Yirminci Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Yirminci Söz
[İki Makamdır]
Birinci Makam
-1-
Birgün şu âyetleri okurken, İblis'in ilkaâtına karşı Kur'ân-ı Hakîmin feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sûreti şudur:
Dedi ki: "Dersiniz, 'Kur'ân mu'cizedir; hem nihayetsiz belâgattadır; hem umuma her vakitte hidâyettir. Halbuki, şöyle bâzı hâdisât-ı cüz'iyeyi tarihvârî bir sûrette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vâkıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifât ile böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de el-Bakara tesmiye etmekte ne münâsebet var? Hem de "Âdem'e secde" olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imândan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'ân, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde, -2- der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bâzı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyân etmekte ne hidâyet var?"

1- Meleklere "Âdem'e secde edin" dediğimizde, İblis hariç secde ettiler. İblis ise bundan kaçındı. • Allah size bir inek kesmenizi emrediyor. • Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. (Bakara Sûresi: 34, 67, 74.)
2- Hiç düşünmüyorlar mı? (Yâsin Sûresi: 68.)
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İlham olunan nüktelerin sûreti şudur:
Birinci Nükte
Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki,
b879.gif
Hazret-i Âdem'in melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu'cizesi olan tâlim-i Esmâdır ki, bir hâdise-i cüz'iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:
Nev-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envâına muhît pek çok fünûn ve Hâlıkın şuûnât ve evsâfına şâmil kesretli maarifin tâlimidir ki; nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emânet-i kübrâyı haml dâvâsında bir rüçhâniyet vermiş ve heyet-i mecmûasıyla Arzın bir halîfe-i mânevîsi olduğunu Kur'ân ifham ettiği misillü "Melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, şeytanın secde etmemesi" olan hâdise-i cüz'iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsâs ediyor. Şöyle ki:
Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hasselerinin bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nevin istidâdâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerîre ile onların mümessileri ve sekene-i habîseleri o nev-i beşerin tarîk-ı kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, birtek Âdem'le (a.s.) cüz'î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.
İkinci Nükte
Mısır kıtası, kumistan olan Sahrâ-i Kebîrin bir parçası olduğundan Nil-i mübârekin feyziyle gayet mahsüldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o Cehennemnümûn sahrâ komşuluğunda şöyle Cennet-misâl bir mevkî-i mübârekin bulunması, felâhât ve ziraatı, ahalisinde pek mergub bir sûrete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı kudsiye ve vâsıta-i ziraat olan bakar'ı ve sevr'i mukaddes, belki ma'bud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara, ibâdet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda benî İsrâil dahi o kıtada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, "icl" meselesinden anlaşılıyor.
İşte Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın risâletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor.
İşte şu hâdise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i'câz ile beyân eder.
Buna kıyasen bil ki, Kur'ân-ı Hakîmde bâzı hâdisât-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok sûrelerde zikr ve tekrar edilen kıssa-i Mûsâ'nın yedi cümlelerine misâl olarak Lemeât'ta, İ'câz-ı Kur'ân Risâlesinde o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyân etmişiz. İstersen o risâleye mürâcaat et.

Âdem'e bütün isimleri öğretti. (Bakara Sûresi: 31.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncü Nükte
b880.gif
*
Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: "Herkese mâlûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bâzı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük meseleler sûretinde bahs ve beyânda ne mânâ var, ne münâsebet var, ne ihtiyaç var?"
Şu vesveseye karşı feyz-i Kur'ân'dan şöyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münâsebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münâsebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur'ân'ın îcâz-ı mu'cizi ve lûtf-u irşâdıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet, i'câz-ı Kur'ân'ın bir esası olan îcâz, hem hidâyet-i Kur'ân'ın bir nuru olan lûtf-u irşâd ve hüsn-ü ifham, iktizâ ediyorlar ki, Kur'ân'ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumi düsturları, me'lûf ve cüz'î sûretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumi avâma karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sûreti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufât-ı İlâhiye, icmâlen gösterilsin. İşte bu sırra binâendir ki, Kur'ân-ı Hakîm, şu âyetle diyor:
Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyâde katılaşmıştır. Zîrâ görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufât-ı İlâhiye, ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de; tahte'z-zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı gibi muntazam su cedvelleri ve su damarları, kemâl-i hikmetle o taşlarda mukâvemet görmeyerek cereyan ediyor. Haşiye

Haşiye: Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelâltarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyân etmek, ancak Kur'ân'a yakışır.
İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbâniye ile nebâtâta analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlâhiye ile, taş dahi, toprağa dâyelik edip yetiştiriyor.
İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deverân-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelânına hizmetidir.
Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, suyun ve enhârın muntazam bir mîzan ile zuhur ve devamlarına hazînedarlık etmektir. Evet, taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat sûretinde delâil-i vahdâniyeti, zemin yüzüne yazıp serpiyor.

* Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağrından nehirler çağlar. Öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki, Allah'ın korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir. (Bakara Sûresi: 74.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem havada nebâtât ve ağaçların dallarının suhuletle sûret-i intişârı gibi o derece suhuletle köklerin nâzik damarları, yer altındaki taşlarda mümânaat görmeyerek evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişâr ettiğini Kur'ân işaret ediyor ve geniş bir hakikati, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasâvetli kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen diyor:
Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb, kasâvetle mukâvemet ediyor. Halbuki, o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zâtın evâmiri önünde kemâl-i inkıyadla karanlıkta nâzik vazifelerini mükemmel ifâ ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevi'l-hayata, âb-ı hayatla beraber sâir medâr-ı hayatlarına öyle bir hazînedarlık ediyor ve öyle bir adâletle taksimâta vesîledir ve öyle bir hikmetle tevzîâta vâsıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâlin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukâvemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zîrâ toprak üstünde müşâhede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli tasarrufât-ı İlâhiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acîb ve intizamca daha garip bir sûrette hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecellî ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlâhî olan o latîf sulara, o nâzik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukâvemetsiz ve kasâvetsizdir. Güyâ bir âşık gibi, o latîf ve güzellerin temâsıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
Hem,
b881.gif
ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın ucunu gösteriyor ki: Taleb-i rüyet hâdisesinde meşhur dağın tecellî ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi, umum rûy-i zeminde, aslı, sudan incimâd etmiş, âdetâ yekpâre taşlardan ibâret olan ekser dağların zelzele veya bâzı hâdisât-ı arzıye sûretinde tecelliyât-ı Celâliye ile, o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyât-ı Celâliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup, nebâtâta menşe' olur. Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bâzı hikem ve menâfî için kudret ve hikmet-i İlâhiyeye secde-i itaat ederek, desâtir-i hikmet-i Sübhâniyeye emirber şeklini alıyorlar.
Elbette, o haşyetten o yüksek mevkii terk edip mütevâziâne aşağı yerleri ihtiyâr etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak; beyhûde olmayıp, başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını, belki bir Hakîm-i Kadîr'in tasarrufât-ı Hakîmânesiyle, o intizamsızlık içinde zâhir nazara görünmeyen bir intizam-ı Hakîmâne bulunduğuna delil ise; o taşlara müteallik faydalar, menfaatler ve onlar, üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemâl-i intizamı ve hüsn-ü san'atı; kat'î, şüphesiz şehâdet eder.

Öyle taşlar vardır ki, Allah'ın korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır. (Bakara Sûresi: 74.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız, Kur'ân'ın letâfet-i beyânına ve i'câz-ı belâgatına; nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatlerin uçlarını üç fıkra içinde üç vâkıa-i meşhure ve meşhude ile gösteriyor ve medâr-ı ibret üç hâdise-i uhrâyı hatırlatmakla latîf bir irşâd yapar; mukâvemetsûz bir zecreder.
Meselâ, ikinci fıkrada der:
b882.gif
Şu fıkra ile, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın asâsına karşı kemâl-i şevk ile inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir mânâyı ifham ediyor ve mânen diyor:
Ey benî İsrâil! Birtek mu'cize-i Mûsâ'ya (a.s.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır; ya haşyetinden veya sürûrundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu'cizât-ı Mûseviyeye (a.s.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp gözünüz cümûd ve kalbiniz katılık ediyor?
Hem, üçüncü fıkrada der:
b883.gif
Şu fıkra ile, Tûr-i Sînâ'daki münâcât-ı Mûseviyede (a.s.) vuku' bulan tecelliye-i Celâliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vâkıa-i meşhureyi ihtar ile şöyle bir mânâyı ders veriyor ki:
Ey kavm-i Mûsâ! Nasıl Allah'tan korkmuyorsunuz? Halbuki, taşlardan ibâret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misâk için üstünüzde Cebel-i Tûr'u tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesâretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasâvette bulunduruyorsunuz?
Hem, birinci fıkrada diyor:
b884.gif
Bu fıkra ile, dağlardan nebeân eden Nil-i mübârek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanümâ ve mu'cizevârî bir sûrette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla böyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki:
Şöyle azim ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü, farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrûtî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına muvâzeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masârife karşı, gâliben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridât olamaz. Demek ki, şu enhârın nebeânları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir sûrette, Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazîne-i gaybdan akıttırıyor.
İşte, bu sırra işareten bu mânâyı ifade için hadîste rivâyet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler." Hem bir rivâyette denilmiş ki: "Şu üç nehrin menbaları, Cennettendir."
Şu rivâyetin hakikati şudur ki: Mâdem esbâb-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeânına kâbil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazîne-i rahmetten gelir ki, masârif ile vâridâtın muvâzenesi devam eder.

Öyle taşlar vardır ki, yarılır da aralarından sular akar. (Bakara Sûresi: 74.)
Öyle taşlar vardır ki, Allah'ın korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır. (Bakara Sûresi: 74.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte Kur'ân-ı Hakîm, şu mânâyı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey benî İsrâil ve ey benîâdem! Kalb katılığı ve kasâvetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelâlin evâmirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedînin ziyâ-i mârifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır'ınızı Cennet sûretine çeviren Nil-i mübârek gibi koca nehirleri, âdi, câmid taşların ağızlarından akıtıp mu'cizât-ı kudretini, şevâhid-i Vahdâniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifâzaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimâğına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isâle ediyor. Hem, hissiz, câmid bâzı taşları böyle acîb bir tarzda Haşiye mu'cizât-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyâsı, Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelâli gösterdiği halde, nasıl Onun o nur-u mârifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?
İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş gör. Ve belâgat-ı irşâdiyeye dikkat et. Acaba hangi kasâvet ve katılık vardır ki, böyle hararetli ve belâğat-ı irşâda karşı dayanabilsin; ezilmesin?
İşte baştan buraya kadar anladınsa, Kur'ân-ı Hakîmin irşâdî bir lem'a-i i'câzını gör, Allah'a şükret!
b457.gif
-1-
b887.gif
-2-

Haşiye: Nil-i mübârek Cebel-i Kamer'den çıktığı gibi, Dicle'nin en mühim bir şubesi Van vilâyetinden, Müküs nâhiyesinden bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat'ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimâd etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihât-ı Nebeviyeden olan,
b885.gif
[Hadîs-i şerif: "Yeri, donmuş bir çeşit suyun üzerinde yayan Zâtı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim." (Mecmûatü'l-Ahzâb, 1:304; 2:554.)] kat'î delâlet ediyor ki, asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlâhî ile incimâd eder, taş olur. Taş, izn-i İlâhî ile toprak olur. Tesbihteki "arz" lâfzı, toprak demektir. Demek o su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için, Hakîm-i Rahîm toprağı taş üstünde serer, zevi'l-hayata makarr eder.


1- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
2- Allahım! Sevdiğin ve râzı olduğun şekilde Kur'ân'ın sırlarını anlamayı nasip eyle. Ona hizmet etmeye bizi muvaffak kıl. âmin. Bunu rahmetinle yap ey merhamet edenlerin en merhametlisi!
Allahım! Kur'ân-ı Hakîmin indiği zâtın kendisine, bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mu'cizât-ı enbiyâ yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ı Kur'ân
(Âhirdeki iki suâl ve iki cevaba dikkat et.)
b424.gif

b889.gif

On dört sene evvel (şimdi otuz seneden geçti), şu âyetin bir sırrına dâir İşârâtü'l-İ'câz nâmındaki tefsirimde Arabiyyü'l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardaşım, o bahse dâir, Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfîkına itimâden ve Kur'ân'ın feyzine istinâden diyorum ki:
Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibârettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerîme beyân ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zîrâ muhtelif derecelerde bulunur. Bâzan çekirdekleri, bâzan nüveleri, bâzan icmâlleri, bâzan düsturları, bâzan alâmetleri, ya sarâhaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münâsip bir tarzda ve iktizâ-i makam münâsebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle, beşerin san'at ve fen cihetindeki terakkiyâtlarının neticesi olan havârik-ı san'at ve garâib-i fen olarak tayyâre, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevkî almışlar. Elbette umum nev-i beşere hitâb eden Kur'ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir.

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır. (En'am Sûresi: 59.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Birinci cihet: Mu'cizât-ı enbiyâ sûretiyle.
İkinci kısım şudur ki: Bâzı hâdisât-ı tarihiye sûretinde işaret eder.
Ezcümle: Haşiye 1
b891.gif
-1-
Kezâ
b892.gif
-2-
gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

b893.gif
-3-
Haşiye 2
b890.gif
-4-
âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber elektriğe dahi remz ediyor. Şu ikinci kısım, hem çok zâtlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.
Birinci kısım ise, mu'cizât-ı enbiyâ sûretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bâzı numuneleri misâl olarak zikredeceğiz.

Haşiye 1: Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir. âlem-i İslâmı esâret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.
Haşiye 2:
b890.gif
cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.


1- Uhud Ashâbına lânet olundu. Tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü'minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü'minlerden intikam almalarının sebebi, onların, kudreti her şeye gâlip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah'a İmân etmiş olmalarından başka bir şey değildi. (Bürûc Sûresi: 4-8.)
2- Dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamız. (Yâsin Sûresi: 41-42.)
3- Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misâli, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fânus içindedir. Cam fânus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya âit olmayan mübârek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. (Nur sûresi: 35.)
4- Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. (Nur Sûresi: 35.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Mukaddeme

Mukaddeme
İşte, Kur'ân-ı Hakîm, enbiyâları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pîşdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye sûretinde dahi, o enbiyânın herbirisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor. İşte, enbiyâların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizâtlarından bahis dahi, onların nazîrelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmâm ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yûsuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate latîf bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yûsuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm).
Evet, mâdem Kur'ân'ın herbir âyeti, çok vücûh-u irşâdî ve müteaddit cihât-ı hidâyeti olduğunu, ehl-i tahkik ve ilmi belâgat ittifak etmişler; öyle ise Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiyâ âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, çok maâni-i irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor, en ileri gâyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gâyeye sevk ediyor. Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının aynası olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin aynasıdır. Şimdi misâl olarak o çok vâsî menbadan yalnız birkaç numunelerini beyân edeceğiz.
Meselâ, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâmın bir mu'cizesi olarak teshîr-i havayı beyân eden
b894.gif
-1- âyeti, "Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayerân ile iki aylık bir mesafeyi kat' etmiştir" der. İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat' etsin. Öyle ise, ey beşer, mâdem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş!
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisâniyle mânen diyor: "Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için, havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bâzı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz."
Hem, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın bir mu'cizesini beyân eden,
b895.gif
-2- (ilâ âhir) bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazînelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ, taş gibi sert yerde, bir asâ ile, âb-ı hayat celb edilebilir. İşte şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: "Rahmetin en latîf feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise, haydi çalış, bul!" Cenâb-ı Hak şu âyetin lisân-ı remziyle mânen diyor ki: "Ey insan! Mâdem Bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de Benim kavânîn-i rahmetime istinad etsen, şöyle, ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin. Haydi et!"

1- Rüzgârı da Süleyman'ın emrine verdik ki, sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alırdı. (Sebe' Sûresi: 12.)
2- Biz ona "Asânı taşa vur" demiştik. Asâsını vurduğu yerden on iki pınar fışkırdı. (Bakara Sûresi: 60.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir âletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihâyât ve gâyât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki hal-i hazır tayyâreden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tâyin etmiştir.
Hem meselâ, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın bir mu'cizesine dâir:
b896.gif
-1-
Kur'ân, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarîhan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen terğib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musîbetzede benîâdem! Me'yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermânı mümkündür; arayınız, bulunuz. Hattâ, ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür."
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisân-ı işaretiyle mânen diyor ki: "Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermânı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidâyetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifâ buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine devâ bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette, ararsan bulursun." İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
Hem meselâ, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm hakkında
b897.gif
-2-, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında
b898.gif
-3- âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadîd en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.
Evet, telyîn-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühâsı eritmek ve mâdenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanâyî-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esâsı ve mâdenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "Büyük bir resûle, büyük bir halîfe-i zemine, büyük bir mu'cize sûretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanâyî-i umumiyeye medâr olmaktır." Mâdem bir resûle, hem halîfe, yani hem mânevî, hem maddî bir hâkime, lisânına hikmet ve eline san'at vermiş. Lisânındaki hikmete sarîhan teşvik eder. Elbette, elindeki san'ata dahi terğib işareti var.

1- Allah'ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim. (âl-i İmrân Sûresi: 49.)
2- Demiri onun için yumuşattık. (Sebe' Sûresi: 10.) • Ona ilim ve hikmet ile hakkı ve bâtılı açıkça ayırt eden bir ifade gücü verdik. (Sâd Sûresi: 20.)
3- Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık. (Sebe' Sûresi: 12.)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt