Mi'raç Gecesi Ve Ondaki Esrarı Ilahi

fahrettin tırınk

Site İmamı
Mi’rac gecesi ve ondaki İlahî esrâr

Hicrî-kamerî takvime göre, Allah'ımızın ayı Receb-i Şerîf’in 27’nci gecesi Mî‘râc gecesidir. Bu yıl,miraç kandili bu sene 16,2012 haziran,cumartesi ni pazara bağlayan gecedir.

Mevlâ-yı zû'l-Celâl ve'l-Kemâl hazretleri bu mübarek geceye kavuşmayı ve esrarından, feyz ve bereketinden bolca istifade ve istifaza edebilmeyi bütün müminlere nasip eylesin. Topyekün İslâm ve insanlık adına hayırlı gelişmelere vesile kılsın.
***

İSRÂ VE Mİ'RAC

Kur’ân-ı Kerim’de İsrâ sûresinin ilk ayet-i celilesi mealen şöyledir:

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Habîb-i edîbi Muhammed Mustafa’yı) Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; o hakkıyla işiten, kemaliyle görendir.” (17/1)

İsrâ lûgatte, gece vakti yapılan yolculuğun; mi‘rac da urûc kökünden gelen yükseğe çıkmak veya yukarılara çıkmakta kullanılan merdiven benzeri bir vâsıtanın adıdır.

İslâmî ıstılahta İsrâ ve Mi‘rac, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in Mescid-i Haram’dan başlayıp Mescid-i Aksâ’ya, oradan da Sidretü’l-Müntehâ’ya ve huzûr-i Rabbi’l-âlemîne kadar devam eden bin bir hikmet ve sırlarla dolu olan yolculuğudur. Yazımızın başlangıcında da belirttiğimiz gibi bu yolculuk, recep ayının 27’nci gecesi vukû bulmuştur. Her sene-i devriyesinde (yıldönümü), bütün İslâm âleminde büyük bir aşk ve vecd ile ihyâ edilir.

Mi‘rac, “hüzün senesi” olarak isimlendirilen devrede, yani Resûlüllah Efendimiz’in en büyük hâmisi, amcaları Ebû Tâlib ile maddeten ve mânen her zaman yanlarında bulunan zevce-i tâhireleri Hadîcetü’l-Kübrâ vâlidemizin vefatlarıyla sıkılan, âdeta hüzne gark olan Peygamberimiz'in (s.a.v.) huzûr-i İlâhîde tesliye edilmesidir... Üç yıldır devam eden Mekkeli müşriklerin ablukası ve on yıla yakın zamandır süregelen sıkıntıların sonunda Resûlüllah Efendimiz’in rahatlaması, bunlara gösterilen sabrın mükâfatlandırılmasıdır.

Allah Teâlâ, lûtuf ve ihsânıyla şereflendireceği kullarını çeşitli imtihanlardan geçirmiştir. En büyük ihsan ve mükâfatlara nâil olan peygamberler de herkesten daha çok sıkıntı-ıztırap ve meşakkatlerle karşılaşmışlar... Tabiî ki en büyüğüyle de, iki cihan serveri Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) mâruz kalmışlardır.

İşte Cenâb-ı Hak, tebliğ esnasında karşılaştığı her sıkıntıya göğüs geren ve İslâm’ın intişârı/yayılması uğrunda her fedâkârlığa katlanan Sevgili Habîbi'ni Mi‘rac’la mükâfatlandırmıştır bu gece...

Velhâsıl Mi‘rac, gerek Peygamberimiz (s.a.v.) ve gerekse ashâbı (r.anhüm) için, o hüzün senesinde, büyük bir tesellî kaynağı olmuştur.
***

Mİ‘RAC VE MÜŞRİKLERİN TAVRI

Müşrikler, Resûlüllah Efendimiz’i (s.a.v.) ve tebliğ ettiği dîni yani İslâm’ı halk nazarında küçük düşürmek, kendi putperestliklerini üstün göstermek için, var güçleriyle çalışıyorlardı. Akılları sıra Kur’ân-ı Kerim’i yalanlamak, mü’minlerin teveccühünü başka yönlere çekmek için dur durak bilmeksizin Sevgili Peygamberimiz’e saldırıyor, gûya bir açık yakalamak için çırpınıyorlardı. Bu âna kadar ise, hiçbir açığını bulamamışlardı. Zira Resûlüllah Efendimiz gerek sözleriyle ve gerekse yaşadığı hayat tarzıyla şimdiye kadar hiç yanıltmamış, kimseye yalan söylememişti.

Şimdi kendileri için iyi bir fırsat doğmuştu. Çünkü söylenenler elle tutulup gözle görülmesi, akılla-mantıkla izah edilip anlaşılması mümkün olmayan şeylerdi. Öyle ya akıllarınca bir insan kalkacak Mekke’den Kudüs’e, oradan da Sidretü’l-Müntehâ’ya gidecek... Hatta Sidretü’l-Müntehâ’dan da öteye geçip, Allâh’ın huzûruna çıkacak... Onlara göre bu iş, akıl kârı ve olaca bir şey değildi.

Binâenaleyh insanlar toplanır, yalan söylemesine ihtimâl vermedikleri Allâh’ın Resûlü Efendimiz'e (s.a.v.) gelirler. Duydukları hakkında mutmain olmak için, Mescid-i Aksâ’dan, yolda gelmekte olan kervana varıncaya kadar sorular sorarlar. Sorulan suallerin cevabı –âdeta ekranda seyredilircesine– en küçük teferruâtına varıncaya kadar bir bir anlatılır...

Rivâyetlerde bahsedildiğine göre, o güne kadar mü’min iken, Mi‘rac’la alâkalı olarak anlatılanları dinledikten sonra dîninden dönenler olduğu gibi, îmânı kat kat artanlar daha fazla olmuştur.

İşte onlardan birisi, hatta birincisi Hz. Ebû Bekir Sıddîk'tir (r.a.).

İnsanlar ona gelerek,

“Şu senin sahibinin/arkadaşının yaptığına bak ey Ebû Bekir! Bir gecede Beytü’l-Makdis’e gittiğini, orada namaz kıldığını ve Mekke’ye döndüğünü zannediyor” derler.

Onların bu sözlerine mukabil Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) verdiği cevap, onu “Sıddîk” mertebesine ulaştırır. Der ki:

“Vallâhi o söylediyse, şeksiz şüphesiz doğrudur. Siz buna hiç şaşmayın!”
***

Mİ‘RAC VE İMTİHAN

Esas itibariyle insan hayatı, baştan sona imtihanlarla doludur. Bu imtihanlar bilhassa büluğ çağında başlayıp dünyaya ait, âhirete ait olmak üzere bütün çeşitleriyle sürüp gider. İşte Mi‘rac mûcizesi de bir imtihan olarak insanların hayatına girmiş, neticesi âhirete kadar varan bir ebedî saâdete vesîle, şakavete sebep teşkil etmiştir. Nitekim yukarıda da kısaca temas ettiğimiz gibi Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) ve onun gibilerle, Ebû Cehil ve benzerleri ayrılmış, imtihanı kazananlarla kaybedenler ortaya çıkmışlardır.

Mi‘rac mûcizesinin cereyan ettiği gecenin sabahında, Mekke'de büyük bir heyecan dalgası her tarafı kaplamış; hâdiseyi işiten müşrikler, hep birlikte yeni bir isyan bayrağı açmışlar ve “Olmaz böyle şey! Bir gecede Kudüs'e gitmek, oradan da semâlara uçup geçmek... Mümkün değil” diye feryâdı basmışlardır. Ancak mü’minler, onların bu isyan ve azgınlıklarına karşılık vermekte gecikmemişler ve Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) diliyle, “Şayet bunu o söylüyorsa, mutlaka doğrudur; çünkü ben, sabah-akşam bundan çok daha büyük haberleri ve hâdiseleri ondan dinliyorum” diyerek imtihanı kazanmışlardır.

Müşriklerin yukarıdaki inkâr ve itirazlarından da anlaşılıyor ki, Mir‘ac mucizesi Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) ceset ve rûhiyle birlikte cereyan etmiştir. Şayet sadece ruhla, yani rüya gibi bir vaziyette vâki olsaydı, müşriklerin böylesine isyan-inkâr ve itirazlarına sebep olmayacaktı. Çünkü rüya hâlinde Mi‘rac her zaman, herkes için mümkündür.

Mİ‘RAC HÂDİSESİ İTİKÂDÎ AÇIDAN ÜÇ KISMA AYRILIR

Birinci kısım: Mescid-i Haram’dan, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya kadar olan gece yolculuğu... Bu kısım, âyet-i kerimenin sarâhatiyle sâbittir. Bunu inkâra cür’et etmek, yahut hafife almak –Allah korusun– insanı küfre düşürür. “Burak” isimli vasıtayla yapılmıştır.

İkinci kısım: Mescid-i Aksâ'dan yedi kat göklere doğru uçuş ve geçiş kısmıdır. Malum, her katta geçmiş bazı peygamberler (aleyhimüsselam) ile görüşüp konuşmalar… Dileyen okuyucularımız, yazarı Mi’rac münkiri olmayan sağlam kaynaklarda bulup okuyabilirler. Bu da meşhur hadisle sâbittir. Bunu inkâra cür'et eden de dalâletle (sapkınlıkla) itham olunur. Yolculuğun bu kısmı ise “Mi’rac” denilen –tabir caizse- manevi bir asansörle vaki olmuştur.

Üçüncü kısım: Göklerin ötesine, Kürsî, Arş-ı muazzam, Âlem-i emr, Sidretü’l-müntehâ, “Sümme denâ fe tedellâ. Fe kâne Kaabe kavseyni ev ednâ” (1) makamlarına olan yolculuk… Kısacası bir noktadan sonra Cibrîl aleyhisselamın bile refakat edemediği, “Yâ Resûlellah, burdan ileri bir adım dahi atarsam yanarım” dediği… mâhiyetini hayâl bile edemediğimiz âlemlere geçiştir ki, bu da âhâd hadisle sâbittir. Bunun münkirine de, günahkârlık isnat olunur; ancak küfür isnat olunmaz, fâsık bir kimse sayılır. Bu safhanın belli bir kısmındaki vasıtanın adı ise "refref"tir. Mevlid'inde Süleyman Çelebi merhum ne güzel ifade etmiş:

Söyleşürken Cebrâil ile kelâm
Geldi Refref önüne verdi selâm...

Bu üçüncü kısımla ilgili kısaca bir şeyler söylemek gerekirse, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz bu safhada Rabb’ini görmüştür. Zaman ve mekân dairesinden çıkıp imkân darlığından sıyrılınca ezel ve ebedi bir ân (aynı an), başlangıcı ve sonu aynı nokta olarak gördü. (Abdest aldığı ibriğin sularının dalgalanması bile henüz sakinleşmemişti bu yolculuktan dönüşlerinde.) Binlerce yıl sonra cennete girecek olanları cennette gördü. Hatta (ashabın zenginlerinden) Abdurrahman b. Avf (r.a.) sahabenin fakirlerinden beş yüz sene sonra cennete girecektir. (2) Resûlüllah (s.a.v.) beş yüz sene geçtikten sonra Abdurrahman b. Avf’ın cennete girdiğini gördü ve ona niçin geciktiğini sordu. (3)
***

Mir‘ac mûcizesi gibi diğer pek çok hâdisenin, senenin bazı devrelerine serpiştirilmiş olmasının da herhalde hikmetleri vardır. Mü'minler böyle gün ve geceler sebebiyle, hayatlarını yeniden kontrol edip çekidüzen versinler, kendilerine gelsinler; mânevî bünyelerini kuvvetlendirme yolunda şevk ve şuur sâhibi olsunlar...

Mi‘rac Gecesi, bizleri böyle bir tefekküre sevk ediyor, nefis murakabe ve muhasebesi temin ediyorsa hedefini bulmuş, maksada uygun bir şekilde ihya edilmiş demektir.


Mİ’RAC GECESİ VERİLEN HEDİYELER

Mi'rac gecesinde Resûlüllah Efendimiz’e (s.a.v.) hediye olarak üç sey verilmişti… Bunlar;

1. Beş vakit namaz,

2. Bakara sûresinin son iki ayeti (Âmene’r-Rasûlü…),

3. Şirk Koşmamak şartı ile ''LÂ İLÂHE İLLAllah '' diyen her Müslümanın cennete girebileceği müjdesiydi.

Hediye, muhabbeti ifade ettiğine göre, Mahbûb’un Habîbi’ne olan sevgisinin bir mahsulü/neticesi oluyordu bu hediyeler de tabii ki... Mekkeliler şirk ve küfürlerinde inat ve ısrar ettiler, o manevi bataklıkta çakılıp kaldılar… Resûlüllah’ın (s.a.v.) kıymetini bilemedikleri gibi, topyekün âlemleri yoktan var eden, varlığından haberdar Cenab-ı Rabbi’l-âlemin katından getirdiği hediyelerin de değerini takdir edemediler. Ancak bu hediyeler elbette ki ortada kalmayacaktı. Bunları anlayacak, gerçek değerini takdir edecek, mucebince amel edecek akıl ve gönül sahipleri vardı. Onlar, şeytanın ve nefs-i emarenin köleliğinden kurtulmuş, iman nuriyle aydınlanmış, feyz-i ilahi ile gaflet perdelerini yırtmış, anlatılanları hemen kavramış ve beş vakit namaza derhal başlamışlardı…

İnsan olmanın kıymetini, Hakk’a kulluğun zevkini doyasıya tatmışlardı.

Evet bazıları ilk başta belki biraz zorlanmışlardı ama, hidayete kabiliyeti olanlar, erinde-gecinde doğru yolu bulmuşlardı...
***

Hasılı; Mi’rac’ın sonunda Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) ve ümmetine verilen bu hediyeler, kıyamete kadar kalıcı hediyelerdi. Semereleri/meyveleri ise daha sonra bahusus ebedi ve sermedi hayatta görülecekti... Cennet ve Cemâl-i İlahi ile şereflenmek olarak karşımıza çıkacaktı.

Mi’rac hediyelerinden en önemlisi, hepimizin bildiği gibi “dinin direği” olan beş vakit namazdır. Müslümanlar o güne kadar yalnızca yatsı ve sabah namazı kılıyorlardı. Mi’rac’ta ise günde 50 vakit namaz kılmanın ecrine/sevabına denk beş vakit namaz farz kılınmıştı. İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri buyururlar ki: “Bütün farz ibadetler Allah Teâlâ’ya yakınlık temin etse de bunların en üstünü yani en fazla yakınlık sağlayanı şüphe yok ki namazdır. Umuyorum ki duymuşsunuzdur; 'es-Salâtü mi’râcü’l-mü’min: Namaz müminin miracıdır', 'Ve akrabu m’el-abdü yekûnü mine’r-Rabbi fi’s-salâti: Kulun Rabbine en yakın olduğu an namazda olduğu zamandır. (4) Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.), 'Allah Teâlâ ile beraber olduğum öyle bir zamanım vardır ki; ona ne melek-i mukarreb ulaşabilir, ne de bir peygamber' hadis-i şeriflerinde ifade buyurdukları vakit, bu Fakîr’e göre namazın içindeki zamandır. Namaz günahları-kötülükleri örter, insanı çirkin şeyleri yapmaktan alıkoyar, korur. Namaz, Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.), kendisiyle rahatlamak istediği şeydir. Nitekim O, 'Ey Bilâl, beni rahatlat!' (5) buyurarak, namaz kılmak istediklerini ifade etmişlerdir. Namaz, dinin direği kabul edilen ibadetin ta kendisidir. Namaz, İslâm’la küfür arasındaki yegâne farktır.” (6)

Nakşî yolu Müceddidîn kolunun 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan Efendi (k.s.) hazretleri de bir sohbetlerinde, namazın mânevi mi’rac olduğunu beyanla şunları dile getirmişlerdir (mealen):

Namaz mânevi mi’rac’dır. Müslümanlar her gün beş defa Cenab-ı Hakk’ın “ekımi’s-salâte: namazı ikame edin/dosdoğru kılın” hitab-ı izzetine muhatap oluyorlar. Bu suretle sûri (maddi) rızık ve mânevi rızık ile rızıklanmak üzere günde beş defa Hazret-i Mevlâ’nın mânevi sofrasına çağrılıyorlar. Bu şeref insanların ve cinlerin dışında hiçbir yaratığa nasip değildir. Çünkü karşılığı mükâfat ve terfi-i derece (derecelerin yükseltilmesi) olan ibadetler, yalnız insanlara ve cinlere mahsustur. Bu hususta melekler de memurdurlar; lakin onlar, bu emirle imtihan olmak, karşılığında mükâfat almak için memur ve muhatap değillerdir. Kendilerinde cüz’-i türâbî (toprak nevi/parçası) ve (diğer) anâsır (ateş-hava-su) bulunmadığından melâike-i kirâm bile ehl-i salâtın (namaz kılanların) nail olduğu/kavuştuğu böyle bir ziyafetle şerefyâb olmamışlar, bu şereften mahrum kalmışlardır.

O bakımdan müminler, her namaza mi’rac nazarıyla bakmalı; bu inanç ve halis niyetle nice manevi derece ve mertebelere nail olacaklarının şuur ve idrakinde olmalıdırlar. Hal böyle olunca bütün namazlara dururken gönlümüzü ve diğer bütün letaifimizi kinden-öfkeden, hasetten-fesattan ve diğer tüm kötü ve çirkin duygulardan… kısacası Allah’ın dışındaki her düşünceden arındırıp O’nun huzuruna tertemiz bir kalple çıkmalıyız.

Bununla birlikte Cenab-ı Hak, “Ellezîne hüm an salâtihim sâhûn: Onlar ki –yerden ve gökten kıymetli olan- namazı unutuyorlar, terk ediyorlar.” (7) ayet-i celilesinde “fî salâtihim” değil de “an salâtihim” buyurarak fazl u keremini gösteriyor. Arap lisanında “an”, bu’d yani uzaklık ve mücâveze (sınırı aşma, bağışlama, göz yumma) mânâları içindir. “Fî” ise zarfiyyet için kullanılır. Eğer “an salâtihim” yerine “fî salâtihim” buyrulmuş olsaydı, çok müşkilât vardı… Felaket idi! Namazın içerisinde vaki olan hatalar da dahil olurdu. Lûtfen-keremen “fî” gelmedi ve böylece namazda meydana gelen ufak-tefek hataların affına işaret buyruldu. İşte bunun için melâike-i kiram ve ekâbir-i evliyaullah (büyük veliler, şükren) secdeye varmışlardır. (8)
***

Mi’rac gecesindeki hediyelerden bir diğeri de, ne kadar günahkâr olursa olsun, Allah’a ortak koşmayan kimselerin, cehennemde cezalarını çektikten sonra mutlaka cennete girecekleri müjdesidir. Hem de Havz-ı Kevser’de yıkanıp tertemiz olarak… Hatta cehennemden en son çıkıp kurtulan müminin bile, cennette, bu dünyanın on katı bir yere sahip olacağı hadis-i şeriflerde ifade edilmiştir.
***

İçinde müminlere pek çok müjde ve zaruri/temel itikadi bilgilerin bulunduğu Bakara sûresinin son iki ayeti (Âmene’r-Rasûlü…) de üçüncü hediye olarak Mi’rac gecesinde Resûlüllah Efendimiz’e (s.a.v.) vasıtasız verilmiştir. (9)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki, “Allah Teâlâ, Bakara sûresini iki ayetle sona erdirdi; bunları bana, Arş’ın altındaki bir hazineden verdi. Onları öğreniniz, kadınlarınıza-oğullarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem salâttır, hem duâdır, hem Kur’an’dır.” (10)

Hz. Ömer ve Hz. Ali’den (r.anhüma) şöyle rivayet edilmiştir: “Aklı başında bir adam görmezdim ki, Bakara sûresinin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun” (11) demişlerdir.

Kısacası âlemlere rahmet, fahr-i kâinat Efendimiz’in (s.a.v.) şahsında ve dolayısı ile ümmetine bu gece rahmeti ilahi kapıları sonuna kadar açılmıştır.
Kişilerin iman ve itikadı nisbetinde bu rahmet deryasından istifade etmektedirler.


Bu vesîleyle tüm İslâm âleminin Mi‘rac Kandili’ni tebrik eder; Cenâb-ı Hak’tan, rahmet-mağfiret-feyz ve bereket dolu gün ve gecelerden, a‘zamî derecede istifâde etmemiz için, lütfu keremi ile Habibi hürmetine,bila hisab, iman-ı kâmille huzuruna çıkabilmeyi nasip ve müyesser kılmasını niyâz ederiz. Âmin...



DİPNOTLAR
(1) Meali: Sonra ona yaklaştı ve sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu. (en-Necm, 8-9)
(2) Müslim, Sahîh, H. 2355
(3) el-Mektûbât, İmam-ı Rabbani, 1, 283
(4) Müslim, Sahîh, 42, 482
(5) Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 6, 276, H. 6214
(6) el-Mektûbât, 1, 260
(7) el-Mâûn, 5
(8) Süleyman Hilmi Tunahan Efendi (k.s.) hazretlerinin bir sohbetlerinden naklen talebesi merhum Ziya Sunguroğlu
(9) Elmalılı, Hak dini Kur’an Dili, 1, 272
(10) İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 147, 151, 158
(11) Dârimî, Sünen, Fedâilü’l-Kur’an, 14
(12) Mübarek Gün ve Gecelerde Yapılması Tavsiye edilen DUÂ ve İBÂDETLER, Fazilet Neşriyat, İstanbul, 1983, s. 31-32
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Üst Alt