NAMAZDA HUŞU ( huzura varış-1-)

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
HUZURA VARIŞ



–1 –







Namaz konusu şüphesiz ki, çok kapsamlı bir konu.

Namazın fıkhî boyutunu, fıkıh alimlerimize havâle ederek,



namazla huzura varışın hakikatini

ve

bu hakikatle birlikte, kendi dünyamızı,



hayatı yeniden keşfetmeye çalışacağız İnşâallah...





Evvelâ, namazla mükellef kılınan insanı tanımamız ve aynı zamanda kainata bakıp, insanın kainattaki yerini, konumunu belirlememiz gerek.



Kur’ân’ın insanı tarifi:



Bunun için, Kur’ân’ın insanı târifine baktığımızda, Allah(c.c), insanı şöyle târif ediyor:

“Halakal insâne fî ahseni takvîm” !!

“Biz insanı en güzel kıvamda yarattık.” !!!(Tîn sûresi, 4)



Evet.. İnsan, kainatta, diğer tüm mahlûkatın üstünde bir mertebede, en mükemmel bir kıvamda yaratılmıştır.

Bu öyle bir kıvamdır ki, Âlemlerin Rabbine en güzel tarzda muhatap olunabilecek bir kıvamdır.

Evet.. Gökleri ve yeri yaratan, Âlemlerin Rabbi, Efendisi olan Allah(c.c), kainatta insanı muhatap almıştır.

Rabbü’l Âlemîn kendisini, tüm isimleriyle tanıyabilecek bir mâhiyette insanı yaratmış, kainatta tecelli eden bütün isimlerine, insanı bir merkez yapmıştır.

Bir koyun, bir ağaç, bir taş gibi değildir insan. İnsan tüm bunların, cinlerin de üzerinde bir mertebede Rabbü’l Âlemîn’e muhataptır. Hatta meleklerden de üstün yaratılmıştır ..



Bir melâike, Rabbinin Rezzak(rızıklandıran) ismini nasıl tanır?



Meleklerin gıdası nedir? Sohbet, zikir meclisleri, nur ve latif,hoş kokulardır. Melâike, Rabbinin Rezzak ismine bu tarzda mazhardır. Soframızdaki salatanın tuzunu sorsak, melek tuzu bilmez ki, salatayı bilmez... İşte insan, hem sofradaki tuzla, hem sohbetteki rızıkla, yani hem maddi rızkıyla, hem de mânevî rızkıyla, Rezzak olan Rabbini tanır.



Alemin Misâl- musağğarı(küçültülmüş nümunesi) olan insan:

Yani,

Allah, kainatı yaratmış, kainata isimleriyle tecelli etmiş, binbir isminin nakışlarıyla kainat sarayını işlemiş, ve bu sarayın bütün nakışlarını, bu sarayın merkezinde olan , sarayın ve sakinlerinin kendisine hizmetkar olduğu insanada nakşetmiştir.



Kainatı binbir ismiyle dokuyan , aynı nakışla, insanı kainatın küçük bir nümunesi gibi dokumuştur.

İnsan küçük bir âlemdir. Âlemin küçültülmüş bir misalidir.

Kainatta ne varsa, Allah insanın hakikatine onu öz olarak yerleştirmiştir.

Âdeta âlemde ne varsa, insanda nümunesi vardır.

Kainat küçültülse insan, insan büyültülse bir kainat olur...



Şu kainattaki muazzam faaliyetin bir misali de insanda cereyan eder.

Bizim de bedenimizde de sürekli bir faaliyet vardır.

Durmadan nefes alırız,

dimağımız fasılasız çalışır,

saçlarımız uzamaya devam eder,

hücrelerimiz durmadan değişir.(Kainat da, sakinlerini durmaksızın değiştirmiyor mu?)

Bir bebeğin büyüyen parmaklarıyla birlikte, ağacın dalları da beraber büyürler.

Dökülen saçlarımızla, sonbahar birlikte kendini hissettirirler.

Sonbaharda pek çok mahlûkat veda ederken kainata, sonbaharda vefat olayları sıklıkla yaşanır.



(Görüntümüzden misalle): İnsanın saçları, ormanlara işarettir... Tüylerimiz nebâtata,bitkilere işarettir. Damarlarımızda kanın deverânı, akan nehirlere işaret; ağzımızda ve kulaklarımızda ki sıvılar, tatlı acı sulara işaret.. Vücudumuzdaki eğri büğrü yerler dağlara düz yerler ovalara işaret eder ve hâkezâ...

Evet..

İnsan yaratıldığı gibi, kainatta yaratılmıştır.

İnsanın bir gençliği,ihtiyarlığı olduğu gibi, kainatın da vardır.

İnsan vefat edeceği gibi, kainatta bir gün vefat edecektir.

İnsan küçük bir âlemdir yani..



Kainat insana hizmetkâr:



İnsan, kainatın merkezinde yaratılmış ve kainat, insana hizmetkâr edilmiş...

Kur’ân’ın tarifinde: Yeryüzü insana bir döşek gibi serilmiş, bir beşik gibi insanın içinde huzur duyacağı bir hâlde yaratılmış...Güneşe insanın bir lambası, bir sobası olma vazifesi verilmiş, yıldızlar kandiller hükmünde, gecenin karanlığında, insana ikram edilmiş...

Havasıyla, güneşiyle, toprağıyla, her an ahengi muhafazada, dengede tutulan bu kainat, insan için bir hizmetkâr, bir binek, bir döşek, bir sofra, bir çarşı-yı âlem.... İnsan için saray gibi döşenmiş, süslendirilmiş, onun hizmetine verilmiş... Kainat sarayının sofralarında, insan iştahsız da bırakılmamış, tüm sofralardan istifade edebileceği, sınırsız bir ihtiyaç verilmiş.



Kainat her yönüyle insanı ilgilendiriyor:



İşte, Cenâb-ı Mevlâ, kainatta ne varsa, tüm nimetlerin uçlarını insanla bağlamıştır. Yani, insan kainatın her tarafıyla alâkadar bir vaziyette yaratılmıştır. Yanıbaşımızdaki bir olayı merak ettiğimiz gibi, Mars araştırmalarını da merak etmez miyiz?..



Evet..Biz, bu kainatın bütünüyle alâkadarız.... Dağıyla, taşıyla, toprağıyla, yıldızıyla, çiçeğiyle, mercanlarıyla...herşeyiyle, kainat bizim için yaratılmıştır.. Kalbimiz, âlemin tamamına muhabbet edebilecek bir kabiliyette halk olunmuş...

Kainatı bir bütün olarak algılar ve öyle severiz.. Ne bu boncuk mavisi gökyüzü olmaksızın, ne de yeryüzünün ziynetleri olan çiçekleri görmeksizin bir dünya hayal edebilir misiniz?



Bir kedinin dünyası ne kadar da sınırlıdır...



Bir serçenin âlemi de kendine göredir. Cinlerin âlemi de, insana nisbetle sınırlı kalır. Melâikelerin ise, yalnızca mânevî boyutlu bir âlemleri vardır.

Oysa bizler, kainattaki diğer tüm mahlukattan, diğer tüm yaratılanlardan farklıyız....

Yalnızca maddî bir bedenden ibâret değiliz.. Rabb’ül Âlemin, bizlere akıl, kalp, ruh gibi latifeler ihsan etmiştir. Nasıl ki, maddi midemizin rızka, gıdalanmaya ihtiyacı vardır, bu manevi latifelerimiz, hislerimiz de bir rızık isterler.



Meselâ kalbimiz, hadsiz şeylere muhabbet edebilecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Ve hadsiz rızıklar ister.

Kalbin rızkı Muhabbetullahtır. Kalp, ebedi bir sevgiliden başkasına razı olmaz.. Gelip geçen muhabbetler, kalbi huzurlu kılmaz.. “Kalp ancak, Allah’ı zikretmekle mutmain olur” Rabbinin sevgisiyle huzura erer, gıdasını alır.

Nasılki bize hediye gelen bir kaleme muhabbetimiz, aslında, onu bize hediye eden kişiye duyduğumuz muhabbettir. Dostumuzdan geldiği için kalemi severiz.

Ve dostumuzun bize gönderdiği değişik hediyelere olan farklı muhabbetlerimiz, bize verdiğinde paylaştığımız hislerin farklılığına göre değişiklik arz eder.

Aynen öyle de, Rabbimizin bize lutfettiği, bu kainatta muhatap olduğumuz herşeye karşı duyduğumuz sevgiler, Rabbimize karşı duymamız gereken bir muhabbettir aslında.

Allah, farklı farklı sevgilere bizi muhatap kılarak, kalbin sofrasını alabildiğince zengin kılmıştır.

Ve biz de o muhabbet sofrasından rızıklanarak, Rahmân’ın bize olan muhabbetini değişik vesilelerle,

farklı tadlarda anlarız.

Aslında vesilenin kendisine değil, meselâ evlâdı verene, arkadaşımızı böylesine tatlı yaratana, yıldızları kandil yapıp göğe asana, denizde yakamozları yaratana, gözlerimize siyah kirpikler takana, velhasıl, tüm muhabbet ettiklerimizi bize muhatap kılana, bu kalbi yaratana ve sinemize yerleştiren Âlemlerin Rabbine ve Rahmânına muhabbet ederiz.

Tüm bu muhabbetler, Rahmânın muhabbetine bir kapıdır. Allah, çeşitli tarzlarda kalbi rızka muhtaç yaratmıştır... ta ki onun Rahmet hazinelerinin zenginliğini ve Rahmetinin enginliğini anlayabilelim...



İnsan, mahlukat içinde en muhtaç olanıdır.



İşte insan yalnız maddeden ibaret değildir.

Kainatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır...

İhtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış...

Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister.

Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder.

Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl’i de görmeye müştaktır.

İşte insan bu hadsiz rızıklara ihtiyaç gösterdiğindendir ki, tüm mahlukatın en muhtacıdır.

Aynı zamanda insan acizdir...

Kalbi yaratmanın, kalbine gelecek bir üzüntüyü, elemi, ya da maddi kalbine gelecek bir hastalığı def’ etmenin acizidir.

Ne arzularını gerçekleştirmeye, ne de korkularını, endişelerini gidermeye kendi iktidarı, kudreti, kuvveti yetişmiyor.... iktidarı kısa, eli kısa, sabrı kısa, ömrü kısadır.
 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Huzura variş 2

HUZURA VARIŞ 2








Buraya kadar anlattıklarımızı özetlersek:



İnsan, ahsen-i takvimde yaratılmıştı.



Rabbi, insanı kendisine muhatap aldığından; insan, Rabbini bütün isimleriyle tanıyabilecek bir kapasitede halk olunmuştu.



İnsan, kainatın âdeta küçültülmüş bir nümunesiydi.



Ve tüm kainat insana hizmetkâr kılınmış, yeryüzü insana bir döşek, bir binek, bir çarşı-yı âlem, bir sofra olarak kılınmıştı. ‘Güneş benim lambam, bir sobam, yıldızlar kandillerim’ diyordu insan.



Böylesi bir âlemde böylesi yüksek yaratılışta olan insan, aynı zamanda aciz ve fakir bir insandı. Emelleri ve elemleri nihayetsiz olduğundan, ihtiyaçlarını ve arzularını gerçekleştirebilecek iktidardan, zenginlikten yoksundu.. İnsan, fakirdi..!

Hem başındaki üzüntüleri, endişe ve korkularını, düşmanlarını izale edebilecek, şerlerden onu emin kılacak bir kudreti yoktu. İnsan, âcizdi..!





İnsanın bu yüksek yaratılışının yanında, bu şekilde aciz, zayıf ve fakir oluşunun elbette bir anlamı vardı.



İnsan Rabbini bütün isimleriyle tanıyabilecek bir tarzda yaratılmıştı. İnsanın mahiyetindeki hadsiz acizlik, rabbinin kudretine dayanıp, Allah’a Kadir ismiyle muhatap olması ve hadsiz bir Kudreti kazanması için verilmişti.

Fakirliğiyle de, ona lutfedilen nimetlerdeki zenginliği, cömertliği, ihsanı, ikramı görüp, Rabbinin Rahmetinin zenginliğini anlıyacaktı insan...



B.zaman, bu konuda şöyle der: “İnsan gayr-i mütenâhî(sınırsız)acz ve fakrıyla beraber Cenâb-ı Hakk’a imânıyla, kudret ve gınâ(zenginlik) ve izzetine (şerefine)mazhar olmuştur. İşte bu mazhariyetten dolayı insan, hayvâniyetten terakki edip, halife-i zemin(yeryüzünün halifesi) olmuştur.”





Yaratılışındaki, acizlik ve fakirlikten dolayı, insanda, bir sığınma ve medet(yardım) isteme ihtiyacı vardır.



Bu insan ya kendisinden daha alt bir konumda olan kainattaki



mahlukata sığınacak, onlardan medet umacak ve



o yüksek makamdan aşağıya sükut edecek,



ya da,



Kadîr’i Mutlakın, Rahim’i Mutlakın dergahına el açacak,



yüz sürecek, Allah’ın kudretine dayanıp, Rahmetine iltica edecektir.



Tüm mahlukatın üstünde bir mertebede yaratılan insan, elbette, kainat cinsinden olmayan bir yaratıcının Kudretine dayanıp, onun Rahmetiyle medet bulacaktır. Halife-i zemin olduğunu gösterecektir.



Allah’ı tanımayan,



Allah’la münasebet kurmayan bir insan,



aczi ve fakrıyla, kime müracaat edecektir?



Kimin kapısına gitse, dilenci vaziyetinde olacaktır. Gittiği kapıdan daha aşağı bir seviyeye düşmüş olacaktır çünkü.



Bir koyuna gidip, süt mü dilenecektir?

Bir ağaçtan meyve mi isteyecektir?

Bir buluttan yağmur mu talep edecektir?

Ya da bir fay hattından kırılmamasını mı rica edecektir?

İnsan bu şekilde, kainatı kendisine güldürmez mi?

Hem zelil, hem rezil olmaz mı?







Zerreden şemse kadar,insan hangi şeye dikkat etse, kendisinin gideceği asıl kapıyı, gözleriyle müşahede eder :



Kainat kitabına baktığımızda, gözümüzle görüyoruz ki, küçücük bir atomdan, koca galaksilere kadar, tüm mevcudat, hadsiz bir ilimle, iradeyle ve kudretle iş görmektedirler.

Bu ilim, irade ve kudret, ne mevcudatın kendisinde vardır, ne de mevcudat, “tesadüfen bu şekilde oluşmuştur” diyebileceğimiz bir tarzdadır.

Herşey, insanı hayretler içerisinde bırakan, bilim adamlarını dehşete düşüren bir sadelik içinde, çeşitli tarzlarda, hassas ölçülerle, intizamlı, dengeli ve ahenklidir. Sanki, kainat, temelde 8 notadan oluşan muazzam bir besteyi çalan orkestradır... Bu hassas dengeyi, ahengi, kainatın bu muazzam uyumlu işleyişini sağlayacak bir ilmi, iradesi, kudreti olmadığına göre, kainat kendi dışında bir Kudret tarafından yaratılmakta ve idare edilmektedir.



Bir zerre, onu yaratan Rabbinin “dön!” emrine itaat ettiği gibi, aynı emre, gezegenler de itaat üzeredir. Dünya, 23,5 derecelik bir eğimle, Rabbinin onun için uygun gördüğü terbiyeye her an itaattedir.



Allah kainatı her an, herşeyiyle, her karesiyle her an yaratmakta, idare etmekte, terbiye etmektedir.

Kainatta, kendisini terbiye eden Rabbe karşı boyun eğmiş, itaattedir.

Allah’ın kainattaki terbiye sistemine, Rububiyet diyoruz. Rububiyet, “Rab” kökünden geliyor.

Rab ismiyle âlemleri terbiye eden Allah’ın, bu terbiye metodunun adı Rububiyettir. Rubûbiyet, kainatın yönetim şeklidir.



Allah’ın rububiyeti heryerdedir.

Kainatın tamamında ve insanda, durmaksızın bu rububiyet devam eder.

İnsanın zerreleri de, tıpkı gezegenler gibi, aynı kanunla terbiye edilmekte, ve zerrelerimiz Rabbimizin emrine itaattedirler.

Organlarımız, âzâlarımız tam da olması gereken yerlerde terbiye edilmişlerdir. Bir karpuzun yerde, bir kirazın ağaçta terbiye edildiği gibi.

Ne gözlerimizin başımızda bulunmasından şikayet ederiz, ne çiçeklerin rengârek olmasından...

Ne kulaklarımızın başımızın iki yanında açılışı bizi rahatsız eder, ne de kuşların şakıdıkları nağmelerden huzursuz oluruz.

Kainatı ve insanı yaratan Cenâb-ı Mevlâ, yaratmış olduğu mahlukâtın en güzel ve en mükemmel hangi tarzda işleyeceklerini bildiğinden, en uygun bir tarzda onların hayatlarını biçimlendirmiş, terbiye etmiş, yaratıp da başıboş bırakmamıştır.

Allah’ın terbiyesi, eksiksiz ve mükemmeldir.!! (Rububiyet-i Sübhâniye!!)



Âlemdeki düzen, itaat sırrıyla devam ediyor, herşey Allah’ın kudretine dayanıyor, Rahmetinden medet alıyor:

İşte, yaratılan her mahluk, Rabbine itaat ile, yaratılışındaki mükemmel ahengi ve dengeyi muhafaza ediyor. Zerreden şemse, tüm hayat sahipleri, Raberine dayanarak, Onun kudretiyle iş görüyor, onun Rahmetiyle ihtiyaçlarını karşılıyor, ve hayatları Onun terbiyesinde huzurlu, dengede ve uyum içinde devam ediyor.



Hayat sahiplerinin bu itaati, vazifelerinde devam etmeleri, onların, Rablerine karşı bir ubudiyetleridir(kulluklarıdır), ibadetleridir.

Tüm hayat sahipleri, her an kulluktadır. Yaratılışlarından maksud olunan gayeyi netice veriyorlar. Bir koyunun süt vermesi, arının bal yapması, ağacın meyve vermesi, kuşun uçması, hep onların ibadetleridir. Ne için yaratılmışlarsa, onunla vazifedardırlar. Vazifelerini her an eda ederler.

(24.sûre) Nur sûresi, 128. âyetinde Allah(c.c) bu hakikati şöyle bildiriyor:

“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve kanat vuran kuşlar, Allah’ı tesbih ederler. Onların hepsi ibadetini de bilir; tesbihini de. Allah ise, onların işlediklerini hakkıyla bilir.”

Bizim âlemde gördüğümüz ahenk, uyum, onların ibadetlerinin huzurudur, tezahürüdür, görüntüsüdür..!!!!!



İşte, insanın gideceği adres, gideceği kapı, âlemleri terbiye eden, Rabbinin kapısıdır.



Allah insanın sadece maddesini terbiye etmiyor.

İnsanın mânevî boyutunun, ruhunun, kalbinin, aklının da huzura, dengeye, ahenge, terbiyeye ihtiyacı olduğundan ve maddi midenin terbiyesi için nasıl rızka ihtiyacı varsa, mânevî latifelerimizin dahi terbiye ve rızka ihtiyacı olduğundan, Allah, insanın iç âleminin, kendi hususi dünyasının, yaşamının huzuru, rızkı, tanzimi, dengesi için de emirler ve yasaklar vaz etmiştir.

Nasıl ki bir şeyi, icad eden, onun kulanma klavuzunu da yanında yazar verir, Ayrıca tarif için bir de eleman gönderir. Lâ teşbih velâ temsil, Allah, insanı yaratmış, onun en mükemmel tarzda kainatta nasıl yaşayacağını da elbette o bilecektir.

Nerden geldiğini, burada ne vazifesi olduğunu ve nereye gideceğini bildiren bir Kur’ân, ve Kur’ân’ı bize bizzat yaşayarak, hem hâliyle, hem kâliyle(anlatarak) ders veren, tebliğ eden Rasûl-ü ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizi göndermiştir.



Âlemler, nasıl ki, Allah’a itaatle, huzur buluyor, aynen öyle de, kainatın bir küçük nümunesi hükmünde yaratılan insan, ancak Rabbine itaatle huzur bulabilir. Hayatın biçimlendirilmesinde, âlemleri eksiksiz ve mükemmel terbiye eden, Rabbini tanıyarak, Ona teslim olarak, tevekkül ederek, itaat ederek, Rabbinin terbiyesine güvenerek huzuru bulabilir. Rabbinin kudretine dayanıp, Rahmetine iltica ederek, ihtiyaçlarını temin edip, korkularından emin olabilir.





Bakara sûresinde, Allah(c.c) , şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz.”



Evet.. Allah, ‘Rab’dir, insan ‘abd’(kul)dir. Allah terbiye eder, insan ise itaat...

Herşey Allah’ın kuludur.

İnsan, imanıyla, kul oluşunun idrakini belgeler.

İnsanı insaniyet makamına çıkaran, imanıdır.

Ancak, bu iman, Allah’ın sadece herşeyi yarattığına bir iman ediş değildir.

Allah mahlukatı yaratıp da başıboş bırakmamıştır.

Allah, yaratmış olduklarıyla tek tek alâkadardır. Bu ister bir küçücük zerre olsun, isterse insanın bir gözü, ister güneş; hepsinin hayatları, onları terbiye eden, Allah tarafından idare edilmektedir.

Bizler, böyle bir Allah’a iman ediyoruz. Kainatın her an her karesini terbiye eden, yaratan bir Allah...



Ve.. Rabbimiz bizden kendisine kulluk etmemizi istiyor...

Bu kudsî vazifeyi idrak edebilelim diye Allah, vicdanımıza da bazı işaretler koymuştur:

Babamıza itaat etmeyi vicdanî bir görev biliriz. Neden? Babamız olduğu için. Annemize isyandan sakınıyoruz. Neden? Annemiz olduğu için. Bizi terbiye eden insanlara, terbiyesizlik etmeye vicdanımız müsaade etmiyor..!!

İşte Âyet-i Kerîme, vicdanımıza hitap ediyor: “Rabbinize kulluk edin” ...!

Çünkü O sizi terbiye etmiştir. Babanızın yediği gıdayı, bir damla su hâline O getirmiş, sizi ana rahminde bir nutfe olarak rahim duvarına yapıştırmış ve oradaki 9 aylık terbiyenizi safha safha hep O icra etmiştir.

Şimdi ise, başka bir rahimdeyiz..! Kainat...!

Burada da bizi besleyen, yedirip içiren ancak O’dur...

Allah ‘Rab’dır ve herşeyi terbiye etmiştir. İnsan ise ‘abd’dır, kuldur; herşeyiyle Allah’ın terbiyesinden geçmiş ve geçmektedir. Elimizi tutmaya, ayaklarımızı yürümeye, ciğerimizi solumaya, midemizi sindirmeye elverişli tarzda terbiye eden Allah’tır.



(Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz). Bu ayette sanki Allah, biz kullarına şöyle buyuruyor: “Rabbinizin terbiyesine güvenin!!!”

Bizi ve kainatı, bizden öncekileri yaratan, terbiye eden Rabbimiz, hayatımızı da aynı huzur ve emniyet ve güven içerisinde tanzim edebilmemiz için, bizden kendisine kulluk yapmamızı istiyor.

Nedir kulluk?? Ubudiyet nedir?? Kainatı binbir ismiyle terbiye edenin, binbir ismiyle terbiye olunmaktır. Allah’ın isimlerine ayna olmaktır.

Allah, buyuruyor ki, cimrilik etmeyin. Biz cömert olunca, Rabbimizin hangi ismine ayna oluruz? Kerim! Abdulkerim oluruz..Kerim’im kulu...

Allah, birbirimize karşı merhamet etmemizi, şefkat kanatlarımızı, birbirimiz üzerine germemizi buyuruyor. Biz merhametli olursak, Abdu’r- Rahmân oluruz. Rahmânın kulu..



Bize bakan, bizi gören, halimizden, hareketimizden, sözümüzden hep Allah’ı hatırlar. “Arkadaşın hayırlısı, yüzüne baktığında, sana Allah’ı hatırlatandır”buyuruyor aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz... İşte, Rabbin terbiyesinde, insanın içi de, dışıda, yüzü de, hayatı da, ölümü de hayırlı oluyor. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz gibi..



Allah bizi terbiye etmek istiyor.

Allah’ın terbiyesinden daha güzel bir terbiye metodu bulabilir misiniz?



Rabbimiz bizi, kulluğumuzun devamı, imanımızın takviyesi, hayatımızın huzuru, tanzımi için, ibadetle mükellef kılmıştır.

Ameli olmayan bir insan, uzun süre, salt bir inançla devam edemez.

İman, amelle takviye edilir. İnsanın imanı, ameli üstünde durur.

Allah’a inandığını söyleyen, “Seni seviyorum Allah’ım” diyen bir mü’min, boyun büküp de, onun huzuruna gitmez mi?Huzurunda el-pençe divana durmaz mı? Kalpte bir muhabbet varsa, bu muhabbet bir şekilde insandan dışarı tezahür eder. Hâlimizle, hareketlerimizle, muhatabımıza olan muhabbetimizi ifade etmez miyiz? Sevdiğimiz her kim olursa olsun, bir kuş bile olsa bu, onu hoşnut etmeye çalışmaz mıyız?

Rabbim seni seviyorum!”derken, Allah’a olan muhabbetimizi, isyan ederek mi gösteririz? itaat ederek mi?

Mü’minin imanın görüntüsü olan ibadetini eda etmesi, Rabbine olan muhabbetinin ve Âlemlerin Rabbinin terbiyesine bir güvenin ifadesi değil midir?

B.zaman’ın ifadesiyle, ibadet:

İnsanın”Kendi kusurunu, aczini görüp, kemâl-i rububiyetin, kudret-i samedâniyenin, rahmet-i İlâhiyenin önünde, hayret ve muhabbetle secde etmesidir.” (21.Söz)

(Yani, Allah’ın eksiksiz ve mükemmel terbiyesinin, hiçbir şeye muhtaç olmayan kudretinin, sonsuz Rahmetinin önünde, hayret ve muhabbetle secde etmesidir.)



Evet... İnsan bir kendine, bir kainata bakmakla, ister zerredeki harikaya, ister şemsteki hakikate baksın, neticede Allah’ın ulûhiyetini, kudretini, azametini, Rububiyetinin haşmetini, saltanatını, mükemmelliğini ilan ederek, kendisinin aczini, kusurunu, fakrını itirafa mecbur kalacaktır.

Rabbü’l Âlemîn’in kusursuz terbiyesini takdir edip, o terbiyeye girmeyi istemek, Ona itaat etmek, ibadet etmek, insanın yaratılışının bir meyvesidir, neticesidir.



Evet... Kainatın meyvesi olan insanın da bir meyvesi vardır. O meyve ibadettir.



B.zaman Hz., Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde, insana verilen kabiliyetlerden onun ibadet etmek için yaratıldığını çok veciz bir tarzda, misallendirerek anlatır:

“Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa,iftiras(yırtmak) ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır.Ve kavunun, meselâ letâfetine dikkat edilse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezâlik, insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubûdiyet olduğu anlaşılır”



İnsanın kabiliyetlerinden, ona verilen akıl gibi, kalp gibi, mânevî hassalarından, ibadet etmek için yaratıldığının anlaşılması hususunda, Mevlânâ Hz. de Mesnevî’sinde veciz bir ifadeyle şöyle der:

“Efendisi, kölesinin eline ‘bel’i verince, söz söylemeden, efendinin ne demek istediği anlaşılır.”



İnsan, her an, Rabbinin kuludur. İnsanın kulluğunu en ileri mânâda ilan ve ifade etmesi ise, ibadetiyle mümkündür. “Ubudiyet bir sahra ise, ibadet o sahrada yer yer yükselen dağlar gibidir.”

Kainatı terbiye eden Rabbül âlemin, Rububiyetini, insanda toplamıştır. İnsanın hayatının tanzim ve terbiyesinde, tüm âlemlerin mânâsını içinde bulunduran bir ibadetle mükellef kılmıştır. Çünkü insan, kainatın özüdür.



*Namaz*



*İşte, bizi terbiye eden, yaşamımızı tanzim eden,

*hususi dünyalarımızı, hayatımızı biçimlendiren,

*insanın Rabbini tanıdığını, Ona olan itaatini gösteren,

*Rabbinin terbiyesine olan güveni ve teslimiyeti ifade eden,

*tüm kainatın yapmış olduğu ibadetlerin, kullukların, zikirlerin, tesbihlerin,

hamdlerin özü ve özeti,

*insanın kulluğunun en ileri mânâdaki ifadesi olan,

bir ibadet vardır.

*Hayatın tadı, huzuru, anlamı vardır...

*O da insanın Rabbinin huzuruna varışıyla, kendi mahiyetinin farkına vardığı, *Rabbiyle tatlı ve bâki bir sohbeti, miracı olan namazdır!!!!



Evet... namaz, kulluğun şuurunda ve idrakinde olmanın, kul ile Rabbi arasındaki bağın en güzel ifadesidir.



Namaz, insanın kulluğunun en ileri mânada ilânıdır.
 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Huzura variş 3

HUZURA VARIŞ 3





Huzura Varış -3- (Namaz Dosyası)




basmala.jpg


Sohbetimizin başında, insanı ve kainatı ve bunlardaki Allah’ın terbiyesini,Rububiyetini ve kainatın ibadetini,insanın kulluğunun ve ibadetinin mânâsını, çok kısa ve kısır da olsa, anlamaya çalıştık.



Şimdi de, insanın, namaza duruşundan başlayarak, bundan önce izah etmeye çalıştığımız hakikatlerle birlikte, namazı anlamaya çalışacağız inşaallah...





Namazla ilgili âyetlerden birkaçı:



Cenâb-ı Hak, (30.sûre)Rum sûresi, 17-18. âyet-i kerîmelerinde şöyle buyuruyor:

“Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah’ı tesbih edin.* Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah’ı tesbih edip namaz kılın.”



(50.sûre) Kâf sûresinin 39-40. âyetlerinde ise: “...güneşin doğuşundan önce de(sabah), batışından öncede(ikindi) Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir kısmında(akşam +yatsı) ve secdelerin arkasında da(farzlardan sonraki nafile namazlar+vitr+tesbihatlar) Onu tesbih et.” buyuruyor.



Bir başka sûre, (4.sûre) Nisâ sûresi, 103. âyette Allah(c.c) şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz ki namaz, mü’minler üzerinde belli vakitlerde farz kılınmıştır.”



(Allah nasip ederse, sohbetimizin ilersinde, 5 vakte tahsis edilen namazın, bu vakitlerde kılınmasının hikmetlerinden de bahsedeceğiz.)



Namaz, Hâlık-ı Zülcelâl tarafından, her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde mânevî huzuruna yapılan bir davettir.



Vahy gelmiş, Namaz gelmiş:

“Rasul-i Ekrem (a.s.m)’a daha ilk vahyin geldiği gün, Cebrâil(a.s), namazı öğretmiştir. Namaz henüz mü’minlere farz kılınmamışken, ilk vahyin hemen ardından öğretilen ilk ibadet, namazdır.



Peygamberimizle beraber, Hz. Hatice validemizin de kıldığı namaza, Rasûlullâh’ın evinde ve terbiyesinde bir çocuk olan Hz. Ali’de dehâlet etmişti.



Miraçta, diğer bütün mü’minlere farz kılınan 5 vakit namazın vakitlerinde, bizzat Cebrâil(a.s) gelerek, Rasûlullah(a.s.m) Efendimiz ve cemaatle beraber kılarak göstermişti.



Rasûl-i Ekrem, Rasûl olarak, merkezinde namazın yer aldığı bir hayat yaşamıştı. 23 sene boyunca, Mekke’de müşrikler en ziyade Kâbe’de namaz kılarken görmüşlerdi Onu.. medine’ye hicretinde ise, ilk işi mescidin yerini tâyin olmuştu.



Herhangi bir seferden Medine’ye dönüşünde yine ilk olarak mescide gidip, 2 rek’at namaz kılıyordu Aleyhissalâtü Vesselâm...



Farzları, nafileleri, bizim nazlandığımız 5 vakit farza mukabil, ona en azından bir 5 daha ilave eden sünnetleriyle, namaz, Habib-i Ekrem’in “iki gözünün nuru”ydu.



Zira namaz “dinin direği”ydi.”







Diğer dinler de namaz ibadeti vardı:

Kur’ân-ı Kerîmde pek çok âyet buna işaret eder. Bunlardan biri Yunus sûresi, 87. âyette şöyle buyrulmuştur: “Biz Musâ’ya ve kardeşine, ‘Mısır’da kavmizin için bir takım evler edinin, evlerinizi kıbleye dönük mescidler hâline getirin ve namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri de müjdele’ diye vahyettik.” Evet.. diğer pek çok âyetten de, namazın, diğer Peygamberlerin dinlerinde de mevcut olduğunu görüyoruz. Demek, insan nerdeyse, namaz orda olmuş...!!!



İlk secde etmeyen de, şeytan olmuştur...



Allah Rasûlü (a.s.m), bir hadislerinde şöyle ifade buyurmuşlardı: “Kişiyle şirk arasında namazın terki vardır.”



“Onun bildirdiği üzere, içinde namaz olmayan, merkezinde namaz durmayan bir hayatın hayrından da söz edilemezdi.



Bu yüzdendir ki, Allah Rasûlü’nün, vefatından önce yaptığı son vasiyetinde, öncelikli unsurun biri “eliniz altındakilere iyi davranmak iken, diğeri de namazdı. Vefatı hengâmında, “Namaza! namaza devam ediniz” demekten , “namaza, namaza” diye uyarmaktan dûr olmamıştı.”



Rasûl-i ekrem (a.s.m)’ın buyurduğu üzere: “Namaz, mü’minin miracı”ydı.







Namaz, nasıl yaşamam gerektiğininin bir tarifidir..



Günlük yaşantımızın bir biçimlemesidir.



Hayatını namaz ekseninde yaşayan bir mü’min için,

hayatın kendisi ubudiyettir, kulluktur...



İşte, namazın insanın dünyasındaki yeri budur.





Namaz insanın kadr-i kıymetini, mahiyetini, kulluğunun içindeki sultanlığını bir ihtardı. Kimin huzurunda olduğumuzu, hayatımızı kimin huzurunda yaşadığımızı idrakin, kulluğun, bir talimiydi, tarifiydi...



Namazda, insan, bir kul olduğunu hatırlar. Bir Rabbinin olduğunu, Rabbinin onu yaratıp da boşıboş bırakmadığını hatırlar. Rabbinin merhametini anlar. Aczini, fakrını Rabbine karşı ilan eder.



İnsan yaşamında, bir yandan ihtiyaçlarının ne denli sınırsız olduğunu görür, öte yanda, herşeyi onun için, ve onunla uyumlu yaratan, terbiye eden Rabbinin sonsuz ihsanlarını idrak eder. Rabbinin insana olan ikramına, ihsanına karşılık, nasıl şükredeceğini bilemez hâle gelir. Bu hâl onu, el bağlamaya götürür, bel bükmeye götürür, yüz sürmeye götürür.

Korkularında, endişe ettiği şeylerde, şikayetlerini, Rabbine arz eder...



Bunu yapmayan insan kendisinin gafilidir, kendinin cahilidir ve nefsini bilmediğinden, Rabbinden de gafildir.



Namaz, Rasulullâh’ın hayatının merkezinde olduğundan bahsettik.



Evet.. Namaz, Allah Rasûlü’nün, hayatını onun etrafında örgülediği, yaşadığı bir çekirdek hükmündedir.





Demek ki,



Kainatın meyvesi insan,



insanın meyvesi ibadet,



ibadetin özü, çekirdeği namazdır..!



B.zaman’ın ifadesiyle:

“Kâinat bir şeceredir. Anasır(unsurlar) onun dallarıdır. Nebâtat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf, Seyyidü’l Enbiya Ve’l Mürselîn, İmâm’ül Müttakîn, Habîb-i Rabb-ül Âlemîn Hz. Muhammed’dir.”



Namazın da bir çekirdeği var mıdır???



Evet.. Namazın dahi çekirdeği vardır.



O çekirdekler: “Sübhânallah, Elhamdülillâh, Allahu Ekber” kelimeleridir. Bu mübarek kelimelerin ifade ettikleri mânâlar, namazın çekirdekleri hükmündedirler.



Sübhânallah:

Sübhanallah, Allah’ı bir takdistir. (kusursuzluğunu ifadedir)

Allah’ın kusursuz, eksiksiz olan Rububiyetinin saltanatı karşısında, kulun kendi kusurlarını görüp, istiğfar ile, Rabbini tesbih etmesi, Sübhânallah kelimesiyle bunu ifade etmesidir.



Allâhu Ekber:

Allahu Ekber, tekbîrdir (Allah’ın büyüklüğünü ifade etmek) , ‘tâzim’dir.(tâzim: kelime mânâsıyla, bir Zatın büyüklüğü karşısında, hürmet ifade eden tavırdır.)

Kulun kendi zaafını ve mahlukatın(yaratılanların) aczini görmesiyle, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayan, zerreyi de, güneşi de döndüren, terbiye eden kudretinin, azametinin karşısında, huzû ile (mahviyet ve tevazu ile) rükûya gidip, Rabbine iltica ve tevekkül etmesidir.



Elhamdülillâh:

Elhamdülillâh, şükürdür.

Kulun kendi ihtiyacını ve mahlukatın fakr ve ihtiyaçlarını, Rabbinin hazine-i Rahmetine dua ile arz edip; Rabbinin ihsânını ve nimetlerini şükür ve senâ ile ilân etmesidir.



İnsan, bu 3 mübarek kelimenin içerdiği bu öz mânâları, namazda hareketleriyle ve lisanıyla ifade ediyor.





“Demek, tesbih, tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında(zikirlerinde) bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar.

Hem ondandır ki, namazın mânâsını tekid ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, 33 defa tekrar edilir; namazın mânâsı bu mücmel(öz olan) hülâsalarla tekid edilir (sağlamlaştırılır, kuvvetlendirilir).” [9.söz]



İşte, namazın, mânâsının özü, bu 3 çekirdektedir.



NAMAZA DURUŞ



Şimdi, birlikte, bir namaza duralım.... hayalen...



Ve namazımızla ifade ettiğimiz bu öz, çekirdek mânâların ayrıntılarını da görelim.. inşaallah... Namazda okuduğumuz âyet ve duaların sırasını gözetmeyeceğiz. Mevzunun dağılmaması ve aklımızın karışmaması için, inşaallah bilinmesi gereken en önemlilerinden bahsetmeye çalışacağız.



Niyet:



Namaza duruş, niyetledir. Niyet, namazın farzlarındandır.



Niyet, namazdaki huşu’muz için çok önemlidir. Niyeti ale’l-acele yapıp aniden namaza durmak, huzurun edebine aykırı birşeydir.



Diyelim ki, bir ülkenin başkanı, falanca saatte, bizimle görüşmek istediğini belirtti. Siz sözü edilen saatten dakikalar öncesinde başkanın kapısında beklerken, tam da görüşme saatinde,

-geç kalmış ve koştura koştura geliyor bile olsanız-, edebe uygun bir şekilde dekanın kapısını tıklatmadan içeri girer misiniz ?? Ya da, Paldırküldür kapıdan içeri kendinizi atıp, mâruzatınızı mı arzedersiniz?

Temsilde hata olmasın, namaza niyetimiz de sanki, edebe uygun bir tarzda olmayınca,

apar topar biran önce klımak niyetiyle’ namaza durunca, niyetten maksud olunan gaye, yerine gelmemiş oluyor.

Namaza niyetimiz, namaza verdiğimiz değerin, namaza gösterdiğimiz hassasiyetin, Rabbin huzuruna çıkmak üzere olduğumuza ne kadar müdrik olduğumuzun bir göstergesidir.

Bu yüzden niyet çok önemlidir.

Niyetten kasdettiğim, meselenin fıkhî boyutu değil mâlumunuz... yani, kaza namazına ya da farz namaza nasıl niyet edileceği değil anlatmak istediğim..

Huzura varış hakikatini müdrik(idrak etmiş) bir halde, namaza niyet etmemiz çok önemlidir.

5-6 sn. de olsa bunu düşünmek yani... Âlemlerin Efendisinin huzuruna çıkmadan önce, kapıyı tıklatmak gibi...





Hz. Ali (r.a), namaz vakti girince hâli değişir, rengi atar ve titrerdi.Sebebi sorulduğunda:



-Bilmezmisiniz ki, derdi; bu vakit, Allah’ın yerlere ve göklere teklif edip de onların yüklenmekten kaçındığı bir emanetin edâ vaktidir! Ben bu emaneti (yani insanlık ve onun gereği olan namazı) yüklenmiş bulunuyorum. Yüklendiğim bu ilâhi emaneti en güzel bir şekilde edâ edip edemeyeceğimi de bilmiyorum..!







Sohbetimizin bu kısmında, namaza dair yaptığımız bir anketten, bir arkadaşımızın cevabını sizlerle paylaşmak istiyorum:



Namazın bir teneffüs vakti olduğunu belirten ve secdeye varmanın, muhteşem olduğundan bahseden bir arkadaşımız şöyle diyordu:



Secde edileceği zaman insanın dizleri titremeli! Düşünsenize! Kiminle karşı karşıyasınız!? ”



Evet...Dünyada Allah’a yakınlığın nihayeti namazdadır; ahirette yakınlığın nihayeti rü’yettedir. Diğer ibadetler, namaza için birer vesiledir. Namaz, esas maksaddır..!



(Sohbetin ilersinde, namazdaki huşu’dan ayrıca bahsedeceğiz nasip olursa inşaallah...)



Evet.. Namaza niyetle durulur...



Tekbir:



Namaza giriş ise, tekbirledir.



Mevlânâ Hz. leri namazdaki tekbiri, kurbanı kesmeden önce getirilen tekbire benzeterek, “Namaza başlarken ‘Allahu ekber’ demek, hakikatte, nefsi dünyadan kesmek içindir” der.

Namaza girişimizin bir ifadesi olan başlama tekbiriyle, dünyayı ellerimizin tersiyle arkamıza atar; onunla olan alâkamızı keseriz.

Mânen:

“Dünyanın aldatıcı cazibesini arkama atıyorum, “seni tercih ediyorum Allah’ım..!”deriz..



Rasul-i Ekrem (a.s.m) Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“Namazın anahtarı temizlik ve abdesttir. Dünya işlerini haram kılan yeri başlama tekbiridir, dünyevî işleri helâl kılan yeri de sonundaki selâmdır.”



Evet... Namaza tekbirle girdik inşaallah..



Şimdi,





İnsan-fatiha-namaz hülâsaları :



Evvelen:



Namaza duran kimdir?



İnsandır....

İnsan denilen mevcud kimdir?

Bütün âlemin küçük bir misâli..Âlemin hülâsasıdır(özüdür).(bundan daha önce bahsetmiştik.İnsan, kainatın küçültülmüş bir nümunesiydi)

Namaza duran, şimdi kimdir?

Âlemdir..!

Namaza giren bir mü’min demek; tüm âlem namaza girmiş demektir.



İkincisi:



Her namazda okuduğumuz sûre, Fatiha’dır.



Kur’an’da ne varsa, Fatiha’da toplanmıştır.



*Allah,bütün esmâsını(isimlerini), dünyada ve ahirette, kainatta ne varsa, hepsini mânâ cihetiyle indirilen kitaplarda ve suhuflarda(sayfalar) toplamıştır.



*Hepsinin hülâsası Kur’ân’dadır. Âlemde ne varsa,(mânâ cihetiyle) Kur’ân’da vardır.



*Kur’ân’da da ne varsa, hepsi Fatihâ’dadır.



Hülâsa:



Namaza duran: Âlemin hülâsası insandır.

Okunan Fatiha: Tüm suhuf ve kitapların,âlemin mânâsının,Allah’ın esmâsının hülâsası olan Kur’ân’ın hülâsasıdır.Özü, özetidir.





Üçüncüsü:



Namaza duran insan, âlemin hülâsasıydı.



Okuduğu Fatiha da âlemin bir hülâsasıydı.Kur’ânın özüydü.



Peki namaz nedir?



1.Namaz, bütün ibadet çeşitlerinin bir fihristesidir:



a. İslâmın 5 şartı namazda vardır. Hac, oruç, zekât, kelime-i şehâdet.(Kâbeye yönelerek namaz kılıyoruz, yeme içme namazda mümkün olmuyor, kelime-i şehâdeti zaten getiriyoruz)



b. İnsanda, 360 âzâ vardır. (13) Herbir âzâ –müstakil bir insan gibi- ayrı bir ibadetle mükelleftir.

Kulağın ibadeti: Hakkı duymaktır.

Gözün ibadeti: Secdeye bakmaktır.

Dilin ibâdeti: Allah’ı zikretmektir.

Ayağın ibadeti: Kıbleye yönelmektir.

Tüm âzâları Rabbin adına işlettirmektir yani...

Namazda hepsi mevcuttur.



c. Kur’ân’da ne kadar emir ve nehy varsa hepsi namazda mevcuttur o anda. Meselâ: “Gıybet etme, anne babaya itaat et, cihat et..” gibi..Namazda gıybet etmiyoruz. Anne babaya, bir isyan söz konusu değil. Nefsimizle da cihat var namazda. vs...

Evet.. namaz bütün ibadet çeşitlerini içinde bulunduran bir ibadettir.



2. Envâ-ı mahlûkatın ibadetleri de namazdadır:



(24.sûre) Nur sûresi, 128. âyetinde:

Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve kanat vuran kuşlar, Allah’ı tesbih ederler. Onların hepsi ibadetini de bilir; tesbihini de. Allah ise, onların işlediklerini hakkıyla bilir.”

buyruluyor.

Kainatta yaratılan ne kadar mevcudât varsa, hepsinin kendine mahsus bir tesbihi, bir ibadeti vardır.



Namaz, tüm mahlûkatın ibadetlerine bir fihristedir.

Âlem yaratıldığından beri, kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyamda, ibadet hâlinde bulunan meleklerin ibadetlerine, namazımızla işaret ederiz. Hepsinin bir çeşit, bir tarzda ibadetleri ve tesbihleri varken, insan, namazında bunların hepsini birden ifade eder.

Sadece melekler değil, diğer mevcudatın ibadetlerinin de bir haritasıdır.



Kıyamdayken ağaçların,

Rükûda dört ayaklıların,

Secdede sürünen hayvanların,

Tehiyyatta dağların taşların ibadetlerine işaret vardır.



Elhâsıl: Her bir yaratılan mahlukatın kendine mahsus ibadeti ve tesbihi, namaza ait bir cüz’dür.

İnsan tüm kainatın ibadetlerini içine alan, kainatın hülâsası olan namazla emrolunmuştur.





Buraya kadar paylaştıklarımızı özetlersek:



-Namaza duran kimdi?

-Âlemin hülâsası olan insan.Tüm âlemlerin, kainatın adına namaza duran insan...



-İnsanın namazda okuduğu Fatiha nedir?

-Tüm kitapların, suhufların, âlemlerin mânâsının, bütün esmânın hülâsası olan Kur’ân’ın hülâsası.



-Namaz nasıl bir ibadettir?

-Bütün ibadet çeşitlerini içine alan bir ibadet fihristesi,Kur’anda geçen tüm ibadetlerin, emir ve yasakların bir hülâsası...

-Yaratılan bütün mevcudatın ibadetlerine işaret eden bir harita...



devam edecek...
 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Huzura variş 4

HUZURA VARIŞ 4


Huzura Varış -4- (Namaz Dosyası)




Beş Vaktin İfade Ettikleri Mânâlar...



"Demek, vazife-i fıtrat(yaratılış vazifesi) ve

esâs-ı ubûdiyet(kulluğun esası) ve kat’î borç(kesinlikle borç) olan namaz,

şu vakitlerde lâyıktır ve enseptir(uygundur)."

Risâle-i Nur Külliyâtı / Dokuzuncu Söz









İnsan bir hülâsa(öz)...

Fatiha hülâsa...

Namaz hülâsa..

Namazdan sonraki tesbihler de bir hülâsa...



Bir “gün” de, zaman itibâriyle,bütün zamanların bir hülâsasıdır.



İnsan, namaz vakitlerinde, kainatın, dünyanın ve kendisinin ömürlerini, bir günlük sayfada okur, bir günlük perdede seyreder, tefekkür eder.



Kainat yaratıldığı gibi, insan da yaratılmıştır.

Dünyada mevsimler olduğu gibi, insanında ömründe mevsimler vardır.

İnsanın bir gençliği, bir ihtiyarlığı olduğu gibi,dünyanında gençliği ve ihtiyarlığı vardır.

İnsan nasıl ki başka bir âleme geçecek, dünya da, kainatla beraber başka bir âleme geçecektir.



5 vakit namazın kılındığı vakitlere dikkat edersek, bu hakikatlere işaretler olduğunu farkederiz.

Bizim günübirlik müşahede ettiğimiz değişimler, küllî, kapsamlı değişimleri, kâinat çapındaki değişimleri ihtar eder.



Kainatın bir ömrü vardır.

Dünyanın bir ömrü var,

insanın da bir ömrü vardır.

Bu beş vakitte, bu 3 ömür zamanlarındaki büyük değişimlere işaret vardır.





Evet...namaz vakitlerinde insan, kainatın, dünyanın ve kendisinin ömrünü, birgünlük sayfada okur, birgünlük perdede seyreder, tefekkür eder.



Dünyanın ömrüne göre:

Sabah namazı : İlkbahara..

Öğle : Yaz mevsimine...

İkindi : Güz mevsimine...

Akşam : Güz mevsimi sonunda pek çok mahlûkatın vefatına, kış uykusununa çekilip, gözden kayboluşlarına...

Yatsı : Kışın, beyaz kefeniyle yeryüzünü örtmesine...

Gece vakti : Kış sonuna

İkinci sabah : Kıştan sonra yeni gelen bahara işaret eder...



İnsanın ömrüne göre:

Sabah vakti : Anne rahmine düştüğü zamana..

Öğle : Gençlik kemâline...

İkindi vakti : İhtiyarlığa..

Akşam vakti : Vefatına...

Yatsı: : Geride hatırlanan şeylerinin de unutulduğu zamana..

Gece vakti : Kabir âlemine

İkinci sabah : Kabirden kalkışına işaret ediyor.



Âlemin ömrüne göre:

Sabah : Semâvât ve arzın yaratılmasından, birinci gününe..

Öğle : İnsanın yaratılıp da, dünyaya gönderildiği zamana...

İkindi : Asr-ı saadetin yaşandığı devre..

Akşam : Kıyametin kopması zamanına...

Yatsı : Bu âlemin artık bütün bütün kapanmasına...

Gece vakti : Berzah âlemine...

İkinci sabah : Haşir sabahına işaret ediyor.



İşte bu vakitlerde, insan kendi ömrünü müşahede ettiği gibi, dünyanın ve kainatın ömürlerini de hatırlar. Ve bu vakitlerde Kadîr’i Zü’l-Celâl’in azametli tasarrufunu, işlerini, kainatı halden hale çevirmesini, ve kudret mucizelerini,bunlarla beraber, her değişimle lutfedilen nimetleri hatırlar.



"Demek, vazife-i fıtrat(yaratılış vazifesi) ve esâs-ı ubûdiyet(kulluğun esası) ve kat’î borç(kesinlikle borç) olan namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve enseptir(uygundur)." Risale-i Nur Külliyâtı / Dokuzuncu Söz



Burada yeri gelmişken ömür ve namazla alâkalı, mübarek bir insanın kendi namazında hissettiklerini paylaşmak istiyorum. Kendisi şöyle ifade etmişti:



“Bir namaz boyunca da, insan tekrar tekrar, kendini doğumundan ölümüne seyrediyor .

Namaza başlarken getirilen tekbirle, şu imtihan dünyasına giriyoruz. Kıyamda duruşumuz, gençliğimiz; rükûa varışımız, ihtiyarlık; secde, vefatımız; iki secde arası, kabir tahtasına başımızı vuruşumuz; ikinci secde, tamamen berzahta oluşumuz; tekrar ayağa kalkmamız, haşrolunmamız...”
 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Huzura variş 5

HUZURA VARIŞ 5


Huzura Varış - 5 - (Namaz Dosyası)

Namazı vaktinde edâ etmek

Gençlerden biri, birgün, eğitimci-yazar Vehbi Karakaş’a soruyor:

Hocam, gündüz işteyim. O gün kılamadığım namazlarımı akşam eve dönünce kaza etsem olur mu?

Karakaş şöyle cevap veriyor:

Sen askersin farzedelim. Komutan sana günde 5 defa haber gönderse, sen gitmeyip de akşam komutanın huzuruna çıksan, üstüste üç selam veya beş selam çaksan, “emrinize hazırım komutanım” desen olur mu?

Namazı vaktinde kılmak çok önmlidir...

Allah Rasûlü (a.s.m) namazı vaktinde edâ hususunun ehemmiyetini şöyle ifade buyurmuştur:

“İbadet zamanın ilk saatinin son saatinden üstünlüğü, ahiretin dünyaya üstünlüğü gibidir.”

“Namaz vaktini nerede idrak edersen, hemen kıl! Çünkü fazilet ondadır.”

“Vaktinden geç kılınan namaz, münafığın namazıdır.”

Namazın unutulma ya da uyuyup kalma neticesinde kılınamaması hâlinde de Allah Rasûlü (a.s.m) şöyle buyurmuştur: “ Bir kimse bir namazı unutsa ya da uykuda geçirse, onnun kefareti, hatırlayınca hemen kılmaktır.”



Bir asker, komutanı kendisini çağırdığı zaman: “bir dakika ayakkabılarımı boyatıyorum” diyebilir mi? ve ya “işim bitsin de sonra gelirim” diyebilir mi?

Bir kulunu Allah(c.c) günde 5 vakit huzuruna çağırır da, o kul: “bir dakika evimi boyatıyorum, villa yaptırıyorum, beş dakika canım şu işleri bir bitireyim, 40-50 yaşına bir geleyim. Ondan sonra birşey düşünürüz.” Dese bu davranış bir laübalilik ve terbiyesizlik olmaz mı?



Gün içerisinde, Rabbinin insana, kendisiyle adetâ konuşma imkânı sağladığı, onu huzuruna kabul ettiği, huzuruna çağırdığı bir ibadet namaz. Sanki Rabbi insana namaz vakti girdiği an şöyle nida ediyor: “Kulum bırak işini ve huzuruma gel.. gel de, ihtiyaçlarını, sıkıntılarını paylaş benimle.. Sana ben medet olayım.. Bu ana kadar yaptığın ibadetleri bana takdim et... et ki, ben onları katımda çoğaltarak, amel defterine yazayım. Kainatın ibadetine seni hissedâr kılayım...”





Evet... İnsanı efendisi huzuruna çağırıken, o an yaptığı işin ne önemi var? “Efendim beni huzuruna çağırıyor!” deyip Rabbiyle kulun hemhâl olmasından daha güzel ne var? O an!!... O an!!.. yani ezanın okunduğu an.. “Rabbim beni çağırıyor” deyip, huzura varmaktan daha önemli ne var? Efendimizin bizi namaza çağırdığı an icabet etmek çok önemlidir..!

Ezan ile, namaz arasını ne kadar kısa tutarsak, okunduğunu duyar duymaz, abdest almaya koşar, ya da abdestliysek hemen namaza durursak, Allah’ın izniyle, pek çok vesvesenin de önü kesiliyor inşaallah..





Rabbimizin bizim ibadetimize, Onun huzuruna çıkmamıza ihtiyacı yoktur.. O huzurdan medet almaya, o huzurda gıdalanmaya, o huzura iltica etmeye, sığınmaya, biz muhtacız..

Candan bir dostunuz vardır.. Derdinizi anlatmaya gidersiniz.. sıkıldığında yüzünü görmek istediğiniz bir arkadaş, bir dostunuz... Ama dostunuza hergün günde beş vakit gidip derteşemezsiniz... Her zaman yanınızda bulamazsınız.. Her an, müsait olmayabilir sizi görmek için...

Ama, Allah...! Allah öyle bir dosttur ki insana, siz istemeseniz de, hatırlamasanız da, hep yanıbaşınızdadır. Siz daha Ona iltica etmeden, kalbinizden geçenleri bilir de medet verir.. Allah kimin dostuysa, dostlarını karanlıktan nura çıkarır. Onların imdadına yetişir. Dost, dostunun ızdırabına razı olur mu?

Evet... Allah’a ne kadar dostuz..??

Bize sevgili olanları sevdiğimiz kadar O’nu seviyor muyuz? Bir boğaz için neleri feda ederiz... Sabah erkenden kalkarız... Namazı ise, kılmayıveririz..L Yaşantımız hakiki imana, İslâmiyete muvafık mıdır? Rabbimizin rızasına uygun mudur? Hiç düşünmeyiz...



Namaza lâkayd kalışımızın sebepleri nelerdir?

Birincisi:

Namazın hakikatinin, kendi hakikatimizin ve Rabbimizin cahili oluşumuz..

İkincisi: Tembellik döşeğinde oturuşumuz.. Üşengeçliğimiz yani...

ve...

Üçüncüsü: Gaflet uykusunda oluşumuz... Yani zaman bulamıyoruz bir türlü.. Âlemlerin Rabbinin huzuruna varmaya...



Birinci İkaz: Ömrümüz ebedî mi?...

Acaba şu dünyadaki ömrümüz ebedî midir? Hiç kat’î senedimiz var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalalacağız? Bize usanç veren, ebedî bir ömrümüz var gibi hayal etmemiz.. Keyf için, bu dünyada kalacakmışız gibi nazlanıyoruz. Eğer anlasaydık ki ömrümüz azdır!!! Hem faydasız gidiyor; elbette onun 24’ten birisini, sonsuz bir saadete, ebedi bir hayatın huzuruna vesile olacak, güzel, hoş, rahat ve rahmet bir hizmete sarfederdik.. Üşenmek yerine, o saadeti, o rahmeti, o huzuru elde edebilmek için, namaza nazlanmak değil, koşa koşa giderdik...

İkinci ikaz: Mânevî gıdamız....

Hergün hergün yediğimiz yemek, içtiğimiz su, teneffüs ettiğimiz hava, bize usanç verir mi? Aksine bu ihtiyaçlarımız tekrar ettikçe lezzet alırız. Öyleyse, hâne-i cismimizde arkadaşlarımız olan kalbimizin gıdası, ruhumuzun âb-ı hayatı, latifelerimizin, duygularımızın teneffüs ettiği hava hükmünde olan namaz dahi, bizi usandırmaması gerektir.

Emeller, arzular ve elemlerle yorgun olan kalp, namazla dinlenir... Herşeye gücü yeten ve Rahmeti sonsuz bir Zatın huzurunda, Allah’ın Rahmetiyle gıdalanır, kudretine dayanır.



Ruh ise, alâkadar olduğu, alıştığı şeylerin elinden gidiyor olmasıyla, herşeye bedel olan, fani olmayan Bâkî bir Rabbin huzuruna namazla yönelmekle inşirah ve huzur bulabilir. Ruhun gıdası da namazdadır...



Duygular, hisler ve diğer hassalar ise, o kadar hassas yaratılmışlardır ki, geçici dünyevî vaziyetlerin verdiği sıkıntılar içerisinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.



Sabah Namazı Örneği :



Evet...

Bizler, gayet zayıf, hassas bir fıtrattayız. Allah(c.c) insanı çok hassas bir yapıda yaratmış. Uzakta ya da yakında olan bir hadiseden etkilenip üzülebiliyoruz.

Şeytan, nefis, korkularımız, endişelerimiz karşısında aciz kalıyoruz.

Başımız ağrıdığı zaman, cesedimize söz geçirmenin âciziyiz...

Bugün havanın bulutlu olduğunu söylerken, kainattaki tasarrufun aciziyiz...

İçimde bir sıkıntı var derken, iç dünyamızı bile anlamanın, söz geçirmenin aciziyiz...

Aynı zamanda, hem ihtiyaçlarımızın karşılanmasına, hem de arzularımızın gerçekleşmesine muhtacız. Hadsiz ihtiyaçlarımdan dolayı da pek fakiriz.

Hem hepimizin, ulaşmak istediğimiz yüksek maksatlar vardır. Akıl bu hedeflere ulaşmak istediği halde, elimiz kısa, iktidarımız kısa, sabrımız kısa, ömrümüz kısadır.



Şimdi bu vaziyette bir ruhun, Sabah zamanında, bir Kadîr’i Zü’l-Cemâl’in dergâhına, yani Kudreti herşeye yetişir ve Rahmeti herşeyi kuşatır bir Zatın huzuruna, niyaz ile, namaz ile müraacat edip;

hâlini arz etmesi, muvaffakiyet ve medet istemesi, ne kadar lüzumlu olduğunu insan hissediyor...

ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek ve beline yüklenecek işleri tahammül için, ne kadar gerekli bir dayanak noktası olduğunu idrak ediyor....







Üçüncü ikaz: Sabır kuvveti...

Cenâb-ı Hak aslında bize herşeye karşı yetebilecek bir tahammül, sabır kuvveti vermiştir.

Ancak, biz verilen bu sabır gücünü, geçmişe ve geleceğe dağıtıp, şimdiki zamanımızı, ‘an’ımızı güçsüz, zayıf, sabırdan yoksun bırakıyoruz.

Meselâ geçmişte kıldığımız namazları düşünüp, gelecekte de kılacağımız namazları hayal edip, şu anda vakti giren namaza durmaya sabır gösteremiyoruz.

Oysa, geçmiş günlerdeki ibadetlerin, zahmeti gitmiş, elimizde Rahmeti, sevabı, lezzeti kalmış... Bunun bize usanç değil, bugün o ibadetleri yapmış olmanın verdiği rahatlık, lezzet ve sevaplarla birlikte bir gayret vermesi gerekmez mi?

Gelecek günler ise, daha gelmemişler... Şimdiden düşünüp usanmak, aynan o günlerde açlığı ve susuzluğu bugünden düşünüp, bağırıp çağırmak gibi değil midir?

Demek, insan ibadet cihetinde yalnız bugününü düşünmeli...

Allah Rasûlünün bu noktada, tavsiyesi, “yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın...”

Bir mânâ büyüğüne (Hatem-i Esamm (r.a)) sormuşlar:

Namazı nasıl kılarsınız? Cevap vermiş:

Namaz vakti yaklaşıncagüzelce abdestimi alır, namaz kılacağım yere gider, orada oturur, aklımı başıma alır, sonra namaza için kıyam ederim. Kâbe’yi iki kaşım arasına, Sırât’ı ayaklarımız altına, Cenneti sağıma, Cehennemi soluma alır, Azrâil (a.s) ‘ı başımın üzerinde kabul eder, korku ve ümit ile, Alemlerin Rabbinin huzuruna dururum. Düşünerek tekbir alır, ağır ağır ve mânâsını düşünerek Kur’ân okurum, tevâzu ile rükûya gider, huşû ile secdeye kapanırım. Namazlarımı ihlâs ve samimiyetle kılmaya çalışırım.

Evet.. kılmış olduğumuz namazı son namazımız gibi, o anın namazı olarak kılmak gerekir. Öyle değil midir? Aslında her anımız son anımız hükmünde değil midir? Kıldığımız namazdan sonraki namaz vaktinde, bu âlemde bulunup bulunmayacağımızı bilmiyoruz.

Eyup sultan Hz. olarak tanıdığımız, Ebû Eyyûb el-Ensâri Hz.’nin rivâyet etiği bir Hadis-i Şerifte,

“Bir kişi, Rasûlullâh’a gelerek,

- Yâ Rasûlullâh, bana veciz şekilde nasihat eder misin? dedi.

Bunun üzerine Rasûlullâh (a.s.m) nasihat isteyen o adama şöyle dedi:

Namazını kıldığın zaman, sanki dünyaya vedâ ediyormuşsun gibi ol; yarın özür dileyeceğin bir sözü söyleme, insanların elindekinden ümidini kes. (18)

Evet.. Namazı, dünyaya vedâ ediyormuş gibi kılmak, Rasûlullah’ın bir tavsiyesi...





Dördüncü İkaz: Namazın neticesi...

İnsanın kulluk vazifesi olan namaza gayret etmeyişimizin şevke gelmeyişimizin sebebi, namazı neticesiz sanmamız mıdır? Acaba namaz, neticesiz midir?

Düşük bir maaşla, akşama kadar, şu dünyadaki rahatımız için çalışıyoruz...

Acaba, bu dünya misafirhânesinde âciz ve fakir kalbimize kuvvet ve zenginlik; ve elbette bir menzilimiz olan kabrimizde gıda ve ziya,ışık; ve mahkememiz olan mahşerde sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz neticesiz midir?

Cenâb-ı Hak bize Cennet gibi bir neticeyi, saadeti ebediye gibi bir hediyeyi bize vaad etmiş...

Eğer, namazı kılmazsak, ya da isteksiz, yarımyamalak, usançla namaz kılışımızla, onu vaadinde itham etmiş ve hediyesini küçük görmüş olmaz mıyız? Yani sanki neticesiz bir kulluk yapıyor gibi, ya da Allah’ın sonsuz bir saadet hediyesini az görüyor gibi olmaz mıyız?

Cennetinin yanında, içinde adaletin güzelliği olan Cehennemin yaratılması ve orada bulunma ihtimâlimizin korkusu, en hafif ve en latif bir ibadet olan namaz için, bize bir bir gayret vermiyor mu?

İbadetin neticesi, dünya ve ahirette saadettir, huzurdur.. ve bu saadete biz muhtacız..

İnsanı sıratta Yunus kadar yiğitleştirip:

“Sırat kıldan ince

kılıçtan keskincedir;

varıp anın üstünde

evler kurasım gelir”

diye konuşturan namaz, neticesiz midir??



Beşinci ikaz: Geçim derdi...

Kimi zaman, namaz kılamayışımızın sebebi olarak, geçim derdini ileri süreriz. Çalışıp para kazanmaktan, namaza vakit bulamıyorum şeklinde ifade ederiz..

Acaba, sırf bu dünya için mi yaratılmışız ki, bütün vaktimizi ona sarfediyoruz?

Namaz kılmadan çalışan bir insanla, namaz kılan bir mü’min arasında ne fark vardır?

Farz namazı terk ederek çalışan birinin, çalışmasının neticesi, yalnızca bu dünya ile sınırlıdır. Nafakası, dünyevî, ehemmiyetsiz ve bereketsizdir.. Ne kadar çalışırsa çalışsın para yetişmez.. Bereket, yoktur... Ne kadar iş yaparsa yapsın, çalışmak da ibadettir diyemez.. Çünkü namaz yoktur... Namazın olmadığı bir yerde hangi ibadetten bahsedilebilir??????!

Çalışmak, helâl yoldan geçimini temin etmek ve başkalarına yük olmamak doğrudur. Ancak çalışmak uğruna namazı terk etmektir yanlış olan...



Oysa, 5 vakit namazını kılan bir mü’minin çalışması da ibadettir...

İstirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne vesile olan namaza sarfederek, bereketli bir dünyevî nafakayla beraber, ahiret nafakasını da da çıkarmış olur. Hem çalıştığı saatler, boş yere gitmez, dünyayla sınırlı kalmaz, her anı, amel defterine ibadet hükmünde yazılır. Bir işte çalışmak da, ders çalışmak da, ev işlerine çalışmak da aynıdır...!



İstikbal tarifi:

Bizim, istikbâl, gelecek hakkındaki tarifimiz, istikbâlden ne anladığımız, hayatımızı biçimlendirmede çok önemlidir.

İstikbâl dediğimiz 60-70 senelik bir ömür müdür? Sonu kabirle neticelenen bir gelecek, gerçek bir tarif olabilir mi? Fani olan, bir istikbal, gerçek anlamda hayatlarımızı endeksleyebileceğimiz, üzerine kurabileceğimiz bir istikbal olamaz..! Evet.. bizim yanlış tarif edip, istikbal tanımının içine koyduğumuz gelecek, kabirde sona ermektedir. Hakiki gelecek, ahirettir..! Ebedî bir âlemdeki geleceğimizdir.

O gelecekte nerede olmak istiyorsak, oraya endeksli bir yaşamımızın olması gerekmez mi?

Şu 60-70 senelik dünyada, geniş imkânlarla yaşam sürebilmek için okuyoruz, çalışıyoruz, ilerde lâzım olur diye, şimdiden birikimler, yatırımlar yapıyoruz. Gelecek dediğimiz o günlere şu anlarımızı endekslemiyor muyuz?

Peki hakiki istikbâl olan âhiret hayatımız, oradaki konforumuz, orada daha iyi, kaliteli bir yaşamımızın olması için, şu an ne yapıyoruz??? Bu anımızdan, oraya ne gibi yatırımlar gerçekleştiriyoruz?

Evet... gelecekte kaliteli ve iyi bir yaşam istiyorsak, şimdiden bunu düşünmeliyiz. Hayatımızı, bize bu hayatı ihsan edene göre hayatlarımızı biçimlendirmeliyiz.



Bir gün kaç saattir?

24 saat...

24 saat, 24 altın gibi, bize Âlemlerin Rabbinden, hergün bağışlanıyor.

Bizden bu 24 saat içerisinde istenen, yalnızca bir saattir.

Evet.. 1 saat, abdestle birlikte, 5 vakit namaza kâfi geliyor.

Değerli ve kıymetli olan şeyleri, az ve ucuz bir masrafla elde edemeyiz.

Ancak, namaz, çok kıymetli, mühim ve hayatî ehemmiyeti hâiz olduğu halde, çok ucuz ve az bir masraf ile kazanılır.

24 saatimizin yalnızca 1 saatini harcarız namaza...Ve diğer bütün mübah dünyevî amellerimiz, ibadet hükmünde kaydedilir...

Beş vakitte toplam, farzlar itibâriyle 17 rek’at namaz vardır.

Hem en çok bilinen ve kısa sûreler okunması da makbul görülmüş...

Ayakta duramıyorsak, oturarak, oturamıyorsak uzanarak, su bulamıyorsak teyemmüm ederek namaz kılmamıza izin verilmiş...

Acaba, 23 saatimizi şu kısacık dünyevî hayata sarf ederken, 24’ten 1’ini ebedî hayatımıza sarfetmezsek, ne kadar zarar eder, ne kadar nefsimize zulmeder ve ne kadar akla uygun düşeriz?

Halbuki namazda ruhun, kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.

Namaz kılmak için ne gerekir? Ne zenginlikle, ne malla alâkalı değildir. Bir abdest kâfidir, nerde isterseniz, orada namaza durursunuz.

Evet.. Dünya bir mesciddir..

Kubbesi: semâdır.

Kandili : güneştir.

Yaratılan cümle mahlûkat, mescidde namaz kılan memurlar, kullardır.

Bu mescidin imamı: Rasûl-i ekrem(a.s.m) Efendimiz’dir.

Mânevî müezzini: Cebrâil (a.s)’dır.







Her anımızın gelecekte, karşımıza güzel bir nimet, bir lutuf olarak karşımıza çıkmasını, anlarımızın hebâ olup gitmemesini, ziyan olmamasını istiyorsak, günde hiç olmazsa 1 saatimizi, 5 vakite abdestle beraber kâfi gelen, o bir saatimizi, bir ihtiyat akçesi gibi, ahiret sandukçası hükmünde olan bir seccadeye atmalıyız...

Asrın insanı “hayır efendim,bizim zamanımız proglamlanmıştır. Bir dakikamızı bile namaza ayıracak vaktimiz yoktur” dese, cehâletini ve belâhetini ortaya koymaz mı?



Namazın elektrik lambası gibi oluşu:

Bir başka açıdan namaz, insanın kendi dünyasını aydınlatan bir elektrik düğmesine dokunması gibidir.

Her yeni gün, her insana, yeni bir âlemin kapısıdır.

Hepimiz tek bir dünyanın içinde yaşarız ama, herbirimizin, o dünyadan ayrı, kendimize mahsus dünyalarımız vardır. Kendi dünyamızın, âlemimizin rengi, keyfiyeti kalbimize ve amelimize tabidir.

Bir misal verecek olursak: Elimizde, bir saraya mukabil tuttuğumuz bir ayna olduğunu düşünsek, biz aynamızı yeşil boyarsak, aynadaki sarayı yeşil görürüz. Kırmızı boya sürsek kırmızı olur.. Eğer aynamız düzgünse, sarayı düzgün görürüz.. eğer aynamız eğriyse, sarayda eğri görünür...

Aynen öyle de, şu âlem sarayına kalbimiz, aklımız, gönlümüz bir aynadır. Kalp aynamız nasılsa, âlemi o şekilde görürüz. Kederliysek, tüm âleme kederle bakarız. Tabir-i caizse, penceremizde öten bir kuş bile bize ‘sabâhî’ makamında öter... Eğer mutluysak, herşeyi o mutluluk içinde görürüz...

Evet... kendi aynamız nasılsa, biz bu âlemi öyle görürüz.





Gün içerisinde yaşadıklarımız, hissettiklerimiz, karşılaştığımız olaylarla, imtihanlarla, herşey bize karmakarışık bir keşmekeş içerisinde gözükür.



Bazan işin içinden çıkamayıp, bunalımlara dahi düşebiliyor insan... Âdeta namaz bir elektrik lambası ve namaza niyet onun düğmesine dokunmamız gibi, o karanlık dağılıverir. O ana kadar gördüğümüz, hercümerc içindeki, karmakarışık ve perişan vaziyet, hikmetli bir intizam ve her biri Rabbimizden, anlamlı mesajlar içeren olaylar olarak bize görünür. Çünkü, huzuruna vardığımız Rabbin, daha namazın başındaki Fatiha’da, âlemlerin Rabbi olduğunu hatırlarız. Âlemleri bir terbiye edenin, hiç birşeyin aslında tesadüfen ve başıboş olmadığını hatırlarız. Kalp aynamız temizlenir, dünyamız nurlanır... âlemi gerçek renkleriyle görmeye başlarız...



Nasıl ki, gözümüze gelen tozların temizlenmesi için, Rabbimiz gözkapaklarımızı vazifelendirmiştir. Biz farkında bile olmadan bir açılıp bir kapanarak, gözümüzdeki kirleri, bir silecek gibi çalışarak sürekli temizlerler. Bir kaç saniye bile olsa, gözlerimizi kırpmadan duracak olsak, hemen rahatsız oluruz.

Gözlerimiz, temizlenmeye muhtaçtır.



İşte aynen öyle de, kalbimizin üzerine konan ve doğru bakış açımızı engelleyen, bizi huzursuz eden, rahatsız eden tozları, kirleri temizleyen, allah Rasûlünün “iki gözümün nuru” dediği namaza muhtacız. Bakışlarımız bulandığında, dünya bizi rahatsız ve huzursuz ettiğinde, âlemmizi nurlandıracak, hem dünyamızı hem de ahiretimizi aydınlatacak namaza, bizler muhtacız...



İşte, namaz bizim mânevî âlemimizin gıdası olduğu gibi, o alemimizi aydınlatacak, terbiye edecek, huzurlu, emin , istikâmetli kılacak ve yaşamın tamamını ibadet hükmünde geçirmemize vesile olacak bir ibadettir.

Bir formüldür...



Bizler ne yapıyoruz??

Rabbimizin bu güzel, hoş, rahat ve rahmet terbiyesini, biçinlemesini bırakıyor, kendi iç dünyamızı bir keşmekeşliğe mahkum ediyoruz. Dolayısıyla değil, direkt olarak yaşantımız da bu minvalde şekilleniyor.

Ve hiçbir vakit de, tam huzuru bulamıyoruz.. Bulamayız da.. Namazsız, huzur bulunmuyor....



Şu adam iyidir ama....

Kimi insanların namazsızlık küçük bir kusurmuş gibi, “şu adam iyidir ama namazını kılmaz” tarzında ifadelerine rastlıyoruz zaman zaman..

Oysa ki namaz kılmamak en büyük kusurdur. En büyük bir hasâret, en büyük bir yoksunluktur..

Eğitimci yazar Vehbi Karakaş’ın konuyla ilgili değişik bir misali vardır:

Der ki, “bu şekilde söylemek aynen şu misallere benzer”:

‘Bizim bi televizyonumuz var. Şöyle kaliteli marka, dışı şöyle güzel vs.. ama bi kusuru var, görüntü vermiyor.’ Ya da, ‘şu bizim tavuk çok iyidir. Şöyle yem yer, şöyle gıdaklar ama bi kusuru var, yumurta vermiyor.’ ‘Şu inek çok iyidir de, bi kusuru süt vermiyor.’ ‘Şu oğlan çok iyidir de, bi kusuru anne babasına itaat etmez, hiç dinlemez.’ ...vs.. işte aynen böyle demeye benzer..”

Oysa onların kusuru, en büyük kusurdur.

Neden?

Çünkü onlardan beklenen asıl gayeyi netice vermiyorlar. Bir insandan beklenen asıl gaye, ne yemesi, ne içmesi, ne de başka bir şeydir. Bunların hepsi, bir şeyi netice vermesi içindir.

İnsan,kâinattaki nimetlerden maddî ve mânevî istifade etsin ve bu nimetlerin Sahibi olan Rabbininin onu muhatap almasına mukabil, o da Rabbine mukabele ile, teşekkür etsin... Rabbinin kendini bunce nimetle sevdirmek istemesine, muhabbetle, kendini tanıttırmak istemesine mukabil tanımakla, ikramına, ihsanına mukabil, teşekkürle mukabele etsin.

Evet..insan, ibadeti netice vermek için yaratılmıştır.

İnsanın en büyük kusuru, ibadet etmiyor oluşu, namaz kılmıyor oluşudur.

devam edecek
 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Huzura variş 6

HUZURA VARIŞ 6


Huzura Varış - 6 - (Namaz Dosyası)
Anket

Sohbetimizin başında bahsettiğimiz,
Bizim âlemimizde, namazın yeri neydi? başlığı altında yaptığımız ankette verilen cevaplar arasından birkaçını daha sohbetimizin bu kısmında sizinle paylaşmak istiyorum...

Namazın bir kapı olduğundan bahseden kardeşimiz: “Benim terbiye edilmeme bir kapı.. Secdeye gitmekle, kulluğumu, aczimi ve fakrımı hatırlıyorum. Benim bir yaratıcım ve sahibim olduğunu bilerek, şükrediyorum. Ve o namaz kapısını daima açık tutmak istiyorum. O kapıdan gelen güzelliklerle ve o kapıyla terbiye olunarak, kul olmaya çalışıyorum.”

Diğer bir arkadaşımız ise namazı şöyle anlatıyordu: “Seçilmiş olmayı ifade ediyor.. Âlemlerin Efendisinin günde 5 defa huzuruna, beni davet etmesi, huzuruna kabul etmesi, diğer mahlukat arasından seçilmiş olmayı, süzülmüş olmayı ifade ediyor. Namaz, herşeye değer...”

Bir başka arkadaşımız, bu suali şu şekilde yanıtlamıştı: “Allah’ın huzurunda bulunduğum namaz hâli, bana rü’yet(Rabbimizi görebilmek) müjdesini veriyor. Mahlûkat üstündeki komutanlığımın bir göstergesi oluyor namaz..”


Avustralya’dan gelen bir kardeşimizin, verdiği cevap şöyleydi: “Zenginlikte şükrüm, fakirlikte sabrım, yoklukta kanaatimdi namaz.. Beni her hâlimde yalnız bırakmayan dostumla buluşma anlarımdı... hayatın değerini bana anlatan bir ibadetti namaz...”

Diğer bir kardeşimiz: “ İstediğim an açabileceğim ve tuşlarını çevirdiğimde, karşımda yalnızca Onu bulacağım bir telefon...”

Fâtiha ve Tehiyyât

Evet... Namazla Rabbimize yöneliyor, hâcetlerimizi, şikayetlerimizi ona dile getiriyoruz...
Peki, namaz kılarken, okuduğumuz Fatiha sûresinde “yalnız Sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” derken, kasdettiğimiz diğerleri kimlerdir??
Namazı tek başımıza kıldığımızda da aynı tarzda Rabbimize duada bulunuyor ve “yalnız Sana ibadet ederim ve yalnız Senden yardım dilerim” demek yerine , “İyyâke na’budü ve İyyâke nestaîn” : “yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” şeklinde bir ifade de bulunuyoruz??

Bizimle beraber olan diğerleri kimlerdir???
Evet.. İnsan namazı tek başına edâ eder gibi gözükür ancak, 3 muazzam orduyla namaza durmaktadır.
Üç muazzam cemaatle, o cemaatlerin nâmına “İyyâke na’budü ve İyyâke nestaîn” diyerek, münacaatta bulunur.
Birincisi: İnsanın vücudundaki zerreler, hücreler, organlardan müteşekkil bir cemaat vardır. Hepsi kendi vazifesiyle ibadettedirler. İnsan bu cemaatin imamı, temsilcisidir. Aynı zamanda maddi anlamda değil, mânevî boyutuyla da bir cemaati temsil eder. Aklı, kalbi, duyguları ve tüm mânevî latifelerinden oluşan bir mânevî cemaat de vardır.
Demek birinci cemaat, maddesi ve mânâsı itibâriyle insana emanet edilen cihazları, hassalarıdır. Tüm âzâ ve zerreler, ve latifeler, başlıbaşına bir âlemdirler.

İkincisi: Namaz kılan bütün insanlardan oluşan bir cemaattir. İnsan namaza durunca, kendisi gibi, milyonlarca mü’minin Kâbe çevresinde halkalar oluşturup namaza durduklarını hayalen görür.Halkalar büyüdükçe, kendisine kadar geldiğini ve o namaz kılan milyonlarca mü’minden biri de kendi olduğunu düşünerek, coşkuyla “İyyâke na’budü ve İyyâke nestaîn” der.

Üçüncüsü: Kainat ve içerisindekilerden oluşan bir cemaat. Zerreden şemse, galaksilere, ruhânîlere, meleklere kadar... İnsan namazında yaratılan cümle mahlukatın ibadetlerini Rabbine takdim eder. Onların ibadetlerine bir temsilci hükmünde, Rabbinin huzuruna çıkar.

İşte kainatın hülâsası olan insan, yaratılış hakikatine yakışır bir ibadet olan namazla mükellef kılınmıştır.

Namaz, insanın kainatın bir ustabaşısı hükmünde olduğunun, mahlukatın temsilcisi ve halife-i arz olduğunun bir göstergesidir.

Fatiha’da tüm kainat ve yaratılanlar adına Rabbine müracaat eden insan,

1. Ettehiyyâtü’de ise tüm mahlûkatın ibadetlerini Rabbine takdim eder...
Evet... Tahiyyatta, âlemlerin tamamının ibadetlerini Allah’a bir sunuş vardır.
Miraçta a.s.m Efendimizin Rabbine yaptığı taktimdir.

2. İşte bizler, namazdaki Ettehiyyâtü’de, Allah Rasûlü’nün Rabb-ül Âlemin’e tüm kainatın ibadetlerini sunduğu o miraç gecesine de hayalen tanık oluruz.

3. Namaz kılan bi mü’min, namazıyla, “mahlukatın Sana yapmış oldukları ibadetleri bilerek, imanımla Sana takdim ediyorum Yâ Rabbi” der.
İnsan öz olarak yaratıldığından, onun hamdi de, şükrü de kainat kadar olamlıydı. İşte kainatın ibadetlerini takdim vazifesi insana verilmiştir. Ta ki, kainat dolusu bir şükrü Rabbine ifade edebilsin...

Bizim şu sınırlı ömrümüz ve sınırlı hamdimiz, Rabbimizin kainat dolusu ihsanına, ikramına ve nimetlerine karşı kainat dolusu bir teşekkür yapmaya yetmez..Ama niyetimizle, imanımızla kainatın ibadetlerini, Rabbimize taktim ettiğimiz de, amel defterimize bütün o ibadetleri yapmış hükmünde kaydedilir... Bundan daha büyük bir kâr düşünebilir misiniz..?






Demek ki, insan iki ayrı şahsiyetle, Cenâb-ı Mevlâya iltica hâlindedir:



Birincisi: Yeryüzünün halifesi, varlıkların reisi, sultanı ünvanıyla, herşey adına, herşeyin ibadet ve hizmetini takdim ederek, aynı zamanda muhtaç olduğu şeyleri niyaz ederek “İyyâke na’budü ve İyyâke nestaîn” der.

İkincisi: Ettehiyyâtüde: kendisinin ibadetinin Rabbinin ihsan ve ikramlarına, nimetlerine karşılık bir hiç hükmünde olduğunu ifade eder ve bütün kainatın ibadetlerini Rabbine takdim ederek, “Yâ Rabbi..! ben senin makbul kulların gibi, sana makbul hediyeler takdim edemedim. Ama sen, bütün hayat sahiplerinin hayatlarıyla dile getirdikleri tesbihlere, zikirlere, şükürlere, ibadetlere lâyıksın. Ben de onları imanımla, niyetimle sana takdim ediyorum... “ der.

İşte, sınırlı ömründe, böyle sınırsız bir şükrü, namazla ifade ediyor insan...






Namaz kılmayan insanın sükut etmesi

İnsan namaz kılmadığı vakit, affınıza sığınarak söylüyorum ki, mutfak ile banyo arasında gidip gelen bir makine olacaktır.


Âyeti Kerimesinde Allah (c.c) “Rabbinizin nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız” buyuruyor.

Evet.. Allah’ın bze ihsan ve ikram buyurduğu nimetler saymakla tükenmeyecek kadar sınırsızdır....
Bizi yokluk karanlıklarından şu varlık âlemine çıkaran, bize bizi dağ, taş, ya da hayvan olarak yaratmayıp, insan sûretinde yaratan, kulağımızı açıp, gözümüzü takan Allah,
Başımıza öyle bir dimağ, sinemize öyle bir kalp, ağzımıza öyle bir dil yerleştirmiş ki, hadsiz hediyelerini tadabilip, tanıyabilecek kabiliyette yaratmıştır. İman ile bizi insaniyet makamına çıkaran Allah, İslâmiyet ile, Allah Rasûlü’ne ümmet olmakla da bizleri şereflendirmiştir.
Kainatı bir sofra yapıp önüne seren, kendisine muhatap alan, bütün âlemi ona hizmetkâr eden, Rabbine insan Rabbine nasıl ibadet edeceğini, nasıl bir şükürde, teşekkürde bılınacağını şaşırmaz mı?
Allah insanı, tam da kendisine uygun bir ibadetle mükellef , vazifeli kılmış ve kainat dolusu bir ibadeti, şükrün ifadesi olan namazla emretmiştir.

KAİNAT, MÜ’MİNİN VEFATIYLA AĞLAR, KÂFİRİN ÖLÜMÜYLE SEVİNİR

Âlemde yaratılan ne varsa, mü’minin hayatından haz duymakta, sevinmektedir....
Kâfirin hayatından da hüzün duymaktadır...
Kur’ân-ı Kerîm’de Duhan Sûresi 29. âyette şöyle buyrulmaktadır:
“Mü’minin ölmesiyle yer ve gök ehli tahammül edemez ağlar, ama kâfirin ölmesiyle sevinir, ağlamaz.”

Niçin mü’minin ölümüne ağlar yer ve gök ehli?
Çünkü mü’min, halden ve dilden anlayan birisiydi. Yaratılanların hakik kıymetini bilen birisiydi. Onları yaratanlarına itaatle, ibadetle vazifeli olduklarını gören birisiydi... Mü’min, kainatı başıboş ve mânâsız olarak görmeyip, bir kitap gibi kainatı okuyan, kainatın yaratılışındaki mânâları tefekkür eden biriydi.(s)
Namazıyla, mahlukatın ibadetlerini, itaatlerini bildiğini, takdir ettiğini, iştirak ettiğini bildiren biriydi.
Ve daima zikettiği, Âl-i İmran sûresinin 191. âyetiydi:
“ Ey Rabbimiz, sen bizi boşuna yaratmadın. Seni her türlü eksik ve kusurlardan tenzih ederiz. Bizi Cehennem azabından koru!”

Fakat, kâfirin böyle bir endişesi yoktu. Şu muazzam kainatı ve ondaki kusursuz ahenk ve intizamı tesadüflere bağlıyordu. Kendisi başıboş, serseri olduğu için, kainatı da başoboş ve anlamsız görüyordu.
İşte bu hakarete mâruz kalan mevcudat, kâfirin ölmesine seviniyorlar.
Mü’minin vefat ettiğinde de “Eyvah.., hâlimizden ve dilimizden anlayan, Rabbimizi binbir dil ile tesbih eden biri daha vefat etti..” diye arkasından ağlıyorlar.
Evet... insan da tüm yaratılanlar gibi bir kuldur .. Ama, tüm yaratılanların kendisine bağlandığı bir kuldur..!!
İşte insan namazı terk ederek, mahlukatı o yüksek makamlarında temsil etmemiş olmakla,
hem mahlukatın hakkına tecavüz etmiş olmaz mı?
Hem onlara hakaret etmiş, hem de onları yaratan ve ibadetlerini takdimle insanı vazifelendiren Rabb-ül Âlemîn’e hakaret etmiş olmaz mı???

Sen benim kalbime bak:

Kimi insanların, namazı küçük gördüklerine ve “sen benim kalbime bak” diyerek işin içinden çıktıklarına şahit oluruz.
Mehmed Kırkıncı Hoca’nın ‘Hikmet Pırıltıları’ isimli değerli kitabında, şöyle bir misal vardır:
Okumadan doktor olmak isteyen bir lise mezununa:
-Fakülteye girip, doktorluk ilmini tahsil etsene, dediğimizde;
-Sen benim kalbime bak. Benim Tıp Fakültesine öyle bir imanım, doktorluğa karşı öyle birr muhabbetim var ki tarif edemem. Siz okula devam edin. Yarın yine sizden önce ben doktor olacağım.
Namaz kılmayan kimseler de böyle demiyorlar mı?
“Siz namaz kılmaya devam edin. Ben kılmıyorum ama, daha doğrusu, Allah’ın emirlerini dinlemiyorum ama öyle bir imanım, Allah’a öyle bir sevgim var ki, yarın yine sizden önce Cennete ben gideceğim.”
Ancak nice insanlar var ki, gerçekten namaza başalmak istiyor, İslâmı yaşamak istiyorlar. Ancak, belki de bizden gelecek bir gayret kıvılcımına ihtiyaçları var ki, bu kısım mevzu bahis ettiğimiz kısımdan ayrıdır.
Kalbi temiz olan ve Allah’a inanıyorum diyenler ne yapmışlar???
5 vakit farz namazla kalmamış, geceyi bölüp namaza kalkmışlar. Ramazan orucunu tutmakla kalmamış, her ayın birkaç gününü de nafile oruçla geçirmişler. Mallarının zekâtını vermekle kalamamış, sadakalarla, yardımlarla, ihtiyaç sahiplerini gözetmişler. Yaya olarak kilometrelerce yolları katedip, dünyanın kalbi olan Kâbe’ye gelmişler. Serden, servetten geip, İslâmı cihana tebliğ etmişler... İşte kalbi temiz müslümanlar bunlar değil midir?
B.zamanın ifade ettiği gibi: “Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil...”



Ancak şu kadar var ki, Cennet Rabbimizin lutfundan bize vaad ettiği bir hediyedir.Yoksa biz ibadet ediyor ve Cenneti kazanıyor değiliz..

Yapmış olduğumuz kulluk, Cenneti kazanmak niyetiyle değildir. Çünkü, bize evvelce verilen ve hâlen verilmekte olan nimetlerin bir şükrüdür kulluğumuz. Cennet ise, tamamen, Rabbimizin ihsanı ve ikramı, bir hediyesidir. İbadetlerimizi Rabbimizin rızası ve hoşnutluğu için yaparız... Rabbimiz lutfederse, Cennetini ihsan eder....

Burada sanırım atlamamamız gereken bir husus da şudur:
Namaz kılıyoruz ve bir yandan da günah işliyor, ötede gıybet ediyorsak, namazın hakikatini bilmiyoruz ve gafletteyiz demektir.
Ama namaza devam etmeyelim mi?? Hayır.. Namaza devam etmeli, hem de daha sıkı ve ciddi birşekilde bu yüksek ibadeti edâya çalışmalıyız...

Allah(c.c) Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”

Bir başka âyette ise: “Gündüzün iki vaktinde ve gecenin gündüze yakın kısmında namaz kıl. Şüphesiz ki hasenâtlar, seyyiâtları( iyilikler, kötülükleri) giderir.”

Beş vakit namaz, arada vâki olan hasb’el beşer vâki olan küçük günahlara bir kefaret olur.

Birgün Allah Rasûlüne birisi gelir ve şöyle sorar:
“Yâ Rasûlullâh, falanca adam hem namaz kılıyor, hem de hırsızlık yapıyor.”
Efendimiz (a.s.m) şu cevabı verir:
“Yakında onun namazı, onu o kötü fiilden alıkoyar..” ...ki nitekimde öyle olmuştur.
Demek ki, namazımızın bir çekirdek iken, bir ağaç olmasına ve tüm yaşamımızı sarmasına gayret etmemiz gerekiyor.
Buraya gelmemiz, ve namaz hakikatini birlikte paylaşıyor olmamız, şu anda bir adımdır. Çok önemli bir adımdır. Evet.. burada birlikte bulunmamız, namazımızı yeniden keşfetmek, hayatımıza namazın penceresinden bakabilmek için birarada bulunuyor olmamız Rabbimizin bir lutfudur. İçlerimizde namaza karşı bir tutuşma olmasaydı, belki de şu an burada olamazdık. Evet.. Rabbimiz lutfetmiş, belki de namaz husuusndaki dualarımızı kabul etmiş ve bizleri buraya sevk etmiştir. Allah, hepimize ve tüm yakınlarımıza, ve bütün mü’minlere, namazı hakkıyla edâ edebilmeyi, namaz hakikatini hayatlarımızda yaşayabilmeyi nasip etsin inşaallah... Âmin
B.zaman’ın ifadesinde olduğu gibi: 5 vakit namazı kılar, büyük günahlardan kaçınıp, sünnete ittiba edersek, kurtuluruz inşaallah...

Namazın üzerimizde yaptığı etki, kişilik gelişimimiz açısında da etkilidir:
Namaz, bilfiil insanın enaniyetini kırar. İnsanı kardeşliğe hazırlar.
Allah rısası için iş yapmaya alıştırır.
Egoist olmamızı engeller.
İnsanı alçak gönüllü kılar...
İmanda meydana gelen aşınmaları ve zaafları önleyici bir reçetedir namaz...
Birer iman hastalığı olan riya(ikiyüzlülük) ve yalan, namaz kılmaya devam ettilçe, karakter çizgimizden silinmeye başlar.
Aynı zamanda, kendimizle beraber, günümüzü de disiplin ve intizam altına alır namaz.
Namazın faydalarına, bizzat yaşayarak insan şahit oluyor zaten...

Namazla tanışmadan önceki boşluk
Ancak şu kadar var ki, insan namazla tanışıncaya kadar, içinde ve kişiliğinde muazzam bir boşluk yaşar. İnsan, elemleriyle, emelleriyle, günahlarıyla, sıkıntılarıyla yıpranan, yorulan, sıhhatini kaybeden kalbiyle, aklıyla, ruhuyla, duygularıyla, bir türlü huzur bulamaz, rahat edemez. Hangi arkadaşına gitse, hangi eğlenceye katılsa, ne yaparsa yapsın, huzuru bulamaz. Devamlı bir arayış içerisinde kapı kapı dolaşır.
Mevlânâ Hz. Mesnevî’sinde, bu boşluk hakkında şöyle der: “Namaz ehli olamayanı, gönül namazı kılmayanı, öfke rüzgârı, şehvet rüzgârı, tama’ rüzgârı alıp götürür.
Yani, sadece namaz kılmayanın değil, , gönül namazından da gafil olanı, namaza ehemmiyet vermeden kılanın da kişiliğinde, kalbinde boşluk vardır. Ve bu boşluk eğer namazla ve namazın terbiyesiyle dolmazsa, öfke, şehvet, tama’ bu boşluğa gelir yerleşir diyor.

Hem insan, kendisine yapılan kainat dolusu ikram ve ihsanı, nimetleri görerek, Rabbinden geldiğini bildikçe, ona karşı bir teşekkürü yapamamanın, kainat dolusu boşluğunu da ayrı bir yaşıyor.
Ne zaman ki, namazla tanışır, o zaman, içindeki tüm boşluklar doluyor. Yaraları tedavi oluyor. Çünkü insan, namazla birlikte, Efendisini, sahibini buluyor. İnsanın bir sahibi olduğunu bilmesi çok güzel birşeydir. Hem sahibim dediğiZat, âlemlerin Efendisi’yse, bundan daha Rahmet ne olabilir????
İnsanın mânevî iklimini de tedâvî eden namazda bir gönül inşirahı vardır.
İbadeti edânın verdiği huzur, hafiflik, vicdanın rahatlığı vardır.

İnsanın, Efendisine sığınmasının, güvenmesinin, tevekkülün ve teslimiyetinin ferahlığı vardır.
Bu ferahlık, bu gönül inşirahı, bu huzur ve nur, insanın yüzüne yansır, hâline, hareketlerine yansır, yaşantısına yansır... Rabbim hayatlarımızı namazın nuruyla hayatlandırsın inşaallah....Âmin.

devam edecek
 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Huzura variş 7

HUZURA VARIŞ 7


Huzura Varış -Son Bölüm- (Namaz Dosyası)

Namaz monoton bir ibadet değildir



Namaz bize bazen monoton bir ibadet gibi görünebiliyor.. Rekatler, okuduğumuz sûreler vs. hemen hemen hep aynı . Aslında, namaz monoton bir ibadet değildir. Çünkü, her namaza durduğuuz zaman diliminde, dünya tümüyle değişmiş oluyor. Mekân, her an değişiyor. Dünya sabah namazında döndüğü yerde dönmüyor. Zaman zaten öğle vakti olmuş ve değişmiş.... İnsanın kendi iç dünyası da, gün içinde farklılık arzeder. Sabah namazına duran bizle, öğle vaktinde namaza duran biz arasında çok farklar görünür. Duygularımız, olaylar, yapmış olduğumuz işler değişmiştir çünkü. Farklı bir vakitte, farklı duygularla rabbimize yöneliriz her vakit. Bir vakit diğer vaktin asla aynı değildir. Ne biz, ne âlem kararında kalmaz.. Sürekli değişir.

Ayrıca değişen bu âlemin, her an yaptığı yeniden bir tesbihi, bir ibadeti olduğundan, onların yeni ibadetlerini Rabbimize takdim ederiz... Yaptığımız takdim de her an tazedir... her an taze hamdleri, şükürleri, ibadetleri takdim ederiz...O yeni ibadet ve tesbihler de amel defterimize kaydolur..

Hem Rasûlullâh’a her seferinde, yeniden biatımızı da yenilemiş oluruz, Ona ittiba edeceğimize dair sözümüzü hatırlarız. Ve bizde her an tazeleniriz, her an binlerce hücremiz ölür ve yerine yenisi yaratılır.

İşte bu yüzden, namaz monoton bir ibadet değildir...



Asr-ı Saadet devrinde, Rasûlullâh’tan ders almış, sahabelerin namaza verdikleri ehemmiyet akıllarımıza durgunluk verecek bir tarzdaydı.



Misver b. Mahvere’nin rivayetinde şöyle diyordu:

“Hz. Ömer (r.a) hançerlendikten sonra yanına geldim. Oradakilere ‘durumu nasıl?’ dedim. ‘gördüğün gibi’ diye cevap verdiler. Baygın bir haldeydi. ‘Namazdan başka birşeyle onu uyandıramazsınız’ dedim.

‘Ey mü’minlerin emiri, namaz vakti geldi’ dediler. Hz. Ömer (r.a) : ‘Peki kalkayım2 diyerek, kalktı ve namaza durud. Namazı terkedenin durumunu düşündü.” (26)





Rasûl-i Ekrem (a.s.m) Efendimiz, gece ayakları şişene kadar namaz kılardı. Hz. Âişe(r.a.) vâlidemiz, kendisine , “Yâ Rasûlullah, Allah(c.c), senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmiştir, engellemiştir, yani sen günah işlemezsin ki.” deyince, Allah Rasûlü (a.s.m) şöyle cevap vermişti: “Yâ Âişe, efelâ ekûnü abden şekûra?” yani: “Ey Âişe, çok şükreden bir kul olmayayım mı?”









Başka bir rivayet de şöyledir:

“Rasûl-i ekrem (a.s.m) namaza başladığı zaman, çevresinde bulunanlar, O’nun göğsünden, kaynayan bir buhar kazanının fokurtularına benzeyen fokurtular işitirlerdi.”



Allah Rasûlü kıyama durduğu zaman, huzurdan ayrılmak istemezdi. Kıyamda o kadar kalır, zamm-ı sûreleri o kadar okurdu ki, ayakları şişerdi. Sonra rükû, ondan sonra da secdede o kadar kalırdı ki, görenler onu vefat etti sanırdı.
 
Üst Alt