onlar bunun usul ve şeklini bilmeye bilirler ve bu durum zulme yol açabilir
Recm cezası, ibretli olması için bir meydanda erkek ayakta, kadın ise tercih edilen görüşe göre göğsüne kadar bir çukura sokularak kendisine ölünceye kadar küçük taşlar atılmak suretiyle infaz edilir Hz Peygamber'in Gâmidiyeli kadın için, göğsüne kadar bir çukur açtırdığı nakledilir (Zeylaî, age, III, 325; eş-Şevkânî, age, VII, 109)
Recmle öldürülen kimse yıkanır Kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve defnedilir Çünkü Hz Peygamber, recmedilen Mâiz için Kendi ölülerinize yaptığınız şeyleri ona da yapınız" (Zeylai, age, III, 320) buyurmuştur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
REFES VE CİDÂL

Refes; cinsel ilişki, çirkin ve fahiş söz veya kadınların yanında cinsel ilişkiden söz edilmesi anlamlarını kapsar Cidâl ise, "müfâale" vezninde bir mastar olup; mücadele ve münakaşa etmek, cedelleşmek anlamına gelir
Hac veya umre sırasında ihramlı kimseye yasaklanan fiillerden üç tanesi bir âyette zikredilmiştir Bunlar "refes", "cidâl" ve "füsûk"tur Füsûk; günahlar, ma'siyetler, isyanlar demektir Zina, isyan ve çirkin sözler başka zamanlarda da yasaktır Fakat ihramlı iken bunların haramlığı daha şiddetlidir Çünkü hacla ilgili olarak bu yasaklama aşağıdaki âyette özel olarak vurgulanmıştır:
"Hac ayları bilinen aylardır İşte kim bu aylarda hac yapmak üzere ihrama girerse, artık hac sırasında kadına yaklaşmak veya ona kötü söz söylemek, günah işlemek ve kavga etmek yoktur Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir" (el-Bakara, 2/197)
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim hac yapar, hac sırasında cinsel temastan kaçınır ve günah işlemezse, annesinden doğduğu gündeki gibi günahlarından kurtulur" (Buhârî, Hac, 4, Muhsar, 9,10; Müslim, Hac, 438; Nesaî, Hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3)
İhramlı kimse Arafat'ta vakfeden önce cinsel temasta bulunsa, haccı fasit olur; gelecek yıl kaza etmesi gerekir Ayrıca bir ceza kurbanı kesmesi gerekir Cinsel temasa yol açabilecek, öpme, şehvetle dokunma gibi fiiller de, boşalma olsun veya olmasın kurban cezasını gerektirir (bk el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 183-206, 216-219; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 255; eş-Şîrazî, el-Mühezzeb, I, 204-212; İbn Kudame, el-Muğnî, III, 295-344; eş-Şevkânî, Neylü'l, Evtâr, V, 8, 9; ez-Zühaylî, el-FıkhuI İslâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1405/1985, III, 230 vd; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, İstanbul 1992, s 594 vd)

__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
RESİM

İnsanın özlem ve duygularını estetik kurallar çerçevesinde çizgi ve renklerle düz bir satıh üzerinde figürlü veya figürsüz olarak yansıtılmasına dayanan sanat dalı
İslam dini her konuya dair, bir bakış açısı ortaya koyup her hususta görüş ve düşünceyi yansıttığı gibi resimle ilgili olarak da bir bakış açısı belirtmiştir
Allah'ın birliği inancına dayanan İslâm dini, bu inancı korumak için son derece titizlik gösterir Akla ve kalbe, gizli ve açık bir şekilde girebilecek her tür şirk ve putperestlik yolunu kapatır Onun için de, resim konusunda hassas davranır Çünkü çoğunlukla, sevilen kimselerin hatıralarını devam ettirmek gibi bir niyetle başlayan resim ve heykel işi, sonunda Allah'a şirk koşmaya, resmi ve heykeli yapılan kimseleri yüceltmeye varır Onun için İslâm bu kapıyı kapatmıştır
Hz Peygamber İslamın ilk döneminde, ne suretle olursa olsun, resimli eşya kullanılmasını yasakladı Çünkü Hz Peygamber (sas) şirkle mücadele halindeydi; insanları putlara, heykellere, resimlere ibadetten uzaklaştırıyordu Nitekim resim ve heykeli şiddetle yasaklayan hadisler bu dönemde söylenmiştir
"Her kim bir canlı resmi yaparsa Allah ona o resme can verinceye kadar azab eder Ressam resmine katiyyen ruh veremez ve ebediyen azab olunur" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI, s 533)
"Şu resimleri yapanlar yok mu? İşte onlar, kıyamet gününde, haydi yaptığınız resimlere can veriniz, diye azab olunacaklardır" (Tecrid, XII, 116)
İslamın kuvvetlenip güçlenmesiyle tazim ifade etmeyen resimlerin yapılmasına müsaade olunmuştur Nitekim İslâm bilginlerinin çoğu, manzara resimlerinin, yarım(Mesela belden yukarı) insan ve diğer ruh taşıyan hayvanların resimlerinin yapılmasında ve kullanılmasında bir sakınca görmemişlerdir Yalnız tam insan ve ruh taşıyan hayvan resimleri hakkında alimlerden bir kısmı, tazim olmaksızın kullanmayı kerahetle caiz görmüş, bir kısmı da görmemiştir
Fotoğrafın durumu nedir? Bu hususta da bazı alimler bunun caiz olduğunu, bir kısmı da olmadığını savunmuştur Caiz görenler, fotoğraf belirli vasıtalarla gölgeyi hapsetmekten ibarettir, yasaklanan resimlerden değildir, çünkü yasaklanan resim, daha önce yapılmamış bir resmi yapmak, Allah'ın yarattığı bir hayvana benzetmeye çalışmaktır, halbuki herhangi bir aletle alınan fotoğrafta bu anlam yoktur, derler Caiz görmeyenler de resim konusunda olduğu gibi fotoğraf konusunda da şiddet gösterir ve kerahati üzerinde ısrar ederler Yalnız bunlar da pasaport, nüfus cüzdanı, ehliyet gibi zorunlu haller ve şüphelileri tanıma dolayısıyla çekilen ve tazim niyeti yahut inancı sarsma olmayan resim ve fotoğraflara ruhsat verirler (Yusuf el-Kardâvî, İslâm'da Helal ve Haram, s 128)
İslâm inançlarına ve adabına ters düşen her türlü resim haramdır Kadın resimlerinin çıplak veya yarı çıplak çizilmesi, fitne doğuracak yerlerinin belirtilmesi, gazete, dergi ve sinemalarda gösterilmesi haramdır Bunları çizen, çeken, yayınlayan, evlerde ve dairelerde bulunduran, onları görmeye niyetlenen manen sorumludur Kâfir, fasık ve zalimlerin resimleri de aynı hükümdedir Bir müslüman, Allah'ın varlığını inkâr eden bir liderin, Hz Muhammed (sas)'in peygamberliğini reddeden bir kimsenin, müslüman olduğunu söylediği halde, Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kişilerin resimlerini asması helal değildir
Namaz kılan bir kimsenin karşısında resim bulunmaması gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
REVÂTİB(DEVAMLI YAPILAN AMELLER)

Devamlı yapılan iş ve amel; ücret, maaş; farz namazlarla berâber kılınan sünnetler Ratib kelimesinin çoğuludur
Namazlar farz, vacib ve nâfile olmak üzere üçe ayrılır Sabah iki, öğle dört, ikindi dört, akşam üç ve yatsı dört rek'at olmak üzere toplam on yedi rek'at farz namaz vardır Bunlar farz-ı ayndır Yani her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gereken farzlardır (bkz Namaz) Haftada iki rek'at cum'a namazı farzdır (el-Cum'a, 62/9-11) Cenâze namazı ise farz-ı kifâyedir (et-Tevbe, 9/84) Yatsı namazından sonra kılınan üç rek'at vitr namazı vâcibtir (Kâf, 50/40; Buhârî, Deavât, 69; Müslim, Zikr, 5, 6; Ebû Dâvud, Vitr,I) İkişer rek'at Ramazan ve Kurban bayramı namazları vâcibtir (el-Kevser, 108/2)
Farz ve vâcib dışında fazla olarak kılınan namazlara nâfile denir Çoğulu nevâfil'dir Kulun kendiliğinden Allah rızası için kılması nedeniyle bunlara tatavvu' namazı da denir Sünnet namazlar nâfile kapsamına girer Ancak her nâfile, sünnet değildir Sünnet Hz Peygamberin kıldığı ve ümmetini de kılmaya teşvik ettiği nâfile namazlardır Nâfile namazlar da kendi arasında revâtib ve regâib diye ikiye ayrılır Farzlardan önce ve sonra kılınan sünnetler revâtib; kuşluk ve teheccüd namazları gibi nâfile namazlar ise regâib adını alır Bu duruma göre, revâtib namazlar müekked ve gayri müekked sünnetleri içine alır Bunlar; sabah namazından önce iki; öğle namazından önce dört, sonra iki; ikindiden önce dört; akşamın farzından sonra iki; yatsının farzından önce dört, sonra iki olmak üzere günde yirmi rek'attır Bunlardan on iki rek'atı müekked sünnet olup, Hz Peygamber'in devamlı kıldığı ve ümmetini teşvik buyurduğu namazlardır Hadiste şöyle buyurulur: "Kim gece ve gündüzde on iki rek'at namaz kılmaya devam ederse, Allah onun için cennette bir köşk bina eder Bunlar; sabah namazından önce iki; öğleden önce dört, sonra iki; akşam namazından sonra iki ve yatsı namazından sonra iki rek'at” (Tirmizî, Salât,189; Nesâî, Kıyâmül-Leyl, 66; İbn Mâce, İkâme, 100)
Gayri müekked sünnetler ise Hz Peygamberin kimi zaman terk ettiği sünnetlerdir Bunlara mendub sünnetler de denir Mendub, müstehab, mergübun fih ve hasen gibi kelimeler, birbirine yakın eş anlamlı kelimelerdir Yapılması güzel ve iyi olan şeyler demektir İkindiden önce dört, yatsıdan önce dört rek'at namazlar gayri müekked revâtib sünnetlerdir Klâsik İslâm hukuku kaynaklarında revâtib namazlar, daha çok "nâfile namaz" başlığı altında yer alır (el-Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 65)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
RİBÂ (FÂIZ) Artma, çoğalma, şişme, gelişme ve yetişme, mübadeleli akitlerde taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan karşılıksız fazlalık anlamında bir Islâm hukuku terimi "Ribâ" kelimesi arapça mastar olup, sözcüğün kökeninde "mutlak çoğalma" anlamı vardır
Cins ve miktarı bir olan iki şey biri diğeriyle mübadele edildiğinde bir taraf için kabul edilen malın fazlasına riba veya faiz denir (Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, V, 277) Ayarları aynı olan 100 gr altını, peşin veya vadeli yüzyirmi gr altınla mübadele etmek gibi Böyle bir işlemde 100 gr altın veren, aynı miktarda altın alma hakkına sahip olur Burada 100 gr altın ana para (re'sül-mal), 20 gr fazlalık ise ribâ adını alır (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 952, 953)
Riba sözcüğü yerine Türkçede daha çok "faiz" terimi kullanılır Faiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç verilen para için alınan kâr gibi anlamlara gelir Elmalılı Hamdi Yazır ribâ ile faizin aynı anlama geldiğini belirtirken şöyle der: "Ribâ; sözlükte, ziyâdelenmek, fazlalanmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur Câhiliyye devrinde asıl borca "re'sül-mâl", ziyadesine ise "ribâ" adı verilirdi Bugünkü faiz işlemleri nitelik bakımından câhiliyye devrının bu âdetinden başka bir şey değildir Zaman zaman faiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muâmelenin niteliğini değiştirmez Işte cahilî Arap örfünde ribâ tam anlamıyla günümüzdeki nükudun (nakit paraların) faizi veya nemâsı tabir olunan fazlasıdır Karzdan (ödünç para) başka borçlar da (düyün) tatbiki dahi böyledir Şüphe yok ki sözlükte bunun en uygun ismi ribâ, ziyade, artık olması gerekir Buna faiz veya nemâ tabirinin kullanılması "Alım-satım ancak ribâ gibidir" (el-Bakara, 2/275) âyetinin delâletiyle, alım satım ve ticarete benzetilerek yanlış bir kullanmadır (Elmalılı, age, II, 952, 953)
Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişmesini gerektirmez Buna göre, ribanın hükümleri aynı hukukî özellikleri taşıyan faize de uygulanır Bu, icâre akdine, kira akdi demek gibidir ki, her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir
Islâmiyet toplumla ilgili sosyal ve ekonomik problemleri çözerken tedric prensibine uymuştur Faizcilik, Arapların özellikle yüksek tabakalarının yararlandıkları önemli bir kazanç yolu idi Bunu bir hamlede kaldırmak uygun değildi Bu yüzden, içkinin yasaklanışında olduğu gibi, ribânın yasaklanışı da belli merhaleler geçirmiştir
Ebû Hureyre'den, Hz Peygamber'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Mirac gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim Onların karınlarında dışarıdan görünen yılanlar vardı Cebrâil (as)'e bunların kimler olduğunu sorduğumda; Bunlar faiz yiyenlerdir" cevabını verdi" (Ibn Mâce, Ticârât, 58; Ahmed b Hanbel, Müsned II, 353, 363) Mirac olayı 621 m yıllarında Mekke'de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır Yine Mekke'de inen bir âyette fâizin malı arttırmayacağı bildirilmiştir (er-Rum, 30/39) Medine'de inen bir âyette ise, Tevrat'ta yahudilere faizin yasaklandığı, ancak bu yasağla uymadıkları için kendilerine helal kılınan bazı temiz ve güzel şeylerin haram kılındığı belirtilmiştir (en-Nisa, 4/160,161) Şu âyetle ise kısmî yasaklama getirilmiştir:
"Ey iman edenler, ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin" (Âlu Imran, 3/130) Burada fâhiş ribâ adı verilen mürekkeb fâiz kastedilmiştir
Kur'ân-ı Kerim azı ve çoğu hakkında bir ayırım yapmaksızın ribayı şu âyetlerle mutlak olarak yasaklamıştır:" Âllah alış-verişi helal ve faizi ise haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275); "Kim de haram olan bu ribayı helal diye yemeye dönerse, içte onlar cehennemliktir, o ateşte ebedî olarak kalacaklardır" (el-Bakara, 2/275); Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve (câhiliyette işledığınız) faiz hesabından arta kalanı bırakın; eğer gerçek mü'minler iseniz Yok eğer bu faizi terketmezseniz; bilin ki, Allah'a ve Peygamberine karşı bir harbe girmiş olursunuz Eğer ribâdan tevbe ederseniz, ana paranız sizindir Böylece ne zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olmazsınız" (el-Bakara, 2/278, 279)
Müfessirlerin çoğuna göre, ribâ âyetleri, Taif'te oturan Beni Sakîf kabilesinin faiz problemiyle ilgili olarak inmiştir Bu kabilenin Hz Peygamberle yaptığı Taif anlaşmasında faiz alacak-verecekleri lağvedilmişti Mekke'deki Muğîre oğulları, Benî Sakîf'ten Amr b: Umeyr oğullarına olan faiz borçlarını ödemeyince, aralarında düşmanlık doğdu Durum Mekke valisi Attab b Esîd (ö 13/634) tarafından Hz Peygamber'e yazıldı Bu soru üzerine ribâ âyetleri indi ve Hz Muhammed, vâliye âyeti yazdı Ayrıca hükme razı olurlarsa ne âlâ, aksi halde onlara harp ilan etmesini bildirdi Bunun üzerine Taifliler faiz istemekten vazgeçtiler (et-Taberî, Tefsîr, 105, 106; Elmalılı, age, II, 972) Mekke ve Taif'in fethi 8 Veda haccı ise 10 hicret yılında vuku bulmuştur Hz Peygamber Veda haccı sırasında Mekke'de faiz yasağı uygulamasını şu ifadelerle başlatmıştır: Dikkat ediniz! câhiliyye devrinden kalma faizin hepsi kaldırılmıştır Kaldırdığım faizin ilki, amcam Abbas b Abdilmuttalib'in faizidir" (Müslim, Hac, 147; Ebû Davud, Büyü', 5)
İslam'ın yasakladığı ribâ iki kısma ayrılır Nesîe ve fazlalık ribası

A Nesîe ribası (ribe'n-nesîe) Cahiliye devrinde bilinen ve uygulanan ribâ çeşidi budur Bu, satım akdinden veya ödünç (karı) vermekten doğan bir borç için vade durumuna göre eklenen faizdir Borç vadesinde ödenmeyince yeni anlaşmalarla faiz ilave edilir Kur'ân-ı Kerîm'de bu çeşit ribaya işaret edilerek, yasak hükmü getirilmiştir:" Ey iman edenler gerçek mü'minler iseniz Allah'tan korkun, faizden henüz alınmamış olup da kalanı bırakın" (el-Bakara, 2/278, 279)
B Fazlalık ribâsı (ribel-fadl) Bu, hadîs-i şeriflerde yer alan ribâ çeşidi olup, mislî tür malı, misliyle, iki ivazdan (bedelden) birisini diğerimiz üzerine ziyadeyle satmaktır Meselâ bir ölçek buğdayı, iki ölçek buğdayla peşin veya vadeli olarak trampa etmek gibi

Ubâde b es-Sâmit'ten Hz Peygamber'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak trampa edilirler Ama bunların cinsleri ayrı olursa peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız" (Müslim, Müsâkat, 81; Ebû Davud, Büyü',18; Ahmed b Hanbel, V, 314, 320) Bu hadisin Tirmizî'deki rivâyetinde şu ilave vardır: "Her kim bu şekil mübâdelede fazla verir veya alırsa şüphesiz ribâ yapmış olur" (Tirmizî, Büyü', 23)
Islâm hukukçularının çoğunluğu bu hadiste sayılan altı maddeyi "örnek kabılinden" sayarken, yalnız Zâhirîler, yasak hükmünün sadece bu altı maddeye ait olduğunu söylemişlerdir Buna bağlı olarak ribanın illeti de tartışılmıştır
Hanefilere göre, faizin illeti mislî mallarda cins ve miktar birliğidir Ölçü ile alınıp satılan şeylerde cins ve ölçü birliği, tartı ile alınıp satılan şeylerde ise cins ve tartı birliği ortak niteliktir Bu duruma göre faizin hükmü, yalnız hadiste zikredilen altı maddeye değil, ortak özelliğe sahip olan tüm maddelere uygulanır Bir hadiste şöyle buyurulur: "Faiz ancak altında veya gümüşte yahut ölçülen veya tartılan ya da yenilen veya içilen Şeylerde cereyan eder" (Imam Mâlik, el-Muvatta', Büyü', 44; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, V, 36-37) Nesîe (veresiye satış) ribasının illeti ise vadedir Mislî olan şeylerin aynı cinsle veya değişik cinsteki şeylerle vadeli mübâdelesinde bu çeşit riba gerçekleşir Ancak vadenin bağlayıcı olmadığı karz-ı hasen ve nakit para karşılığı veresiye satışlarla selem akdi, toplumun bu muamelelere ihtiyacı nedeniyle özel nass (âyet hadis)larla meşrû kılınmıştır
Şâfiî hukukçulara göre, altın ve gümüşte ribâ illeti para olma (semenlik) özelliği, hadiste sayılan diğer dört maddede ise illet "yiyecek maddesi" olmalarıdır
Asr-ı saadette ribâ uygulaması örnekleri:
Altının altınla değisimi eşit ağırlıkta ve peşin olarak yapılır Hz Peygamber devrinde dinar adı verilen altın para, yaklaşık 4 gram ağırlığında altından ibarettir Böyle bir para ile altın zinet eşyası alınmak istense, gerçekte altın altınla mübadele edilmiş olur Bu hesaba göre 60 gram altına eş değer olan 15 dinara 40 gramlık bir bilezik alırsak, 20 gram fazlalık faiz olur Bunun aksine 10 dinara, 60 gram ağırlığındaki bileziği satın almak da aynı sonucu doğurur
Hayber'in fethinden sonra Allah Rasûlüne ganimet olarak getirilen boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığı Fudâle b Ubeyd 12 dinara satın almıştı Altınlarını ayırınca yalnız bunların 12 dinardan fazla olduğunu gördü Durumu Allah Rasûlüne anlatılınca;" Âltınlar ayrılmadan satın alınmaz" buyurdu (Müslim, Müsâkât, 17)
Gümüşün para birimi dirhemdir Bir dirhem yaklaşık 3,2 gram gümüş ihtiva eder Gümüşten yapılan ziynet eşyası ve benzerlerinin gümüş para karşılığında satımı hâlinde de, altın konusunda arzedilen sakıncalar ortaya çıkar, Muâviye devrinde savaş ganimeti olan gümüş bir kap, bu kabın ağırlığından farklı miktarda dirhem (gümüş para) karşılığında satılmak istenince, bir sahabi, Ubâde b Sâmit'in naklettiği altı ribevî madde hadisini hatırlatmış ve satışın ancak eşit ağırlıktaki gümüşler arasında olabileceğini belirtmiştir (Müslim, Müsâkat, 80; bkz Ibn Mâce, Mukaddime,II)
Altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden değerinin (gerçek değeri) üstünde veya altında nominal (izafi) bir değer kazanmasını engellemiştir Yani para ile, kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyaları arasında bir fiyat farkının oluşmasını, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslam'ın faiz yasağının engel teşkil ettiği söylenebilir
Altın ve gümüş, biri diğeriyle, peşin olmak şartıyla, farklı ağırlıklarda mübâdele edilebilir Hz Ömer, altı ribevî madde hadisini naklettikten sonra şunu ilâve etmiştir: "Bu maddelerin birbirleriyle mübadelesinde, alıcı senden eve girip çıkıncaya kadar mühlet istese bile verme Çünkü sizin için ramâ'dan, yani ribâdan korkuyorum" (Mâlik, Muvatta', Büyü', 33)
Hurmanın hurma ile mübâdelesinde şu örnek dikkat çekicidir Bilâl (ra) Hz Peygamber'e ikram etmek üzere iyi cins hurma getirdi Allah'ın elçisi bu hurmayı nereden aldığını sorunca, Bilâl şöyle dedi: "Bizde âdi bir hurma vardı Nebî (sas)'e yedirmek için, ben onun iki ölçeğini bu iyi hurmanın bir ölçeğine sattım" Bunun üzerine Allah'ın elçisi şöyle buyurdu: Eyvah, eyvah! Ribânın ta kendisi, ribânın ta kendisi Bunu böyle yapma Fakat hurma satın almak istersen, kendi hurmanı başka bir satım akdi ile sat Onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al" (Buhâri, Vekâle,11) Buna göre, aynı cins misli mallar trampa edilecekse, eşit olarak mübâdele edilmeli, eğer kalite farkı gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna razı değillerse, mübâdele edilecek malların kıymeti para ile takdir edilerek değisim yoluna gidilmelidir
Böylece faiz yasağının amacının, tarafların aldanmasını önlemek ve haksız kazanca engel olmak noktasında toplandığı anlaşılmaktadır
Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, nakit para borçlarında, geri ödeme tarihine kadar paranın satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi dikkate alınmaz Ancak Imam Ebû Yusuf altın veya gümüş para dışındaki madenî paraların (felsler) satın alma gücünde meydana gelebilecek değişmeler, borçların ödenmesinde dikkate alınır Satın alma gücünde ki düşme veya yükselme halinde, borç satım akdinden doğmuşsa akit tarihi; ödünç (karz) akdinden doğmuşsa kabz (teslim etme) tarihi esas alınarak, madenî paranın altın veya gümüş para karşılığı itibariyle ödeme yapılır Ebû Yusuf bu görüşüyle madenî paralarda enflasyon farkını faiz olarak kabul etmemektedir Ancak onun bu görüşü, kendi devrindeki altın veya gümüş paradan doğan borçları kapsamına almamaktadır Ibn Âbidîn bu noktayı özellikle belirtmiştir (Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, IV, 24, Resâil, II, 63, 64; Tenbîhu'r-Ruküd alâ Mesâili'n-Nuküd, Mecmuatu'r-Resâil, II, 52; el-Fetâvâl-Bezzâziye, (Hindiyye kenarında), c IV, 510)
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde altın karşılığı olarak banknot çıkarılmıştı Bunlar onaltıncıve onyedinci yüzyıllarda bazı Avrupa ülkelerinde çıkarılan şemsili kâğıt paraların benzeri ve devamı niteliğindedir Onyedinci yüzyılda Ingiltere ve Isveçte resmî darphaneler kendilerine bırakılan altın ve mücevherleri emânet olarak muhafaza ediyorlardı Ancak, devlet mâlî sıkıntılar yüzünden bu güveni kötüye kullanınca, sarraflar teşkılatlandılar ve halkın elindeki kıymetli eşyayı da saklamaya başladılar Işte sarrafların emanet bırakanlara verdiği "Goldsmith's notes" denilen makbuzlar, para yerine kullanılan ilk yazılı belgelerdir (Feridun Ergin, Iktisat, 560, 570)
Osmanlılarda, Ibraz edildiklerinde altın karşılığının ödeneceği taahhüt olunan banknotlarla, karşılık gösterilen altın arasında giderek satın alma gücü farkı meydana gelmiştir Bu durum, fels ve mağşuş paralarla altın ve gümüş paralar arasında meydana gelen satın alma gücü farkı ile aynı niteliktedir Borçların banknotla ödenmesinde bu enflasyon farkının ilâve edilmesi faiz sayılmamıştır Meselâ, 1879 M tarihli bir kararnamede, borçlar kâime ile ödenirken, 450 kuruşluk kâime yerine bir yüzlük altın (1 altın lira) veya borçları ödeme gününde, bir altın kaç kâime ederse o kadar kâime ödenmesi emrolunmuştur Günümüzde kâğıt para, önceki yüzyıllarda para fonksiyonu olan mübâdele vâsıtalarının yerine geçen, devletin desteklediği ve halkın muâmelelerde kullanmasıyla tedâvülünü örfleştirdiği bir para çeşidi olmuştur Bu yüzden altın, gümüş veya diğer madenî paralara uygulanan faiz hükümleri kâğıt paraları da kapsamına alır Ancak kâğıt paralar piyasada, itibarî (nominal) değerle dolaştıkları için, aynı nitelikteki madenî (fels ve mağşûş para) paraların benzeridir Aralarındaki fark şudur: Ebû Yusuf'a göre, tedâvülden kalkması veya satın alma gücünde değişiklik olması halinde felsin kıymeti, satım akdinde akit tarihi, karzda teslim tarihindeki altın veya gümüş paranın kıymeti üzerinden hesaplanmıştır Bu, bir enflasyon farkından çok, aynı anda tedavülde bulunan iki para arasında "kur ayarlaması" olarak düşünülebilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
RİBÂ (FÂIZ) Artma, çoğalma, şişme, gelişme ve yetişme, mübadeleli akitlerde taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan karşılıksız fazlalık anlamında bir Islâm hukuku terimi "Ribâ" kelimesi arapça mastar olup, sözcüğün kökeninde "mutlak çoğalma" anlamı vardır
Cins ve miktarı bir olan iki şey biri diğeriyle mübadele edildiğinde bir taraf için kabul edilen malın fazlasına riba veya faiz denir (Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, V, 277) Ayarları aynı olan 100 gr altını, peşin veya vadeli yüzyirmi gr altınla mübadele etmek gibi Böyle bir işlemde 100 gr altın veren, aynı miktarda altın alma hakkına sahip olur Burada 100 gr altın ana para (re'sül-mal), 20 gr fazlalık ise ribâ adını alır (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 952, 953)
Riba sözcüğü yerine Türkçede daha çok "faiz" terimi kullanılır Faiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç verilen para için alınan kâr gibi anlamlara gelir Elmalılı Hamdi Yazır ribâ ile faizin aynı anlama geldiğini belirtirken şöyle der: "Ribâ; sözlükte, ziyâdelenmek, fazlalanmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur Câhiliyye devrinde asıl borca "re'sül-mâl", ziyadesine ise "ribâ" adı verilirdi Bugünkü faiz işlemleri nitelik bakımından câhiliyye devrının bu âdetinden başka bir şey değildir Zaman zaman faiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muâmelenin niteliğini değiştirmez Işte cahilî Arap örfünde ribâ tam anlamıyla günümüzdeki nükudun (nakit paraların) faizi veya nemâsı tabir olunan fazlasıdır Karzdan (ödünç para) başka borçlar da (düyün) tatbiki dahi böyledir Şüphe yok ki sözlükte bunun en uygun ismi ribâ, ziyade, artık olması gerekir Buna faiz veya nemâ tabirinin kullanılması "Alım-satım ancak ribâ gibidir" (el-Bakara, 2/275) âyetinin delâletiyle, alım satım ve ticarete benzetilerek yanlış bir kullanmadır (Elmalılı, age, II, 952, 953)
Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişmesini gerektirmez Buna göre, ribanın hükümleri aynı hukukî özellikleri taşıyan faize de uygulanır Bu, icâre akdine, kira akdi demek gibidir ki, her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir
Islâmiyet toplumla ilgili sosyal ve ekonomik problemleri çözerken tedric prensibine uymuştur Faizcilik, Arapların özellikle yüksek tabakalarının yararlandıkları önemli bir kazanç yolu idi Bunu bir hamlede kaldırmak uygun değildi Bu yüzden, içkinin yasaklanışında olduğu gibi, ribânın yasaklanışı da belli merhaleler geçirmiştir
Ebû Hureyre'den, Hz Peygamber'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Mirac gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim Onların karınlarında dışarıdan görünen yılanlar vardı Cebrâil (as)'e bunların kimler olduğunu sorduğumda; Bunlar faiz yiyenlerdir" cevabını verdi" (Ibn Mâce, Ticârât, 58; Ahmed b Hanbel, Müsned II, 353, 363) Mirac olayı 621 m yıllarında Mekke'de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır Yine Mekke'de inen bir âyette fâizin malı arttırmayacağı bildirilmiştir (er-Rum, 30/39) Medine'de inen bir âyette ise, Tevrat'ta yahudilere faizin yasaklandığı, ancak bu yasağla uymadıkları için kendilerine helal kılınan bazı temiz ve güzel şeylerin haram kılındığı belirtilmiştir (en-Nisa, 4/160,161) Şu âyetle ise kısmî yasaklama getirilmiştir:
"Ey iman edenler, ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin" (Âlu Imran, 3/130) Burada fâhiş ribâ adı verilen mürekkeb fâiz kastedilmiştir
Kur'ân-ı Kerim azı ve çoğu hakkında bir ayırım yapmaksızın ribayı şu âyetlerle mutlak olarak yasaklamıştır:" Âllah alış-verişi helal ve faizi ise haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275); "Kim de haram olan bu ribayı helal diye yemeye dönerse, içte onlar cehennemliktir, o ateşte ebedî olarak kalacaklardır" (el-Bakara, 2/275); Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve (câhiliyette işledığınız) faiz hesabından arta kalanı bırakın; eğer gerçek mü'minler iseniz Yok eğer bu faizi terketmezseniz; bilin ki, Allah'a ve Peygamberine karşı bir harbe girmiş olursunuz Eğer ribâdan tevbe ederseniz, ana paranız sizindir Böylece ne zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olmazsınız" (el-Bakara, 2/278, 279)
Müfessirlerin çoğuna göre, ribâ âyetleri, Taif'te oturan Beni Sakîf kabilesinin faiz problemiyle ilgili olarak inmiştir Bu kabilenin Hz Peygamberle yaptığı Taif anlaşmasında faiz alacak-verecekleri lağvedilmişti Mekke'deki Muğîre oğulları, Benî Sakîf'ten Amr b: Umeyr oğullarına olan faiz borçlarını ödemeyince, aralarında düşmanlık doğdu Durum Mekke valisi Attab b Esîd (ö 13/634) tarafından Hz Peygamber'e yazıldı Bu soru üzerine ribâ âyetleri indi ve Hz Muhammed, vâliye âyeti yazdı Ayrıca hükme razı olurlarsa ne âlâ, aksi halde onlara harp ilan etmesini bildirdi Bunun üzerine Taifliler faiz istemekten vazgeçtiler (et-Taberî, Tefsîr, 105, 106; Elmalılı, age, II, 972) Mekke ve Taif'in fethi 8 Veda haccı ise 10 hicret yılında vuku bulmuştur Hz Peygamber Veda haccı sırasında Mekke'de faiz yasağı uygulamasını şu ifadelerle başlatmıştır: Dikkat ediniz! câhiliyye devrinden kalma faizin hepsi kaldırılmıştır Kaldırdığım faizin ilki, amcam Abbas b Abdilmuttalib'in faizidir" (Müslim, Hac, 147; Ebû Davud, Büyü', 5)
İslam'ın yasakladığı ribâ iki kısma ayrılır Nesîe ve fazlalık ribası

A Nesîe ribası (ribe'n-nesîe) Cahiliye devrinde bilinen ve uygulanan ribâ çeşidi budur Bu, satım akdinden veya ödünç (karı) vermekten doğan bir borç için vade durumuna göre eklenen faizdir Borç vadesinde ödenmeyince yeni anlaşmalarla faiz ilave edilir Kur'ân-ı Kerîm'de bu çeşit ribaya işaret edilerek, yasak hükmü getirilmiştir:" Ey iman edenler gerçek mü'minler iseniz Allah'tan korkun, faizden henüz alınmamış olup da kalanı bırakın" (el-Bakara, 2/278, 279)
B Fazlalık ribâsı (ribel-fadl) Bu, hadîs-i şeriflerde yer alan ribâ çeşidi olup, mislî tür malı, misliyle, iki ivazdan (bedelden) birisini diğerimiz üzerine ziyadeyle satmaktır Meselâ bir ölçek buğdayı, iki ölçek buğdayla peşin veya vadeli olarak trampa etmek gibi

Ubâde b es-Sâmit'ten Hz Peygamber'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak trampa edilirler Ama bunların cinsleri ayrı olursa peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız" (Müslim, Müsâkat, 81; Ebû Davud, Büyü',18; Ahmed b Hanbel, V, 314, 320) Bu hadisin Tirmizî'deki rivâyetinde şu ilave vardır: "Her kim bu şekil mübâdelede fazla verir veya alırsa şüphesiz ribâ yapmış olur" (Tirmizî, Büyü', 23)
Islâm hukukçularının çoğunluğu bu hadiste sayılan altı maddeyi "örnek kabılinden" sayarken, yalnız Zâhirîler, yasak hükmünün sadece bu altı maddeye ait olduğunu söylemişlerdir Buna bağlı olarak ribanın illeti de tartışılmıştır
Hanefilere göre, faizin illeti mislî mallarda cins ve miktar birliğidir Ölçü ile alınıp satılan şeylerde cins ve ölçü birliği, tartı ile alınıp satılan şeylerde ise cins ve tartı birliği ortak niteliktir Bu duruma göre faizin hükmü, yalnız hadiste zikredilen altı maddeye değil, ortak özelliğe sahip olan tüm maddelere uygulanır Bir hadiste şöyle buyurulur: "Faiz ancak altında veya gümüşte yahut ölçülen veya tartılan ya da yenilen veya içilen Şeylerde cereyan eder" (Imam Mâlik, el-Muvatta', Büyü', 44; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, V, 36-37) Nesîe (veresiye satış) ribasının illeti ise vadedir Mislî olan şeylerin aynı cinsle veya değişik cinsteki şeylerle vadeli mübâdelesinde bu çeşit riba gerçekleşir Ancak vadenin bağlayıcı olmadığı karz-ı hasen ve nakit para karşılığı veresiye satışlarla selem akdi, toplumun bu muamelelere ihtiyacı nedeniyle özel nass (âyet hadis)larla meşrû kılınmıştır
Şâfiî hukukçulara göre, altın ve gümüşte ribâ illeti para olma (semenlik) özelliği, hadiste sayılan diğer dört maddede ise illet "yiyecek maddesi" olmalarıdır
Asr-ı saadette ribâ uygulaması örnekleri:
Altının altınla değisimi eşit ağırlıkta ve peşin olarak yapılır Hz Peygamber devrinde dinar adı verilen altın para, yaklaşık 4 gram ağırlığında altından ibarettir Böyle bir para ile altın zinet eşyası alınmak istense, gerçekte altın altınla mübadele edilmiş olur Bu hesaba göre 60 gram altına eş değer olan 15 dinara 40 gramlık bir bilezik alırsak, 20 gram fazlalık faiz olur Bunun aksine 10 dinara, 60 gram ağırlığındaki bileziği satın almak da aynı sonucu doğurur
Hayber'in fethinden sonra Allah Rasûlüne ganimet olarak getirilen boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığı Fudâle b Ubeyd 12 dinara satın almıştı Altınlarını ayırınca yalnız bunların 12 dinardan fazla olduğunu gördü Durumu Allah Rasûlüne anlatılınca;" Âltınlar ayrılmadan satın alınmaz" buyurdu (Müslim, Müsâkât, 17)
Gümüşün para birimi dirhemdir Bir dirhem yaklaşık 3,2 gram gümüş ihtiva eder Gümüşten yapılan ziynet eşyası ve benzerlerinin gümüş para karşılığında satımı hâlinde de, altın konusunda arzedilen sakıncalar ortaya çıkar, Muâviye devrinde savaş ganimeti olan gümüş bir kap, bu kabın ağırlığından farklı miktarda dirhem (gümüş para) karşılığında satılmak istenince, bir sahabi, Ubâde b Sâmit'in naklettiği altı ribevî madde hadisini hatırlatmış ve satışın ancak eşit ağırlıktaki gümüşler arasında olabileceğini belirtmiştir (Müslim, Müsâkat, 80; bkz Ibn Mâce, Mukaddime,II)
Altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden değerinin (gerçek değeri) üstünde veya altında nominal (izafi) bir değer kazanmasını engellemiştir Yani para ile, kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyaları arasında bir fiyat farkının oluşmasını, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslam'ın faiz yasağının engel teşkil ettiği söylenebilir
Altın ve gümüş, biri diğeriyle, peşin olmak şartıyla, farklı ağırlıklarda mübâdele edilebilir Hz Ömer, altı ribevî madde hadisini naklettikten sonra şunu ilâve etmiştir: "Bu maddelerin birbirleriyle mübadelesinde, alıcı senden eve girip çıkıncaya kadar mühlet istese bile verme Çünkü sizin için ramâ'dan, yani ribâdan korkuyorum" (Mâlik, Muvatta', Büyü', 33)
Hurmanın hurma ile mübâdelesinde şu örnek dikkat çekicidir Bilâl (ra) Hz Peygamber'e ikram etmek üzere iyi cins hurma getirdi Allah'ın elçisi bu hurmayı nereden aldığını sorunca, Bilâl şöyle dedi: "Bizde âdi bir hurma vardı Nebî (sas)'e yedirmek için, ben onun iki ölçeğini bu iyi hurmanın bir ölçeğine sattım" Bunun üzerine Allah'ın elçisi şöyle buyurdu: Eyvah, eyvah! Ribânın ta kendisi, ribânın ta kendisi Bunu böyle yapma Fakat hurma satın almak istersen, kendi hurmanı başka bir satım akdi ile sat Onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al" (Buhâri, Vekâle,11) Buna göre, aynı cins misli mallar trampa edilecekse, eşit olarak mübâdele edilmeli, eğer kalite farkı gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna razı değillerse, mübâdele edilecek malların kıymeti para ile takdir edilerek değisim yoluna gidilmelidir
Böylece faiz yasağının amacının, tarafların aldanmasını önlemek ve haksız kazanca engel olmak noktasında toplandığı anlaşılmaktadır
Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, nakit para borçlarında, geri ödeme tarihine kadar paranın satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi dikkate alınmaz Ancak Imam Ebû Yusuf altın veya gümüş para dışındaki madenî paraların (felsler) satın alma gücünde meydana gelebilecek değişmeler, borçların ödenmesinde dikkate alınır Satın alma gücünde ki düşme veya yükselme halinde, borç satım akdinden doğmuşsa akit tarihi; ödünç (karz) akdinden doğmuşsa kabz (teslim etme) tarihi esas alınarak, madenî paranın altın veya gümüş para karşılığı itibariyle ödeme yapılır Ebû Yusuf bu görüşüyle madenî paralarda enflasyon farkını faiz olarak kabul etmemektedir Ancak onun bu görüşü, kendi devrindeki altın veya gümüş paradan doğan borçları kapsamına almamaktadır Ibn Âbidîn bu noktayı özellikle belirtmiştir (Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, IV, 24, Resâil, II, 63, 64; Tenbîhu'r-Ruküd alâ Mesâili'n-Nuküd, Mecmuatu'r-Resâil, II, 52; el-Fetâvâl-Bezzâziye, (Hindiyye kenarında), c IV, 510)
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde altın karşılığı olarak banknot çıkarılmıştı Bunlar onaltıncıve onyedinci yüzyıllarda bazı Avrupa ülkelerinde çıkarılan şemsili kâğıt paraların benzeri ve devamı niteliğindedir Onyedinci yüzyılda Ingiltere ve Isveçte resmî darphaneler kendilerine bırakılan altın ve mücevherleri emânet olarak muhafaza ediyorlardı Ancak, devlet mâlî sıkıntılar yüzünden bu güveni kötüye kullanınca, sarraflar teşkılatlandılar ve halkın elindeki kıymetli eşyayı da saklamaya başladılar Işte sarrafların emanet bırakanlara verdiği "Goldsmith's notes" denilen makbuzlar, para yerine kullanılan ilk yazılı belgelerdir (Feridun Ergin, Iktisat, 560, 570)
Osmanlılarda, Ibraz edildiklerinde altın karşılığının ödeneceği taahhüt olunan banknotlarla, karşılık gösterilen altın arasında giderek satın alma gücü farkı meydana gelmiştir Bu durum, fels ve mağşuş paralarla altın ve gümüş paralar arasında meydana gelen satın alma gücü farkı ile aynı niteliktedir Borçların banknotla ödenmesinde bu enflasyon farkının ilâve edilmesi faiz sayılmamıştır Meselâ, 1879 M tarihli bir kararnamede, borçlar kâime ile ödenirken, 450 kuruşluk kâime yerine bir yüzlük altın (1 altın lira) veya borçları ödeme gününde, bir altın kaç kâime ederse o kadar kâime ödenmesi emrolunmuştur Günümüzde kâğıt para, önceki yüzyıllarda para fonksiyonu olan mübâdele vâsıtalarının yerine geçen, devletin desteklediği ve halkın muâmelelerde kullanmasıyla tedâvülünü örfleştirdiği bir para çeşidi olmuştur Bu yüzden altın, gümüş veya diğer madenî paralara uygulanan faiz hükümleri kâğıt paraları da kapsamına alır Ancak kâğıt paralar piyasada, itibarî (nominal) değerle dolaştıkları için, aynı nitelikteki madenî (fels ve mağşûş para) paraların benzeridir Aralarındaki fark şudur: Ebû Yusuf'a göre, tedâvülden kalkması veya satın alma gücünde değişiklik olması halinde felsin kıymeti, satım akdinde akit tarihi, karzda teslim tarihindeki altın veya gümüş paranın kıymeti üzerinden hesaplanmıştır Bu, bir enflasyon farkından çok, aynı anda tedavülde bulunan iki para arasında "kur ayarlaması" olarak düşünülebilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
RIBÂT Ip, bağ, sağlam yapı, kervansaray, ülke sınırı, sınırda nöbet beklemek "Sınırda nöbet tutan" anlamında "murâbıt" şeklinde de kullanılmaktadır Kur'ân-ı Kerim'de bir ayette, "savaş için bağlanıp (ribât) beslenen atlar" (el-Enfâl, 8/60) başka bir ayette de, "sınırda düşmana karşı nöbet tutmak" (Alu Imrân, 3/200) anlamında kullanılmaktadır Hadis-i şeriflerde Allah yolunda savaşmak için atların hazır tutulması anlamında kullanılmakla beraber (Ibn Mace, Cihad, 14, Edeb, 10; Ahmed b Hanbel, I, 12, 395, VI, 458) daha çok nöbet tutmayı ifade etmektedir
Fıkıhçılar ribatı şöyle tanımlamaktadırlar: "Ribât, müslümanları kâfirlere karşı korumak için sınırlarda beklemektir Sınır ise, halkının düşmandan korkusu olduğu her yerdir Ribât "ribâtul-Hayl" (at bağlamak)'dan gelmektedir Süvarılerin atlarını bağlayıp nöbet tutmaları olayından adını alan ribât, sınırlarda at bulunsun bulunmasın nöbet tutmak için oluşturulmuş mekânların adı olmuştur (Ibn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 356)
Hadis-i Şerifler Allah yolunda nöbet tutmanın faziletinin büyüklüğünü değişik şekillerde ifade etmektedirler:
"Allah yolunda bir gece nöbet (ribât) beklemek bir ay'ı oruç ve ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır Ölürse dünyada yaptığı ameli ve rızkı devam eder Kabır azabından da emin olur" (Buhârî, Cihâd, 73; Müslim, Imare, 163; Nesaî, Cihad, 39)
"Allah yolunda sınırda bir gün nöbet tutmak, dünya ve üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır" (Buhârî, Cihad, 73)
"Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır Murabıtların ise, iyi amelleri kıyamet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabır azabı konusunda emindirler" (Ebu Davud, Cihad, 15; Tirmizi, Fedailul-Cihad,II)
"Iki göz vardır ki onlara ateş değmez: "Allah korkusundan ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet bekleyen göz" (Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad, 12)
Ribât başlangıçta sadece sınırda nöbet tutma işini ifade eden bir kavramken sonraları, bu işin kurumlaşmasıyla daha yerleşik ve kapsamlı bir muhtevaya sahip olmuştur Ilk önceleri ribât cihada hazır halde bulundurulan atların (hayl) bağlandığı ve ulakların binek değiştirdikleri ve konakladıkları yerlerin adıydı Cihad farızasını yerine getirmek, Islâm tebliğini diğer insanlara ulaştırmak ve bu tebliğe direnen güçlerin tecavüz ve tehditlerinden Islâm yurdunu korumak için sınırlarda düşmanı gözetlemek ve onun hareketlerini zamanında ve süratli bir şekilde gerideki kuvvetlere bildirmek kaçınılmaz bir ihtiyaçtı Bunun için, Islâm devletinin tehlikeli sınırlarında müstahkem yapılar inşa edildi Bu mekanlar aynı zamanda düşman toprakları içerisinde harekâtta bulunacak müfrezelerin de toplanma yerleriydi Ayrıca bir düşman saldırısı tehlikesi sözkonusu olduğu zaman çevredeki halk için ribâtlar bir sığınma yerleriydi Ribât, zamanla kendine has bir mimari üslûp kazandı Karşılamış olduğu ihtiyaca göre şekillenen ribâtlar, sağlam bir savunma suru ile çevrelenmiş içinde silah ve erzak deposu, ahırı, mücahitler için hücreleri, yüksekçe bir gözetleme ve işaret kulesini kapsayan mustehkem bir mevki olarak inşa edilmekteydi Ancak, ribâtlar her zaman böyle gelişmiş yapılar şeklinde değildi Bazı yerlerde tahkim edilmiş ve bir gözetleme kulesi bulunan basit sınır karakollarıydılar Eski coğrafyacılar tarafından sadece Maveraünnehir'de on binden fazla ribat bulunduğu rivayet edilmektedir Düşman saldırısına karşı açık deniz sahillerinde de çok sayıda ribât vardı Buna göre Filistin ve Mağrib'e kadar bütün Kuzey Afrika sahilleri boyunca birbirini görecek tarzda kuleleri olan ribâtlar bulunmaktaydı Bu ribatlardaki ateş kuleleri ile Sebte'den (Cebeli Tarık) Iskenderiye'ye bir gece gibi kısa bir zamanda haber ulaştırılabildiği rivâyet edilmektedir Öte taraftan Sicilya ve Malta takım adalarında da ribâtlar vardı Endelüs'te ise hem sahil şeridi hem de kara hududu boyunca ribâtlar kurulmuştu
Filistin sahillerindeki ribâtlar müslüman esirlerin kurtarılmaları amacıyla da kullanılmışlardır Ribâtlardaki kulelerden yaklaşan hristiyan gemileri gözetlenir ve bunların taşıdığı müslüman esirler halkın katılımıyla toplanan paralarla fidye ödenerek kurtarılırlardı
Ribâtların çoğu ribâtın fazileti hakkında varid olan hadislere ittiba eden gönüllü müslümanlar tarafından inşa edilmişlerdir Aynı şekilde buralarda nöbet bekleyen müfrezeler de gönüllülerden oluşmakta ve bunlara murâbitûn denilmekteydi Ancak, bu iş devleti idare edenlerin görevleri arasında bulunmakta olup, ihtiyaç ölçüsünde ribât inşa etmek için gerekli faaliyetleri yürütüyorlardı Ribâtta zaman, nöbet, eğitim ve ibâdet ile geçirilmekteydi
Tunus'ta bulunan ve zamanımıza kadar varlığını koruyan Susa ribâtı, ribât kurumunun eski bütün özelliklerini taşımakta olup, bir örnek teşkil etmektedir Bu yapı, dört tarafı duvarla çevrilmiş, köşelerde ve yanlarda kuleleri yükselen mustahkem bir binadır Tek giriş kapısına sahip olan ve içerdeki bir merdivenle orta avlusuna inilen bu ribatın avlusu kapalı revaklar ve hücrelerle çevrilıdır Birinci katına iki merdivenle çıkılmakta ve avlusunun üç yönü hücrelerle çevrili bulunmakta, dördüncü tarafta ise mescid yer almaktadır Birinci katın üzeri düz bir çatı ile örtülmüştür 20 m yükseklikteki işaret kulesinin kapısı buraya açılmaktadır
Ribâtların en parlak dönemi IX asırdır XI ve XII asırlarda ribâtlar cihada yönelik fonksiyonlarını kaybetmiş ve zamanın sadece zikir ve ibadetle geçirildiği mekanlar (Tekke-Zaviye) haline getirilmişlerdir Ancak, bu asırlarda hristiyan Ispanya ile sıcak savaş halinde bulunan Mağrib bölgesinde ribâtlar cihada yönelik görevlerini yerine getirmeye devam etmişlerdir Bir kısım ribâtlar, devletin yol güvenliğini ve kervanların konaklama ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik kurumlar haline dönüştüler ki bu yapılar bu fonksiyonlarından dolayı kervansaray adını aldılar Selçuklular dönemi, kervansaray tipi ribâtların çokça inşa edildiği bir dönem olup, Nizamülmülk'ün siyasetnâme adlı yapıtına göre devletin başlıca görevlerinden biri de bu tür ammenin hizmetine yönelik yapılar inşa etmektir
Kuzey Afrika'da XII asırdan sonra ribatlar yavaş yavaş bir şeyhin etrafında toplanan müridleri barındıran tekkeler şeklini aldılar
Ribât görevini yerine getiren kimseler için kullanılan murabıt kelimesinin çoğulu olan "murabitün" Mağrib'de kurulan ve temel öğesi cihâd farızasını yerine getirmek olan devlete ad olmuştur Abdullah b Yaşın adındaki bir Islâm davetçisinin Lamtuna Berberileri arasında tebliğ faaliyetinde bulunmuş ve gördüğü tepki üzerine Aşağı Senegalda, Nijer nehrinde bulunan bir adaya sığınmış ve burada Ribât adını verdiği bir tekke kurmuştu Onun ısrarlı çalışmaları sonucu bu ribât özellikle Lamtuna kabilesine mensup bin kadar savaşçı bir derviş grubun merkezi haline geldi Bu mücahidlerin, Abdullah b Yaşın'e olan bağlılıkları tamdı Son derece cesur bu topluluk, murabitün olarak adlandırıldı ve onların kurduğu devlet bu adla anıldı Abdullah b Yaşın'in Sanhaca kabileleri arasında giriştiği yoğun tebliğ faaliyetleri semeresini verdi ve ihtida eden büyük kitlelerin sarsılmaz lideri konumuna gelerek askerî bir gücü eline geçirdi Arkasından atadığı komutanlar ile fetih hareketlerine girişti Murâbıtlar verdikleri başarılı savaşlarla, devletin hudutlarını Atlas Okyanusundan Tunusu ve oradan da Endelüs'e kadar genişletmişler ve hristiyanlarla başarılı savaşlar yapmışlardı
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
RİYA

İş, söz ve davranışlarda gösterişe yer verme; bir iyiliği veya salih bir ameli Allah'ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapma Bu davranışta bulunan kimseye riyakâr veya müraî denir
Riya, insanlar arasında manevî nüfûz, şan ve şöhret, maddî çıkar sağlamak için yapılır Dünyaya âit bu tür maddî ve manevî çıkarları elde etmek için, dinin insanlar tarafından kutsal değerlere karşı beslenen bağlılık ve hürmet duygularının âlet edilmesi, riyanın en kötü şeklidir Bu tür davranışlar, hilekârlık ve yalancılıktır İnsan şeref ve haysiyetine hakarettir
Riyakâr kişinin söz ve davranışlarındaki samimiyetsizlikleri, diğer insanlar tarafından kısa zamanda anlaşılır Bunlara kimse güvenmez
Riyanın her çeşidi ahlaksızlık olduğu halde, ibadetlerde riyakâr olmak çok daha büyük bir ahlâksızlıktır Rasûlüllah Efendimiz; Muhakkak ki, sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyadır, " (Tirmizi, Hudut, 24) buyurmuştur İbadet, Allah için yapılır Allah'ın rızası dışında bir amaçla; gösteriş olarak ibadet yapmak, Allah rızasını ortadan kaldırır Gösteriş için ve bir çıkar düşüncesiyle Kur'ân okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, sadaka vermek, ibadetleri boşa çıkarır Allah Teâlâ;
"Ey iman edenler! Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın Çünkü onun bu gösterişinin hâli, üzerinde az bir toprak bulunan bir kaya parçasının hâline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş hâlinde bırakır" (el-Bakara, 2/264) buyurmuştur Şu halde, Allah'ın emrini ve rızasını düşünerek değil de, dindar görünmek için ibadet etmek, âlim ve bilgili desinler diye ilimle uğraşmak, cömert tanınmak için zekât ve sadaka vermek, riyadan ibaret kötü bir davranışın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir Rasûlüllah şöyle buyurmuştur:
"Her kim duyulsun diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur Her kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır" (Müslim, Zühd, 38); "Şüphesiz riya şirktir" (İbn Mace, Fiten, 16) ,
Dünyevî menfaat söz konusu olunca ameller boşa çıkar Yine Rasûlüllah (sas) şöyle buyurur: "Gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur" (et-Tergib ve'r-Terhib, I, 32) Hadis-i Kudsî'de de Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "Ben ortakların ortaklığından en müstağnî olanıyım Her kim bir iş yapar da, onda, benden başkasını ortak kılarsa onu da, o ortaklığını da terk ederim" (Müslim, Zühd, 46)
Riya çok değişik şekillerde yapılmakla birlikte, bunlarda ortak özellik, dindarlık veya dürüstlük görüntüsü altında, insanlar arasında çıkar sağlamak, şan ve şöhrete ulaşmak arzusudur Sevmedikleri kişileri seviyormuş gibi görünen, onlara yağ çeken, öven ve böylece menfaat sağlamaya çalışan riyakârlara da bol bol rastlanır
Allah'a ve insanlara karşı samimi davranarak riyadan uzak durmak mümkün olduğu kadar ibadetleri gizli yapmak, Allah rızasını insanların övgüsü, isteği, yergisi, korkusu ve çıkar düşüncesine tercih etmek müslümanın prensibidir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
RUH

İnsana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddî olmayan, ölümsüz varlık Can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy, cebrail vb anlamları vardır
Rûh kavramının, insanın yaşam ve var oluşuyla ilişkilendirilmiş bir şekilde tarih boyunca üzerinde durulmuş, mahiyeti hakkında çeşitli açıklamalar getirilmiş ve tezler ileri sürülmüştür Ancak, rûhun madde dışı bir yapıya sahip olması onun tanımlanmasını imkânsız kılmakta ve ileri sürülen görüşleri askıda bırakmaktadır
Bazılarına göre rûhlar latif cisimlerdirler ve vücuttaki damarlar vasıtasıyla bedende dolaşan ve ona hayatiyet kazandıran havaî varlıklardırlar Pnevma denilen ve maddî olarak düşünülen rûh, birçok felsefi ekole göre bedeni sadece ayakta tutan hayat kuvvetinden ibaret sayılmayıp, bizzat nefsin kendisidir (Paul Janet-Gabriel Seaille s, Metalib ve Mezahib, çev M Hamdi Yazır, İstanbul 1978, 145; ayrıca bk Ali et-Tehanevî, Keş-Şafu İstilahatı'l-funun, İstanbul 1984, I, 541) Bununla birlikte çok eskilerden beri, maddî özelliklerden tamamen somutlanmış bir rûh kavramının varlığı değişik topluluk ve kültürlerce kabul görmüştür İnsanlık tarihi boyunca, cismanî cesetten farklı, onun içine yerleşmiş maddesiz ve ölümsüz bir varlığın bulunduğuna inanılmıştır
İnsanlık tarihinin belki de ilk dönemlerine kadar uzanan ve insanları üzerinde düşündürmeye sevkeden ruh kavramının doğuşunu ilk insanın Allah'dan vahiy alan bir peygamber olmasıyla izah etmek mümkündür Ruh, insanların vahiy çizgisinden sapmalar gösterip, putperest yönelişlere meyletmeleriyle birlikte, değişik anlamları içeren ve tapınma, korku, ümit gibi hisleri harekete geçiren bir doğa üstü varlık haline geldi İlkel puta tapıcılık dinlerinde, cansız, donuk cisimlerden yapılan şekil verilmiş putlar veya kutsal sayılan diğer cansız varlıklar, hareketsiz oldukları ve yerlerinden kımıldamaya güç yettiremeyecekleri bilindiği halde onlara tapınılır ve onlardan isteklerde bulunulurdu Bu, çağdaş putperest toplumlarda devam eden bir davranış şekli olarak varlığını sürdürmektedir İnsanların böyle bir yola sapmalarının sebebi, tapındıkları bu cisimlerde ruhî bir kuvvetin ve yaptırım gücünün var olduğuna inanılmasıdır
Rûh konusunda tarih boyunca temelde iki akım sürekli karşıt doktrinler geliştirerek düşüncelerini ispatlamaya çalışmışlardır Bunlardan biri, maddî âlemin dışındâ maddesiz, manevî bir âlemin ve bu âleme mensup varlıkların mevcudiyetini kabul edenlerin oluşturduğu grup; diğeri de madde dışında başka bir varlığı tanımayan eski tabirle Maddiyyün denilen Materyalistlerin oluşturduğu ekol Ancak ruhun varlığını kabul eden din ve düşünceler, onun tanımlanması ve mahiyeti hakkında birbirinden oldukça farklı anlayışlara sahip olmuşlardır
Eski Mısırlılarda ve Çinlilerde ikili bir rûh inancı hâkimdi Mısırlılar, ölümden sonra rûh (soluk)'un birinin cesedin yanında kaldığına, tinsel (ruhî) olan diğerinin de ölüler diyarına gittiğine inanmaktaydılar Çinliler ise insanın ölümüyle birlikte kaybolan bir rûh yanında, ölümden sonra da yaşayan ve kendisine tapınılması gereken üstün bir rûhun (Hun) varlığına inanmaktaydılar Hintliler ise öldürdükleri düşman savaşçılarının sağ ellerini keserlerdi Böylece inançlarına göre ölüm sonrası yaşamlarında silah kullanmaları engellenmiş olurdu
Yunan felsefesinde rûh kavramının içerdiği anlam, dönemlere ve felsefe akımlarına göre değişiklikler göstermiştir Epikuroscular ruhun beden gibi atomlardan meydana geldiğini ileri sürerlerken, Platoncular ise, rûhu ilahlarla soy birliğine sahip, madde ve cisimden soyut bir tözsel ilke olarak kabul ediyorlardı Batı felsefesinde rûh üzerindeki tartışmalar ortaçağ ve sonrasında devam etmiştir
Hristiyanlıktaki ruh anlayışı, antik batının putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur Meselâ, Allah bir rûh olarak telakki edilir ve Ruhul-Kudüs (Cebrail), teslis inancının bir unsuru olarak Allah'a şirk koşulur Öte taraftan, İnsanlara ait rûhlar konusunda da birtakım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya atılmıştır Meselâ, İncil'de "Rûh, rüzgar gibi, istediği yere eser Rab ile birleşen onunla bir ruh olur" (bk P Janet-G Seailles, age, 148) denilmektedir
Bazı dinlerde, ölümsüz olan rûhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğine inanılmaktadır Rûh göçü (tenasuh) adıyla anılan bu inanışa göre, ölen bir kimsenin rûhu tekrar başka bir bedenle dünyaya döner ve bu sonsuza dek böylece sürüp gider Hint inançlarında yer etmiş olan bu düşünce eski Mısır'da da oldukça yaygındı Onlara göre, kötü rûhlar hayvan bedenlerine hulül ettirilerek iyileşip iyileşmedikleri denenir, iyi rûhlar ise üç bin yıllık bir cennet yaşamından sonra yeniden dünyaya dönerler Cesedlerin mumyalanmasının sebebi, yeniden dünya yaşamına dönecek olan rûhların kendi bedenlerini bulmalarını sağlamaktır Bu ilkel rûh göçü inancı günümüzde de kendisine taraftar bulabilmekte ve bazı toplumlarda kitle inancı şeklinde varlığını sürdürmektedir
Eski batı toplumlarının çoğu ruh göçü inancına sahip olmuşlardır Antik Yunan filozoflarından Pythagoras, ruh göçüne inanmakta, Platon ise bilginin önceki yaşamdan kalan bir birikim olduğu iddiasını desteklemek için rûh göçünü delil olarak ileri sürmekteydi Rûh kavramı hakkında tarih öncesi devirlerden beri süregelmekte olan ve her çağda üstüne yeni bir şeyler eklenen nazariyelerin birer hayal ürünü ve vehimden ibaret olduğu bir gerçektir (bk Tenasüh mad)
Allah Teâlâ, Hz Adem'le başlayan ve Hz Muhammed (sas) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insan oğlunu bir çok gaybî meselede bilgilendirmiştir Madde dışı âleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir Kur'ân-ı Kerîm'de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mahiyeti hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilahî hikmetin, ruhun hakikatini, Allah'ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz'i kalan malumatın dışında tuttuğu söylenebilir
Kur'ân-ı Kerim'de rûh kelimesi değişik bir kaç anlamda kullanılmıştır
Allah Teâlâ, Hz Âdem (as)'ın cesedini topraktan şekillendirdikten sonra ona kendi rûhundan üflemiş ve böylece Adem (as) hayat kazanmıştır Yine, insanı ana rahminde yarattıktan sonra, ona kendi rûhundan üflemiş ve onu rûh sahibi canlı bir insan haline getirmiştir: "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vareden sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen O'dur" (es-Secde, 32/7-9); "Hani bir zaman Rabbin melekler: "Ben balçıktan bir insan yaratacağım; Şeklini tamamlayıp rûhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin" demişti" (es-Sa'd, 38/71-72) Ana karnında insan yaratılışının aşamaları ve rûhun ona üfürülüşü hak ayrıca bk Buhari, Enbiya, I ; Müslim, Kader, I ) İsa (as)'ın babasız olarak yaratılışı anlatılırken de rûh, aynı anlamda kullanılır: "Irzını koruyan Meryem'i de hatırla Biz ona ruhumuzdan üfledik" (el-Enbiya, 21/91: Ayrıca bk Et-Tahrim, 66/12) İsa (as) bundan dolayı rûhullah (Allah'ın rûhu) olarak da isimlendirilmiştir (bk Buharî, Tefsiru Sûre, 2; Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Ahmed b Hanbel, III, 368)
Yine ruh kelimesi Cebrail (as)'ın karşılığı olarak kullanılmaktadır Bu anlamda, "Ruhul-Kudüs" ve "Ruhul-Emin" terkipleri ile geçmektedir: "De ki; "Kur'ânı, Ruhul-Kudüs (Cebrail), Rabbimin katından hak olarak indirdi" "Meryemoğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile te'yid ettik" (el-Bakara, 2/87, 253); "Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur'ân-ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, "Ruhul-Emin" (Cebrail) indirmiştir" (eş-Şuara, 26/ 193-195)
Bazı âyetlerde de rûh kelimesi ile Allah, Teâlâ'nın vahyi, yani âyetleri kastedilir: "Allah meleklerini, vahyi (ruh) ile, kullarından dilediğine göndererek" (en-Nahl, 16/2; ayrıca bk el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52)
Dört âyette rûh, Allah Teâlâ'nın emrine bağlanmıştır (el-İsra, 17/85; en-Nahl, 16/2; el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52) Rûhu Allah'ın emrine bağlayan ve muhtevasından ruh ile neyin kastedildiği açıkça anlaşılmayan;
"Ey Muhammed! Sana ruhtan sorarlar De ki; "Ruh, Rabbimin emrindendir (O'nun bildiği bir iştir) size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) mealindeki âyet, ruh konusu üzerindeki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır Müfessirler bu âyette ruhtan Cebrail'in, İsa (as)'ın, Kur'ân'ın ve Hz Ali (ra)'a isnad edilen ve fakat doğruluğu çok şüpheli sayılan tuhaf bir yaratık kılığındaki bir meleğin kastedildiği şeklinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir Kelamcıların ve müfessirlerin çoğuna göre ise bu âyette sorulan ruh, cesede hayat veren şeydir (Kurtubî, el-Cami li Ahkâmil-Kur'ân, Beyrut 1966, X, 323-324; Fâhreddin er-Râzî, Tefsirül-Kebir, XXI, 36) Görüş sahibi müfessirler, peygamberden, insanı canlı kılan bu ruhun mahiyeti, insan bedeninde gördüğü fonksiyonu, cisimle birleşmeşinin şekli ve yaşama olan bağlantısının sorulduğunu ileri sürmüşler ve işte bu şeyin Allah'tan başka hiç bir kimse tarafından bu yönlerinin bilinmediğini kabul etmişlerdir (bk Kurtubî, aynı yer)
Er-Râzî, ruhun; mahiyetinin kadîm veya hadis (sonradan yaratılıp yaratılmadığı) olduğu, cesedlerin ölümünden sonra bâki mi kaldığı, yoksa onunda fena mı bulduğu; ruhun saadeti ve şekavetinin ne olduğu vb açılarından öğrenilmek istendiğini; Allah Teâlâ'nın da buna cevap olarak: "De ki ruh Rabbimin emrindedir" mealindeki âyeti indirdiğini söylemektedir (er-Râzî, age, XXI, 37) Evet, ruhun yaradılışının Allah Teâlâ'nın en büyük fiillerinden biri olduğunu ortaya koymakta; insanın, varlığı hakkında kesin bilgisi olmasına rağmen, nefsinin hakikatını kavramaktan aciz olduğunu bildirmektedir (Kurtubî, aynı yer)
Kelamcılar insan terimi üzerinde dururlarken, insan olarak isimlendirilen şeyin cesed mi, ruh mu yahut da her ikisi mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir İleri sürülen bir takım delillere göre, insan olarak isimlendirilen ve muhatap alınan şeyin görünen bu cesed olmadığı; onun ölümüyle yaşamaya devam eden ruhun insan olarak adlandırıldığı isbata çalışılmıştır Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte; ceza ve mükafat ile muhatap olmaktadır Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz farkında değilsiniz" (el-Bakara, 2/ 154) buyurmaktadır
Rasûlüllah (sas); Âllah'ın peygamberleri ölmezler Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler" ve "kabır ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurmaktadır Bu ifadeler, insan olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden ruhun olduğuna delalet etmektedir Yani insan bu cesed ve kalıptan başka bir şeydir (Râzî, age, XXI, 41)
Her ne kadar ruhun mahiyeti, niteliği, fonksiyonları vb yönlerinin insan bilgi ve idrakinin ötesinde olduğu, bu âyete (el-İsra, 17/85) dayanılarak kabul edilmişse de; bazı âlimler ruh hakkında konuşma hususunda bir sakınca görmemişler ve onu izah etmeye çalışmışlardır Alusî, ruhun ulvî (yüce), nuranî ve hayat sahibi olan bir varlık olduğu görüşündedir Ancak ona göre ruh, mahiyet itibariyle duyu organlarıyla hissedilebilecek cisimler gibi değildir Bu, bir anlamda suyun gül içinde dolaşması gibidir O, ne hulûlü ve ne de ayrılmayı kabul etmez Bedende dolaştığı sürece ona bağlı olarak tüm organlara hayat verir İbn Kayyım el-Cevziyye de aynı görüştedir
Kur'ân-ı Kerim'de; "Rabbın, Ademoğlunun sûlblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da; "Evet şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin " diye cevap vermişlerdi Bu kıyamet gününde, 'Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir" (el-A'raf, 7/172) meâlindeki ayetin tefsirinde âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teâlâ'nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın yaradılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır Tirmizî'nin naklettiği bir hadiste Rasûlüllah (sas) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teâlâ, Adem'i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah Teâlâ'nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür” (İbn Kesîr, Hadislerle Kur'an-ı Kerim tefsiri, Terc Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1985, VII, 3135) Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah Teâlâ Adem'in sülbünden Nu'man yani Arafat'ta ahit almıştır Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, onlarla doğrudan konuşup;
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti Onlar şöyle demişlerdi: "Evet, biz buna şahidiz " (İbn Kesir, a g e , VII, 3133)Müfessirler bu konuda deliller çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Adem (as)'ın yaradılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir Nitekim Ubey b Ka'b'dan gelen bir rivâyette o; "Rabbin Ademoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarmış" âyeti hakkında şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu (İbn Kesir, age, VII, 3136-3147) Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığı gibi, ruhların, anlayan, idrak eden ve kelâma muhatap olup cevap verebilen kişilik kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir Ebu Hureyre (ra) de bu konuda şöyle demiştir: "İlim erbabı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve Allah'ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir" (İbn Kesir, age, VII, 3145)
Rasûlüllah (sas)'den nakledilen "Ruhlar toplu cemaatlerdir Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar" (Buharî, Enbiya, I; Müslim, Birr, 159) hadis-i şerifi de ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir (İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bârî, Mısır 1959, VII, 179-180) Bedrüddin el-Aynî, bu hadisi şerhederken şöyle demektedir:
"Bu delil, ruhların (cesed için) araz olmadığını, onların cesetlerden önce mevcut olduklarını ve cesedin yok olmasından sonra da var olmaya devam edeceklerini ortaya koymaktadır" (Umdetul-Karî, Mısır 1972, XII, 371) Ruhların toplu olarak yaratıldıkları ve sonra da cesedlere dağıtıldıkları söylenmektedir (age, aynı yer) Görüldüğü gibi alimler, bu konu ile alakâlı âyet ve hadislerin tefsirinde ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları, Allah Teâlâ'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Sorusuna muhatab oldukları ve sonra da insanın ana rahminde yaratılmasıyla cesedlere nefhedildikleri sonucuna varmaktadırlar
Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişmesi hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: "Şüphesiz sizden birinizin teşekkülâtı annesinin karnında kırk günde toplanır Sonra orada o kadar bir müddette bir pıhtı olur Sonra o kadar müddette orada bir parça et haline gelir Sonra, Allah ona bir melek gönderir Meleşe; "Amelini, ecelini, rızkını, Şakî ve sa'id olacağını yazması şeklinde dört kelime emrolunur Sonra da ona ruh üfürülür" (Buhârî, Enbiya, I) Abdullah b Mes'ud (ra)'dan rivayet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce zikredilerek rivayet edilmektedir (Müslim, Kader, I)
Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde de tartışmalar yapılmıştır Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup, ne bir artma ve ne de bir eksilmeye tabi tutulmaz Allah'ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebeb çerçevesinde ya da sebebsiz olarak insan ölür Yani, ölüm meleği (Azrail) tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır ölümden sonra ruhun kıyamet gününe kadar geçici olarak kalacağı aleme "Berzah alemi" denir Berzah âlemi, dünya ile ahiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki alemden de farklı olup, mahivetini ancak Allah Teâlâ bilmektedir Ancak, Berzah aleminde ceza ve mükafatın ruhlar üzerinde etkili olacağını, "Kabır ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir şukurdur" (Tirmizi, Kıyâmet, 26) hadisi bildirmektedir
Alimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır Ezeli değildirler; ancak, ebedidirler, ölen, insanın cesedidir Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, kıyamet gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah'ın nimet ve azabına muhatap olacağı bir gerçektir
Şehidlerle alakalı (el-Bakara, 2/ 184) âyet buna delalet etmektedir Yine Allah Teala; "Her nefis ölümü tadacaktır" (Alû İmran, 3/185) buyurmaktadır Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır Tadmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır Bedenden ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür
Bazı alimler; "Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan düşüp bayıldılar Ancak Allah'ın dilediği müstesna" (ez-Zümer, 39/68) meâlindeki âyete dayanarak; kıyamet gününde Allah'ın dilediği bazı kimseler hariç, yerde ve gökte bulunanların hepsinin öleceğini söylemişlerdir Bu "bayılmak" anlamındaki "sa'k" kelimesini ölüm olarak değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır Bu doğru değildir Çünkü Allah Teâlâ; "Orada (Cennette) ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (ed-Duhan, 44/56) buyurmaktadır Âyet, Cennet ehlinin, dünyada öldükten sonra bir daha ölmeyeceklerini haber vermekte ve ruhun ölümsüzlüğünü dile getirmektedir Zira, Cennetteki ruhlar, kıyamette tekrar ölselerdi, ikinci kez ölümü tadmış olurlardı ki bu, zikredilen âyete ters düşmektedir
Kurtubî'nin hocası olan Ahmed b Amr şöyle demektedir: "Ölüm, mutlak yokluk değil, bir halden diğer bir hale geçmektir Şehidlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları, kendilerine verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir Şehidler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar Nitekim Peygamber (sas), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksa'da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür Öte taraftan Hz Peygamber (sas), kendisine selam veren herkese selamını iade edeceğini haber vererek bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen selam ve salatların kendisine ulaşacağını bildirmektedir

__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
RUH

İnsana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddî olmayan, ölümsüz varlık Can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy, cebrail vb anlamları vardır
Rûh kavramının, insanın yaşam ve var oluşuyla ilişkilendirilmiş bir şekilde tarih boyunca üzerinde durulmuş, mahiyeti hakkında çeşitli açıklamalar getirilmiş ve tezler ileri sürülmüştür Ancak, rûhun madde dışı bir yapıya sahip olması onun tanımlanmasını imkânsız kılmakta ve ileri sürülen görüşleri askıda bırakmaktadır
Bazılarına göre rûhlar latif cisimlerdirler ve vücuttaki damarlar vasıtasıyla bedende dolaşan ve ona hayatiyet kazandıran havaî varlıklardırlar Pnevma denilen ve maddî olarak düşünülen rûh, birçok felsefi ekole göre bedeni sadece ayakta tutan hayat kuvvetinden ibaret sayılmayıp, bizzat nefsin kendisidir (Paul Janet-Gabriel Seaille s, Metalib ve Mezahib, çev M Hamdi Yazır, İstanbul 1978, 145; ayrıca bk Ali et-Tehanevî, Keş-Şafu İstilahatı'l-funun, İstanbul 1984, I, 541) Bununla birlikte çok eskilerden beri, maddî özelliklerden tamamen somutlanmış bir rûh kavramının varlığı değişik topluluk ve kültürlerce kabul görmüştür İnsanlık tarihi boyunca, cismanî cesetten farklı, onun içine yerleşmiş maddesiz ve ölümsüz bir varlığın bulunduğuna inanılmıştır
İnsanlık tarihinin belki de ilk dönemlerine kadar uzanan ve insanları üzerinde düşündürmeye sevkeden ruh kavramının doğuşunu ilk insanın Allah'dan vahiy alan bir peygamber olmasıyla izah etmek mümkündür Ruh, insanların vahiy çizgisinden sapmalar gösterip, putperest yönelişlere meyletmeleriyle birlikte, değişik anlamları içeren ve tapınma, korku, ümit gibi hisleri harekete geçiren bir doğa üstü varlık haline geldi İlkel puta tapıcılık dinlerinde, cansız, donuk cisimlerden yapılan şekil verilmiş putlar veya kutsal sayılan diğer cansız varlıklar, hareketsiz oldukları ve yerlerinden kımıldamaya güç yettiremeyecekleri bilindiği halde onlara tapınılır ve onlardan isteklerde bulunulurdu Bu, çağdaş putperest toplumlarda devam eden bir davranış şekli olarak varlığını sürdürmektedir İnsanların böyle bir yola sapmalarının sebebi, tapındıkları bu cisimlerde ruhî bir kuvvetin ve yaptırım gücünün var olduğuna inanılmasıdır
Rûh konusunda tarih boyunca temelde iki akım sürekli karşıt doktrinler geliştirerek düşüncelerini ispatlamaya çalışmışlardır Bunlardan biri, maddî âlemin dışındâ maddesiz, manevî bir âlemin ve bu âleme mensup varlıkların mevcudiyetini kabul edenlerin oluşturduğu grup; diğeri de madde dışında başka bir varlığı tanımayan eski tabirle Maddiyyün denilen Materyalistlerin oluşturduğu ekol Ancak ruhun varlığını kabul eden din ve düşünceler, onun tanımlanması ve mahiyeti hakkında birbirinden oldukça farklı anlayışlara sahip olmuşlardır
Eski Mısırlılarda ve Çinlilerde ikili bir rûh inancı hâkimdi Mısırlılar, ölümden sonra rûh (soluk)'un birinin cesedin yanında kaldığına, tinsel (ruhî) olan diğerinin de ölüler diyarına gittiğine inanmaktaydılar Çinliler ise insanın ölümüyle birlikte kaybolan bir rûh yanında, ölümden sonra da yaşayan ve kendisine tapınılması gereken üstün bir rûhun (Hun) varlığına inanmaktaydılar Hintliler ise öldürdükleri düşman savaşçılarının sağ ellerini keserlerdi Böylece inançlarına göre ölüm sonrası yaşamlarında silah kullanmaları engellenmiş olurdu
Yunan felsefesinde rûh kavramının içerdiği anlam, dönemlere ve felsefe akımlarına göre değişiklikler göstermiştir Epikuroscular ruhun beden gibi atomlardan meydana geldiğini ileri sürerlerken, Platoncular ise, rûhu ilahlarla soy birliğine sahip, madde ve cisimden soyut bir tözsel ilke olarak kabul ediyorlardı Batı felsefesinde rûh üzerindeki tartışmalar ortaçağ ve sonrasında devam etmiştir
Hristiyanlıktaki ruh anlayışı, antik batının putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur Meselâ, Allah bir rûh olarak telakki edilir ve Ruhul-Kudüs (Cebrail), teslis inancının bir unsuru olarak Allah'a şirk koşulur Öte taraftan, İnsanlara ait rûhlar konusunda da birtakım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya atılmıştır Meselâ, İncil'de "Rûh, rüzgar gibi, istediği yere eser Rab ile birleşen onunla bir ruh olur" (bk P Janet-G Seailles, age, 148) denilmektedir
Bazı dinlerde, ölümsüz olan rûhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğine inanılmaktadır Rûh göçü (tenasuh) adıyla anılan bu inanışa göre, ölen bir kimsenin rûhu tekrar başka bir bedenle dünyaya döner ve bu sonsuza dek böylece sürüp gider Hint inançlarında yer etmiş olan bu düşünce eski Mısır'da da oldukça yaygındı Onlara göre, kötü rûhlar hayvan bedenlerine hulül ettirilerek iyileşip iyileşmedikleri denenir, iyi rûhlar ise üç bin yıllık bir cennet yaşamından sonra yeniden dünyaya dönerler Cesedlerin mumyalanmasının sebebi, yeniden dünya yaşamına dönecek olan rûhların kendi bedenlerini bulmalarını sağlamaktır Bu ilkel rûh göçü inancı günümüzde de kendisine taraftar bulabilmekte ve bazı toplumlarda kitle inancı şeklinde varlığını sürdürmektedir
Eski batı toplumlarının çoğu ruh göçü inancına sahip olmuşlardır Antik Yunan filozoflarından Pythagoras, ruh göçüne inanmakta, Platon ise bilginin önceki yaşamdan kalan bir birikim olduğu iddiasını desteklemek için rûh göçünü delil olarak ileri sürmekteydi Rûh kavramı hakkında tarih öncesi devirlerden beri süregelmekte olan ve her çağda üstüne yeni bir şeyler eklenen nazariyelerin birer hayal ürünü ve vehimden ibaret olduğu bir gerçektir (bk Tenasüh mad)
Allah Teâlâ, Hz Adem'le başlayan ve Hz Muhammed (sas) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insan oğlunu bir çok gaybî meselede bilgilendirmiştir Madde dışı âleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir Kur'ân-ı Kerîm'de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mahiyeti hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilahî hikmetin, ruhun hakikatini, Allah'ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz'i kalan malumatın dışında tuttuğu söylenebilir
Kur'ân-ı Kerim'de rûh kelimesi değişik bir kaç anlamda kullanılmıştır
Allah Teâlâ, Hz Âdem (as)'ın cesedini topraktan şekillendirdikten sonra ona kendi rûhundan üflemiş ve böylece Adem (as) hayat kazanmıştır Yine, insanı ana rahminde yarattıktan sonra, ona kendi rûhundan üflemiş ve onu rûh sahibi canlı bir insan haline getirmiştir: "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vareden sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen O'dur" (es-Secde, 32/7-9); "Hani bir zaman Rabbin melekler: "Ben balçıktan bir insan yaratacağım; Şeklini tamamlayıp rûhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin" demişti" (es-Sa'd, 38/71-72) Ana karnında insan yaratılışının aşamaları ve rûhun ona üfürülüşü hak ayrıca bk Buhari, Enbiya, I ; Müslim, Kader, I ) İsa (as)'ın babasız olarak yaratılışı anlatılırken de rûh, aynı anlamda kullanılır: "Irzını koruyan Meryem'i de hatırla Biz ona ruhumuzdan üfledik" (el-Enbiya, 21/91: Ayrıca bk Et-Tahrim, 66/12) İsa (as) bundan dolayı rûhullah (Allah'ın rûhu) olarak da isimlendirilmiştir (bk Buharî, Tefsiru Sûre, 2; Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Ahmed b Hanbel, III, 368)
Yine ruh kelimesi Cebrail (as)'ın karşılığı olarak kullanılmaktadır Bu anlamda, "Ruhul-Kudüs" ve "Ruhul-Emin" terkipleri ile geçmektedir: "De ki; "Kur'ânı, Ruhul-Kudüs (Cebrail), Rabbimin katından hak olarak indirdi" "Meryemoğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile te'yid ettik" (el-Bakara, 2/87, 253); "Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur'ân-ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, "Ruhul-Emin" (Cebrail) indirmiştir" (eş-Şuara, 26/ 193-195)
Bazı âyetlerde de rûh kelimesi ile Allah, Teâlâ'nın vahyi, yani âyetleri kastedilir: "Allah meleklerini, vahyi (ruh) ile, kullarından dilediğine göndererek" (en-Nahl, 16/2; ayrıca bk el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52)
Dört âyette rûh, Allah Teâlâ'nın emrine bağlanmıştır (el-İsra, 17/85; en-Nahl, 16/2; el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52) Rûhu Allah'ın emrine bağlayan ve muhtevasından ruh ile neyin kastedildiği açıkça anlaşılmayan;
"Ey Muhammed! Sana ruhtan sorarlar De ki; "Ruh, Rabbimin emrindendir (O'nun bildiği bir iştir) size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) mealindeki âyet, ruh konusu üzerindeki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır Müfessirler bu âyette ruhtan Cebrail'in, İsa (as)'ın, Kur'ân'ın ve Hz Ali (ra)'a isnad edilen ve fakat doğruluğu çok şüpheli sayılan tuhaf bir yaratık kılığındaki bir meleğin kastedildiği şeklinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir Kelamcıların ve müfessirlerin çoğuna göre ise bu âyette sorulan ruh, cesede hayat veren şeydir (Kurtubî, el-Cami li Ahkâmil-Kur'ân, Beyrut 1966, X, 323-324; Fâhreddin er-Râzî, Tefsirül-Kebir, XXI, 36) Görüş sahibi müfessirler, peygamberden, insanı canlı kılan bu ruhun mahiyeti, insan bedeninde gördüğü fonksiyonu, cisimle birleşmeşinin şekli ve yaşama olan bağlantısının sorulduğunu ileri sürmüşler ve işte bu şeyin Allah'tan başka hiç bir kimse tarafından bu yönlerinin bilinmediğini kabul etmişlerdir (bk Kurtubî, aynı yer)
Er-Râzî, ruhun; mahiyetinin kadîm veya hadis (sonradan yaratılıp yaratılmadığı) olduğu, cesedlerin ölümünden sonra bâki mi kaldığı, yoksa onunda fena mı bulduğu; ruhun saadeti ve şekavetinin ne olduğu vb açılarından öğrenilmek istendiğini; Allah Teâlâ'nın da buna cevap olarak: "De ki ruh Rabbimin emrindedir" mealindeki âyeti indirdiğini söylemektedir (er-Râzî, age, XXI, 37) Evet, ruhun yaradılışının Allah Teâlâ'nın en büyük fiillerinden biri olduğunu ortaya koymakta; insanın, varlığı hakkında kesin bilgisi olmasına rağmen, nefsinin hakikatını kavramaktan aciz olduğunu bildirmektedir (Kurtubî, aynı yer)
Kelamcılar insan terimi üzerinde dururlarken, insan olarak isimlendirilen şeyin cesed mi, ruh mu yahut da her ikisi mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir İleri sürülen bir takım delillere göre, insan olarak isimlendirilen ve muhatap alınan şeyin görünen bu cesed olmadığı; onun ölümüyle yaşamaya devam eden ruhun insan olarak adlandırıldığı isbata çalışılmıştır Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte; ceza ve mükafat ile muhatap olmaktadır Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz farkında değilsiniz" (el-Bakara, 2/ 154) buyurmaktadır
Rasûlüllah (sas); Âllah'ın peygamberleri ölmezler Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler" ve "kabır ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurmaktadır Bu ifadeler, insan olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden ruhun olduğuna delalet etmektedir Yani insan bu cesed ve kalıptan başka bir şeydir (Râzî, age, XXI, 41)
Her ne kadar ruhun mahiyeti, niteliği, fonksiyonları vb yönlerinin insan bilgi ve idrakinin ötesinde olduğu, bu âyete (el-İsra, 17/85) dayanılarak kabul edilmişse de; bazı âlimler ruh hakkında konuşma hususunda bir sakınca görmemişler ve onu izah etmeye çalışmışlardır Alusî, ruhun ulvî (yüce), nuranî ve hayat sahibi olan bir varlık olduğu görüşündedir Ancak ona göre ruh, mahiyet itibariyle duyu organlarıyla hissedilebilecek cisimler gibi değildir Bu, bir anlamda suyun gül içinde dolaşması gibidir O, ne hulûlü ve ne de ayrılmayı kabul etmez Bedende dolaştığı sürece ona bağlı olarak tüm organlara hayat verir İbn Kayyım el-Cevziyye de aynı görüştedir
Kur'ân-ı Kerim'de; "Rabbın, Ademoğlunun sûlblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da; "Evet şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin " diye cevap vermişlerdi Bu kıyamet gününde, 'Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir" (el-A'raf, 7/172) meâlindeki ayetin tefsirinde âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teâlâ'nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın yaradılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır Tirmizî'nin naklettiği bir hadiste Rasûlüllah (sas) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teâlâ, Adem'i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah Teâlâ'nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür” (İbn Kesîr, Hadislerle Kur'an-ı Kerim tefsiri, Terc Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1985, VII, 3135) Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah Teâlâ Adem'in sülbünden Nu'man yani Arafat'ta ahit almıştır Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, onlarla doğrudan konuşup;
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti Onlar şöyle demişlerdi: "Evet, biz buna şahidiz " (İbn Kesir, a g e , VII, 3133)Müfessirler bu konuda deliller çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Adem (as)'ın yaradılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir Nitekim Ubey b Ka'b'dan gelen bir rivâyette o; "Rabbin Ademoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarmış" âyeti hakkında şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu (İbn Kesir, age, VII, 3136-3147) Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığı gibi, ruhların, anlayan, idrak eden ve kelâma muhatap olup cevap verebilen kişilik kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir Ebu Hureyre (ra) de bu konuda şöyle demiştir: "İlim erbabı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve Allah'ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir" (İbn Kesir, age, VII, 3145)
Rasûlüllah (sas)'den nakledilen "Ruhlar toplu cemaatlerdir Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar" (Buharî, Enbiya, I; Müslim, Birr, 159) hadis-i şerifi de ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir (İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bârî, Mısır 1959, VII, 179-180) Bedrüddin el-Aynî, bu hadisi şerhederken şöyle demektedir:
"Bu delil, ruhların (cesed için) araz olmadığını, onların cesetlerden önce mevcut olduklarını ve cesedin yok olmasından sonra da var olmaya devam edeceklerini ortaya koymaktadır" (Umdetul-Karî, Mısır 1972, XII, 371) Ruhların toplu olarak yaratıldıkları ve sonra da cesedlere dağıtıldıkları söylenmektedir (age, aynı yer) Görüldüğü gibi alimler, bu konu ile alakâlı âyet ve hadislerin tefsirinde ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları, Allah Teâlâ'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Sorusuna muhatab oldukları ve sonra da insanın ana rahminde yaratılmasıyla cesedlere nefhedildikleri sonucuna varmaktadırlar
Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişmesi hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: "Şüphesiz sizden birinizin teşekkülâtı annesinin karnında kırk günde toplanır Sonra orada o kadar bir müddette bir pıhtı olur Sonra o kadar müddette orada bir parça et haline gelir Sonra, Allah ona bir melek gönderir Meleşe; "Amelini, ecelini, rızkını, Şakî ve sa'id olacağını yazması şeklinde dört kelime emrolunur Sonra da ona ruh üfürülür" (Buhârî, Enbiya, I) Abdullah b Mes'ud (ra)'dan rivayet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce zikredilerek rivayet edilmektedir (Müslim, Kader, I)
Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde de tartışmalar yapılmıştır Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup, ne bir artma ve ne de bir eksilmeye tabi tutulmaz Allah'ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebeb çerçevesinde ya da sebebsiz olarak insan ölür Yani, ölüm meleği (Azrail) tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır ölümden sonra ruhun kıyamet gününe kadar geçici olarak kalacağı aleme "Berzah alemi" denir Berzah âlemi, dünya ile ahiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki alemden de farklı olup, mahivetini ancak Allah Teâlâ bilmektedir Ancak, Berzah aleminde ceza ve mükafatın ruhlar üzerinde etkili olacağını, "Kabır ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir şukurdur" (Tirmizi, Kıyâmet, 26) hadisi bildirmektedir
Alimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır Ezeli değildirler; ancak, ebedidirler, ölen, insanın cesedidir Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, kıyamet gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah'ın nimet ve azabına muhatap olacağı bir gerçektir
Şehidlerle alakalı (el-Bakara, 2/ 184) âyet buna delalet etmektedir Yine Allah Teala; "Her nefis ölümü tadacaktır" (Alû İmran, 3/185) buyurmaktadır Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır Tadmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır Bedenden ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür
Bazı alimler; "Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan düşüp bayıldılar Ancak Allah'ın dilediği müstesna" (ez-Zümer, 39/68) meâlindeki âyete dayanarak; kıyamet gününde Allah'ın dilediği bazı kimseler hariç, yerde ve gökte bulunanların hepsinin öleceğini söylemişlerdir Bu "bayılmak" anlamındaki "sa'k" kelimesini ölüm olarak değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır Bu doğru değildir Çünkü Allah Teâlâ; "Orada (Cennette) ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (ed-Duhan, 44/56) buyurmaktadır Âyet, Cennet ehlinin, dünyada öldükten sonra bir daha ölmeyeceklerini haber vermekte ve ruhun ölümsüzlüğünü dile getirmektedir Zira, Cennetteki ruhlar, kıyamette tekrar ölselerdi, ikinci kez ölümü tadmış olurlardı ki bu, zikredilen âyete ters düşmektedir
Kurtubî'nin hocası olan Ahmed b Amr şöyle demektedir: "Ölüm, mutlak yokluk değil, bir halden diğer bir hale geçmektir Şehidlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları, kendilerine verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir Şehidler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar Nitekim Peygamber (sas), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksa'da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür Öte taraftan Hz Peygamber (sas), kendisine selam veren herkese selamını iade edeceğini haber vererek bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen selam ve salatların kendisine ulaşacağını bildirmektedir

__________________
 
Üst Alt