Yirmi Üçüncü Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Evvelki vecih itibâriyle öyle bir bîçare mahlûktur ki, sermâyesi, yalnız ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüzî bir cüz-i ihtiyârî ve iktidardan zayıf bir kesb ve hayattan çabuk söner bir şûle ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesabsız efrâdından nâzik, zayıf bir ferd olarak bulunuyor.
İkinci vecih itibâriyle ve bilhassa ubûdiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüsati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünkü, Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr derc etmiştir-tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîmve gınâsı nihayetsiz bir Ganî-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına câmî geniş bir ayna olsun.
Evet, insan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki, o çekirdeğe Kudretten mânevîve ehemmiyetli cihazât ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş. Tâ ki, toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidad lisâniyle bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl bulsun. Eğer o çekirdek, sû-i mizâcından dolayı, ona verilen cihazât-ı mâneviyeyi, toprak altında bâzı mevadd-ı muzırrayı celbine sarf etse, o dar yerde, kısa bir zamanda, faydasız tefessüh edip çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o mânevî cihazâtını,
b971.gif
'nın emr-i tekvinîsini imtisâl edip, hüsn-ü istimâl etse, o dar âlemden çıkacak meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz'î hakikati ve ruh-u mânevîsi, büyük bir hakikat-i külliye sûretini alacaktır.
İşte, aynen onun gibi, insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazât ve kaderden kıymetli programlar tevdî edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında, o cihazât-ı mâneviyesini nefsin hevesâtına sarf etse, bozulan çekirdek gibi, bir cüz'î telezzüz için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mesuliyet-i mâneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir. Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imânın ziyâsıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek evâmir-i Kur'âniyeyi imtisâl edip, cihazât-ı mâneviyesini hakiki gâyelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i dâimenin cihazâtına câmi' kıymettar bir çekirdek ve revnaktar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübârek ve münevver bir meyvesi olacaktır.
Evet, hakiki terakkî ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubûdiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakkî zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek; ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakkî değil, sukuttur.

Dâneleri ve çekirdekleri çatlatan Allah. (En'âm Sûresi: 95.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Şu hakikati bir vâkıa-i hayaliyede, şöyle bir temsilde gördüm ki:
Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bâzı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi, nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir câzibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar, yabânî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi, çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da, onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş; hep nâzik vazifeler muattal kalmış. Ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sûreti almışlardır.

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefâdar bir it ve kaba, sert, sâkin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim: Ne için o öyle, bu böyle? İçeriye girdim; baktım ki, içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde, ayrı ayrı nâzik vazifelerle, saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbîrini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde, hanımlar, gayet latîf sanatlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda, efendi, padişahla muhâbere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için kendine has ve ulvî vazifeler ile iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, "Yasak!" demediler; gezebildim.

Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var; sordum.

Dediler: "O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri, nâmuslu Müslüman büyüklerinindir."

Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde "Said" ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, sûretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemâl-i taaccübümden bağırarak, aklım başıma geldi, ayıldım.

İşte, o vâkıa-i hayaliyeyi sana tâbir edeceğim. Allah hayır etsin.

İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimâiye-i beşeriye ve medîne-i medeniyet-i insaniyedir. O sarayların her birisi, birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Her bir insanda herbir latîfenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var; ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler.

İşte o yüksek letâifi, nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakkî değildir. Sâir cihetleri sen tâbir edebilirsin.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE
İnsan, fiil ve amel cihetinde ve say-i maddî itibâriyle zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun, o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa, ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabânî emsâllerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabânî keçi ve öküz gibi).
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Fakat o insan, infiâl ve kabul ve duâ ve suâl cihetinde, şu dünya hanında azîz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîm'e misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazînelerini ona açmış ve hadsiz bedî masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş. Ve o misafirin tenezzühüne ve temâşâsına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyyâ etmiştir ki, o dairenin nısf-ı kutru, yani merkezden muhît hattına kadar gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.

İşte, eğer insan enâniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gâye-i hayal ederek, derd-i maîşet içinde muvakkat bâzı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider. Ona verilen bütün cihazât ve âlât ve letâif, ondan şikâyet ederek, haşirde onun aleyhinde şehâdet edeceklerdir ve dâvâcı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerîmin izni dairesinde sermâye-i ömrünü sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder; sonra âlâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de, bu insana verilen bütün cihazât ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehâdet ederler.

Evet, insana verilen bütün cihazât-ı acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil, belki pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. Çünkü, insanı hayvana nisbet etsek, görüyoruz ki, insan, cihazât ve âlât itibâriyle çok zengindir, yüz derece hayvandan daha ziyâdedir. Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında, yüz derece aşağı düşer. Çünkü, her gördüğü lezzetinde binler elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve her bir lezzetin dahi elem-i zevâli, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil; elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder. Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne gelecek zamanın korkuları onu ürkütür; rahatla yaşar, yatar, Halikına şükreder.

Demek, ahsen-i takvîm sûretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse, yüz derece, sermâyece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece, serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer. Başka bir yerde bir temsil ile bu hakikati beyân etmiştim. Münâsebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum. Şöyle ki:

Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip "Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır" emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bâzı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir.

Evvelki hizmetkâr, on altın ile, âlâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divânelik edip evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesab pusulasını okumayarak, bir dükkâncıya bin altın vererek, bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzûruna geldi. Ve şiddetli bir te'dib gördü ve dehşetli bir azab çekti.

İşte, ednâ bir şuuru olan anlar ki, ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir; belki, mühim bir ticaret içindir. Aynen onun gibi, insandaki cihazât-ı mâneviye ve letâif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ, güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zâikâ-i lisâniyesi ve hakâikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemâlâtın bütün envâına müştak insanın kalbi gibi, sâir cihazları, âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki, hayvan, kendine has bir amelde-münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus-ziyâde inkişaf eder. Fakat o inkişaf, hususidir.

İnsanın cihazât cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle, insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peydâ etmiştir. Ve ihtiyacâtın kesreti sebebiyle, çok çeşit çeşit hissiyât peydâ olmuştur. Ve hassâsiyeti çok tenevvü' etmiş; ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle, pekçok makâsıda müteveccih arzulara medâr olmuş; ve pekçok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihazâtı ziyâde inbisat peydâ etmiştir. Ve ibâdâtın bütün envâına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için, bütün kemâlâtın tohumlarına câmi' bir istidad verilmiştir.

İşte şu derece cihazâtça zenginlik ve sermâyece kesret, elbette ehemmiyetsiz, muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki, şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makâsıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet sûretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudâtın tesbihâtını müşâhede ederek, şehâdet etmek ve nimetler içinde imdadât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek ve masnuâtta kudret-i Rabbâniyenin mu'cizâtını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.

Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvîmden gâfil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatini, bir vâkıa-i hayaliyede, Eski Said görmüş. Onu Yeni Said'e döndürmüş olan şu vâkıa-i temsiliyeyi dinle.

Gördüm ki, ben bir yolcuyum, uzun bir yola gidiyorum, yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiği altmış altından tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa, bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı; bir ticaret edemedim, gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız, o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı.

Birden, ben o hazin hâlette iken, orada bir adam peydâ oldu. Bana dedi:

"Bütün bütün sermâyeni zâyi ettin; tokata da müstehak oldun. Gideceğin yere de, müflis olarak, elin boş gideceksin. Fakat, aklın varsa, tevbe kapısı açıktır, bundan sonra sana verilecek bakî kalan on beş altından, her eline geçtikçe, yarısını ihtiyaten muhâfaza et; yani, gideceğin yerde sana lâzım olacak bâzı şeyleri al."

Baktım, nefsim râzı olmuyor. "Üçte birisini" dedi; ona da nefsim itaat etmedi. Sonra "Dörtte birisini" dedi. Baktım; nefsim mübtelâ olduğu âdetini terk edemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi, gitti.

Birden, o hal değişti. Baktım ki, ben tünel içinde sukut eder gibi bir süratle giden bir şimendifer içindeyim. Telâş ettim.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Fakat ne çare ki hiçbir tarafa kaçılmaz. Garâibden olarak o şimendiferin iki tarafında pek câzibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım, o çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli; mülâkâtında elime batıyor, kanatıyor, şimendiferin gitmesiyle müfârakatından elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı.

Birden, şimendiferdeki bir hademe, dedi: "Beş kuruş ver; sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine, elin parçalanmasıyla, yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de, ceza var; izinsiz koparamazsın."

Birden, sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım, gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden, o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm; iki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim, o mezar taşında, büyük harflerle "Said" ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden, "Eyvah!" dedim. Birden, o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi:

"Aklın başına geldi mi?"

Dedim: "Evet geldi. Fakat kuvvet kalmadı, çare yok."

Dedi: "Tevbe et, tevekkül et."

Dedim: "Ettim."

Ayıldım. Eski Said kaybolmuş; Yeni Said olarak kendimi gördüm.

İşte, o vâkıa-i hayaliyeyi, Allah hayır etsin, bir iki kısmını ben tâbir edeceğim; sâir cihetleri sen kendin tâbir et.

O yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebedü'l-âbâd tarafına bir yolculuktur.

O altmış altın ise, altmış sene ömürdür ki, bu vâkıayı gördüğüm vakit, kendimi kırk beş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok, fakat bakî kalan on beşinden yarısını âhirete sarf etmek için, Kur'ân-ı Hakîmin hâlis bir tilmizi beni irşâd etti.

O han ise, benim için İstanbul imiş.

O şimendifer ise, zamandır. Her bir yıl bir vagondur.

O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir.

O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezâiz-i nâmeşrûadır ve lehviyât-ı muharremedir ki, mülâkât esnâsında, tasavvur-u zevâldeki elem kalbi kanatıyor; müfârakatında parçalıyor, cezayı dahi çektiriyor.

Şimendifer hademesi demişti: "Beş kuruş ver. Onlardan istediğin kadar vereceğim." Onun tâbiri şudur ki:

İnsanın helâl sa'yiyle meşrû dairede gördüğü zevkler, lezzetler keyfine kâfidir, harama girmeye ihtiyaç bırakmaz. Sâir kısımları sen tâbir edebilirsin.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
İnsan, şu kâinat içinde pek nâzik ve nâzenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudât, ona musahhar olmuş.
Eğer insan zaafını anlayıp, kâlen, halen, tavren duâ etse ve aczini bilip istimdâd eylese, o teshîrin şükrünü edâ ile beraber, matlûbuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-ı mîşârına muvaffak olamaz. Yalnız, bâzı vakit, lisân-ı hal duâsıyla hâsıl olan bir matlûbunu, yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Meselâ, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip, onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte, cây-ı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyân-ı temâşâ bir cilve-i rahmet!..

Nasıl ki, nazdar bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle, matlûblarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki, o matlûblardan binden birisine, bin defa kuvvetciğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himâyeti tahrik ettikleri için, küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder. Şimdi, böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himâyeti ittiham etmek sûretiyle, ahmakâne bir gururla, "Ben kuvvetimle bunları teshîr ediyorum" dese, elbette bir tokat yiyecektir.

İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfrân-ı nimet sûretinde, Kârun gibi
b972.gif
-1-, yani "Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım" dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder.

Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidâl ile değil; belki ona, onun zaafı için teshîr edilmiş, onun aczi için ona muâvenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re'fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshîr etmiştir.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.

Ey insan! Mâdem hakikat böyledir; gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını istimdâd lisâniyle, fakr ve hâcâtını tazarrû ve duâ lisâniyle ilân et ve abd olduğunu göster. Ve
b973.gif
-2- de, yüksel.

Hem deme ki: "Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat, bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshîr edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?" Çünkü sen, çendan nefsin ve sûretin itibâriyle hiç hükmündesin, fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudâtın belâgatlı bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.


1- Kasas Sûresi: 78.

2- Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi: 173.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Evet, ey insan! Sen, nebâtî cismâniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibâriyle, sağîr bir cüz, hakîr bir cüz'î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudât-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat, muhabbet-i İlâhiyenin ziyâsını tazammun eden imânın nuruyla münevver olan İslâmiyet'in terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz'iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin. Ve hakaretin içinde, öyle makamın büyük ve daire-i nezâretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin, "Benim Rabb-i Rahîmim, dünyayı bana bir hâne yaptı; ay ve güneşi o hâneme bir lâmba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı; ve nebâtâtı, o hânemin zînetli levâzımâtı yapmıştır."
Netice-i kelâm: Sen, eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur'ân'ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvîmi olursun.
BEŞİNCİ NÜKTE
İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş; ve o istidâdâta göre, ehemmiyetli vazifeler tevdî edilmiş. Ve insanı o gâyeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmâl edeceğiz; tâ ki, ahsen-i takvîm sırrı anlaşılsın.
İşte insan, şu kâinata geldikten sonra, iki cihet ile ubûdiyeti var. Bir ciheti, gâibâne bir sûrette bir ubûdiyeti, bir tefekkürü var; diğeri, hâzırâne muhâtaba sûretinde bir ubûdiyeti, bir münâcâtı vardır.
Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı Rubûbiyeti, itaatkârâne tasdik edip, kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârâne nezâretidir.
Sonra, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin nukuşlarından ibâret olan bedî san'atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip, dellâllık ve ilâncılıktır.
Sonra, her biri birer gizli hazîne-i mâneviye hükmünde olan esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini idrâk terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığı ile takdirkârâne kıymet vermektir.
Sonra, kalem-i Kudretin mektubâtı hükmünde olan mevcudât sayfalarını arz ve semâ yapraklarını mütâlâa edip, hayretkârâne tefekkürdür.
Sonra, şu mevcudâttaki zînetleri ve latîf sanatları istihsankârâne temâşâ etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin mârifetine muhabbet etmek ve onların Sâni-i Zülkemâlinin huzûruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.
İkinci vecih huzur ve hitâb makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi sanatının mucizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da İmân ile, mârifet ile mukabele eder.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da, Ona hasr-ı muhabbetle, tahsîs-i taabbüdle kendini Ona sevdirir.
Sonra görüyor ki, bir Mün'im-i Kerîm, maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da, ona mukabil, fiiliyle, haliyle, kâliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleriyle, cihazâtıyla şükür ve hamd ü senâ eder.
Sonra görüyor ki, bir Celîl-i Cemîl, şu mevcudâtın aynalarında kibriyâ ve kemâlini ve celâl ve cemâlini izhâr edip, nazar-ı dikkati celb ediyor. O da, ona mukabil, "Allahü ekber, Sübhânallah" deyip, mahviyet içinde, hayret ve muhabbetle secde eder.
Sonra görüyor ki, bir Ganî-i Mutlak, bir sehâvet-i mutlak içinde, nihayetsiz servetini, hazînelerini gösteriyor. O da, ona mukabil, tâzim ve senâ içinde kemâl-i iftikâr ile suâl eder ve ister.
Sonra görüyor ki, o Fâtır-ı Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış, bütün antika san'atlarını orada teşhir ediyor. O da, ona mukabil "Mâşaallah" diyerek takdir ile, "Bârekâllah" diyerek tahsin ile, "Sübhânallah" diyerek hayret ile, "Allahü ekber" diyerek istihsan ile mukabele eder.
Sonra görüyor ki, bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, Ona mahsus hâtemleriyle, Ona münhasır turralarıyla, Ona has fermanlarıyla bütün mevcudâta damga-i Vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktârında Vahdâniyetin bayrağını dikiyor. Ve Rubûbiyetini ilân ediyor. O da, ona mukabil, tasdik ile, İmân ile, tevhid ile, iz'an ile, şehâdet ile, ubûdiyet ile mukabele eder.
İşte, bu çeşit ibâdât ve tefekkürâtla, hakiki insan olur, ahsen-i takvîmde olduğunu gösterir; imânın yümnü ile, emânete lâyık, emîn bir halîfe-i arz olur.
Ey ahsen-i takvîmde yaratılan ve sû-i ihtiyârıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gâfil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde, dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakiki yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamının 199 ve 200. sayfalarında yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör.
Birinci Levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoş olmadan, gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İkinci Levha: Ehl-i hidâyet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.
b457.gif

b975.gif

b976.gif

b977.gif


1- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
2- Gönlüme genişlik ver, Rabbim. • İşimi kolaylaştır. • Dilimden tutukluğu çöz. • Tâ ki sözümü iyice anlasınlar. (Tâhâ Sûresi: 25-28.)
3- Allah'ım! Sırlar semâsının güneşi, nurların mazharı, Celâl dairesinin merkezi, Cemâl feleğinin kutbu olan, Ehâdiyete mensup Muhammed'in (a.s.m.) latîf zâtına salât eyle.
Allah'ım! Onun, Senin katındaki sırrı ve onun Sana olan mânevî yakınlığı hürmetine korkumu emniyete çevir, hatâlarımı sil, hüzün ve hırsımı gider, benim destekçim ol; beni benden alıp Kendine götür, yaklaştır; benliğimden geçmeyi bana nasip et, beni nefsime meftun ve hislerimle perdelenmiş kılma; bana her gizli sırrı aç.
Yâ Hayyü, yâ Kayyûm! Yâ Hayyü, yâ Kayyûm! Yâ Hayyü yâ Kayyûm! Bana merhamet et, arkadaşlarıma merhamet et, ehl-i İmân ve Kur'ân'a merhamet et. Duâmızı kabul buyur, ey merhamet edenlerin en merhametlisi ve ey kerem sahiplerinden daha çok kerem sahibi Allah'ım!
4- Duâları, "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur" sözleriyle sona erer. (Yûnus Sûresi: 10.)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt