Yirmi Beşinci Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Yirmi Beşinci Söz
Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi
Elde Kur'ân gibi bir mu'cize-i bâkî varken, başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur'ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
İhtar
[Şu Sözün başında Beş Şûleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şûlenin âhirlerinde eski hurufâtla tâb etmek için gayet sür'atle yazmaya mecbur olduk. Hattâ bâzı gün yirmi otuz sayfayı iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için Üç Şûleyi ihtisâren, icmâlen yazarak İki Şûleyi de şimdilik terk ettik. Bana âit kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatâlara nazar-ı insaf ve müsâmaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz.]
Bu Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medâr-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine mâruz olmuş âyetlerdir. İşte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyân etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzın lemeâtı ve belâgat-ı Kur'âniyenin kemâlâtının menşe'leri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı katî verilmiş gibi, yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamında, üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.


Güneş döner (Yâsin Sûresi: 38) • Dağları birer kazık yapmadık mı? (Nebe Sûresi: 7.)
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem bu Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyân edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat, o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş hâletler içinde telif edildiğinden, ifade ve ibâresinde kusur var olmasıyla beraber, ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyân etmiş.
Said Nursî
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi
b424.gif

b1013.gif

Mahzen-i mu'cizât ve mu'cize-i kübrâ-i Ahmediye (a.s.m.) olan Kur'ân-ı Hakîm-i Mu'cizü'l-Beyânın hadsiz vücûh-u i'câzından kırka yakın vücûh-u i'câziyeyi Arabî risâlelerimde ve Arabî Risâle-i Nur'da ve İşârâtü'l-İ'câz nâmındaki tefsirimde ve geçen şu Yirmi Dört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi onlardan yalnız beş vechini bir derece beyân ve sâir vücûhu içlerinde icmâlen derc ederek ve bir Mukaddeme ile onun tarif ve mahiyetine işaret edeceğiz.
Mukaddeme
Üç Cüz'dür.
Birinci Cüz: Kur'ân nedir, tarifi nasıldır?
Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyân edildiği ve sâir Sözlerde ispat edildiği gibi,
Kur'ân, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi;
ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi' dillerinin tercümân-ı ebedîsi;
ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitâbının müfessiri;
ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazînelerinin keşşâfı;
ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı;
ve âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisânı;
ve şu âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazînesi;
ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi;
ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası;
ve zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kâtıı, tercümân-ı sâtıı;
ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi; ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi;


Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi;
ve insana hem bir kitâb-ı şeriat, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine mercî olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi' bir kitâb-ı mukaddestir.
Hem, bütün evliyâ ve sıddîkîn ve ürefâ ve muhakkikînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvâfık ve onu tasvir edecek birer risâle ibraz eden mukaddes bir kütüphâne hükmünde bir kitâb-ı semâvîdir.
İkinci Cüz ve Tetimme-i târif: Kur'ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyân ve ispat edildiği gibi, Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibâriyle, Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudâtın İlâhı ünvânıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Halıkı nâmına bir hitâbdır; hem rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesâbına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsiâ-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifatât-ı Rahmâniyedir; hem ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhâbere mecmûasıdır; hem İsm-i Âzamın muhîtinden nüzûl ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşân bir kitâb-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvânı, kemâl-i liyâkatle Kur'ân'a verilmiş ve dâimâ da veriliyor. Kur'ân'dan sonra sâir enbiyânın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sâir nihayetsiz kelimât-ı İlâhiye ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususi bir tecellî ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rubûbiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zâhir olan ilhmât sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibâriyle çok muhteliftir.
Üçüncü Cüz: Kur'ân, asırları muhtelif bütün enbiyânın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyânın risâlelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyânın eserlerini icmâlen tazammun eden; ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ü şübehâtın zulümâtından musaffâ; ve nokta-i istinâdı bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî; ve hedefi ve gâyesi bilmüşâhede saadet-i ebediye; içi, bilbedâhe, hâlis hidâyet; üstü, bizzarûre, envar-ı imân; altı, biilmelyakîn, delil ve bürhan; sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan; solu, biaynelyakîn, teshîr-i akıl ve iz'an; meyvesi, bihakkalyakîn, rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân; makamı ve revâcı, bilhads-i sâdık, makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitâb-ı semâvîdir.
Kur'ân'ın tarifine dâir üç cüz'ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde katî ispat edilmiş veya ispat edilecektir; dâvâmız mücerred değil, her birisi bürhan-ı katî ile müberhendir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Birinci Şûle
Bu Şûlenin Üç Şuâ-ı var.
Birinci Şuâ
Derece-i i'câzda belâgat-ı Kur'âniyedir. O belâgat ise, nazmın cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarının bedâatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyânın berâatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyetinden ve lâfzının fesâhatinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-ı hârikulâdedir ki; benî Âdem'in en dâhî ediblerini, en hârika hatiplerini, en mütebahhir ulemâsını muârazaya dâvet edip bin üç yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya dâvet ettiği halde, kibir ve gururlarından başı semâvâta vuran o dâhîler, ona muâraza için ağız açamayıp, kemâl-i zilletle boyun eğdiler.
İşte, belâgatındaki vech-i i'câzı İki Sûretle işaret ederiz.
BİRİNCİ SURET
İ'câzı vardır ve mevcuddur. Çünkü, Cezîretü'l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibâriyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuât-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durûb-u emsâllerini kitâbet yerine şiir ve belâgat kaydıyla muhâfaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat câzibesiyle eslâftan ahlâfa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyâde revaç bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabîlenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zekî kavim, şu en revaçlı ve medâr-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymettar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlâha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallâkât-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin yedi kasîdesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.
İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân nüzûl etti. Nasıl ki, zamân-ı Mûsâ Aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı Îsâ Aleyhisselâmda tıb revaçta idi; mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit büleğâ-i Arabı en kısa bir sûresine mukabeleye dâvet etti.

b1014.gif
fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem, der ki: "İmân getirmezseniz mel'unsunuz, Cehenneme gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli sûrette kırıyor.

Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. (Bakara Sûresi: 23.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten idâm-ı ebedî ile ve sonra da Cehennemde idâm-ı ebedî ile beraber dünyevî idâm ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."
İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin. Evet o zekî kavim, o siyâsî millet ki, bir zaman âlemi siyâsetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin; hiç kâbil midir? Çünkü, edibleri birkaç hurufâtla muâraza edebilseydi, Kur'ân dâvâsından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhâldi; onun için muharebe-i bissüyûfa mecbur oldular.
Hem, Kur'ân'ı tanzîr etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var: Birisi düşmanın hırs-ı muârazası, diğeri dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-i şedid altında milyonlar Arabî kitaplar yazılmış ki, hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmî olsun, her kim ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki, "Kur'ân, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzîr edemez." Şu halde, ya Kur'ân, bütününün altındadır-bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhâldir-veya Kur'ân o yazılan umum kitapların fevkındedir.
Eğer desen: "Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi, kimse kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın, birbirinin yardımı da mı fayda etmedi?"
Elcevap: Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihâl katî teşebbüs edilecekti. Çünkü, izzet ve nâmus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihâl katî taraftar pekçok bulunacaktı. Çünkü, hakka muârız ve muannid dâimâ kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihâl iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücâdele, beşerin nazar-ı istiğrâbını celb edip destanlarda iştihar eder. Şöyle acîb bir mücâdele ve vukuât ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki muârazaya dâir Müseylime-i Kezzâbın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime'de, çendan belâgat varmış; fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan beyân-ı Kur'ân'a nisbet edildiği için onun sözleri hezeyan sûretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur'ân'ın belâgatındaki i'câz, katiyen iki kere iki dört eder gibi mevcuddur ki, iş böyle oluyor.
İKİNCİ SURET
Belâgatındaki i'câz-ı Kur'ânînin hikmetini Beş Noktada beyân edeceğiz.
Birinci Nokta: Kur'ân'ın nazmında bir cezâlet-i hârika var. O nazımdaki cezâlet ve metânet, İşârâtü'l-İ'câz baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi beyân eder. Saatin sâniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmını tekmil eden ne ise, Kur'ân-ı Hakîmin herbir cümledeki, hey'âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münâsebâtındaki intizamı, öyle bir tarzda İşârâtü'l-İ'câz'da âhirine kadar beyân edilmiştir; kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezâlet-i hârikayı bu sûrette görebilir. Yalnız bir iki misâl, bir cümlenin hey'âtındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ:
b1015.gif
Bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakıp ona kuvvet verecek. İşte
b1016.gif
lâfzı, teşkiktir. Şek, kıllete bakar.
b1017.gif
lâfzı, azıcık dokunmaktır. Yine kılleti ifade eder.
b1018.gif
lâfzı maddesi, bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre, tâbir-i sarfiyyesinde biricik demektir. Kılleti ifâde eder.
b1018.gif
'daki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir.
b1020.gif
lafzı, teb'îz içindir. Bir parça demektir. Kılleti ifâde eder.
b1021.gif
lâfzı; nekâl, ikâba nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işâret eder.
b1022.gif
lâfzı; Kahhar, Cebbâr, Müntakim'e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte bu kadar kılletteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksâd-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misâl bir derece lafz ve maksada bakar.
İkinci misâl:
b1023.gif
Şu cümlenin hey'âtı, sadakanın şerait-i kabûlünün beşine işaret eder.
Birinci Şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki,
b1024.gif
lâfzındaki
b1025.gif
-i teb'îz ile o şartı ifade eder


1- And olsun ki, Rabbinin azabından küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa. (Enbiyâ Sûresi: 46.)
2- Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar. (Bakara Sûresi: 3.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İkinci Şart: Ali'den alıp Veli'ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı
b1026.gif
lafzı ifade ediyor. "Size rızık olandan veriniz" demektir.
Üçüncü Şart: Minnet etmemektir. Şu şarta
b1027.gif
'daki
b1028.gif
lafzı işaret eder. Yâni "Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."
Dördüncü Şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Şu şarta
b1029.gif
lâfzı işaret ediyor.
Beşinci Şart: Allah nâmına vermektir ki,
b1030.gif
ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz." Şu şartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma
b1031.gif
lâfzındaki
b1032.gif
umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzât işaret ediyor. Çünki; mutlaktır, umumu ifade eder. İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şart ile beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. İşte heyette böyle pek çok nazımlar var.
Kelimâtın dahi birbirine karşı, aynen geniş böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ:
b1033.gif
-1- de altı cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Altı mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber şirkin altı enva'ını reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i İhlâs'ta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb sûreler vardır. Meselâ:
b1034.gif
-2-


1- De ki: O Allah birdir. (İhlâs Sûresi: 1.)
2- De ki: O Allah'tır. Çünkü O Ehad'dir. Çünkü O Samed'dir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğrulmamıştır. Çünkü O hiçbir kimse kendisine denk olmayandır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
hem,
b1035.gif
-1-
hem,
b1036.gif
-2-
Daha sen buna göre kıyas et.

Meselâ,
b1037.gif
-3- Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir, diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münâsebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i'câzî hâsıl olur. İşârâtü'l-İ'câz'da öyle bir tarzda beyân edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i'câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyân edildiği gibi, güyâ ekser âyât-ı Kur'âniyenin herbirisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münâsebâtın hutût-u mâneviyesini uzatıyor. Birer nakş-ı i'câzî nesc ediyor. İşte, İşârâtü'l-İ'câz, baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.
İkinci Nokta: Mânâsındaki belâgat-ı hârikadır. On Üçüncü Sözde beyân olunan şu misâle bak.
Meselâ,
b1038.gif
-4- âyetindeki belâgat-ı mâneviyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur'ân'dan evvel Asr-ı Câhiliyette, sahrâ-i bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur'ân'ın lisân-ı semâvîsinden,
b1039.gif
veyahut,
b1040.gif
-5- gibi âyetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudât-ı âlem
b1041.gif
..
b1042.gif
sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar ve o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerde perişan mahlûkat,
b1041.gif
sayhasıyla ve nûruyla işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ ve birer nur-u hakikatedâ ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahr birer lisân ve bütün hayvanlar ve nebâtlar birer kelime-i tesbihfeşân sûretinde arz-ı dîdar eder.


1- Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O, doğmamıştır; çünkü O, herşey Kendisine muhtaç olan, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayandır; çünkü O, Ehad'dir; çünkü O, Allah'tır.
2- O, Allah'tır. O halde, Ehad'dir; o halde, Samed'dir. Öyle ise doğurmamıştır, öyle ise doğrulmamıştır; öyle ise O, hiçbir şey Kendisine denk olmayandır.
3- Elif lâm mim. • Şu yüce kitap ki, onda aslâ şüphe yoktur. O, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Sûresi: 1-2.)
4- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder. Onun kudreti her şeye gâliptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. (Hadîd Sûresi: 1.)
5- Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. (İsrâ Sûresi: 44.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ, On Beşinci Sözde ispat edilen şu misâle bak:
b1044.gif
-1-
b1045.gif
-2-
âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakâreti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız. Nasıl cesâret edersiniz ki, öyle bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler? Hem, tuğyânınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübâreze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var, farazâ şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recm edebilirler. Hem, küfrânınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük âciz mahlûklar, belki farz-ı muhâl olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem, öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreler misillü yıldızları üstünüze Allah'ın izniyle yağdırabilirler."
Daha sâir âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâgatı ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.

1- Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. • Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? • Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz. • Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? (Rahmân Sûresi: 33-36.)
2- And olsun ki dünya semâsını Biz kandillerle süsledik. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık. (Mülk Sûresi: 5.)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt