Kur'ân-ı Kerimin bilimsel mucizeleri

MURATS44

Özel Üye
Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, on dört asır önce indirilen Kur’an-ı Kerim’de evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilir:


“Biz göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.” (Zariyat Suresi: 47)

Bu ayette geçen “sema (gök)” kelimesi Kur’an’ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Nitekim burada da bu anlamda kullanılmıştır ve evrenin genişleyici olduğu bildirilmiştir.

Türkçeye “Şüphesiz Biz genişleticiyiz olarak çevrilen Arapça “innâ lemûsiûn” ifadesindeki “mûsiûn” kelimesi, “genişletmek” anlamına gelen “evsea” fiilinden türemiştir. “Le” ön-eki de takip ettiği isim ya da sıfata vurgu ekleyerek “çok fazla” anlamı katmaktadır.

Dolayısıyla bu ifade; “Biz göğü veya evreni çok fazla genişletiyoruz” anlamı taşımaktadır. Bilimin bugün varmış olduğu sonuç da Kur’an’da bize bildirilenle aynıdır.

20. yüzyılın başlarına dek bilim dünyasında hâkim olan tek görüş, “evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği” şeklindeydi. Ancak, günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak “genişlediğini” ortaya koydu.

Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, 20. yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar.

Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Bu buluş astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden biri sayılmaktadır.

Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlar. Her şeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli “genişleyen” bir evren anlamına gelmektedir. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı.

Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.

Bu bilimsel gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken, Kur’an’da asırlar önce açıklanmış ve evrenin genişlemekte olduğu açıkça bildirilmiştir.

Bu ise Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu çok parlak bir şekilde göstermektedir. Zira 20. asırda ancak keşfedilebilen bilimsel bir gerçeğin, bundan 14 asır evvel bir beşer tarafından haber verilmesi ancak şu iki şeyden biri ile mümkündür:

1- Bir beşer bu bilimsel gerçeği tek başına keşfetmiştir:
2- Bu haber, evreni yaratan ve onu genişleten Allah’ın haberidir.

Birinci şıkkı kabul etmek mümkün değildir. Çünkü on dört asır önce, teleskopun isminin bile bilinmediği bir devirde, son derece gelişmiş dev teleskoplarla ancak keşfedilebilen bir hakikatin keşfi mümkün değildir.
Hatta bu sebepten dolayıdır ki, Dünya tarihinin en büyük dehaları bile gözlemleriyle ve formülsel uğraşlarıyla genişleyen dinamik Evren modelini çizememişlerdir.

Demek bu haber, on dört asır önce, teknolojinin olmadığı bir dönemde, çölde yaşayan ve okuma yazma bilmeyen bir beşerin kendi sözü olamaz.

O halde geriye iki şıkkı kabul etmekten başka bir çare yoktur ki; bu haber, evreni yaratan ve onu genişleten ve bu mucizevî haberi Elçisi Hz. Muhammed (S.a.v.) ile insanlara haber veren Allah’ın haberidir. Ve bu haberin geçtiği kitab da O’nun kitabıdır.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

MURATS44

Özel Üye
Göklerle Yerin Birbirinden Ayrılması

“O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?”
(Enbiya Suresi: 30)
“Birbiriyle bitişik” olarak tercüme edilen “ratk” kelimesi, Arapça sözlüklerde “birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış” anlamlarına gelir. Yani tam bir bütün oluşturan iki maddeyi tanımlamak için bu kelime kullanılır.
Ayette geçen “ayırdık” ifadesi ise Arapça “fatk” fiilidir ki, bu fiil; bitişik durumdaki bir nesneyi yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir. Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması Arapçada bu fiille ifade edilir.
[SAGAAL]
show_image.php
[/SAGAAL]

Şimdi ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin birbiriyle bitişik, yani “ratk” olduğu bir durumdan bahsediliyor. Ardından bu ikisi “fatk” fiili ile ayrılıyorlar. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkıyor.
Gerçekten de Big Bang’in ilk anını düşündüğümüzde, evrenin tüm maddesinin tek bir noktada toplandığını görürüz. Diğer bir deyişle her şey, hatta henüz yaratılmamış olan “gökler ve yer” bile bu noktanın içinde, birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumdadırlar. Yani ayette ifade edildiği gibi birbiriyle iç içe, “ratk” durumundaydılar. Ardından bu nokta şiddetli bir patlamayla yarılıp ayrıldı. Yani Kur’an’ın “fatk” kelimesiyle beyan ettiği ayrılma fiili meydana geldi.
İşte Kur’an, bilim adamlarının asrımızda ancak keşfedebildiği; Âlemin tek bir parça olup, daha sonra Big-Bang adını koydukları patlamayla birbirinden ayrılarak şu kâinatın oluştuğunu bundan 1400 sene evvel haber veriyor.
Elbette bu muzicevi haberi, ümmi olan ve okuma yazma bilmeyen bir beşerin ilmine dayandırmak mümkün değildir. Bunu kabul etmek, hakikate göz kapamaktır.
O halde Kur’an; “Göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ” ayetin tasdikiyle Allah’ın kelamıdır.
 

MURATS44

Özel Üye
Aşılayıcı Rüzgârlar

[SOLAAL]
show_image.php
[/SOLAAL]Kur’an-ı Kerim de, Hicr suresi 22. ayette şöyle buyrulmuştur; “Rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderdik”

Bu ayet bize rüzgârların aşılayıcı bir özelliğe sahip olduğunu açıkça göstermektedir.
Şimdi, Kur’an’ın bu haberinin doğruluğunu anlamak için ancak bu asırda keşfedilebilen bilimsel gerçeklere bakalım;
a- Rüzgârlar bitkilerin üremesinde, bitki tozlarını taşıyarak onları aşılamaktadır.
b- Aynı zamanda rüzgârlar, yağmur yağabilmesi için yağmur bulutlarını da aşılamaktadır. Şöyle ki; denizlerin ve diğer suların üzerinde köpüklenme nedeniyle "Aerosol" adlı hava kabarcıkları oluşmaktadır. Bunlar rüzgârların karadan sürüklediği tozlarla karışarak Atmosfer'in üst katmanlarına doğru havalanır. Rüzgârların yükselttiği bu parçacıklar su buharı ile birleşir, su buharı bu parçacıkların etrafında yoğunlaşır. Bu parçacıklar olmazsa, yüzde yüz su buharı, bulutu oluşturamaz. Bulutların oluşması, rüzgârların bu şekilde havada serbest şekilde bulunan su buharını, taşıdıkları parçacıklarla aşılamaları ile olmaktadır.
Şimdi size soruyoruz;
Rüzgârların aşılayıcı özelliğe sahip olduğu gerçeği ne zaman keşfedilmiştir?
20. yüzyılda ancak keşfedilen bu gerçeğin 1400 sene evvel okuma yazma bilmeyen bir beşer tarafından keşfi mümkün müdür?
Eğer Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu kabul edilmezse, bu asırda ancak keşfedilebilen “rüzgârların aşılayıcı olduğu” gerçeğinin Kur’an da haber verilmesi ne ile izah edilebilir?
O halde tüm bu tetkiklerden şu netice çıkar ki; Rüzgâra aşılama vazifesini kim vermişse, bu haberin geçtiği kitap ta onun kitabıdır. Demek Kur’an Allah’ın ezeli kelamıdır.
 

MURATS44

Özel Üye
Yuvayı Dişi Arı Yapar

[SAGAAL]
show_image.php
[/SAGAAL]


Nahl Suresi 68. ayette şöyle buyrulmuş: “Rabbin dişi bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları kovanlardan evler edin.”
Arapça'da arının erkeği ve dişisi aynı şekilde “Nahl” olarak yazılır, bu kelimenin ayrıca dişisi yoktur. Ancak Kur’an, arıya yapılan vahyi ve arının yaptıklarını anlatırken, fiilin dişi formunu kullanmaktadır. Arapça'da fiiller dişiye ve erkeğe göre farklı çekilirler. Başka birçok dünya dilinde de bu böyledir. Arının yaptıkları anlatılırken fiilin dişi sigası kullanılmıştır. İşte ayette:
1- “ev edin” manasını beyan etmek için; erkek için kullanılan “ittehaz” kelimesine bedel, dişi için kullanılan “ittehazîi” kelimesi gelmiştir.
2- “her türlü meyvelerden ye” manasını ifade etmek için; erkek için kullanılan “kul” kelimesine bedel, dişi için kullanılan “kulîî” kelimesi gelmiştir.
3- “Rabbinin yollarına gir” manasını beyan için yine: erkek için kullanılan “üsluk” kelimesine bedel, dişi için kullanılan “üslukîî” kelimesi gelmiştir.
4- Ve “Bal onun karnından çıkar” ifadesindeki “onun” zamiri, erkeğe işaret eden “hû” ya bedel, dişiye işaret eden “hâ” ile ifade edilmiştir.
Demek Kur’an'ın saydığı eylemler olan; evini yani kovanını inşa etmesi, bal özünü toplamak için doğadaki faaliyeti ve bal yapma işi; dişi bal arısı tarafından yapılmaktadır.
Gerçektende Kur’an'ın saydığı bu üç faaliyeti de dişi arı olan işçi arılar gerçekleştirmektedir. Kur’an'ın saydığı bu faaliyetler ile erkek arıların hiçbir ilişkisi yoktur. Dişi olan işçi arılardan daha iri yapılı ve kocaman gözlü olan erkek arıların tek görevi genç ana arıyı döllemektir. Yaz sonunda bu görevini yerine getiren erkek arılar dişi arılar tarafından kovandan atılır ve dişi arıların bakımıyla yaşamaya alışkın oldukları için çok geçmeden ölürler.
Hâlbuki Kur’an'ın indiği dönemde insanların kovan içindeki iş bölümünün detaylarından, işçi arıların dişi olduğundan, kovanı inşa etmenin, bal yapmanın, bal yapmak için meyvelerin özünü toplamanın dişi işçi arıların görevi olduğundan haberleri yoktu.
Bu yüzden Kur’an'ın arının görevlerini sayarken fiili dişi sigasıyla belirtmesi ve erkek arıları bu görevlerden dışlaması mucizevî bir ifadedir.
 

MURATS44

Özel Üye
Arı Bir Matematik Profesörü Müdür?

[SAGAAL]
show_image.php
[/SAGAAL]

Kur’an'da dikkat çekilen dişi bal arısının yaptıklarını iyice incelediğimizde arının kabiliyetlerine şaşmamak elde değildir. Arının yaşayacağı evini yani kovanını oluşturması, bu evin içindeki petekleri inşa etmesi matematiksel bir deha gerektirmektedir.
Bal arıları milyonlarca yıldır peteklerini altıgen yapmaktadır (On milyonlarca yıl öncesine ait arı fosillerinden bu anlaşılmaktadır).
Acaba neden bu şekil dikdörtgen, beşgen, sekizgen değil de altıgendir?
Bunu araştıran matematikçiler birim alanın tamamen kullanılması ve en az malzemeyle petek yapılabilmesi için en ideal şeklin altıgen olduğunu ortaya koydular. Petekler üçgen ya da dörtgen olsaydı, boşluksuz kullanılabilecekti. Fakat altıgen hücreler için kullanılan malzeme üçgen ya da dörtgen için kullanılan malzemeden daha azdır. Diğer birçok geometrik şekilde ise kullanılmayan bölgeler ortaya çıkacaktı.
Sonuç olarak altıgen hücre, en çok miktarda bal depolarken, yapılması için en az balmumu gereken şekildir.
Dişi (işçi) arıların bu çalışmalarında en çok ilgi çeken durumlardan biri; on binlerce işçi arının her birinin, birer tuğlacığını bıraktığı bu yapının, geometrik ölçülere bütünüyle uyabilmesidir.
Matematikçiler verilen belirli miktardaki balmumuyla yumurtadan çıkacak kurtçukları içine alabilecek daha geniş bir yer yapılamayacağını ispatlamışlardır. Böylece işçi arılar belirli miktardaki gereçle, gereken büyüklükteki bir yapının en ekonomik biçimde nasıl yapılabileceğini göstermektedirler.
Antoine Ferchault adındaki bir Fransız böcek bilgini, bunu "Arılar problemi" diye tanınan bir geometri problemi olarak ortaya koymuştur. Bu problem şudur:
"Tabanı birbirlerine göre eğimi aynı olan üç çeşit eşkenar dörtgen ile kapanmış düzgün altıgen bir dik prizma verilsin. Bu prizmanın toplam yüzey alanının en küçük değerde olması için eşkenar dörtgenler arasındaki açılar ne olmalıdır?"
Biri Alman, biri İsviçreli, biri de İngiliz olan üç tanınmış matematikçi bu problemin çözümüyle uğraştılar ve şu sonuca vardılar: 70° 32' (70 derece ve 32 dakika). Gerçekten de bu, dişi bal arılarının yaptığı petek gözeneklerinin açısının tamı tamına aynısıdır.
İşçi arılarımız peteğin yapımına birkaç farklı noktadan başlarlar. İş ilerledikçe peteğin gözenekleri orta yerde birleşir. Bu durumda kaynaşma noktasındaki peteklerin açıları yine kusursuzdur. Bu işçi arıların peteğin yapımına rasgele koyulmadıklarını, başlangıç ve bitiş noktaları arasındaki uzaklıkları, arkadaşları olan diğer işçi arılarının pozisyonlarını önceden çok ince bir şekilde hesapladıklarını ortaya koyar.
En usta matematikçiler bile arının hesabının kusursuzluğunu 70° 32' (70 derece ve 32 dakika)'yı hesaplayarak ortaya koymaktadırlar. Fakat bu matematik profesörlerine elinize bir cetvel alın, bu açıları tam tutturarak bir altıgen çizin desek, hele hele bu hesapları yapan üç profesöre üçünüz ayrı yerden başlayarak altıgenler çizin, ortadaki altıgenler de tam düzgün, kusursuz olsun desek hiç şüphesiz bu kadar ince bir çizimi beceremezlerdi.
Görülüyor ki arı, hem büyük bir teorisyendir, hem de müthiş bir pratisyendir. Teoride hesaplanması çok zor olanı hesaplamış, pratikte ise bizim el ve gözlerimizle tayin edemeyeceğimiz hassaslıktaki ölçüleri tutturmuştur.
Altı hafta yaşayabilen arılar tüm bu hesapları ve uygulamaları nasıl gerçekleştirmektedir?
Arıların bu yaptıklarını "içgüdü" diye niteleyip, tüm bu harikalıkları tesadüfen oluşmuş gibi göstermek ne kadar acıdır. İçgüdü kelimesi, sadece bir isimlendirmeden ibaret olup aslında hiçbir açıklama ortaya koymayan bir terimdir.
Kur’an arıya vahyedildiğini söyleyerek, arının tüm bu yaptıklarının, Allah'ın programlaması ve düzenlemesinin sonucunda olduğu ortaya koymaktadır.
Altı haftada en zeki canlı olan insan "1.2.3" diyerek, üçe kadar saymayı bile beceremez. Arının tüm bu yaptıklarının ne arı tarafından öğrenildiğini, ne de tesadüfen oluştuğunu söylemek mümkündür.
İşte balın yapılmasını anlatan Kur’an ayetlerinin hakikate mutabık çıkmasıyla Kur’an Allah’ın kelamıdır.
 

MURATS44

Özel Üye
Denizlerin Birbirine Karışmaması

[SAGAAL]
show_image.php
[/SAGAAL]

Rahman Suresi 19. ve 20. ayetlerde şöyle buyrulmuş:
“İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.”
Evet, ayetin ifadesi akıllara durgunluk verecek bir tarzdadır. Zira onca fırtına ve dev dalgalara rağmen bırakın denizleri, bir çay bardağında bile iki farklı sıvıyı karıştırmadan tutmak imkânsızdır.
Fakat bilim Kur’an’ın ayetlerini her zaman olduğu gibi tasdik etmekte ve onun Allah’ın kelamı olduğunu kör gözlere dahi sokacak bir tarzda beyan etmektedir.
Denizaltı araştırmaları ile ünlü Fransız bilim adamı Kaptan Jacques Cousteau denizlerdeki su engelleri ile ilgili yaptığı araştırmaların sonucunu şöyle anlatmaktadır:
"Bazı araştırmacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Çalışmalar sonucunda gördük ki, Akdeniz'in kendine has tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu'ndaki su kütlesini inceledik ve Akdeniz'den tamamen farklı olduğunu gördük. Hâlbuki Cebeli Tarık Boğazı'nda birleşen bu iki denizin tuzluluk, yoğunluk ve sahip olduğu hayatiyet açısından eşit veya eşite yakın olması gerekiyordu.
Oysaki bu iki deniz, birbirine yakın kısımlarda bile ayrı yapılara sahiptiler. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına birleşme noktasında bulunan harika bir su perdesi engel oluyordu.
Aynı türden bir su engeli 1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıldeniz'in birleştiği Mendep Boğazı'nda da bulunmuştu. Daha sonraki incelemelerimizde farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı engelin bulunduğuna tanıklık ettik."
Kaptan Cousteau'yu şaşırtan bu durum, denizlerin birleşmesine rağmen suların karışmaması, Kur’an'da on dört asır önceden söylenmiştir.
Evet, iki denizin birbirine karışmaması Allah’ın kudretinin sonsuzluğunu gösterdiği gibi, Bu hadisenin 1400 sene önce Kur’an da ifade edilmesi de Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun en parlak delillerindendir.
Zira bu bilgiyi o asırda bir insanın keşfine dayandırmak mümkün olmadığı gibi, o asırda yaşayan tüm insanların keşfine dayandırmakta mümkün değildir. O halde Kur’an asla ve kat’a bir insan sözü olamaz. O Allah’ın ezeli kelamıdır.

[YOUTUBE]ckZXtpiMK7E[/YOUTUBE]
 

MURATS44

Özel Üye
Evrendeki Mükemmel Yörüngeler

[SAGAAL]
show_image.php
[/SAGAAL]


-Ne güneş aya yetişip çarpar, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler. (Yasin: 40)
-Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzüp giderler. (Enbiya: 33)
-Görmedin mi ki, Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü geceye sokuyor. Güneş ile ayı da emrine boyun eğdirmiştir. Her biri belirli bir süreye kadar akıp gidiyor. (Lokman:29)
-Özenle oluşturulmuş yollara sahip göğe andolsun. (Zariyat: 7)
Çıplak gözle Evren'in yörüngelerle dolu olduğunu anlamak mümkün değildir. Güneş'in her gün doğup batması, Ay'ın şekil değiştirmesine karşılık, gökyüzündeki yıldızlar, değişmeyen Evren izlenimini güçlü bir şekilde vermektedir. Geceleyin gökyüzüne baktığımızda dakikada binlerce kilometre hızla hareket eden yıldızlar bile bize hiç hareket etmiyorlarmış gibi gözükür.
Evren'de bilinen tüm yıldızların, tüm cisimlerin hareket ettiği, ayetin ifade ettiği şekilde Evren'in yörüngelerle dolu olduğu teleskopun bulunması ve bilimdeki gelişmeler sayesinde anlaşılmıştır.
Yasin Suresi 38. ayette şöyle buyrulmuş: “Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu aziz ve âlim olan Allah’ın takdiridir.”
Tarihin çok uzun bir döneminde insanlar Dünya'yı sabit, Güneş'i ise Dünyanın etrafında dönüyor zannettiler. Sonra Kopernik, Kepler, Galileo ile başlayan süreçte ise insanlar Güneş'in sabit bir şekilde ortada durduğunu, Dünyanın ise sabit bir Güneş'in etrafında döndüğünü zannettiler. Bilimde devrim sayılan bu keşif çok önemliydi ama Güneş'in bu modelde sabit, durağan sayılması yanlış bir kanaatti.
Daha sonra ise gelişmiş teleskopların sayesinde ve kozmoloji biliminin oluşturduğu birikimle Güneş'in de hareket ettiği, Dünyanın hareket eden bir Güneş'in etrafında döndüğü anlaşıldı. Oysa Güneş'in bu hareketi Kur’an'da 1400 yıl önceden açıklanmıştır.
Güneş'in Dünya etrafında kısır döngü yaptığı fikrine ve Güneş'in hareketsiz bir şekilde durduğu fikrine karşı Yasin Suresi'nin 38. ayeti, Güneş'in bir hedefe doğru akıp gittiğini söyleyerek doğru modeli ortaya koymuştur.
Güneş saatte 720.000 km'den daha büyük bir hızla Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı'na doğru hareket etmektedir. Dünyanın hem kendi ekseni etrafında, hem Güneş'in etrafında dönerken, aynı zamanda Güneş sistemiyle beraber hareket ettiği de unutulmamalıdır. Güneş her sabah doğmakta, her akşam batmaktadır. Fakat tüm bu doğuşları ve batışları her seferinde Evren'in ayrı bir noktasında gerçekleşmektedir. Yani sema denizinde yüzen yıldızlar ve gezegenler, geçtikleri yollardan bir daha geçmeden yörüngelerinde akıp giderler.
Bu hakikate Saffat Suresi 5. ayette şöyle işaret edilmiştir: “O, semâvatın ve yeryüzünün ve bu ikisi arasındakilerin ve doğuların (güneşin doğduğu yerlerin) Rabbidir.”
Bu ayetteki “doğuların rabbi” ifadesiyle anlatılmak istenen şudur;
"Dünyamızın çok değişik hareketleri vardır. Uzay'ın bir noktasından bir daha geçmemek üzere bütün sistemle birlikte Dünya da hareket halindedir. Dünyanın yuvarlak oluşu sebebiyle bir yerde doğan Güneş aynı anda bir başka yerde batıyor. Gece gündüzü, gündüz de geceyi kovalıyor. O halde Güneş'in doğduğu "yer" değil, "yerler" söz konusudur. Yerkürenin her noktası için sabah saatleri değişiktir. Her yer ayrı ayrı saniyelerde Güneş'in doğuşunu bekliyor. Güneş'i Uzay'ın bambaşka yerlerinden "doğarken" seyrediyoruz. Güneş aynı Güneş, Dünya aynı Dünya, ama Uzay'ın yeri değişik..."
Şimdi soruyoruz; Acaba Kur’an’ın 1400 sene önce verdiği bu haberin, bilim adamları tarafından tasdik edilmesi ne manaya gelir? Bu sözün tek bir manası vardır. O da; Kur’an’ın, gökleri yaratan, onda yollar takdir eden ve yıldızları o yollarda gezdiren Allah’ın kelamı olmasıdır.
Zira bu asra kadar yaşamış birçok bilim adamı tarafından reddedilen ve ancak bilim ve teknik asrı olan bu asırda, dev teleskoplarla keşfedilebilen bir hakikatin, 1400 sene evvel okuma yazma bilmeyen, ümmi bir zat tarafından keşfedilmesi mümkün değildir. Bunu iddia etmek ise, hakikate göz kapamaktır.

[YOUTUBE]NeT5IQLJOfk[/YOUTUBE]

[YOUTUBE]NGBrhYlUNXA[/YOUTUBE]
 

MURATS44

Özel Üye
Döndükçe Kutuplardan Basıklaşma

[SAGAAL]
show_image.php
[/SAGAAL]
Rad Suresi 41. ayette şöyle buyrulmuş:
“Onlar görmüyorlar mı ki, gerçekten Yeryüzü'ne yönelip onu uçlarından eksiltiyoruz. ”
Ve Enbiya Suresi 44. ayette de şöyle buyrulmuş:
“Onlar görmüyorlar mı ki, biz yeryüzüne gelip, uçlarından noksanlaştırıyoruz.”
Bu iki ayette de Yeryüzü'nün uçlarından eksildiğinden bahsedilmektedir. Kendi ekseni etrafında dönen bir küremsinin zamanla uçlarından (kutuplardan) basıklaşacağı, son asırda öğrenilmiş bir bilgidir.
Nasa’nın verilerine göre, Dünyanın ekvator yarıçapı 6378,5 km iken, kutuplardan yarıçapı 6357 km.dir. Bu, yaklaşık 0,3%’lük bir fark demektir. Ayette "eksilttik" ifadesi yerine "eksiltiyoruz" denmesiyle devam eden bir süreçle Dünyanın uçlarından eksilme olduğu anlaşılmaktadır. Ayette eğer "eksilttik" denseydi, Dünyanın ilk günden itibaren bugünkü şeklinde yaratıldığını anlayabilirdik. "Eksiltiyoruz" ifadesi bize bir süreç sonunda oluşumu anlatmaktadır. Yani eksiltilme hala devam etmektedir.
Kur’an'ın bu ayetinden çıkan şu iki nokta, Dünyanın yaratılışıyla ilgili bulgularla tam uyumludur:
1- Dünyanın uçlarından eksilme olmuştur. Gerçekten de Dünya kutuplardan basık, ekvatorda şişkindir. Ve bu eksilme ayette ifade edildiği gibi hala devam etmektedir.
2- Dünya ilk oluşum anında şu andan farklıydı. Zamanla, bir süreç sonunda, uçlarından eksilme olmuştur. Bu Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesiyle olmuştur. Kur’an'ın incelediğimiz ayetinden çıkan bu sonuç da bilimsel bulgularla tam uyumludur.
Peygamberimizin (S.a.v.) yaşadığı dönemdeki insanlar bu ayetin anlamındaki inceliği anlayacak bilimsel seviyeden yoksundular. Hatta günümüzde fizikle ciddi bir şekilde ilgilenmeyen kişilere bile kendi ekseni etrafında dönen bir cismin kutuplardan basıklaşıp basıklaşmayacağını sorun, cevap alamadığınızı göreceksiniz. Bu bilgi günümüzde bile fiziğe veya Dünyanın oluşumuna özel ilgisi olanlarca ancak bilinmektedir.
Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşündeki merkezkaç kuvveti ve bu kuvvete bağlı olarak oluşan fiziki oluşumlar, Dünyanın kutuplardan basıklaşmasının Sebebidir.
Ayette ki bu noktanın dışında, Dünyanın dönüşü ile beraber Dünyanın etrafından az da olsa sürekli bir madde kaybı oluştuğuna da işaret edilmiştir.
Hem bun eksilme sadece dünyanın kutuplarında gerçekleşmemekte atmosfer ve dış katmanlarda da gerçekleşmektedir. Şöyle ki; Araştırmacılar Güneş’teki enerji patlamalarının, atmosferi Dünya’dan ayıracak kadar güçlü olduğunu ifade etmişlerdir. Bilim adamları dünya atmosferinin dış tabakasından oksijen ve diğer gazların uzaya yayılmasına Sebep olduğuna dair ilk somut delilleri, Nasa’nın uzay araçları sayesinde elde ettiler. Böylece Dünyanın dış katmanlarından madde kaybına uğradığını, ilk defa 1998 yılında görmüş oldular.
Yine bu ayetler, bir başka yönden de yeryüzündeki karaların azalmasına bakabilir. Manhattan’da bir Nasa araştırma merkezi olan Goddard Uzay Bilimleri Enstitüsü’ndeki bilim adamları Günümüzde kutuplardaki buz tabakalarının erimekte ve okyanuslardaki deniz suyu seviyesinin yükselmekte olduğunu bildirdiler. Artan su miktarı da daha fazla karayı kaplamaktadır. Deniz kıyıları sular altında kaldıkça, yeryüzünün toplam yüzölçümü veya kara miktarı da azalmaktadır.
Ayetlerde geçenonu çevresinden eksiltiyoruzveetrafından eksiltmekte olduğumuzifadelerinin de, deniz kıyılarının sularla kaplanmasına işaret ediyor olması muhtemeldir.
Kur’an'ın, Uzay ve Dünya'mızın oluşumuyla ilgili ayetleri 21. yüzyılda daha iyi anlaşılmaktadır.
Allah'ın son asırlarda dine karşı saldırıların yoğunlaşmasına karşın, Kur’an'ın mucizelerini bu asırlarda ortaya çıkartması; Allah'ın bu saldırılara karşı, inananlara bir yardımı ve desteğidir. Günümüzde Uzay'ın ve Dünyanın sırları zamanla daha çok anlaşılmakta, böylece hem Allah'ın sanatı, hem de Kur’an'ın mucizevî beyanı kendilerini daha da çok göstermektedir.
 

MURATS44

Özel Üye
Güvenilmez Dişi: Ankebut

[SAGAAL]
show_image.php
[/SAGAAL]

Ankebut Suresi 41. ayette şöyle buyrulmuş:
“Allah'tan başka dostlar edinenlerin misali, kendisine ev edinen dişi örümceğin misaline benzer. Gerçek şu ki, evlerin en çürüğü örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!”
Bu ayette iki önemli nokta vardır:
1- Ayette geçen “ankebut” kelimesi ile dişi örümcek kastedilmektedir. Ayetteki “edindi” manasına gelen “ittehazet” fiili, dişi sigasıdır. Bu fiilin erkek sigası “ittehaze” dir. Allah dişi sigasını kullanarak örümceğin evini dişi örümceğin yaptığını bildirmiştir.
İşte Kur’an'da dişilik ile ilgili bu belirti, bir mucizeyi daha ortaya koymaktadır. Zira hayvanlar üzerine yapılan araştırmalarda örümcekler ile ilgili çok ilginç saptamalar yapılmıştır. Bunlardan biri de örümceğin evini, erkek örümceğin değil, dişi örümceğin yapmasıdır. Yani Kur’an’ın verdiği haber yine tam doğru çıkmıştır.
2- Bu araştırmalar sonucunda ulaşılan bir başka bilgi de şudur: Canlıların çok büyük bir bölümünde erkekler dişilere nazaran daha iri, daha kuvvetlidir. Örümcekler, dişilerin erkeklerden daha büyük olduğu azınlıktaki canlı türlerinden biridir. Canlı türleri genelde evlerini; sıcaktan, soğuktan, düşmanlardan ve her türlü zarardan korumak için inşa ederler. Oysa örümcek evini; yok etmek, zarar vermek, evine yanlışlıkla uğrayanları yemek için inşa eder. Bu yüzden evlerin en güvenilmezi, örümceğin evidir.
Dişi örümcek, döllendikten sonra kendi erkeğini de yemektedir. Bu yüzden dişi örümceğin evi, bırakın başkalarını, kendi erkeği için bile güvenilmezdir. Eğer erkek örümcek, döllenmeden sonra kaçmayı başarabilen ender şanslı erkeklerden değilse, dişisinin evi kendi mezarı olacaktır. Demek Kur’an, örümceğin evinin çürüklüğü ile bu mecaz manayı kastetmektedir.
Bu konuda da görüldüğü gibi, Kur’an hem örümceğin evini dişisinin yaptığını haber vermekle ve evlerin en çürüğünün örümceğin evi olduğunu bildirmekle bir mucizeyi daha ortaya koymaktadır.
Kur’an, Uzay’ın genişlediğinden, dünyanın atmosferinin korunmuş tavan kılındığına kadar, denizlerin altındaki dalgalardan, denizlerin birbirine karışmamasına kadar, yıldızların yörüngelerinden, örümceğin evinini dişisinin yapması ve bu evin çürüklüğüne kadar pek çok konulardan bahseder.
Bu kadar farklı alanlarda bu kadar çok açıklamalar yapan Kur’an, hiçbir alanda hata yapmaz, tam tersine her alanda gözleri ve gönülleri körelmemişleri hayran bırakacak mucizeler sergiler.
Bundan on dört asır önce yaşamış, okuma yazma bilmeyen bir insanın bütün bunları kendi başına bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir.
O halde, Kur’an’ı indiren ancak ve ancak âlemi yaratan zat olmalıdır. Zira âlem kitabında ne varsa, Kur’an kitabı ondan mucizevî bir şekilde bahsetmektedir.
 

MURATS44

Özel Üye
Yeraltı Suları Ve Suyun Çevrimi

[SAGAAL]
show_image.php
[/SAGAAL]
Zümer Suresi 21. ayette şöyle buyrulmuş:
“Allah'ın gökten bir su indirdiğini ve onu topraktaki kaynaklara geçirdiğini görmüyor musun?”
Kur’an'da geçen, suların yağışıyla ve suların hayatımızdaki yeriyle ilgili ayetler bize dosdoğru fikirler vermektedir. Tarihin başka bir döneminde yaşasaydık bu bilgileri bu kadar rahat kavrayamayabilirdik. Günümüzde suların Dünya'daki çevriminin nasıl işlediği detaylı bir şekilde ortaya konduğu için, Kur’an ayetlerindeki sular ile ilgili bilgileri rahatlıkla anlıyoruz. Sular hakkındaki eski bilgileri ve Kur’an'ın ayetlerini karşılaştırdığımız zaman, Kur’an'ın eski dönemin yanlış bilgilerini içermeksizin her konuda olduğu gibi sular konusunda da en doğru bilgileri sunduğunu görüyoruz..
Örnek olarak; Kur’an'ın, yeraltı sularının yağmurlar sonucunda oluştuğunu söyleyen Zümer Suresi 21. ayetini ele alalım. Gerçekten de bize apaçık gelen bu bilgi acaba her dönemde bu kadar açıkça bilinir miydi?
Yeraltı sularının varlık sebebi Miletli Thales'e göre; kara parçalarının derinliklerinde esen rüzgârların basıncıyla havaya fışkıran okyanus suyu yerlere düşmekte, böylece toprağın içine geçmekteydi. Platon da bu görüşleri paylaşıyor ve okyanusa geri dönüşün de büyük bir girdap vasıtasıyla olduğunu düşünüyordu. Aristo ise, yerden yükselen su buharı, dağların soğuk çukurlarında yoğunlaşarak yeraltı göllerini meydana getirir, kaynak suları da bu göllerden beslenir görüşündeydi. Evet, sizleri güldüren bu görüşleri, asırlarının en dâhi filozofları yapıyordu. Suyun daimi devrine ilişkin ilk belirgin keşif 1580 yılında Bernard Palissy'e aittir. Ona göre; yeraltı suları yağmurun toprağa sızmasından ileri gelmektedir.
Ortaçağ'a hâkim olan görüş; Aristo'nunkidir. Bu yanlış görüşe göre; yeraltı gölleri, su kaynaklarını beslemektedir. Encyclopedia Universalis'in "Sular Bilgisi" maddesinin yazarı R. Remenieras ise şu bilgileri vermektedir: “Sulara ilişkin tabiat olayları alanında sırf felsefi olan kavramların yerlerini, tarafsız gözleme dayalı araştırmalara bırakmaları için ancak Rönesans'ı beklemeleri gerekti.”
Kur’an'da 7. asırda açıkça söylenen yağmurların yeraltı kaynaklarını oluşturduğu bilgisi, Avrupa'da 16.yüzyılda ortaya konuyor ve Aristo'ya itiraz ediliyordu. Daha önce Thales, Platon, Aristo gibi felsefenin en ünlü simaları sular ile ilgili yaptıkları açıklamalarda yanılmışlardır. Oysa felsefede de ve bilimsel araştırmalarda da hiçbir iddiası olmayan, sadece Allah'ın vahyini insanlara duyurduğunu söyleyen Hz. Muhammed (S.a.v.) yine yanılmamıştı, yine doğru bilgiyi hiçbir yanlışla karıştırmadan ortaya koymuştu. Zira O, ancak vahye uyuyordu.
Ayrıca suyun oluşumu da başka başına bir mucizedir. Vakıa suresinde bu mucizeye şöyle dikkat çekilir:
“ İçmekte olduğunuz sudan bana haber verin! Onu buluttan siz mi indiriyorsunuz, yoksa biz mi? Eğer dileseydik onu tuzlu yapardık. Hala şükretmeyecek misiniz?”
Allah suyun çevrimiyle ilgili her türlü detayı en mükemmel şekilde planlamıştır. Fizik kuralları ve suyun kimyası, Allah'ın düzeninin ince planlarını ortaya koymaktadır.
Yukarıdaki ayette dikkat çekilen, yağmur suyunun tuzlu olmaması da Allah'ın harika planı sonucunda olmaktadır. Yağmurun kaynağının suların buharlaşması olduğunu gördük. Buharlaşan suyun %90'ından fazlası tuzlu suya sahip okyanuslardan, denizlerden olmaktadır.
Suyun buharlaşması ile ilgili kanunlar öyle ayarlanmıştır ki su, en pis denizlerden, en tuzlu okyanuslardan, en çamurlu sulardan buharlaşırken, pislikten, tuzdan, çamurdan arınır. Bu yüzden okyanusların, denizlerin sularını içemiyoruz ama buralardan buharlaşan suyun yağmur olarak yağması sonucunda oluşan kaynaklardaki suyu içebiliyoruz. Suyu tatlı kılan Allah’a sonsuz hamd olsun.
 
Üst Alt