S Ş İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
ŞİİR YAZMAK, DİNLEMEK CAİZ MİDİR? Şiir ile söz arasında fark yoktur Şiirin iyisi iyi, müstehceni de müstehcendir Yani şiir Allah, Peygamber ve güzel ahlakı dile getirirse vacipveya sünnet, mübah bir şeyi beyan ediyorsa mübah, gıybet veya müstehcen şeyler tasvir ediyorsa haramdır Peygamber (sav)'in Hessan, Abdullah b revahe ve Ka'b b Malık gibi şairleri vardı Onların şiirlerini dinlerdi Bir gün Peygamberin huzurunda Kur'an-ı Kerim okundu, sonra şiir söylendi Bunun üzerine birisi: Ey Allah'ın Resulü olduğun yerde hem Kur'an, hem şiir olur mu? Dedi Peygamber (sav): "Evet olur" buyurdu Bu Bekr (ra) de şöyle diyor: Bir gün Peygamber'e (sav) gittim Huzurunda bir bedevi şiir söylüyordu Bunun için ey Allah'ın resulü! Hem Kur'an, hem şiir olur mu? Dedim Peygamber (sav): "Ey Ebu Bekr, bir defa şöyle bir defa böyle"buyurdu
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ŞİRK

"Şe-ri-ke" fiilinin masdarı, ortak olma demektir Dinî anlamda şirk, Allah'a eş ve ortak koşma manasına gelir
Bu fiilin dört harfli "if'âl" babındaki şekli "eşrake"dir ve ortak tanıma, ortak koşma demektir Bu babın ismi faili olan "müşrik" de, ortak koşandır (el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961, II, 259, "şe-ri-ke" md)
Şirk, aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da yüzelliyi aşkın yerde geçmektedir
Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke düşen insanların nefislerine tabi olarak tevhide karşı çıkmalarının neticesinde bu duruma düştüklerini görüyoruz Bütün müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık, nefis duyguları, zulüm, hırs, azgınlık, taşkınlık ve menfaatperestlik hakimdir Şirkin temeli, insanların Allah'a tam manasıyle inanmamaları, O'nun emir ve yasaklarına gerektiği gibi uymamaları ve ondan sonra yukarıda arzedilen süfli bir duruma düşmelerine dayanır Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir (el-A'raf, 7/80, 81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; el-Hicr, 15/3 vb)
Kur'an âyetlerinden başka, çeşitli Hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk konusuna geniş yer verilmiştir Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir Şirk'in diğer bir çeşidi de, yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve kişilerden beklemektir
Şirk'in zıddı tevhiddir O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdeşinin her şeyin üstünde bulunduğunu kabul etmektir İslâm dininde tevhid esastır Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda müslümanların arasında birliği sağlamaktır Dünyanın her yerindeki müslümanların aynı ezanı okumaları, ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir Şirk bunun tam zıddıdır Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul edilmiştir
Yüce Allah Kur'an'da: "Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 31/13) diye buyurarak, şirki bir zulüm olarak tanıtmıştır Nitekim şirke düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmiş olur (el-Maverd, en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992, IV, 333) Ve yine şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine karşı gelinmekle Allah'ın hakkını O'na teslim etmemek bakımından da bir zulümdür Şirk'e düşen insanın kendi şahsına zulmettiğini destekler mahiyetteki diğer bir âyetin meâli şöyledir:
Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun Kim Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir" (el-Hacc, 22/31 )
Şirk'e düşen insan o kadar perişan olur ki, Yüce Allah ile bağları kopar; istikametini şaşırır; iyi ile kötüyü ayırd edemez hale gelir ve kendi öz çocuğunu öldürecek kadar şaşkın bir duruma düşer Onların bu acı hali, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir
Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi süslü (güzel bir şeymiş gibi) gösterdi ki (böylece) hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar Allah dileseydi bunu yapamazlardı O halde onları, uydurduklarıyla baş başa bırak!" (el-En'am, 6/137)
Yüce Allah'ın şirke bakışını ve şirkin Kur'an'daki tanımını sergileyen diğer bazı âyetlerin meâli şöyledir:
"Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz O'ndan başka günahları dilediği kimse için bağışlar Kim Allah'a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır" (en-Nisa, 4/116)
"Onlar (müşrikler, şirk koşanlar insanları) ateşe çağırır Allah ise izniyle Cennete (girmeye) ve mağfirete çağırır" (el-Bakara, 2/221)
"Kitâb ehlinden ve (Allah'a) şirk koşanlardan kâfir olanlar, Cehennem ateşindedirler Orada ebedî kalacaklardır Onlar, halkın en şerlileridir" (el-Beyyine, 98/6)
Tevhide aykırı olan, Allah'ın ve Peygamber (sas)'in emirlerine ters düşen şirke, kimden gelirse gelsin, itâat etmemek gerekir İslâm dini annebabaya son derece itâat etmeyi, onlara saygıda bulunmayı emrettiği halde, şirk olan hususlarda, onların sözünü dinlememeyi ve onlara tabi olmamayı istemektedir Konu ile ilgili bazı âyetlerin meâli şöyledir:
"Biz insana anne-babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik Eğer onlar seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi, bana ortak koşmanı için zorlarlarsa, (bu hususta) onlara itâat etme Dönüşünüz banadır O zaman size yaptıklarınızı haber veririm" (el-Ankebût, 29/8)
Biz insana anne-babasını tavsiye ettik Anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek (karnında) taşımıştır Onun (memeden) ayrılması da iki yıl içinde olmuştur (Bunların hepsi, güç şeylerdir Onun için biz insana) '-Bana ve anne-babana şükret Dönüş banadır, (diye öğüt verdik) Eğer onlar seni hakkında bir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itâat etme Onlarla dünyada iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy Sonra dönüşünüz banadır (O zaman ben) size yaptıklarınızı haber vereceğim" (Lokman, 31/14,15)
Allah'ın Rasûlü Hz Muhammed (sav) de, şirki helâk edici büyük günahların başında saymıştır: Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:
Helak edici yedi şeyden sakının:
1- Allah'a şirk (ortak) koşmak;
2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;
3- Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;
4- Yetim malı yemek;
5- Savaş alanından kaçmak;
6- Faiz yemek;
7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek" (Buharî, Vesaya, 23, Tıb, 48, Hudud, 44; Müslim, İmân, 144; Ebû Davûd, Vesâya, 10; Nesâı, Vesâya, 12)
Şirkin dışındaki günahların affedileceği, imân sahibi olan bir insanın bu gibi günahları işlediği takdirde, cezasını çektikten sonra mutlaka cennete gideceği, ancak şirke giren insanların, tevbe etmeden öldüğü takdirde, affedilmeyeceği Rasûlüllah (sav) tarafından haber verilmiştir:
"Cebrail bana gelerek şu müjdeyi verdi: "-Ümmetinden kim Allah'a şerik (ortak) koşmadığı halde ölürse, Cennet'e girer" Bunun üzerine ona dedim ki: "-Zina da etse, hırsızlık da yapsa ?" Cevap verdi: "Evet, zina da etse, hırsızlık da yapsa" Peygamberimiz (sas)'in bildirdiğine göre, Cebrâil (as)'a bu soruyu üç defa sormuş ve her seferinde aynı cevabı almıştır (Buhârî, Cenaiz, 1, Libas, 24, İsti'zan, 30, Rıkak, 13,14, Tevhid, 33; Müslim, İmân, 153, 154, Zekat, 32,33; Tirmizî, İmân, 18; Ahmed b Hanbel, V, 152, 159, 161, VI, 166)
Bir de küçük şirk diye bir çeşit şirk daha vardır O da, ibâdetlere riya ve gösterişi karıştırmak, Allah'ın rızasından sapmaktır Kur'an'da bu hususta şöyle buyurulmuştur:
Kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabb'ine ibâdette hiç kimseyi şerik kılmasın (ortak tutmasın)" (el-Kehf, 18/110)
Bu âyette geçen, ibâdette Allah'a şirk koşmaktan gaye, ibâdette ihlaslı ve samimi olmamak, Allah'ın rızasının dışındaki riya, gösteriş ve benzeri menfaat duygularını taşımak demektir (el-Beydâv, Envanu't-Tenzil ve Esranu't-Te'vîl, Mısır 1955, II, 14)
Hz Muhammed (sas)'in de bu hususta söylediği Hadislerden bazıları şöyledir:
Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir" Hazır bulunanlar: "Ya Rasûlüllah! Küçük şirk nedir?" diye sordukları zaman, Rasûlüllah (sas) şöyle devam etmiştir: "Küçük şirk, riya yani gösteriştir Ahiret gününde insanlara amellerinin karşılığı verildiği zaman, Allah diyecek ki: "- Dünya hayatında iken, kendileri görsün diye riya ve gösteriş yaptığınız kişilerin yanına gidin, bakın, onların yanında herhangi bir karşılık bulacak mısınız?" (Ahmed b Hanbel, V, 428, 429)
"Ümmetim için en çok korktuğum şey, Allah'a şirk koşmaktır Ama dikkat edin; Ay'a, Güneş'e veya puta tapacaklar, demiyorum Fakat, Allah'ın rızasının dışındaki gayeler için harekette bulunacaklar ve gizli şehvet, yani riyâ ve gösteriş duygularını taşıyacaklar (demek istiyorum)" (İbn Mâce, Zühd, 21)
Ebu Hureyre (ra) dedi ki, ben Rasûlüllah (sas)'i şöyle söylerken işittim:
"Kıyamet günü aleyhine hükm olunacak halkın birincisi şehid edilen bu adam olacaktır O kimse, (Allah'ın huzuruna) getirilir; Allah ona verdiği nimetlerini bir bir anlatır O da bunları bilir ve hatırlar Yüce Allah:
-”Bu nimetlerin arasında ne yaptın?" diye sorar O kişi:
-"Senin rızan için savaştım ve nihâyet şehid oldum " diye cevap verir Yüce Allah:
-”Yalan söylüyorsun Fakat sen, hakkında kahraman denilsin diye savaştın Bir rivâyete göre, Allah'ın emri üzerine o kişi yüz üstü sürüklenerek Cehennem'e atılır
(İkinci olarak) İlim öğrenmiş, başkalarına da öğretmiş ve Kur'an okumuş biri huzur'u ilâhiye getirilir Yüce Allah ona da verdiği nimetlerini tek tek anlatır O da bunları anlar Allah ona:
-"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne yaptın " diye sorar O şu cevabı verir:
-”Senin rızan için Kur'an'ı, ilmi öğrendim ve başkasına öğrettim" Yüce Allah ona da şöyle der:
-”Sen yalan söylüyorsun Fakat sen Kur'an'ı, ilmi riya ve gösteriş için, sana alim, güzel okuyor, densin diye okudun, öğrendin Nitekim senin için bu övgüler yapıldı" Allah'ın emri üzerine o da sürüklenerek Cehennem ateşine atılır
(Üçüncü olarak) Allah'ın kendisine geniş çapta zenginlik ve çeşitli maldan verdiği biri getirilir Allah, buna da verdiği nimetleri ayrı ayrı anlatır O da, bu nimetleri kabul eder, hatırlar Yüce Allah ona da şunu sorar:
-"Bu nimetlerin arasında bulunurken, ne gibi hayırlı işler yaptın ? O da şöyle cevap verir:
-"Senin rızan için, sevdiğin her türlü yola para harcadım Maddi yönden, yardımda bulunmadığım hiç bir şeyi bırakmadım " Yüce Allah ona da aynı şekilde cevap verir:
-”Sen yalan söylüyorsun Aslında sen bunları, sana cömert denilsin diye yaptın Riya ve gösterişte bulundun Beklendiğin medih ve övgülere de kavuştun" O da Allah'ın emri üzerine yüzüstü sürüklenerek Cehennem ateşine atılır" (Müslim, İmâre, 152; Nesef, Cihâd, 22; Ahmed b Hanbel, II, 322)
Bu hadiste ifâde edildiği gibi, şehid olmak, alim olmak ve hayır yollarına maddi yardımda bulunmak, son derece güzel şeylerdir Ancak bunlar Allah rızası için değil, riya, gösteriş veya başka herhangi bir menfaat duygusu ile olunca, hiç bir kıymeti ve değeri yoktur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ŞIRKET Iki maldan birisini diğeriyle ayrılmayacak şekilde karıştırmak, iki ve daha çok kimsenin ortak iş veya ticaret yaparak elde edecekleri kârı paylaşmaları ve ortaya çıkacak zararı da göze almaları şartıyla kurdukları ortaklık Islâm'da, toplumun ihtiyacı olan ortaklık şekillerine gerekli yer ve değer verilmiştir
Islâm'da şirketler mal, iş ve kredi şirketi olmak üzere genel olarak üç kısma ayrılır:
1- Ortaklar birer miktar sermaye koyup, bununla yapacakları ticaretten meydana gelecek kârı paylaşmak üzere şirket akdi yaparlarsa, bu "mal şirketi" olur
2- Ortaklar, mal yerine iş, sanat ve çalışmalarını ortaya koyarak "iş ortaklığı" kurabilirler
3- Sermayesiz, yalnız kredileriyle, yani ödünç para kullanarak ya da veresiye mal alıp-satmak suretiyle kâr etmek ve bunu paylaşmak üzere "kredi ve itibar şirketi" kurabilirler Bütün bu şirket çeşitleri mufavaza, inan ve ya mudarebe tarzlarında olabilir
a- Mufâvaza şirketi (Eşitlik esasına dayanan ortaklık):
Bu ortaklıkta hem sermaye miktarlarının, hem de kâr ve zarar paylarının eşit olması gerekir Ortaklar birbirinin hem vekili ve hem de kefilıdır Ortakların şirket sermayesi olabilecek özel mülkleri bulunmaz Özellikle, tamamen şirket hesabına çalışan, bunun dışında hiçbir özel mülkü olmayan, tüm harcamalarını şirketten yapan aile şirketleri, kardeşler veya baba ile çocukları arasındaki bazı ortaklıklar bu gruba girebilir Bir bakıma, ortakların sorumluluğuna tüm mal varlıkları girdiği için dışa karşı güçlü bir ortaklık söz konusudur
Ibn Mâce'nin naklettiği bir hadiste Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Üç ticaret muamelesinde bereket vardır Bunlar, va'deli satış, mufavaza ortaklığı ve satmak için değil de yemek için buğdayı arpa ile karıştırmaktır" (Ibn Mâce, Ticâret, 63)
Ortaklar arasında sermaye eşitliği bozulursa, bu ortaklık "inan şirketi" ne dönüşür Mufâvaza ortaklığını Hanefi ve Mâlikler câiz görürken, Şâfiî mezhebi meşru görmemiştir Bunlara göre mufâvazada eşitlik, istenilen anlamda gerçekleşmez
b- Inan şirketi:
Iki kişinin ticaret yapmak ve kârı aralarında paylaşmak üzere ortak olmasıdır Bunda sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oranlarına göre paylaşılması şart değildir Ancak zarara sermaye oranlarına göre katlanma konusunda görüş birliği vardır
Inan Şirketinin Hükümleri:
aa- Çalışma şartı: Bir ortağın veya bütün ortakların çalışması şart koşulabilir Mesel sermayenin üçte ikisini bir ortak, üçte birini diğeri verse, sermayesi az olan ortağın ayrıca şirket işlerinde çalışması şart koşulsa, bu mümkündür
bb- Zarara katlanma: Ortaklar zararı sermaye miktarlarına göre tazmin ederler Bu konuda görüş birliği vardır Hatta, bir ortak hiç zarara katlanmamak üzere şirket akdi yapsa, geçerli olmaz
Hz Peygamber (sas) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Kâr, ortakların serbestçe belirlediği şartlara göre paylaşılır Zararın tazmini ise sermaye oranlarına göre olur" (ez-Zeylanî, Nasbu'r-Râye, III, 475)
Eğer ortaklardan az kâr alacak olana, çalışma şartı konulursa, şirket câiz olmaz Çünkü bu durumda diğer ortağa, ne çalışma ve ne de tazminat sorumluluğu olmaksızın fazla kâr şart koşulmuş olur Çalışmadan maksat, ortağın bizzat çalışması olmayıp mücerred bu şartın şirket sözleşmesine konulması yeterlidir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, VI, 62 vd; Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadr, V, 21)
Ancak Islâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, inan şirketinin geçerli olması için kâr ve zararın anaparadaki paylara göre kararlaştırılmış olması gerekir Çünkü kâr anaparanın geliri, zarar ise yine anaparanın eksilmesidir Bu yüzden, prensip olarak kâr ve zarar ortaklıklarının, anapara oranlarına göre kurulması gerekir Yani kâr, zarara benzer ve her ikisi de mala tabidirler
Inan şirketi temelde bugünkü anonim şirketlerinin benzeridir Ancak inan şirketinde ortakların haklarını koruyucu nitelikteki bazı ana prensipler dikkatıçekmektedir Şöyle ki, üç kişi yirmişer milyon lira sermaye koyarak, inan şirketi esaslarına göre çalışacak bir süper market kursalar, başlangıçta; konulan sermaye miktarlarını ve şirketin mal varlığı üzerindeki üçte bir haklarını belirleyen birer belge düzenlense, bu belgeyi ortaklar tasdik edince "hisse senedi" meydana gelmiş olur Verimli bir ticaret yapılarak, hiç kâr dağıtılmadan beş yıl geçse, beşinci yılın sonunda, şirketin mal varlığı, on katına yani 600 milyona çıkmış bulunsa, her ortağın hissesi on katma çıkmış, yani 20 milyondan 200 milyon liraya yükselmiş bulunur Artık elde bulunan hisse senetlerini iptal ederek, üzerinde beşinci yıl sonu itibarıyla yeni hakları kapsayan 200'er milyon liralık hisse senedi düzenlemek gerekecektir Bu noktada bir ortak ayrılmak isterse, ya mal üç eşit parçaya bölünür, aynı taksimle hissesi verilir, ya da diğer ortaklar hissesini ödeyerek onu ayırabilirler Bugün anonim şirketlerde ise bazen çeyrek asır geçtiği halde, hiç kâr dağıtılmamış, mal varlığı sürekli büyüdüğü halde hisse senetleri ilk çıkarıldığı şekilde kalmıştır
c- Mudârebe Şirketi:
Bir veya daha fazla ortak sermayeyi, diğer ortak da yalnız çalışmasını ortaya koyarak şirket kurabilirler Buna mudârebe denir
Elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan pek çok kimse bunu işletmek, ticari bir işte kullanmak ister Fakat bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için, bu arzusunu gerçekleştiremez Yine toplumda ilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimse de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz Işte birbirine muhtaç olan bu iki unsuru mudârebe şirketi bir araya getirir ve iki taraf da bundan kârlı çıkar Toplumda muattal kalmış sermayeler ve iş imkânı bulamayan kabıliyetler değerlenmiş olur Islâm'da diğer şirket çeşitlerinde olduğu gibi, mudârebe de güvene dayanır Işi yürütmeyi üzerine alan ortak, güvene lâyık olmaya çalışır Böylece giderek dürüst iş adamları meydana gelir
Müdârebede sermaye sahibi, işi yürütecek olanın uyması gereken birtakım şartlar koyabilir
Ibn Abbas (ra)'dan şöyle dediği nakledilmiştir "Efendimiz, Abbas b Abdülmuttalib, bir malı mudârebe olarak verdiği zaman, ortağına bu sermaye ile deniz yolculuğuna çıkmamasını, bir vadıde konaklamamasını, canlı hayvan ticareti yapmamasını şart koşardı Eğer bunları yaparsa anaparayı tazmin yükümlülüğü olacaktı Onun mudârebe sözleşmesine koyduğu bu şartları Hz Peygambere ulaşmış ve buna icazet vermiştir" (el-Heysem, Mecmau'z-Zevâid, IV, 161)
Duruma göre müdârebe ikiye ayrılır
a- Mutlak mudârebe: Sermaye sahibinin herhangi bir kayıt koymaksızın, işletmeciyi ticaret işinde serbest bırakmasıdır Yalnız, kârın paylaşılma şeklini ve zamanını belirler
b- Mukayyed mudârebe: Sermaye sahibi anaparayı işi yürütene verirken bazı şartlar öne sürer Bu şartlar şunlar olabilir:
aa- Ticaretin yapılacağı yer, şehir veya belde belirlenebilir
bb- Hangi çeşit maddelerin alınıp satılacağı tespit edilebilir
cc- Akid süresi için bir tarih konulabilir
dd- Belirli kimseden mal alması, yine belirli kimselere satış yapması istenebilir
Ilk iki maddede görüş birliği vardır Ancak Şâfiî ve Mâlikîler, mudârebede akid süresinin tesbiti ile mal alınıp satılacak kimsenin belirlenmesini kabul etmezler Çünkü sermaye sahibi bu şartlarla yalnız kendi yararını gözetmiş olabilir Bu hususlar, hakkın kötüye kullanılmasına elverişlıdır
Mudârebede kârın paylaşılması anlaşmaya göre olur Işi yürütenin kastı olmaksızın meydana gelecek zarar, önce kârdan bu yetmezse anaparadan karşılanır Işi yürüten ortağın kastı olmadıkça, zarardan şahsi sorumluluğu yoktur Ancak o, çalışması karşılığında kârın bir bölümüne hak kazanacağı için zarar halinde, meccânen çalışmış olur
Islâm'da kısa veya uzun vadeli krediye ihtiyacı olan iş adamı, kârdan fedakârlık ederek, mudârebe yoluyla kredi sağlayabilir Bu kredinin hesabı ayrı tutulur ve süre de belirlenmiş olursa, alınan kredi ve elde edilen kârın anlaşmadaki bölümü, süre sonunda sermaye sahibine iade edilir Bu şekilde, kâr ve zarar ortaklığı içinde kredi temini, devletten veya bu işi yürüten kredi kuruluşlarından da sağlanabilir
Hz Ömer'in oğullarının uygulaması bu konuda dikkatıçeken bir örnektir Uygulama şöyle olmuştur: Hz Ömer'in iki oğlu Abdullah ve Ubeydullah Irak ordusuna katılmışlardı Medine'ye dönüş için paraları kalmamıştı Bu konuyu görüşmek için Irak bölgesinde görevli zekât memuru olan Ebû Mûsa el-Eş'arî'ye başvurdular Ebû Mûsa, onlara Halife Ömer'e göndermek üzere topladığı zekat hazınesini gösterdi ve şöyle dedi:

Bunları size kredi olarak vereyim Buradan mal satın alarak Medine'de satarsınız Anaparayı Mü'minlerin emirine verirsiniz, kâr da aranızda ortak olur Ebû Mûsa krediyi teslim edip Ömer (ra)'a yazdı Abdullah ve Ubeydullah Irak'tan aldıkları malları Medine'de sattılar ve anaparayı Ömer'e getirdiler

Halife şöyle dedi:

Ebû Mûsa bütün orduya, sizin gibi kredi dağıttı mı?

"Hayır" cevabım alınca da:

Öyleyse anaparayla birlikte elde ettiğiniz kârı da beytü'l-mâle iâde ediniz, dedi

Ubeydullah şöyle dedi:

Mal yolda helak olsaydı tazmin edecektik

Bu arada bir sahabî söz alarak şöyle dedi:

Ey Ömer, bu sermayeyi kredi olarak kabul ediniz, yani bunu "mudârebe şirketi" olarak değerlendiriniz

Böylece, anaparanın tümü ve kârın yarısı beytü'l-mâle, kârın diğer yarısı da Hz Ömer'in iki oğluna verilecekti Ömer (ra) buna razı oldu ve hüküm uygulandı (ez-Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 113)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ŞİRKETLER İLE İSLAM'IN KABUL ETTİĞİ ŞİRKETLER ARASINDA BİR UYUMSUZLUK VAR MIDIR? Piyasada bulunan şirketler ile İslam'ın kabul ettiği şirketler arasında uyumsuzluk bulunup bulunmadığını anlamak için her ikisini gözden geçirmek gerekir O zaman birbirine uyumlu mu, uyumlu değil mi ortaya çıkar
İslam'da şirket iki kısma ayrılır

1- Mülk şirketi,
2- Akid şirketi

Mülk şirketi; veraset, hibe gibi bir yol ile iki kişi veya daha fazla kimsenin bir şeye malik olmalarıdır Bu şirkette ortak olanlardan hiç birisi ortağın izni olmadan müşterek malda tasarruf edemez
Akid şirketi de beş kısma ayrılır:

1- Şirketü'l-a'mal veya şirketü'l-ebdan, yani iş şirketidir Mesela terzi, marangoz, simsar ve hamal gibi bedenen çalışan kimseler bir araya gelerek yapacakları çalışma neticesinde elde ettikleri mahsulde ortak için akid yaparlar Bu şirket uzun bir zaman için olabileceği gibi kısa bir zaman için de olabilir Bunun sermayesi para veya başka bir çeşit mal değildir Sermaye, beden ve çalışmalıdır
2- Şirket-i müfavezedir Bir şirket, sermaye, kar ve taşarufta müsavi olmak üzere ortakların yaptıkları akitdir Bu ortaklıkta ortaklardan birisi üzerine gasb ve kefalet gibi bir sebeble bir şeyterettüp ederse diğer ortaklara da terettüp eder Çünkü bu şirket hem kefalet, hem de vekalet akitlerini içine alır, bunun sermayesi maldır
3- Şirketü'l-vücuhtur Birden fazla kimsenin sermayeleri olmadığı halde itibar ve şerefe dayanarak veresiye mal alıp satmak ve karı bölüşmek üzere yaptıkları akittir Bu şirkette sermaye; kredi ve itibardır
4- Şirket-i İnandır Bu şirket ticaret yapmak gayesiyle birkaç kişinin bir araya gelip müşterek bir sermaye meydana getirerek üzerine akit yapmalarıdır Bu şirkette ortakların koydukları hisselerin ve ortaklar için şart koşulan kazanç nisbeti eşit olabileceği gibi farklı da olabilir
Hangi çeşit olursa olsun ortaklardan birisi yönetici veya muhasebeci olarak tayın edilirse kendisine maaş bağlanmaz Ancak Hanefi mezhebinde kazançtan hissesi daha yüksek tutulabilir Mesela beş kişi bir araya gelerek her birisi birer milyon lira getirip şirket kurar ve aralarından birisini yönetici olarak tayın ederlerse belli bir nisbette kendisine maaş baülanmaz Ancak yönetici için kazancın yüzde kırkı, diğer ortakların her birisi için de yüzde onbeşi olmak üzere anlaşma yaparlarsa caizdir Şafii mezhebine göre bu dört çeşit şirketten yalnız ‚İnan şirketi caizdir Ayrıca bir ortak diğer ortakların izni olmadan ne veresiye verebilir, ne de müşterek malı bir yere götürebilir
5- Mudarabe şirketidir Bir taraftan sermaye diğer taraftan çalışma olmak üzre iki kişi veya daha fazla kimseler arasında kurulan bir çeşit ortaklıktır Müdarebe ortaklığı İslam'dan önce halk arasında yaygın bir halde idi Peygamber (sav) geldikten sonra bu tip mu'amele devam etti Ve buna engel olmadı Ayrıca bu hususta icma!-ı ümmet de vaki' oldu Bu şirket, icab ve kabul ile mün'akid olur Mesela, sermaye sahibi birisine; kazancı aramızda yarı yarıya bölmek üzere şu sermayeyi al, çaıştır dese o adam da kabul ettim dediği takdirde bu şirket mün'akid olmuş olur Para sahibi çalışan kimseye "falan vakitte şu malı al, sat veya falan memlekette alış veriş yap" gibi bir şart koşarsa sarta ri'ayet etmek icap eder Şayet alış-verişte ziyan olursa kazançtan düşürülür Kazanç yok ise ziyan sermayeye yüklenir

Bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra günümüzdeki diğer şirketleri gözden geçirelim
Şirket, mevcut kanunlara göre iki çeşittir

1- Şahıs şirketi,
2- Mal şirketidir

Mal şirketi sadece sermayeye dayanıp ortakların kendisinde rolü olmayan şirkettir Bu şirket Anonim şirketidir Bu şirket bir ünvana sahib, esas srmayesi mu'ayyen ve paylara bölünmüş olan ve borçlarından dolayı yalnız mevcut mala göre sorumlu olan bir şirkettir Ortakların mesuliyeti, taahhüt etmiş oldukları sermaye payları ile mahduttur Yani infisah etmiş olsa dahi şirket borcundan dolayı şirketlerin şahsen dava ve takip edilmelerine kanunen imkan yoktur
Hususi kanunlarda aksine hüküm olmadıkça esas sermaye miktarı beşyüzbin Türk lirasından aşağı olamaz, kurulması için, şirkete pay sahibi enaz beş kurucunun bulunması şarttır Bu şirket, şahıs şirketi olmadığı ve iflas halinde ortaklar şirket borcundan sorumlu sayılmadıkları için İslam'a uygun sayılan bir şirket değildir Şirket, iflas veya infisah halinde ortaklar, hisseleri nisbetinde şirket borcundan sorumludur şeklinde ufak bir tadılat yapılırsa İslamı şekle dönüşebilir
Şahsi şirket ise üç kısımdır

1- Komandıt şirketi: Ticari bir işletmeyi bit itcaret ünvanı altında işletmek maksaddıyla kurulan ve şirket alacaklarına karşı ortaklardan bir veya birkaçının mesuliyeti tahdit edilmemiş ve diğer ortak veya ortakların mesuliyeti mu'ayyen bir sermaye ile tahdit edilmiş olan şirket komandıt şirkettir
Mes'uliyeti mahdut olmayan ortaklara komandıte mesuliyeti mahdur olanlara komandıter denir
Bir komandıt şirketin iflası halinde şirket alacakları, alacaklarını almadıkça ortaklar şahsi alacaklar için şirket mallarına müracaat edemezler Bu şirket bu haliyle yani başka şartlarla rayından çıkarılmazsa İslam'a muhalif sayılmaz Ancak sorumluluk hususunda komandıte ilekomandıter arasında fark yoktur Yani dinen omandıte hissesi nisbetinde sorumludur
2- Limited şirketi, iki veya daha fazla hakiki veya hükmi şahıs tarafından bir ticaret ünvanı altında kurulup ortaklarının mes'uliyeti, koymasını ta'ahhüt ettikleri sermaye ile mahdut ve esas sermayesi mu'ayyen olan şirkete limited şirketi denir
Ortakların sayısı ikiden az ve elliden çok olamaz
Limited şirketinde, sermayenin enaz onbin Türk lirası olması şarttır Bu şirkette ortak olanların mes'uliyeti, koydukları sermaye ile mahdut olduğu ve iflas halinde kendi özel mallarına sirayet etmediği için İslam'ın kabul attıği şirket anlayışına ters düşer Bununla beraber ufak bir ta'dilatla muhalefet ortadan kalkar
3- Kollektif şirketi, ticari bir işletmeyi bir ticaret ünvanı altında işletmek maksadıyla hakiki şahıslar arasında kurulan ve ortaklarından hiç birisinin mes'uliyeti şirket alacaklılarına karşı tahdit edilmemiş olan şirkettir
Ortaklar, şirkette borç ve ta'ahhütlerinden dolayı müteselsilen ve bütün mallarıyla mesuldurlar Bu şirket, şirketü'l-i'nana yakındır Hülasa kollektif şirketi İslam'a muhalif olan şartlarla rayından çıkarılmazsa dinen onda hiç bir sakınca yoktur Komandıt şirketde de komandıt ile komandıter koyduğu hissesi nisbetinde sorumlu olursa onda da sakınca yoktur Fakat Anonim ile Limited şirketlerde sorumluluk müşterek sermayeye bölündüğü için İslam'a muhalif olur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TABAKAT-I FUKAHA NE DEMEKTİR? KAÇA AYRILIR? Tabakat-ı Fukaha: Fakihlerin mertebeleri demektir Hanefi alimleri yedi mertebeye ayrılırlar

1- MÜCTEHİD FİŞ-ŞER'İ: Mutlak müctehid demektedir Bu tip müctehid Kur'an-ı Kerim ile sünnetin ışığı altında bir takım usul ve kaideler tesis ederek bir yol çizmiş ve şer'i meseleleri ona irca' etmiştir Bu durumda onların sayıları çoktur Kesin bir rakam vermek mümkün değildir İmam-ı a'zam, İmam Malık, İmam Şafii, Ahmed b Hanbel, Süfyan-ı Sevri, Süfyan b Uyeyne, Said b Müseyyeb bunlardandır Ancak bunların bir kısmının mezhebi yayılamadı, bir kısmı yayılıp bir müddet devam etti, bilahare silinip gitti Bir kısmı ise devam etmektedir Bunlar da İslam alanında meşhur olan dört mezheptir
2- MÜCTEHİD FİL-MEZHEB: Bunlar şer'i delillere baş vurduklarında ictihad edebilecek bir yeteneğine sahip kişilerdir Ancak bir müctehidi mutlakın tesis ettiği halde ve usulüne göre ictihadda bulunurlar Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Müzeni gibi şahıslar bu mertebedendir
3- MÜCTEHİD FİL-MES'ELE : Mesailde ictihad gücüne sahip kişilerdir Ne usulde ne de füru'da müctehidi mutlaka muhalefet edemez Yalnız müctehidin görüşü bulunmayan meselelerde müctehidin kaide ve usulüne uygun bir şekilde ictihad edebilir Tahtavı, Serahsi ve Kerhi gibi kimseler bu tabakaya dahildiler
4- MUHARRİC: Bu tabakaya dahil olan fukaha ictihada Kadir değildir,fakat müctehidden gelen ve birkaç ihtimalı bulunan kavlin ibhamını izale edip açıklayan kimselerdir Razı ve Cürcani gibi kimseler bu tabakaya dahildirler
5- MURACCİH: Bu tabakaya dahil olanlar ictihada Kadir olmamakla beraber, müctehidden gelen iki görüşten birisini delillere dayanarak tercih edebilen kimselerdir Kuduri ve hidaye sahibi Merginanı gibi kimseler bu tabakaya dahildirler
6- MÜMEYYİZ: Bu tabakadaki fakihlerde yukarıdaki rütbelerden birisinde olmadığı halde, zahir el-Mezheb, zahir el-Rivaye ve rivayeti nadıreyi birbirinden fark eden ve bilen kimselerdir Muhtar ve Kenz sahibi kimseler bu tabakadan sayılırlar
7- SADE MUKALLİD: Bu sınıftaki fakihler yukarıda zikredilen mertebelerden hiç birisine yetişememiştir Ancak; Mezhebin messailini ezberleyip eserlerinde derleyen kimselerdir Haskefi ve İbn Abidin gibi kimseler bu tabakaya dahildirler, diyorlar Şafi mezhebine göre ise fakihlerin durumu üç mertebeye ayrılır:

1- Müctehidi Mutlak,
2- Müctehid fil-Mezhep,
3- Müctehid fil –Mesail veya Müraccıh'tır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TABAKAT-I MESAİL NE DEMEKTİR, KAÇA AYRILIR?
Tabakat-ı Mesail: Fıkhı meseleler mertebesi demektir Fıkhı meseleler üç mertebeye ayrılır:

1- Zahir el-rivaye veya Zahir el-mezhebtir:

Bu imam Muhammed'in yazdığı meşhur altı eserinde yer alan meselelerdir, bu eserler de şunlardır:

a) el-Mebsut
b) el-Camius-Sağır
c) el-Camiul-Kebir
d) ez-Ziyadat
e) es-Siyer es-Sağır
f) es-Siyer el-Kebir

İmam Muhammed kendi sözlerini bu kitaplarla tesbit ettiği gibi İmam A'zam ile İmam Ebu Yusuf'un sözlerini de yazıp tesbit etmiştir

2- Nevadır veya gayri zahir el-Mezhep:

Yukarıda adı geçen kitaplardan başka İmam-ı Muhammed'in yazdığı eserlerde yer alan mesaildir Bu kitaplarda şunlardır:
Keysaniyat, Haruniyat, Curcaniyat, Rakkıyat'tır Ayrıca İmam-ı Ebu Yusuf'un Emalı isimli kitabında bulunan meselelerde bu kabıldendir Emalı kelimesi imlanın çoğuludur, imla ise not etmek demektir Rakkiyat kitabı İmam-ı Muhammed'in RAKKA isimli şehirde kadı iken derlediği meselelerdir Keysaniyat da İmam-ı Muhammed'in Süleyman b Şuayb el-Keysani'ye not ettirdiği meselelerdir Haruniyat ise; İmam Muhammed'in, Harun er-Reşid zamanında derlediği meselelerdir

3- Vakıat:

Bunlar mezhepte hükümleri beyan edilmemiş, belki Hanefi fakihleri tarafından hükümleri belirtilmiş meselelerdir Buna Nevazılde denir Bu hususta ilk yazılmış eser Ebu Leyses-Semarkandı'nin "Nevazıl” adlı kitabıdır Zahir el-Mezhep kavli var ise başka kavil ile fetve vermek caiz değildir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAFSİLÎ İMAN

Ehl-i Sünnet imamları ve Tevhid ilmi âlimleri, "İslâm'da imanın hakikati nedir, aslî imanın rükünleri nelerdir, iman ile salih amel arasındaki münasebet nedir?" sorularının cevabını incelerken, kısacası, "İman" bahsini işlerken, "İcmalî ve Tafsilî" iman konusuna da temas etmişlerdir Biz burada, ansiklopedi maddeleri arasında yer alan "Tafsilî İman" konusunda muteber ana kaynaklarda geçen bilgileri özetleyeceğiz
Mutlak iman'ın rükünleri ve temel esasları olduğu gibi, "Tafsilî İman"ın da rükünleri, temel esasları ve dereceleri vardır Bunların her biri hakkındaki bilgiye ve tasdikin niteliğine göre, Ehl-i Sünnet âlimleri, "Tafsilî İman"ın üç derecesi olduğunu söylemişler, herbirinin temel esaslarını ve özelliğini beyan etmişlerdir
Tafsilî imanın birinci derecesi: Şu üç büyük temel esasa inanmaktır:
1- Allahu Teâlâ'nın varlığına, birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mabud olduğuna, bütün kemal sıfatlarla muttasıf, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna,
2- Hz Muhammed (sav)'in Allah'ın kulu ve son peygamberi (Hâtemu'l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere ve tüm insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine,
3- Ölümden sonra dirilmenin (Ba'su ba'de'l-mevt),Ahiretin, yani "İkinci Hayat"ın, "Ahiret Ahvâli" denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerın hak ve gerçek olduğuna kesin olarak (yakînen) inanmaktır
Tafsilî imanın ikinci ve daha yüksek derecesi: "Âmentü" de ifadesini bulan ve her müslümanın şeksiz şüphesiz inanması gereken altı iman esasına inanmaktır Bunlar; Allah'a, Meleklerine, Kitâplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kaza ve Kadere (hayır ve şerrin Allah'dan, O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır Bu esaslar; Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok âyetlerde bazen birkaçı, bazen hepsi bir arada beyan edilmiştir Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitap'a ve daha önce indirdiği kitap'a iman edin Kim; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisâ, 4/136) Ayrıca bk el-Bakara, 2/177, 185 Kaza ve kadere iman ise, Allah'a ve mukaddes sıfatlarına (özellikle ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına) imanın tabi bir neticesidir (Bk el-Kamer 54/49, el-Furkan 25/2, Fussilet 41/12, el-Hadid 57/22, et-Tevbe 9/51) Hz Ömer (ra)'ın Peygamberimiz (sas)'den naklettiği meşhur "İman, İslâm ve İhsan " hakkındaki Cibril hadisinde, kaza ve kadere iman ayrıca zikredilmişti Bu meşhur hadise göre "İman nedir?" sorusuna cevaben peygamberimiz iman esaslarını; "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın da, şerrin de Allah'dan olduğuna inanmaktır" diye açıklamıştır Bu hadis, Sünen-i Ebi Davud hariç Kütübü Sitte'de (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce) mevcut olup, hadis ilminde tevâtür derecesine ulaşmıştır Bu bakımdan İslâm âlimlerince kaza ve kadere iman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yer almıştır (Bk Kaza ve Kadere İman maddesi)
Kur'an'a, Sünnete ve İslâm âlimlerinin icmâına göre İslâm'da iman esaslarının birincisi, Allahu Teâlâ'ya imandır Çünkü diğer esaslara iman, önce bu ana esasa inanmaya bağlıdır Ancak, Allah'a iman etmek; yalnız Hak Teâlâ'nın yüce Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda o ilâhî varlığın Zâtı hakkında vâcip (zarûrî) olan Kemal Sıfatları ile, yüce Zâtının vasfedilmesi imkânsız olan noksan sıfâtları ve Zât-ı İlâhisi hakkında inanılması câiz olan sıfatları icmalî veya tafsilî olarak bilmek ve onlara inanmakla olur "Allahu Teâlâ'ya İman" sözünden maksat işte budur (Bkz Allah'a İman maddesi)
İslâm'da iman esaslarından ikincisi; Allahu Teâlâ'nın melekleri olduğuna inanmaktır Melekler, Hak Teâlâ'nın kelâmı olan vahy-i ilâhiyi, Allah'ın peygamberlerine, semavî âlemden, insanlık âlemine nakleden Allah Elçileri, bu âlemin nizamını sağlayan ilâhî vasıtalar, nuranî varlıklardır O halde, vahy-i ilâhiye ve peygamberlere inanmak, ancak meleklere inanmakla olur Diğer bir tabirle; peygamberlere inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına inanmak gerekir Bu bakımdan, meleğin varlığına iman, peygamberliğe de iman demektir Meleği inkâr ise, peygamberliği de inkâr manasına gelir İşte bu sebepledir ki, meleklere iman, iman esasları esasında Allah'a imandan sonra yer almış, daha sonra da, kitaplara ve peygamberlere iman etmek zikredilmiştir "Peygamber, Rabbi tarafından indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar Her biri, Allah'a, melek/erine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar" (el-Bakara, 2/285)
Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde meleklerin, diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat canlı varlıklara mahsus olan yemek içmek, uyumak, evlenmek gibi hallerden uzak, erkeklik ve dişilikle vasıflanmayan nuranî ve lâtif varlıklar olduğu, kendilerine verilen büyük işleri yapmaya, en kısa zamanda, en uzak mesafeleri katetmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ'nın mükerrem kıldığı şerefli yaratıkları oldukları beyan olmuştur Bu bakımdan melekler, itibarî birer varlık olmayıp, Hak Teâlâ'ya asla isyan etmeyen, O'nun emirlerini usanmadan ve noksansız yerine getiren, nûranî, masum (günahsız) ve mükerrem kullardır: "Onlar, Allah'ın emirlerine isyan edip karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar" (et-Tahrim, 66/6, el-Enbiyâ, 21/26) (Bk Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelâm), I, 402-403-7 baskı İst 1984; Bk Meleklere İman maddesi)
Semavî kitapların hepsine iman, iman esaslarındandır: Hak Teâlâ'nın insanlar arasından seçtiği "Nebî ve Resul" adı verilen, dilimizde "Peygamber" diye anılan mümtaz ve seçkin şahsiyetlere, yalnız kendi milletlerine veya bütün insanlara tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ "İIâhî Kitaplar" indirmiştir Bu kitaplar, lâfız ve mana bakımından Allah Kelâmı olup, her şeyden önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel yollara sevketmek suretiyle hak ve ilâh hidayet nuruna kavuşturmak için indirilmiştir O halde "Mukaddes Kitapları" beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri onlara bildirmek için peygamberlere, peygamberlik iddiasında olan bir zâtı Allah'ın elçisi olarak kabul edebilmek için de, kendine vahyedilen bir kitap veya suhufa ihtiyaç vardır Bu sebepledir ki; mü'min bir müslüman olabilmek için, Allah'a ve meleklerine imandan sonra, ilâhî kitaplara ve peygamberlere iman etmek şarttır Her peygambere niçin bir kitap veya suhuf verildiği şu ayeti kerimede beyan edilmektedir: "İnsanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hükmetmek için peygamberlerle beraber hak (ve gerçek) kitaplar da indirildi" (el-Bakara, 2/213) Kendisine müstakil bir kitap veya suhuf verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilen ilâhî kitap veya suhufa tabi olmuşlar, kendi milletlerine onun hükmünü talim ve telkin etmekle emredilmişlerdir Bu sebeple İslâm dini, yalnız Kur'anı Kerime değil, daha önce dünya milletlerine indirilen Mukaddes Kitaplar"ın hepsine iman etmeyi emretmekte, bütün ilâhi kitap ve suhufa inanmayı, iman esaslarından saymaktadır Ancak bu kitap ve suhufun tamamının isimleri ayrı ayrı zikredilmediğinden, bunlardan, Kur'an'da isimleri zikredilen mukaddes kitaplara ayrı ayrı inanmak, her birinin Allah kelâmı olduğunu kalp ile tasdik etmek lâzımdır Bu kitaplar; Musa (as)'a indirilen Tevrat, Dâvud (as)'a indirilen Zebur, İsâ (as)'a verilen İncil ile, Hz Muhammed (sas)'e indirilen en son ve en mükemmel ilâhi kitap Kur'an-ı Kerim'dir Ayrıca yüz Suhuf", sahifeler halinde indirilmiştir Sahih hadislere göre bunlardan (10) adedi Hz Âdem'e, (10) adedi Hz İbrahim'e, (50) adedi Hz Şit'e ve (30) adedi de Hz İdris (aleyhisselâm)'a verilmiştir Bu sebeple, tafsilî olarak, bütün peygamberlere indirilen "İlâhi kitaplar''ın ve "Suhuf”un tamamına inanmak her müslümana farzdır (age, I, s 419-422) (Bkz Kitaplara iman maddesi)
Bütün peygamberlere iman, iman esaslarındandır:
Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok ayetlere ve peygamberimizin hadislerine göre, İslâm'da İman esaslarından biri de; Allahu Teâlâ tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlere iman etmektir Hz Âdem'den, Hz Muhammed (sas)'e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanmak, iman esasları arasında mühim bir rükündür Çünkü, İlâhî kitapları insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygamberlere iman edilmeden, mukaddes kitaplara iman etmek mümkün değildir Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere iman, onlara vahyolunan kitaplara imanla birlikte zikredilir (Bkz el-Bakara 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) Gerçek şudur ki, peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olamaz Çünkü peygamberler Hak Teâlâ'nın, insanları irşad için gönderdiği birer elçi olarak, ilâhî hükümleri yalnız tebliğ etmekle kalmazlar, aynı zamanda bu hükümleri bizzat tatbik eder ve günlük hayatımızda nasıl uygulanacağını gösterirler Peygamberler, özünde ve sözünde doğru ve sadık her zaman, dürüst, emin, iyi ve güzel birer örnek oldukları için, insanlara tesir eder, onlara iman aşılar, peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklik yaparlar Bu bakımdan manevî bir hediye ve ilahî bir mevhibe olan peygamberlikten hiçbir millet mahrum bırakılmamıştır Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de: "Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (yani bir peygamber) gelip geçmiş olmasın" (Fâtır, 35/24) "Her milletin bir peygamberi vardır" (Yunus, 10/47) buyurulmuştur Kur'an-ı Kerîm müslümanlara, yalnız İslâm peygamberi Hz Muhammed (sas)'e değil, dünya milletlerine gönderilen bütün peygamberlere de iman etmeyi emretmiştir (Bk el-Bakara, 2/136)
Bu esasa göre müslümanların, Kur'an-ı Kerîm'de adları zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı inanmaları, ayrıca adları bildirilmeyen diğer peygamberlere de toplu olarak iman etmeleri gerekir Nitekim Hak Teâlâ: "Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik" (en-Nisâ, 4/164, el-Mü'min, 40/78) buyuruyor Kur'an-ı Kerîm'de yalnız 25 peygamberin adı geçmektedir ki her birine iman gereklidir, Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvut, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, İlyesa, Zekeryya, Yahya, İsâ ve Hz Muhammed (Salavatallahu aleyhim ecmaîn)'dir
İslâm'a göre insanlara gönderilen ilk peygamber Âdem (as), bütün insanlık âlemine gönderilen peygamber ise, Hz Muhammed (sas)'dir "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik" (Sebe, 34/28) 0 "Hatemü'l Enbiyâ”dır, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur Peygamberlik onunla son bulmuştur Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir Ehl-i Sünnete göre peygamberlerin adedi şu kadardır diye sınırlamamak daha doğrudur Aksi halde, peygamberlerin adedini artırmak veya eksiltmek gibi bir hataya düşmek ihtimali vardır Bu ise asla doğru olmaz (Bk Seyyid Ali el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III,182-190; Sadeddin et-Taftazanî, Şerhu'l-Makâsıd, II, 128-129) (Bk Peygamberlere İman maddesi)
Ahiret'e, İkinci Hayata, Ba'su ba'de'l-mevte ve Ahiret ahvaline yakînen iman, İslâm'da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür Ahiret; ölümden sonra başlayacak olan yeni ve sonsuz (ebedî) bir hayattır Bu hayat, berzah hayatı" denilen kabır hayatı ile başlar Yani kabır, Ahiretin ilk merhalesi ve ilk durağıdır Sonra zamanı gelince, Hak Teâlâ'nın emir ve iradesiyle bu dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok edilecek, "Kıyâmet" kopacak, yeni ve sonsuz bir âlem kurulacaktır Bütün ölüler o gün ruh ve cesetleriyle birlikte diriltilecek ve "Mahser"de toplanarak Allah'a hesap vereceklerdir Ameli iyi (salih) olanlar, "Sırat"ı geçerek "Cennet"e, kötü olanlar ise geçemeyerek Cehennem"e gireceklerdir Bütün bunlar ve din günündeki diğer hadiseler, Ahiret hayatını teşkil eder Ahiretin bu safhası, ölümsüz ve sonsuz (ebed) bir hayattır Dinî ıstılahta "Ahiret Günü" denince; "İsrâfil (as)'ın Allah Teâlâ'nın emriyle kıyâmeti ilan eden "Sûr"a üflediği "Birinci nefha"dan, ölülerin dirilmesini (Ba'su ba'del mevti) sağlayan "İkinci nefha"ya ve "Mahşer"de Hesap ve Kitap”dan sonra, cennet ehlinin Cennete, cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman, diğer bir görüşe göre, İkinci nefha"dan başlayıp, sonsuz olarak devamedip giden zaman (ebedî hayat)" anlaşılır O halde "Kıyâmet", İsrafil (as)'ın "Sûr'a üfürmesi", bütün insanların yeniden (ruh ve cesetle) dirilmesi (Ba'sû ba'de'l-mevt), "Mahşerde toplanması", herkese "kitap"ının (yani dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlere ait "amel defteri"nin) verilmesi, amellerinin ilâhî "Mizan"da tartılması, herkesin dünyada yaptıgı işlerden "Hesab"a çekilmesi, "Şefaat”, Sırat”, "Cennet" ve "Cehennem" Bunların hepsi, Ahiret gününün hadiseleridir Bunlara; Ahiret ve Ahiret Ahvali" denir İslâm akâidine göre, "Ahiret Günü"ne, yani dünya hayatının kıyametle son bulmasıyla kurulacak olan yeni "Ebed Âlem"e ve oradaki "İkinci Hayat”a kesin olarak (yakînen) inanmak, İslâm'da iman esasları esasında çok önemli bir rükündür Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; " Allah'a ve Ahiret gününe iman edip, salih (iyi ve güzel) amel işleyen kimselerin Rableri yanında büyük ecirleri vardır Onlar için korku yoktur Ondan mahzun da olmazlar” (el-Bakara, 2/62) buyrulmakta; takva sahibi müminler, "Ahiret'e yakînen iman etmek (el-Bakara, 2/8) ile, yani şek ve şüpheden uzak, kesin bir iman ile inanmakla övülmektedirler Gerçekte; yalnız nakl delillerle, yani Kur'an ayetleri ve sahih hadislerle bilinen ve gözümüzle görülmeyen yeni bir âlemin (gâib âleminin), yani Ahiret hayatı"nın hak ve vâki olduğuna inanmak, büyük bir teslimiyet, kâmil bir iman ister Bu bakımdan, Ahirete, yani ikinci hayata, onun ilâhî oluşumundan sayılan, Berzah hayatı"na, ölümden sonra dirilmeye Haşir ve Neşir"e, "Mahşer"e, "Sual ve Hesab"a, "Mizan ve Sırat"a, "Cennet ve Cehennem"e iman, fert ve cemiyet hayatındaki yapıcı tesirleri yönünden İslâm'da İman Esasları" arasında çok önemli bir yer işgal eder Bu sebeple Ahiret inancı olmayan hiçbir semav din yoktur Çünkü bu inanç olmadan ona "Din" demek, mümkün değildir (Bk hiret'e İman maddesi)
Tafsil İman'ın Üçüncü ve en yüksek derecesi:
Hâtemul Enbiya ve Seyyidil mürselin Hz Muhammed tsas)'in, Hak Teâlâ tarafından Kitabullah” (Kur'ân-ı Kerim) ve Peygamberimizin sünneti (sahih hadisler) ile beşeriyete tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin (emir ve yasakların) tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir Daha açık bir tabirle; Allah Kelâmı olduğu kesin olarak bilinen Kur'an Ayetlerinde ve Peygamber (as)'ın sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, anababaya isyan etmek yalan söylemek, alkollü içki içmek, zina etmek ve kumar oynamak gibi haramları, hülâsa her türlü İlâhî emir ve yasakları, iman, islâm ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili din hükümleri ve delillerini gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcib, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek; İslâm'da tafsilî iman derecelerinin en yükseğidir Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (Fıkhî-amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, her birine irade ve ihtiyar ile yakînen inanmayı gerektirir Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasip olur O halde tafsilî imanın dereceleri, her müslümanın imkân, bilgi, meslek ve ilmî ehliyet ve yeteneklerine göre değişir Gerçekte her müslüman, sahip olduğu ilim ve kabıliyet ile orantılı olarak mükellef ve Allah indinde mes'uldur Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayılan "İcmalî İman"dır Çünkü, İslâm binasına ancak bu ana kapıdan girilir Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm akâidinin temel unsurları olan iman esaslarının tamamını bütün gücü ile öğrenmeye gayret etmek, onlara tereddütsüz ve kesin olarak inanarak iman derecelerinde yükselmek, onu kemale erdirmek, her müslümanın aslı görevidir Bu şuur ve gayret içinde olan müslümanlar takva yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, onu olgunlaştırarak kemale erdirmiş olurlar (Bk Şerhu'l-Mevâkıf, III, 182- 190; Şerhu'l-Makâsıd, II, 128- 135; Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, 457; Salih Musa Şeref, Müzekkerat fi't-Tevhid, IV, 167-178, 185-196, Kahire 1952; İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, Fıkh-ı Ekber ve Aliyyul-Kar Şerhi, 76-80; İmamu'-Harameyn el-Cüveyn, Kitabu'l-irsad, 396-398; İslam İnanışları (İlm-i Kelâm), İstanbul 1984, 1, 148-157)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAFSİLÎ İMAN

Ehl-i Sünnet imamları ve Tevhid ilmi âlimleri, "İslâm'da imanın hakikati nedir, aslî imanın rükünleri nelerdir, iman ile salih amel arasındaki münasebet nedir?" sorularının cevabını incelerken, kısacası, "İman" bahsini işlerken, "İcmalî ve Tafsilî" iman konusuna da temas etmişlerdir Biz burada, ansiklopedi maddeleri arasında yer alan "Tafsilî İman" konusunda muteber ana kaynaklarda geçen bilgileri özetleyeceğiz
Mutlak iman'ın rükünleri ve temel esasları olduğu gibi, "Tafsilî İman"ın da rükünleri, temel esasları ve dereceleri vardır Bunların her biri hakkındaki bilgiye ve tasdikin niteliğine göre, Ehl-i Sünnet âlimleri, "Tafsilî İman"ın üç derecesi olduğunu söylemişler, herbirinin temel esaslarını ve özelliğini beyan etmişlerdir
Tafsilî imanın birinci derecesi: Şu üç büyük temel esasa inanmaktır:
1- Allahu Teâlâ'nın varlığına, birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mabud olduğuna, bütün kemal sıfatlarla muttasıf, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna,
2- Hz Muhammed (sav)'in Allah'ın kulu ve son peygamberi (Hâtemu'l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere ve tüm insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine,
3- Ölümden sonra dirilmenin (Ba'su ba'de'l-mevt),Ahiretin, yani "İkinci Hayat"ın, "Ahiret Ahvâli" denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerın hak ve gerçek olduğuna kesin olarak (yakînen) inanmaktır
Tafsilî imanın ikinci ve daha yüksek derecesi: "Âmentü" de ifadesini bulan ve her müslümanın şeksiz şüphesiz inanması gereken altı iman esasına inanmaktır Bunlar; Allah'a, Meleklerine, Kitâplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kaza ve Kadere (hayır ve şerrin Allah'dan, O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır Bu esaslar; Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok âyetlerde bazen birkaçı, bazen hepsi bir arada beyan edilmiştir Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitap'a ve daha önce indirdiği kitap'a iman edin Kim; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisâ, 4/136) Ayrıca bk el-Bakara, 2/177, 185 Kaza ve kadere iman ise, Allah'a ve mukaddes sıfatlarına (özellikle ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına) imanın tabi bir neticesidir (Bk el-Kamer 54/49, el-Furkan 25/2, Fussilet 41/12, el-Hadid 57/22, et-Tevbe 9/51) Hz Ömer (ra)'ın Peygamberimiz (sas)'den naklettiği meşhur "İman, İslâm ve İhsan " hakkındaki Cibril hadisinde, kaza ve kadere iman ayrıca zikredilmişti Bu meşhur hadise göre "İman nedir?" sorusuna cevaben peygamberimiz iman esaslarını; "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın da, şerrin de Allah'dan olduğuna inanmaktır" diye açıklamıştır Bu hadis, Sünen-i Ebi Davud hariç Kütübü Sitte'de (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce) mevcut olup, hadis ilminde tevâtür derecesine ulaşmıştır Bu bakımdan İslâm âlimlerince kaza ve kadere iman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yer almıştır (Bk Kaza ve Kadere İman maddesi)
Kur'an'a, Sünnete ve İslâm âlimlerinin icmâına göre İslâm'da iman esaslarının birincisi, Allahu Teâlâ'ya imandır Çünkü diğer esaslara iman, önce bu ana esasa inanmaya bağlıdır Ancak, Allah'a iman etmek; yalnız Hak Teâlâ'nın yüce Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda o ilâhî varlığın Zâtı hakkında vâcip (zarûrî) olan Kemal Sıfatları ile, yüce Zâtının vasfedilmesi imkânsız olan noksan sıfâtları ve Zât-ı İlâhisi hakkında inanılması câiz olan sıfatları icmalî veya tafsilî olarak bilmek ve onlara inanmakla olur "Allahu Teâlâ'ya İman" sözünden maksat işte budur (Bkz Allah'a İman maddesi)
İslâm'da iman esaslarından ikincisi; Allahu Teâlâ'nın melekleri olduğuna inanmaktır Melekler, Hak Teâlâ'nın kelâmı olan vahy-i ilâhiyi, Allah'ın peygamberlerine, semavî âlemden, insanlık âlemine nakleden Allah Elçileri, bu âlemin nizamını sağlayan ilâhî vasıtalar, nuranî varlıklardır O halde, vahy-i ilâhiye ve peygamberlere inanmak, ancak meleklere inanmakla olur Diğer bir tabirle; peygamberlere inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına inanmak gerekir Bu bakımdan, meleğin varlığına iman, peygamberliğe de iman demektir Meleği inkâr ise, peygamberliği de inkâr manasına gelir İşte bu sebepledir ki, meleklere iman, iman esasları esasında Allah'a imandan sonra yer almış, daha sonra da, kitaplara ve peygamberlere iman etmek zikredilmiştir "Peygamber, Rabbi tarafından indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar Her biri, Allah'a, melek/erine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar" (el-Bakara, 2/285)
Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde meleklerin, diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat canlı varlıklara mahsus olan yemek içmek, uyumak, evlenmek gibi hallerden uzak, erkeklik ve dişilikle vasıflanmayan nuranî ve lâtif varlıklar olduğu, kendilerine verilen büyük işleri yapmaya, en kısa zamanda, en uzak mesafeleri katetmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ'nın mükerrem kıldığı şerefli yaratıkları oldukları beyan olmuştur Bu bakımdan melekler, itibarî birer varlık olmayıp, Hak Teâlâ'ya asla isyan etmeyen, O'nun emirlerini usanmadan ve noksansız yerine getiren, nûranî, masum (günahsız) ve mükerrem kullardır: "Onlar, Allah'ın emirlerine isyan edip karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar" (et-Tahrim, 66/6, el-Enbiyâ, 21/26) (Bk Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelâm), I, 402-403-7 baskı İst 1984; Bk Meleklere İman maddesi)
Semavî kitapların hepsine iman, iman esaslarındandır: Hak Teâlâ'nın insanlar arasından seçtiği "Nebî ve Resul" adı verilen, dilimizde "Peygamber" diye anılan mümtaz ve seçkin şahsiyetlere, yalnız kendi milletlerine veya bütün insanlara tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ "İIâhî Kitaplar" indirmiştir Bu kitaplar, lâfız ve mana bakımından Allah Kelâmı olup, her şeyden önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel yollara sevketmek suretiyle hak ve ilâh hidayet nuruna kavuşturmak için indirilmiştir O halde "Mukaddes Kitapları" beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri onlara bildirmek için peygamberlere, peygamberlik iddiasında olan bir zâtı Allah'ın elçisi olarak kabul edebilmek için de, kendine vahyedilen bir kitap veya suhufa ihtiyaç vardır Bu sebepledir ki; mü'min bir müslüman olabilmek için, Allah'a ve meleklerine imandan sonra, ilâhî kitaplara ve peygamberlere iman etmek şarttır Her peygambere niçin bir kitap veya suhuf verildiği şu ayeti kerimede beyan edilmektedir: "İnsanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hükmetmek için peygamberlerle beraber hak (ve gerçek) kitaplar da indirildi" (el-Bakara, 2/213) Kendisine müstakil bir kitap veya suhuf verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilen ilâhî kitap veya suhufa tabi olmuşlar, kendi milletlerine onun hükmünü talim ve telkin etmekle emredilmişlerdir Bu sebeple İslâm dini, yalnız Kur'anı Kerime değil, daha önce dünya milletlerine indirilen Mukaddes Kitaplar"ın hepsine iman etmeyi emretmekte, bütün ilâhi kitap ve suhufa inanmayı, iman esaslarından saymaktadır Ancak bu kitap ve suhufun tamamının isimleri ayrı ayrı zikredilmediğinden, bunlardan, Kur'an'da isimleri zikredilen mukaddes kitaplara ayrı ayrı inanmak, her birinin Allah kelâmı olduğunu kalp ile tasdik etmek lâzımdır Bu kitaplar; Musa (as)'a indirilen Tevrat, Dâvud (as)'a indirilen Zebur, İsâ (as)'a verilen İncil ile, Hz Muhammed (sas)'e indirilen en son ve en mükemmel ilâhi kitap Kur'an-ı Kerim'dir Ayrıca yüz Suhuf", sahifeler halinde indirilmiştir Sahih hadislere göre bunlardan (10) adedi Hz Âdem'e, (10) adedi Hz İbrahim'e, (50) adedi Hz Şit'e ve (30) adedi de Hz İdris (aleyhisselâm)'a verilmiştir Bu sebeple, tafsilî olarak, bütün peygamberlere indirilen "İlâhi kitaplar''ın ve "Suhuf”un tamamına inanmak her müslümana farzdır (age, I, s 419-422) (Bkz Kitaplara iman maddesi)
Bütün peygamberlere iman, iman esaslarındandır:
Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok ayetlere ve peygamberimizin hadislerine göre, İslâm'da İman esaslarından biri de; Allahu Teâlâ tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlere iman etmektir Hz Âdem'den, Hz Muhammed (sas)'e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanmak, iman esasları arasında mühim bir rükündür Çünkü, İlâhî kitapları insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygamberlere iman edilmeden, mukaddes kitaplara iman etmek mümkün değildir Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere iman, onlara vahyolunan kitaplara imanla birlikte zikredilir (Bkz el-Bakara 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) Gerçek şudur ki, peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olamaz Çünkü peygamberler Hak Teâlâ'nın, insanları irşad için gönderdiği birer elçi olarak, ilâhî hükümleri yalnız tebliğ etmekle kalmazlar, aynı zamanda bu hükümleri bizzat tatbik eder ve günlük hayatımızda nasıl uygulanacağını gösterirler Peygamberler, özünde ve sözünde doğru ve sadık her zaman, dürüst, emin, iyi ve güzel birer örnek oldukları için, insanlara tesir eder, onlara iman aşılar, peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklik yaparlar Bu bakımdan manevî bir hediye ve ilahî bir mevhibe olan peygamberlikten hiçbir millet mahrum bırakılmamıştır Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de: "Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (yani bir peygamber) gelip geçmiş olmasın" (Fâtır, 35/24) "Her milletin bir peygamberi vardır" (Yunus, 10/47) buyurulmuştur Kur'an-ı Kerîm müslümanlara, yalnız İslâm peygamberi Hz Muhammed (sas)'e değil, dünya milletlerine gönderilen bütün peygamberlere de iman etmeyi emretmiştir (Bk el-Bakara, 2/136)
Bu esasa göre müslümanların, Kur'an-ı Kerîm'de adları zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı inanmaları, ayrıca adları bildirilmeyen diğer peygamberlere de toplu olarak iman etmeleri gerekir Nitekim Hak Teâlâ: "Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik" (en-Nisâ, 4/164, el-Mü'min, 40/78) buyuruyor Kur'an-ı Kerîm'de yalnız 25 peygamberin adı geçmektedir ki her birine iman gereklidir, Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvut, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, İlyesa, Zekeryya, Yahya, İsâ ve Hz Muhammed (Salavatallahu aleyhim ecmaîn)'dir
İslâm'a göre insanlara gönderilen ilk peygamber Âdem (as), bütün insanlık âlemine gönderilen peygamber ise, Hz Muhammed (sas)'dir "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik" (Sebe, 34/28) 0 "Hatemü'l Enbiyâ”dır, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur Peygamberlik onunla son bulmuştur Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir Ehl-i Sünnete göre peygamberlerin adedi şu kadardır diye sınırlamamak daha doğrudur Aksi halde, peygamberlerin adedini artırmak veya eksiltmek gibi bir hataya düşmek ihtimali vardır Bu ise asla doğru olmaz (Bk Seyyid Ali el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III,182-190; Sadeddin et-Taftazanî, Şerhu'l-Makâsıd, II, 128-129) (Bk Peygamberlere İman maddesi)
Ahiret'e, İkinci Hayata, Ba'su ba'de'l-mevte ve Ahiret ahvaline yakînen iman, İslâm'da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür Ahiret; ölümden sonra başlayacak olan yeni ve sonsuz (ebedî) bir hayattır Bu hayat, berzah hayatı" denilen kabır hayatı ile başlar Yani kabır, Ahiretin ilk merhalesi ve ilk durağıdır Sonra zamanı gelince, Hak Teâlâ'nın emir ve iradesiyle bu dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok edilecek, "Kıyâmet" kopacak, yeni ve sonsuz bir âlem kurulacaktır Bütün ölüler o gün ruh ve cesetleriyle birlikte diriltilecek ve "Mahser"de toplanarak Allah'a hesap vereceklerdir Ameli iyi (salih) olanlar, "Sırat"ı geçerek "Cennet"e, kötü olanlar ise geçemeyerek Cehennem"e gireceklerdir Bütün bunlar ve din günündeki diğer hadiseler, Ahiret hayatını teşkil eder Ahiretin bu safhası, ölümsüz ve sonsuz (ebed) bir hayattır Dinî ıstılahta "Ahiret Günü" denince; "İsrâfil (as)'ın Allah Teâlâ'nın emriyle kıyâmeti ilan eden "Sûr"a üflediği "Birinci nefha"dan, ölülerin dirilmesini (Ba'su ba'del mevti) sağlayan "İkinci nefha"ya ve "Mahşer"de Hesap ve Kitap”dan sonra, cennet ehlinin Cennete, cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman, diğer bir görüşe göre, İkinci nefha"dan başlayıp, sonsuz olarak devamedip giden zaman (ebedî hayat)" anlaşılır O halde "Kıyâmet", İsrafil (as)'ın "Sûr'a üfürmesi", bütün insanların yeniden (ruh ve cesetle) dirilmesi (Ba'sû ba'de'l-mevt), "Mahşerde toplanması", herkese "kitap"ının (yani dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlere ait "amel defteri"nin) verilmesi, amellerinin ilâhî "Mizan"da tartılması, herkesin dünyada yaptıgı işlerden "Hesab"a çekilmesi, "Şefaat”, Sırat”, "Cennet" ve "Cehennem" Bunların hepsi, Ahiret gününün hadiseleridir Bunlara; Ahiret ve Ahiret Ahvali" denir İslâm akâidine göre, "Ahiret Günü"ne, yani dünya hayatının kıyametle son bulmasıyla kurulacak olan yeni "Ebed Âlem"e ve oradaki "İkinci Hayat”a kesin olarak (yakînen) inanmak, İslâm'da iman esasları esasında çok önemli bir rükündür Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; " Allah'a ve Ahiret gününe iman edip, salih (iyi ve güzel) amel işleyen kimselerin Rableri yanında büyük ecirleri vardır Onlar için korku yoktur Ondan mahzun da olmazlar” (el-Bakara, 2/62) buyrulmakta; takva sahibi müminler, "Ahiret'e yakînen iman etmek (el-Bakara, 2/8) ile, yani şek ve şüpheden uzak, kesin bir iman ile inanmakla övülmektedirler Gerçekte; yalnız nakl delillerle, yani Kur'an ayetleri ve sahih hadislerle bilinen ve gözümüzle görülmeyen yeni bir âlemin (gâib âleminin), yani Ahiret hayatı"nın hak ve vâki olduğuna inanmak, büyük bir teslimiyet, kâmil bir iman ister Bu bakımdan, Ahirete, yani ikinci hayata, onun ilâhî oluşumundan sayılan, Berzah hayatı"na, ölümden sonra dirilmeye Haşir ve Neşir"e, "Mahşer"e, "Sual ve Hesab"a, "Mizan ve Sırat"a, "Cennet ve Cehennem"e iman, fert ve cemiyet hayatındaki yapıcı tesirleri yönünden İslâm'da İman Esasları" arasında çok önemli bir yer işgal eder Bu sebeple Ahiret inancı olmayan hiçbir semav din yoktur Çünkü bu inanç olmadan ona "Din" demek, mümkün değildir (Bk hiret'e İman maddesi)
Tafsil İman'ın Üçüncü ve en yüksek derecesi:
Hâtemul Enbiya ve Seyyidil mürselin Hz Muhammed tsas)'in, Hak Teâlâ tarafından Kitabullah” (Kur'ân-ı Kerim) ve Peygamberimizin sünneti (sahih hadisler) ile beşeriyete tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin (emir ve yasakların) tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir Daha açık bir tabirle; Allah Kelâmı olduğu kesin olarak bilinen Kur'an Ayetlerinde ve Peygamber (as)'ın sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, anababaya isyan etmek yalan söylemek, alkollü içki içmek, zina etmek ve kumar oynamak gibi haramları, hülâsa her türlü İlâhî emir ve yasakları, iman, islâm ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili din hükümleri ve delillerini gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcib, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek; İslâm'da tafsilî iman derecelerinin en yükseğidir Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (Fıkhî-amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, her birine irade ve ihtiyar ile yakînen inanmayı gerektirir Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasip olur O halde tafsilî imanın dereceleri, her müslümanın imkân, bilgi, meslek ve ilmî ehliyet ve yeteneklerine göre değişir Gerçekte her müslüman, sahip olduğu ilim ve kabıliyet ile orantılı olarak mükellef ve Allah indinde mes'uldur Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayılan "İcmalî İman"dır Çünkü, İslâm binasına ancak bu ana kapıdan girilir Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm akâidinin temel unsurları olan iman esaslarının tamamını bütün gücü ile öğrenmeye gayret etmek, onlara tereddütsüz ve kesin olarak inanarak iman derecelerinde yükselmek, onu kemale erdirmek, her müslümanın aslı görevidir Bu şuur ve gayret içinde olan müslümanlar takva yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, onu olgunlaştırarak kemale erdirmiş olurlar (Bk Şerhu'l-Mevâkıf, III, 182- 190; Şerhu'l-Makâsıd, II, 128- 135; Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, 457; Salih Musa Şeref, Müzekkerat fi't-Tevhid, IV, 167-178, 185-196, Kahire 1952; İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, Fıkh-ı Ekber ve Aliyyul-Kar Şerhi, 76-80; İmamu'-Harameyn el-Cüveyn, Kitabu'l-irsad, 396-398; İslam İnanışları (İlm-i Kelâm), İstanbul 1984, 1, 148-157)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAHIYYATÜ'L-MESCID Tahiyye, hürmet, selâmlama, saygı gösterme; tahiyyetü'l-mescid, mescide hürmet, daha doğrusu mescidin sahibi Allah'a saygı gösterme anlamınadır Çünkü insanın gayesi mescide yaklaşmak değil onun sahibi Allah'a yaklaşmak ve onun rızasını elde etmektedir Bu maksatla kılınan namaza da tahiyyetü'l-mescid denir
Tahiyyetü'l-mescid namazı iki rekat olup müstehaptır Bir cami veya mescide girildiğinde oturmadan kılınır Oturulduktan sonra, namaz geçmiş olmayıp yine kılınırsa da, faziletli olan, oturmadan önce kılınmasıdır Nitekim Ebû Katade (ra)'dan rivâyet edilen hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sas); "Sizden biri mescide gelince oturmadan önce iki rekat namaz kılsın" (Ebû Davûd, Salat, 19) buyurmuştur
Bir mescide ziyaret, ders okuma veya okutma gibi bir maksatla giren Müslüman tahiyyetü'l-mescid namazını kılar Bir günde bir kaç defa girilirse, bir defasında kılınması kafidir Dilerse ilk girişinde, dilerse son girişinde kılar Her girişinde kılması gerekmez
Bir mescide her hangi bir namazı kılmak veya farzı eda ve imama uymak niyetiyle girmek de tahiyyetü'l-mescid yerine kaim olur Buna göre bir mescide girince oturmadan önce kılınan her hangi bir namaz tahiyyetü'l-mescid yerine geçer
Kerahet vaktinde tahiyyetü'l-mescid namazı kılınmaz Bir mescide girip de meşguliyetinden veya kerahet vakti olması yahut abdestsiz olması gibi sebeplerden dolayı tahiyyetü'l-mescid namazını kılamayan kimse, "Sübbanellâhi ve'l-hamdü li'l-lâhi ve lâ ilâhe illallahü ve'llâhü ekber" der
 

TaHKaR

Aktif Üyemiz
çok güzeller ve harika konularda bilgiler mevcut arkadaşım evet paylaşmak güzeldirrrrr Allah razı olsun...
 
Üst Alt