Hz. Muhammed’in Nübüvvetini Müdafaası

ceylannur

Yeni Üyemiz
D. Ü. İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi



İnsanlar bir arada yaşamak durumunda olduklarından, herkesin kabul edebileceği prensiplerin uygulamaya konması için bir Resûl'ün gönderilmesi lazımdır[1]1. Karıncayı emirsiz, arıları arıbeysiz bırakmayan Ezeli Kudret elbette insanı nebîsiz bırakmaz. Allah tarafından gönderilen peygamberler “aşılayıcı rüzgar” (Hicr: 15/22) gibi ilâhi feyzi taşıyıp, kabiliyeti olanlara neşrederek aşılarlar ve indirilen Kitâb da gökten inen su gibi hayatın mayasıdır[2]. Nübüvvet, insanlık için zaruridir. Beşeriyetin Nübüvvete olan ihtiyacı, son bulmayacak; kıyamete kadar devam edecektir[3].



Nübüvvetin ilk şartı insanlık (meleklik değil), ayırt edici özelliği ise vahiy ile hususi ilâhi talimdir. İnsanlar içinde nübüvvet vazifesini deruhte edebilecek zatların en yüksek, en güzide ricalden olması Cenab-ı Hakk’ın hikmeti icabıdır. Nitekim, Allah’ın verdiği istidat ile dağlarda ve maden ocaklarında bazı taş parçaları yakut ve zümrüde tahavvül ediyor. Yakut ve zümrüt ile aynı yerde bulunan diğer taşlar, bu göz alıcı parlaklıktan, akıllara durgunluk veren güzellikten mahrum iken, onlar, kendi nevilerinden olan taşlar arasında parlamaktadırlar. Nebi ve Resullerin öteki insanlar arasındaki durumu da buna benzer.



Nübüvvet medeniyetin en büyük kaynağı olduğundan bedevilik Nübüvvetin hikmet ve gayesine uygun değildir. Din yalnız ibtidai insanların değil, yüksek medeniyetlerin düzenleyicisi olduğundan bedevilik, bir peygamberde bulunması hikmet gereği olan zerafet, cazibe ve üstün vasıfların bir arada bulunmasına elverişli değildir.



Allah Teâlâ, varlığını, yaratıkların en olgunu olan insana duyuracaktır ve insanı varlığından haberdar etmesi de elbette beşeriyet içinde en temiz, eksiklerden en uzak şahsa nasip olacaktır. İşte beşer içindeki bu arınmış zâta Nebî, Resûl; o tebliğe de vahiy denir. Arı da vahye mazhar olmuştur:“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev edin”(Nahl: 16/68). “Denebilir ki arının sanatı bir Nübüvvet vahyi olmamakla beraber zaruri bir hüküm ifade etmesi açısından ona benzerdir. Ve vahy denilen ruhi durumun kuvvet ve isabetini tasavvur ve tefekkür edebilmek açısından ilhamdan daha kuvvetli bir misaldir. Yani Hak Teâlâ tarafından arıya bal yapmak ruh ve sanatı şaşmaz bir vücup ve isabetle verildiği gibi Peygambere gelen vahiy de zaruri bir ilmi ledünnidir”[4].



Nübüvvetin ispatına, ancak Allah'a, O'nun alemin işlerini tedbirine inanan kimse muhatap olur. İnsanların büyük çoğunluğu kudret sahibi bir Yaratıcı'ya inanır. Allah'a inanan insanların büyük çoğunluğu, Resûllere de inanırlar. Allah, Resûllere çalışmakla elde edilemeyen bir nevi ilim ve hidayet verdi ve onları kendi katından âyetlerle destekledi. Hidayete istidâdı olan insanlar onlara inandı. Sözüne itibar edilen herkes, beşer nevinden bazı zâtların, vahye dayanarak, insanları mutlu eden güzel fiilleri ve ilim nevinden bazı husûsları halka tebliğ ettiklerini, çirkin fiillerden onları sakındırdıklarını[5] kabul etmektedirler. Demek ki, Allah Teâlâ, bir rahmet ve lütuf eseri olarak kullarından dilediğine bu vazifeyi vermiştir. Mu'tezilenin iddialarının aksine, bu O'na gerekli değildir[6]. Resûl gönderilmeyen toplumlar mükellef değildir[7].



İnsanlık tarihi boyunca birçok Resûl gelip geçmiştir. Resûller Allah'a, Âhiret gününe imâna ve salih amel işlemeye dâvet konusunda müttefiktirler[8]. Mekke'de nâzil olan sûreler, bütün Peygamberler nezdinde müşterek olan umûmî imân hakkındadır. Bu müşterek imân bazı ümmetlerde miktar ve vasıf bakımından daha büyüktür[9].



Resûllerin gönderilişi, insanların yaptıklarından sorumlu olacaklarını gösterir. "Bunları müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak gönderdik ki elçiler geldikten sonra insanların Allah'a karşı baha neleri kalmasın. Allah mutlak Gâlib’tir, hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisâ: 4/165).Müslümanlar, Resûller arasında ayrım yapmaksızın hepsine inanırlar (Bakara: 2/285) ve bütün Resûlleri (Mümtehine: 60/4, 6) ve Hz. Muhammed'i örnek alırlar (Ahzâb: 33/21).



Resullerin işi hiç bir dönemde kolay olmamıştır. Bazı insanlar ilâhî tebliğe muhalefet edip, bu konuda çeşitli bahaneler ileri sürmüşlerdir. Kur'ân-ı Kerim, Resûllere muhalefet sebeplerini kaydedip, itiraz edenlere gerekli cevapları vererek, genel mânâda Nübüvveti, hususi olarak da Hz. Muhammed’in Nübüvvetini müdafaa etmiştir[10]. Biz bu çalışmamızda, Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Muhammed’in nübüvvet ve risaletini müdafaasını ele alacağız.



Önceki Resûllerin gönderildikleri toplumları, kendilerinden delil istedikleri gibi, Hz. Muhammed’in ilk muhatapları da O’ndan, doğruluğuna dair deliller istediler. "Dediler ki: 'Ona Rabb'inden âyetler (mûcizeler) indirilmeli değil miydi?' (..)" (Ankebût: 29/50-51). Bu itibarla, önceki Resullerde olduğu gibi, Hz. Muhammed’in (asm) risaletinin de bir çok delili zikredilmiştir. Lakin, Hz. Muhammed'in risâleti evrensel ve ebedî olduğundan, risâletinin delillerinin de her çağ ve yerdeki insanlara yönelik olması icap etmiştir. Binaenaleyh, Kur'ân'ın, Hz. Peygamber’in risâletini ispatlamak için getirdiği deliller aklî, naklî ve hissî olduğu gibi, her çağda ve her yerde geçerliliğini muhafaza edecek mahiyettedir. Bu deliller, muârızı iknâ ederken, mü'minin imânını da ziyadeleştirir.



Allah'ın varlığı ve birliği, Âhiret gibi inanç esaslarında olduğu gibi Kur'ân, Hz. Muhammed'in risâleti hakkında da insanı aklını kullanmaya, ince ve derin düşünmeye sevk ederek ona, deliller ve bürhânlarla gerçeği gösterir. Zira, bu yolla varılan kanaât ve inanç gayret ürünü olduğundan, menfi cereyanlara karşı kolay kolay yıkılmaz. Nitekim, bu şekilde Hz. Mûsâ'ya inanan sihirbazlar, Fir'avn'un, ellerini ve ayaklarını çaprazlama keseceği tehdine aldırmayıp, fütur getirmediler (A’râf: 7/123-126). Ezcümle, Hz. Muhammed’in Nübüvvetinin delilleri şunlardır:



1. Kur'ân-ı Kerîm

Kur'ân, Hz. Muhammed’in risâletine, Allah ve melekleri şahit gösterir. "Allah, sana indirdiğini kendi ilmi ile indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Allah'ın şâhitliği de bir şeyin gerçekliğini ispât için kâfidir" (Nisâ: 4/166). Bununla beraber, Allah Teâlâ, her Resûle, gönderildiği kavme ve çağa uygun gelecek bazı mûcizeler verdi. Hz. Mûsâ’nın gönderildiği toplum, tabîî ilimler, sihir ve sanatta mahir olduğundan, Asâ’sının yılana döndüğünü gördüğünde, -inatçılar hariç- onun Allah tarafından gönderildiğini anlayıp, imân etti. Hz. Mûsâ'nın Nübüvvetini en önce sihirbazlar anlayıp, "ilk inananlar" oldular. Çünkü onlar, sihir uzmanı olduklarından, gördüklerinin sihirle bir ilgisinin olmadığını kavramada gecikmediler (A’râf: 7/123-124).



Hz. İsâ'nın, Resul olarak gönderildiği toplum, tıp alanında uzman olduğundan, ona, "Allah'ın izni ile anadan doğma körleri, alaca hastalıklıları iyileştirme ve ölüleri diriltme" mûcizeleri verildi (Alu İmrân: 3/49; Mâide: 5/110).



Hz. Muhammed'in Nübüvvetinin ilk muhatabı olan Araplar ise fesâhat ve belâğatta önemli mesafe katetmişlerdi; onların en zekileri, bütün akli ve hayali kuvvelerini harekete geçirerek lisanlarını en iyi bir şekilde kullanıyorlardı. Böyle bir toplum içinde zuhûr eden Hz. Muhammed’e nazım, üslûb, fesâhat ve belâğatinin yanında ihtivâ ettiği mânâlar bakımından da eşsiz bir kitap olan Kur'ân verildi. Böylece, Hz. Muhammed'in kavmine gösterdiği büyük bir bürhânı oldu. Hz. Muhammed (asm), bütün insanlara gönderildiğinden (Sebe’: 34/28) risaletinin delillerinin de bütün insanlara yönelik olması gerekmiştir. Bu itibarla, Kur'ân, akılla birlikte his, kalb, zihin ve vicdanı da uyarmak suretiyle mesajını bütün kesimlere iletir.



Hz. Peygamber'den delil, mûcize isteyen muhataplarının dikkatleri Kur’ân’a çevrilir: "Dediler ki: 'O'na Rabb'inden mûcizeler indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Mûcizeler Allâh'ın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım'. Kendilerine okunan Kitâb'ı sana indirmemiz, onlara yetmedi mi? şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır" (Ankebût: 29/50-51)."Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. (...) Onları açık delîllerle ve Kitâblarla gönderdik. Sana da bu Kur'ân'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, ta ki düşünüp öğüt alsınlar" (Nahl: 16/43-44).



Kur’ân, müşrik Arap ediplerini, gururlarına dokunarak meydana çağırmış, gitgide kolaya doğru, muhtelif safha ve şekillerde bu çağrısını yinelemiştir. şöyle ki:



a. Önce Kur’ân’ın tamamının benzerini istedi: "Doğru iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler." (Tûr: 52/41). Fakat yapamadılar.



b. Sonra on sûrenin benzerini getirmelerini istedi. "Yoksa onu uydurdu' mu? diyorlar. De ki: 'Öyleyse siz de onun benzeri uydurulmuş on sûre getirin; eğer doğru iseniz Allâh'tan başka, çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın!" (Hûd: 11/13-14). Bundan da aciz kaldılar.

c. Bu defa, bir sûrenin benzerini istedi. "Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!" (Yûnus:10/38).



Bunu da yapamayınca,

d. Bu defa, bir sûresinin herhangi bir yönden benzeri olabilecek bir mislini yapmaya çağırdı. “Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin”.(Bakara: 2/23-24). Daha önceki Mekki döneme ait safhalarda mislehü denmek suretiyle benzeri isteniyordu. Nüzul sırası bakımından da, konu ile ilgili bu en son âyette teb’iz ifade eden min mislihi buyurulmuş, böylece tahdidi bir nazire değil, takribi bir nazire olabileceği bildirilmiştir[11].



Onların acizliğini ve bunun hiç bir sûrette mümkün olmadığını şöyle ilan etti: ”De ki: 'Kasem olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olup yardım etseler de bunu yapamazlar".(İsrâ: 17/88).



Kur’ân, lafzı ve nazmı açısından meydan okumuştur. Yoksa, ne geçmişe dair gayb haberleri, ne nüzûlünden asırlar sonra tasdik olunacak gayb bilgileri, ne muhatap Arapların bilgisinin idrak etmediği ilim, ne de nazım ve beyân ile alakası olmayan mânâlardan herhangi bir şeyle meydan okumuştur[12].



Kur'ân, Araplara muâraza yapmaları için meydan okudu; ancak yapamadılar. Eğer yapabilselerdi, kesinlikle yaparlardı; çünkü, Hz. Peygamber'e savaş açtılar. Eğer kelâmla muârazaya güçleri yetseydi, ondan son derece güç ve sıkıntılı olan kılıca başvurmazlardı. Savaşa girişmeleri, muâraza yapamadıklarının bir delîlidir[13].



2. Yüce Ahlâkı

Bir kimsenin resûl olduğunu, harikulâde durumların yanında amelî ve ahlâkî faziletler gösterir[14]. Bu itibarla, Kur'ân, Hz. Muhammed’in ahlâkına dikkat çeker[15]. "Kasem olsun ki, sen büyük bir ahlâk üzerindesin" (Kalem: 68/4). “Hayat ve ahlâk-ı Muhammediye canlı bir mûcizedir”, diyen[16] M. Hamdi Yazır, bu hususu şöyle açar: Hz. Muhammed’in bütün hayatı boyunca gösterdiği mûcizeler meyanında, hareketlerindeki istikamete, başka bir tabirle, istikamet sahasındaki şaşmaz istikametine büyük bir hisse ayırmak icab eder. Bir tek insanın değil, bütün fertleriyle bir cemaatin, yalnız bir cemaatin de değil, birçok cemaatlerin, milletlerin, kavimlerin, sadece muayyen bir zaman ve mekan içinde değil, muhtelif zaman ve mekanlarda hidayete erişmelerine ait ruhânî, cismânî, ilmî, amelî, ahlâkî, hukukî, ictimâî, siyasî, dünyevî ve uhrevî esasların yalnız bildirilmesi kâfi gelmemiştir. Bütün bu esasların talim ve tatbikini de ihtiva eden peygamberlik vazifesinde imanın en kuvvetlisini taşıyan, işlerin en zahmetlisine katlanan Hz. Muhammed, sözü ile işi, nazariyâtı ile fiiliyâtı arasında zerre kadar fark göstermemiştir[17].



İstikameti ona Allah emretmiştir: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. (..)” (Hûd: 11/112). Resûlullah’a “Beni ihtiyarlattı, kocattı”[18] dedirtecek kadar zor gelen cihet, istikamet emrinin kendisine tealluk eden kısmından ziyade ümmetine tealluk eden kısmıdır[19]. Zira, hiç kimse, O’nun ne din işlerinde, ne de dünya işlerinde gerçeğe aykırı birşey söylediğine şahit olmamıştır. Eğer O’ndan böyle bir şey sâdır olmuş olsaydı, muârızları tarafından açığa çıkartılır, ilân edilirdi[20]. Böyle bir iddiâ bir tarafa, bi’setten sonra muârızları olacak kimseler bile ona Muhammedu'l-Emîn diyorlardı.



Resulullah’ın hayatının her safhasında güven, istikrar ve devamlılık öne çıkar. Mesela, O’nun Mekke ve Medîne’deki hareket tarzı bir mimarın aktivitesini andırır. Mimar, bir binayı yaparken o binanın projesinden son marangoz keserinin vuruşuna kadar ilgilenir. Yapı içinde hiç bir bölünme olmamalıdır. Hiç kimse bir mimarın sadece bazı fikirler ileri sürerek yahut bir kaç tasarı ortaya koyarak bir binayı bitirdiğini iddia edemez. Bu itibarla, Resûlullâh’ın Medîne’deki muâmeleleri, O’nun Mekke’deki gidişatında bir yön değiştirme değil, tamamen onun mantıkî devamı olarak algılanmıştır[21]. Ayrıca, Hz. Peygamber, Mekke’de tamamıyla reddedilmiş değildi. Böyle olsaydı, Medinelilerin kendi ülkesinde itibarını yitirmiş birini dini ve siyasi bir önder olarak davet etmeleri imkansız olurdu. Hiçkimse acıdığından ötürü birini önder olarak seçmez. Öyleyse, Hz. Peygamber’in ahlâki itibarı ve devlet adamlığı yeteneğinin Medinelileri kendi tarafına kazandırmış olması muhakkaktır[22].



Resûlullâh, ne kadar büyük olursa olsun (Ahzâb ve Bedir gazvelerinde olduğu gibi) hiç kimseden çekinmemiştir. Ona bu azmi ve cesareti Rabbi aşılamıştır: "Ey Nebî, Allah sana ve sana tâbî olan mü'minlere yeter" (Enfâl: 8/64). “Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma” (Hicr: 15/94). Nitekim, en tehlikeli durumlarda, -meselâ, Sevr Mağarası'nda olduğu gibi- kurtulma yolu ve ümidi gözükmezken, gayet metânetli, emin ve mutmaîn bir şekildeki hal ve tavrı, yanındaki Hz. Ebû Bekir’e “Tasalanma Allah bizimledir” (Tevbe: 9/40) demesi, kayda şayan bir husustur.



Hz. Peygamber’in kararlılığı ve azmi müsteşriklerce de bahis konusu edilmiştir. Bu çerçevede İtalyan Kaytano demiş ki: “Muhammed hiçbir müşkilat karşısında yılmamış, hiç ye’se düşmemiş, kanaati asla sarsılmamıştır. Onda öyle bir kendine güven vardı ki bunun sırrı anlaşılamamış ve kendisi ile beraber defn olup gitmiştir.” Bunu kaydeden M. Hamdi Yazır der ki: “Belli ki bu söz hakikati hem itiraf hem tahriftir. Belli ki bir beşerin bu derece nefsine itimadı kabil-i tasavvur olmadığından buna ‘bir sır’ demiştir. Bu sır, O’nun nefsine itimadının sırrı değil, hakka, Allah’a itimadının sırrıdır ki o da Nübüvvet ve risaleti ve Allah’ın emir ve şehadetiyle Nübüvvetine olan yakini ve davasındaki doğruluğunun bürhanıdır. Resulullah hiç bir zaman nefsine itimad etmemiş, daima ve daima Allah’a tevekkül etmiştir”[23].



İnsanlık tarihi incelendiğinde, en büyük dâhinin, ancak bir iki his ve istidâdı meselâ, hürriyet, fedakarlık ve muhabbet gibi- harekete geçirmeye muvaffak olduğu görülür. Halbuki, Hz. Muhammed, geniş Arab Yarımadasındaki bedevî kavimlerde, üstü kapalı birçok yüce hissi birden uyandırıp, ortaya çıkartmıştır. Ayrıca, üç milyon km2 yüzölçümünde bir ülkeyi, üçyüze varmayan maktûl ve şehide[24] mukabil fethetmesi ve daha sonra aynı hareket tarzı ile Hulâfa-i Râşidîn devrinde bu defa üç kıtada hakimiyet tesisi önemli bir hadisedir. Yine, kalblerinin katılığı, "kız çocuklarını diri diri toprağa gömme" gibi işlerden anlaşılan o toplum fertlerinin kalblerini aydınlatması ve ince kalbliliğin tezahürü olan hayvanlara merhamet, hatta karıncaya şefkat gibi işlerle süslemesi sıradan bir iş değildir[25].



Daha önce hiçbir tecrübesi olmayan bir insan nasıl olur da dâhi bir yazar, komutan ve neticede muzaffer bir lider olabilir? Bir kimsenin dâhi bir stratejist ve tamamiyle yeni bir sosyal nizamın mimarı olması sıradan bir iş midir? Bir insan nihai başarısını önceden haber verebilir mi? Mekkî olan Kamer sûresi, henüz üç beş müslüman varken ve akibetleri oldukça şüpheli iken, ileride müşriklerle harb olacağını, üstelik şirk ordusunun hezimete uğrayacağını haber vermiş ve bu ilkin Bedir’de gerçekleşmiştir (Kamer: 54/45). Kur’ân metninin eksiksiz muhâfaza ve intikâl edeceği (Hicr: 15/10), İslâm’ın muzaffer olup (Nûr: 24/55), Mekke’yi feth edeceği (Feth: 48/27) vb. de bildirilmiştir.



Hülâsa, fikren yükselip O'nun siretine toplu bir bakış yapılacak olursa yüce ahlâktan meydana gelen nice parlak deliller görülür. Bunlardan sadece bazı örnekleri gözönüne getiren kimse tertemiz, dürüst, ağırbaşlı, bilmediği hususta tek söz söylemeyen, gördüğünü gizlemeyen, kendisini övenlere kulak vermeyen ve büyüklerin süsü olan tevazuu, liderlerde eşine ender rastlanacak derecede açıksözlülüğü, alimlerde pek az rastlanacak derecedeki titizliği ile arz-ı endâm eden bir şahsiyet karşısında olduğunu anlamakta gecikmez. Böyle bir zât, hâşâ! ne aldanır, ne de aldatır[26].



3. İnsan oluşu

Resulün insanlara muallimlik, mürebilik etmesi için insan olması gerektiği gibi, doğrudan doğruya ilâhi hitaba mazhar olabilmesi için de ruhen son derece ulvî olması gerekir[27]. Kur'ân, Resûlullâh'ın beşer olduğunu (Kehf: 18/110; Fussilet: 41/6), O'nun da beşerde bulunan yeme, içme ve ölme gibi halleri olduğunu (Furkân: 25/20; Zümer: 39/30) açıkça bildirir. Bu, müslümanları, Ehl-i Kitâb'ın düştüğü küfürden (Mâide: 5/17, 72; Tevbe: 9/30, 31) koruduğu gibi, Hz. Peygamber'in doğruluğunu da ispatlar. Zira olumsuz taraflarını, zaaflarını bir tarafa bırakalım, normal olarak bir insanın göstereceği maharetler ve meziyetler aşağı yukarı bellidir. Çoğu zaman, her insan, bir iki hasletle tanınır. Meselâ, bir kimse ya cesaret ve kahramanlıkla veya cömertlikle yahut diğergamlık ve fedakarlıkla veyahut çalışkanlık, alimlik vb. meziyetlerle tanınır. Bütün güzel hasletleri hakkıyla kendinde toplayan başka bir insan görülmemiştir. Eğer bir insan, on dört asır boyunca insanlığa örnek olmuş ve bundan sonra da olmaya devam edeceği anlaşılmışsa bu, O'nun durumunun sıradan bir şey olmadığını ve bütün bunların Allah’ın kudreti sayesinde gerçekleştiğini gösterir. Nitekim, bir çok âyet bu hususa dikkat çekmektedir. “De ki: 'Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır (mal ve mülk) elde ederdim. Bana kötülük dokunmamıştır. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." (A’râf: 7/188). "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım; Tanrınızın bir tek Tanrı olduğu bana vahyolunuyor. (..)" (Kehf: 18/110).



Hal böyleyken Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e değin inkarcıların Peygambere itiraz gerekçelerinden biri de onun melek değil de insan oluşudur[28]. Muarızların insan Peygamberi kabule yanaşmamalarının sebeplerini irdeleyen Müfessir M. Hamdi Yazır şöyle der: Bu sözde iki mânâ gözetilebilir:



Birisi: Peygamberde alelade insanlardan fazla bir meziyet ve fazilet bulunmadığı iddiasıyla onu sıradan bir şahıs ve ehliyetsiz bir muhteris gibi gösterip, bu suretle onu gözden düşürmeye çalışmaktır. Çoğunlukla, mevki makam düşkünü hırs ve hasetle malül kimselerin ehliyetli ve liyakatli kimselere karşı adetleri budur.



İkincisi: Risalet davasını bütün insanlıktan üstün bir mevkie çıkmak şeklinde bir iddia farz etmek, risaleti beşer cinsinde bulunması mümkün olmayan bir fazilet davası halinde göstermektir. Bu, Allah’ı halktan gafil bir tabiat gibi farz eden muattıla[29]nın veya Allah’ın mücerret ruhanilerden başkasına tebliğatta bulunamayacağını zanneden Sabiilerin iddialarıdır. Onun için “Peygamber” denildiği zaman böyle kimseler onda beşer-üstü bir mahiyet bulunması yani insan cinsinin en üstün bir ferdinde bile rastlanmayan sırf lahuti bir cevher ve hüviyet bulunması lüzumunu iddia ederler. Hırıstiyanların Hz. İsa’da bir uluhiyyet cevheri bulunduğunu iddiaya kalkışmaları ve hatta Nesturilerin, biri lahuti biri nasuti iki cevhere kail olmalarına bile razı olmamaları o iddiaya mağlup oluşlarının bir neticesidir. Zamanımızda bir takım Avrupalı yazarların Hz. Muhammed’in risaletini inkar etmek için “şüphe yok ki Hz. Muhammed, olağanüstü bir beşer, pek büyük bir zat, fakat beşer-üstü bir vücut değil, bunu kendisi de söylüyor: “Ben de sizin gibi bir insanım.” (Kehf: 18/110) demeleri, yani ulûhiyyet davasında bulunmadığından dolayı Resulullah’ın risaletini kabul etmek istememeleri de o iddiaya tabi olmak üzere söylenmiş bir safsatadan başka bir şey değildir[30].



4. Peygamberlikten önceki ömrü ve ümmîlik

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in Nübüvvetini ispat yönünde içiçe iki kuvvetli delil daha sunar. Bunlar: Bi'setten önce geçirdiği ömür ve ümmiliktir.



a. Peygamberlikten önce geçirdiği ömür

Kur’ân, Hz. Peygamber'in, bi'setten önce geçirdiği ömrü, risâletinin delillerinden biri olarak kaydeder."De ki: (...) Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?" (Yûnus: 10/16).



Kavmi arasında geçirdiği kırk sene (ki bu bi’setten önceki ömrüdür) zarfında, Kur'ân'ın ihtiva ettiği ilimlere, onun üslûp ve belâğatına dair kendisinden hiçbir şey naklolunmayan bu ümmî zatın kalbine bu Kur'ân'ı bırakan Allah'tan başka kim olabilir? Kur'ân'ın ihtivâ ettiği icâz vecihlerinden her biri, maddecilik fikrinden ve taklit bağlarından sıyrılan herkes için gerçeği gösteren birer delildir. Zira, alemlerin Rabb'ine inanan hiç kimse, eşsiz bir üslûpla, bu kadar güzel mânâlara şâmil olan bu Kitâb'ın kaynağının ümmî bir zât olabileceğini tasavvur edemez. Değil ümmi biri, okuma yazma bilenler de ona benzer getiremediler. Kur’ân’ı okuyan, O’nun, aynı anda bütün kainatı gören ve bilen tarafından geldiğini anlar. “Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı onda birçok çelişki bulurlardı” (Nisâ: 4/82).



Tarih, siyer ve rivâyet açısından bakıldığında; yetim olan Hz. Muhammed, dört yaşından kırk yaşına kadar, özellikle içindekini dışa vurma dönemi olan gençlik yıllarında son derece istikâmet üzere oluşu, iffet ve vakarla temayüz etmesi, özellikle de öyle inatçılara karşı sergilemiş olduğu tertemiz hayatı göz önüne alındığında doğruluğu açıkça anlaşılır. Zira, kırk yaş, pek çok ihtirasın sönüp gittiği veya hiç olmazsa artık gerçekleşmesinden ümit kesildiği bir çağdır[31].

Bisetten önce de oldukça olgun ve yapıcı bir tavır sergilemiştir. Meselâ, Kâbe binasının yapımı esnasında Haceru'l-Esved'in yerine konması konusunda anlaşamayan Kureyşlilerin onun hakemliğine başvurması üzerine anlaşmazlığı giderip, meseleyi tatlıya bağlamıştır[32].



Hz. Muhammed, bi’setten önce kitap okumadı, şiir söylemedi, irticâlen de olsa hutbe irâd etmedi. Herhangi bir kabileye başkanlık yapmadı. İnsan toplumlarının kanunlarını ve dinlerini de tanımadı. O’nun kırk yaşına gelişine kadar durumu budur. Açıkça bilinmektedir ki, herhangi bir ilimde temâyüz eden bir kimsenin üzerinde, henüz gençliğinde bu ilimle ilgili maharet belirtileri görülür.



b. Ümmilik

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Muhammed’in ümmî olup, ümmî bir kavim arasından neşet ettiğini bildirir[33]. “Ümmî” kelimesi hakkında üç mânâ muhtemeldir:



1. “Ümm” nisbetidir. Buna göre ümmî, “anasından doğduğu hal üzere kalmış gibi asli fıtratı üzere kalıp, sonradan kazandığı bir vasıfla değişikliğe uğramamış” anlamını ifade eder.



2. “Arap ümmetine munsub” demektir. Nitekim, Araplar, hesap kitap bilmez bir topluluk olmakla bilinirler.



3. “Ümmü’l-Kurâ”ya mensup, yani Mekkeli demektir. Bu üç nispetin üçünde de ümmî, “okuyup yazmak için çalışmamış” anlamında bir vasıftır. Ümmilik sıradan kimseler hakkında normalde bilgi eksikliği ifade eden bir noksanlık sıfatı iken, bir ümmînin okuyup yazanlardan fazla alim olması, Allah tarafından alışılmışa aykırı olarak çalışıp kazanmaksızın vehbi ve fıtri bir kemâli gösterir. Ayrıca, ilmi ve ameli kemâli; okuyup yazanları aciz bırakan bir Peygamber hakkında, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğru Allah tarafından gönderilmiş olduğunu zorunlu olarak ispat eden harikulade bir kemâl sıfatı, yani bir mûcizedir. Bu itibarla, “er-Resûl en-Nebiy el-Ümmiy” vasfı “o risalet ve nübüvveti bedihi mûcize sahibi” demekten daha beliğ bir ifadedir[34]. Hz. Muhammed hakkında ”ümmî” demek “muallimi Allah” demektir.



İnsanın herhangi bir işle ilgisi olmadığını anlamak için, o işi yapmaktan maddeten âciz olmasını tespit etmek yeterlidir. Akıllı olan insan düşünsün bakalım: Bu ümmî Nebi, ilmi vasıtaları itibariyle bu Kur'an'ın mânâlarına kaynaklık edebilir mi? Ayrıca, Hz. Peygamber’in iki Şâm yolculuğundan başka seyahati vâki değildir[35].

O halde, böyle bir çevrede, hiç bir şekilde ilimlerle iştigal etmeksizin ve hiç bir bilginden ders almaksızın bir insanın çıkıp, Allah'ın zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve hükümlerini, geçmiş peygamberlerin kıssalarını bütün zeki ve akıllı kimseleri hayrette bırakacak derecede teferruatıyla bildirmesi, onun Allâmu'l-ğuyûb tarafından desteklendiğini gösterir. Şu sunacağımız âyetler bu hususa dikkat çekmektedir: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz. O halde sabret, sonuç korunanlarındır" (Hûd: 11/49). "Fakat biz birçok nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen Medyen halkı arasında oturmuş da değildin ki âyetlerimizi bunlara okuyasın. (Mûsâ'ya) seslendiğimiz zaman sen Tûr'un yanında da değildin. Fakat Rabb'inden bir rahmet olarak orada geçenleri sana bildirdik ki senden önce kendilerine bir uyarıcı Peygamber gelmemiş olan toplumu uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar" (Kasas: 28/45-46). Ümmiliğinin hikmeti şu şekilde bildiriliyor: "Sen bundan önce bir Kitâp okumuyordun, elinle de onu yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman iptalciler, kuşkulanırlardı" (Ankebût: 29/48).



Müsteşriklerin Hz. Peygamber’in ümmîliği konusundaki iddiaları hakkında İ. Fenni Ertuğrul şöyle der: “Hz. Peygamber’in bi’setten önce okumak ve yazmak bilmediği üzerinde ittifak vardır. ‘Resulullah ölmedi, ancak yazı yazdı da öyle öldü’ meâlinde olarak, Buhari’de münderiç bir rivayete göre, Hz. Resûl’ün ömrünün sonuna doğru biraz yazı yazabildiği anlaşılıyorsa da bundan daha şümullü bir mânâ çıkartmaya çalışmak beyhude bir külfettir. Eğer yazı yazmaya muktedir olsaydı Kur’ân’ı vahiy katiplerine yazdıracağına kendi yazardı. Sakalından düşen kılları bile saklayan ashab-ı kiramın O’nun yazılarından hiç olmazsa teberrüken hıfzetmeleri lazım gelirdi”[36]. Ayrıca, müsteşrikler “ümmî” kelimesine farklı anlamlar yüklemeye çalışırken çelişkiye düşmektedir. Zira, bir taraftan Hz. Peygamber’in malumatını ağızdan, hem de cahil bir takım adamlardan aldığını, çünkü yaptığı yanlışlar Tevrat’ı bilmediğine delâlet ettiğini söylerken, diğer taraftan kendisine “ümmî” yani okumak ve yazmak bilmezdi demek doğru olmadığını iddia ediyorlar[37].



5. İbtihal

İbtihâl, "haksızın lânete uğraması için, hararetle ve içtenlikle Allah'a yalvarıp yakarmak, haksızın aleyhinde dua etmektir". Kur'ân, Necrânlı hırıstiyanları ibtihâle çağırdı, onlar ise bu çağrıya uymaktan imtina ettiler. Oysa, kendilerinden, hem onların ve hem de Hz. Peygamber'in aile efradını getirdikten sonra, bir yerde toplanarak samimi ve kuvvetli bir şekilde Allah'a yalvarıp, her iki gruptan yalancı olanın Allah'ın lânetine ve gazabına uğramasını dilemekten başka bir şey istenmiyordu[38]. Bu konudaki âyet meâlen şöyledir: "Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: 'Gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden lânetle duâ edelim de, Allah'ın lânetini yalancıların üzerine atalım" (Âli İmrân: 3/61).



Bu âyet üzerine Hz. Peygamber, Necrân'dan gelen hırıstiyanları ibtihâle çağırınca onlar düşünmek için süre istediler. İçlerinden, görüşüne değer verdikleri Âkib isminde biri şöyle dedi: Ey hırıstiyanlar, (Hz.) Muhammed'in Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyorsunuz. Bir Peygamber ile ibtihâle kalkışan bir toplumun küçük büyük hiçbir ferdi iflah olmaz. Eğer böyle birşeye yeltenirseniz mahvolursunuz. Eğer dininizde kalmak istiyorsanız, Resûlullâh ile anlaşmaya varıp, memleketinize
Eğer dininizde kalmak istiyorsanız, Resûlullâh ile anlaşmaya varıp, memleketinize dönün. Bunun üzerine onlar da bu işten vazgeçerek, bir anlaşma ile İslâm’ın zimmetini kabul edip, gittiler[39].


Bu olay, Hz. Peygamber’in Nübûvvetine delâlet etmektedir; zira muvafık olsun muhalif olsun, hiç kimse bahis konusu ibtihâle cevap verenlerin olduğunu söylememiştirhttp://www.zend2.com/browse.php?u=Oi8vZ2VvY2l0aWVzLmNvbS9mdHBwYWdlL211ZGFmYS5odG0%3D&b=13&f=norefer
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Üst Alt