Nefs'in Tezkiyesi...

nefsimutmainne

Aktif Üyemiz
Tezkiye lügatte, temizlemek, arındırmak mânâlarının yanısıra, artırmak, geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek anlamını da ihtiva eder. Bu mânâ çerçevesinde tezkiye, esasen manevî eğitimin bütün seyrini ifâde eder.

Nefsi tezkiye; öncelikle onu küfür, cehalet, kötü hisler, yanlış îtikadlar, fena ahlâklardan temizlemektir. Yâni şer'-i şerife aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, îmân, ilim, irfan, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takva hasletleriyle terbiye ve tezyîn ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır.
Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu suretle ruhun hükümranlığına imkân sağlamaktır.

Bu da ancak nefse karşı irâdeyi güçlendirecek olan riyâzât yoluyla, yâni yiyip içme, uyuma ve konuşmada îtidâle riâyet gibi usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta nefsi dizginlemenin usûlü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)'dır, denilegelmiştir. Çünkü bunlar riyâzât ile nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usûlleri tatbîkte de îtidâli elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allah'ın insanlara bir emânetidir.

Yâni kul, nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefritten sakınmalı, onun azgınlıklarına set çekeyim derken, riyâzât ve mücâhedede aşırılığa düşmemelidir. Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda îtidâli emreder. İnsanlara her türlü ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak surette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, matlûb da değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi, nefsânî temayüllerin ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.
Nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi, beşerî akıbetin felâket veya saadet olarak gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür.

Bu terbiye ve tezkiye için evvelâ ilâhî irâdeye ram olup şehevî ihtiraslar ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak îcâb eder. Her mümin, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hîçlik ve cahilliğini idrâk ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemâliyle kavramalı ve fiillerine bu idrâk ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdîrde, -Kur'ânî tâbirle- "kötülüğü şiddetle emreden" (Bkz. Yûsuf Sûresi, 53. âyet-i kerîme.) nefs, mezmûm sıfatlardan arınıp makbul bir hâle gelir.

Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binâen "cihâd-ı ekber" kabul edilmiştir.
Nitekim bu tâbiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi'nden dönüşlerinde bizzat ifâde ederek ashabına:
"- Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır.

Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zira seferin evvelinden nihayetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Katedilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsâid değildi.

Meyvelerin toplanacağı hasad mevsimi de gelip çatmıştı. Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi aşan sahâbî ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medîne'ye yaklaşırken adetâ şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in söylediği bu sözün hikmetini merak eden bâzı sahâbiler, hayretler içinde:


"- Yâ Rasûlâllâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd olur mu?" dediklerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

"- Evet! Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mü-câhedeye dönüyoruz!" (Bkz. Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II, 73.) buyurdular.

Diğer taraftan bütün gazvelere katılıp sâdece Tebük Gazvesi'nden -mazeretsiz- geri kaldıkları için ihtilâftan men (yalnızlığa terkedilmek) ile cezalandırılan ve bu sebeple ashâb ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yüzlerine bakmadığı, kendileriyle konuşmadığı, selâmlarına bile mukabele etmediği üç sahâbînin tasvîre sığmayan pişmanlık ve perişanlığı meşhurdur. (Bu üç sahabi, Mürâre bin Rabîi'l-Amrî, Hilâl bin Ümeyyeti'l-Vâkıfî ve şâir Ka'b bin Mâlik'tir. Bunlar, bütün gazvelere iştirak etmişlerdi. İçlerinden Ka'b hâriç, diğer ikisi Bedr'e de katılmıştı.

Ne var ki Tebük'e iştirak etmemekle içine düştükleri hatâ yüzünden kendilerine alınan tavır karşısında, dünyâ gönüllerine dar gelmişti. Hele Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashabın, selâmlarını dahî almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi karşısında, yeryüzü adetâ kendilerine yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için artık bir yabancı gibi idi. Zîrâ haklarında vahy-i ilâhî gelene kadar onlarla her türlü irtibat kesilecek ve tecrîd edileceklerdi. Çaresizdiler. Bu sebeple, gece gündüz nedamet gözyaşları döktüler. Erimiş mumlara döndüler. Hatâ yapmışlardı ama, ihlâs, doğruluk, teslîmiyet ve tevbeden uzaklaşmamışlardı. Bu minvalde tam elli gün geçti. Nihayet gerçeği olduğu gibi îtirâf etmeleri ve samîmî bir şekilde tevbe etmelerinin bir mükâfatı olarak şu âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular:

"Allah, geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çâre olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey îmân edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe, 118-119). (Tafsilatlı malumat için bkz. Osman Nuri TOPBAS, Nebiler Silsilesi, IV, 289-294)

Şimdi insaf ile düşünmeli ki, böyle bir cihâd, küçük cihâd addedilir ve küçük cihâddan geri kalmak, insanı daha dünyâ hayâtında bu kadar hakîr ve hacîl bırakırsa, en büyük cihâd olan nefislerin tezkiyesi ve kalelerin tasfiyesi hususundaki gaflet ve ihmâl, yarın huzûr-i ilâhîde insanı ne derece zor ve müşkil bir vaziyete duçar eyler!.. Bu ürpertici hakîkat önünde her akıllı mümin, nefsini derhal derin bir muhasebeye tabî tutmalıdır. Yarın çok geç olmadan ve ilâhî hesap gelmeden evvel kendimizi, yine kendi irâdemizle hesaba çekmek mecburiyetindeyiz. Zîrâ yüce Mevlâmızın âyet-i kerîmedeki şu îkâzı gayet şiddetlidir: "Sizi boş yere yarattığımızı ve bize geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (el-Mü'minûn, 115)
Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak: "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?!." (el-Kıyâme, 36) buyurmuştur. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tabî kıldığı hâlde Allah'tan (hayır) umandır." (Tîrmizî, Kıyamet, 25; ibn-i Mâce, Zühd, 31) buyurmuştur.

Bu itibarla her mümin, tezkiyesi ile mükellef olduğu nefsine karşı ciddî bir mes'ûliyet şuuruyla hareket etmelidir. Kişinin, nefsini tezkiye etmeye çalışırken, bu işin ehemmiyet ve usûllerine vâkıf olması gereklidir. Aksi hâlde «kaş yapayım derken göz çıkarma» meselinde olduğu gibi bir hatâya düşülebilir.

Nefsin tehlikelerine karşı Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle uyarır:
"(Ey Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona sen mi vekîl olacaksın?" (el-Furkan, 43)
Bir hadîs-i şeriflerinde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
"- Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır. " (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 12) buyurmuştur.

Bu sebepledir ki nefs tezkiyesi, her mümin için son derece hayatî ehemmiyeti hâiz ve büyük mes'ûliyeti mûcib bir keyfiyettir. Bu mes'ûliyeti Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenalıklara gömen de ziyan etmiştir." (eş-şems, 9-10) şeklinde ifâde buyurmaktadır. Yâni nefsini terbiye edip uslandıran, selâmetle yolunu katetmiş, bunun aksine onu azgınlık ve vahşîliğiyle başbaşa bırakan da ebedî bir hüsran ve ziyana duçar olmuştur. Görüldüğü üzere nefs, kendisine ölçüsüzce tabî olunduğu zaman ebedî bir felâket sebebiyken, terbiye edilip itaat altına alındığında ise insanı meleklerden üstün bir mevkiye yükselten bir kazanç vesilesidir.

Diğer taraftan infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zahiren başkalarına faydalı olmak suretinde görünse de, hakikatte nefse doğruyu, güzeli ve hayırlıyı telkindir. Çünkü iyilikler bu suretle benlikte yer eder ve ruh, bunlarla ünsiyet peyda eder. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve en doğrusu olan Kur'ân-ı Kerîm'i okumak, nasihatlerini can kulağıyla dinlemek ve ahkâmıyla âmil olmak da, nefsin ıslâhına en büyük vesilelerden biridir.

Hayatını bütünüyle Kur'ân istikâmetinde tanzîm eden bir kul, nefsinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden kurtulur ve yalnız Hakk'ın rızâsını talep hâlinde yaşar. Kalbi ilâhî lütuf tecellîlerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul için, artık gözün gördüğü, kulağın işittiği zahirî iklîmin ötesine manevî bir pancur açılmış ve kâinat, hikmetli ve azametli bir kitâb hâline gelmiştir.


O hâlde hiçbir mümin, Kur'ân-ı Kerîm'deki ilâhî emir ve nehiylerden gafil olmamalı, ebedî saadet ve selâmetini tehlikeye almamalıdır.
Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de nefs tezkiyesiyle alâkalı pek çok âyet-i kerîme mevcuttur. Bu âyetlerde "tezkiye":
-Allah Teâlâ'nın tezkiye etmesi,
- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tezkiye etmesi,
- Kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi şeklinde, umumiyetle üç kısımda mütâlâa edilmiştir.
 
Üst Alt