Yirmi Dokuzuncu Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, misâl için şu iki âyet-i kerîme gibi pek çok berâhin-i latîfe-i akliyeyi tazammun eden sâir âyetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte, menâbi-i aşere ve On Medâr, bir hads-i katî, bir bürhan-ı katîyi intâc ediyorlar ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli bürhan, haşir ve kıyâmete dâî ve muktazînin vücuduna katiyen delâlet ettikleri gibi, Sâni-i Zülcelâlin dahi-Onuncu Sözde katiyen ispat edildiği üzere-Hakîm, Rahîm, Hafîz, Adil gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, haşir ve kıyâmetin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktizâ ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna katî delâlet ederler. Demek, haşir ve kıyâmete muktazî, o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek ve şüpheye medâr olamaz.
Üçüncü Esas
Fâil, muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazîsi, şüphesiz mevcuddur; haşri yapacak Zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nispeten birdirler. Bir baharı halk etmek bir çiçek kadar kolaydır.
Evet, bir Kadîr ki, şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerrâtı, cevâhiri nihayetsiz lisânlarla Onun azametine ve kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismânîyi o kudretten istib'âd etsin?
Evet, bilmüşâhede bir Kadîr-i Zülcelâl, şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntazam kâinatı icad eden, hattâ her günde birer yeni muntazam âlem yapan, dâimâ şu semâvât ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmet ile halk eden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına bir tek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san'atını izhâr eden bir Zât, "Nasıl Kıyâmeti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek?" denilir mi?
Şu Kadîr'in kemâl-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad, Bir tek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerîme ilân ediyor:
b657.gif
. Şu âyetin hakikatini Onuncu Sözün Hâtimesinde icmâlen ve Nokta Risâlesi'nde ve Yirminci Mektubda izâhen beyân etmişiz. Şu makam münâsebetiyle üç mesele sûretinde bir parça izah ederiz.
İşte, Kudret-i İlâhiye, Zâtiyedir; öyle ise, acz tahallül edemez. Hem, melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder; öyle ise, mevâni tedâhül edemez. Hem, nisbeti, kanunîdir; öyle ise cüz, külle müsâvi gelir ve cüz'î, küllî hükmüne geçer. İşte şu üç meseleyi ispat edeceğiz.

Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Birinci Mesele: Kudret-i Ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlâhiyenin lâzıme-i zarûriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarûre zâtın lâzımesidir; hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedâhe ârız olamaz; çünkü, o halde cem-i zıddeyn lâzım gelir. Mâdem acz, zâta ârız olamaz; bilbedâhe, o zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Mâdem acz, kudretin içine giremez; bilbedâhe, o kudret-i zâtiyede merâtib olamaz. Çünkü, herşeyin vücud merâtibi, o şeyin zıdlarının tedâhülü iledir. Meselâ, hararetteki merâtib, burûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecât, kubhun tedâhülü iledir ve hâkezâ kıyas et. Fakat, mümkinâtta hakiki ve tabiî lüzûm-u zâtî olmadığından, mümkinâtta zıdlar birbirine girebilmiş; mertebeler tevellüd ederek, ihtilâfât ile tegayyürât-ı âlem neş'et etmiştir. Mâdem ki kudret-i ezeliyede merâtib olamaz; öyle ise, makdûrât dahi, bizzarûre kudrete nisbeti bir olur; en büyük en küçüğe müsâvi ve zerreler yıldızlara emsâl olur. Bütün haşr-i beşer Bir tek nefsin ihyâsı gibi, bir baharın icadı Bir tek çiçeğin sun'u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbâba isnad edilse, o vakit Bir tek çiçek bir bahar kadar ağır olur.
Şu Sözün İkinci Makamının dördüncü Allahü ekber mertebesinin âhir fıkrasının Haşiyesinde, hem Yirmi İkinci Sözde, hem Yirminci Mektupta ve Zeylinde ispat edilmiş ki, hilkat-i eşya, Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya bir şey gibi kolay olur. Eğer esbâba verilse, bir şey bütün eşya kadar külfetli, ağır olur.
İkinci Mesele ki, kudret melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Evet, kâinatın, ayna gibi, iki yüzü var: Biri mülk ciheti ki, aynanın renkli yüzüne benzer; diğeri melekûtiyet ciheti ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların cevelângâhıdır; güzel, çirkin, hayır, şer, küçük, büyük, ağır, kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. İşte şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, esbâb-ı zâhirîyi, tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir; tâ Dest-i Kudret, zâhir akla göre, hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübâşereti görünmesin. Çünkü, azamet ve izzet, öyle ister. Fakat, o vesâit ve esbâba hakiki tesir vermemiştir; çünkü, Vahdet-i Ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise her şeyde parlaktır, temizdir; teşahhusâtın renkleri, müzahrafâtları, ona karışmaz. O cihet, vâsıtasız kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbâb, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur; mâniler müdâhale edemezler. Zerre, Şemse kardeş olur.
Elhâsıl: O kudret hem basîttir, hem nâmütenâhîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret ise, hem vâsıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde, büyük küçüğe karşı tekebbürü yok; cemaat ferde karşı rüçhânı olamaz; küll, cüz'e nispeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.
Üçüncü Mesele ki, kudretin nisbeti, kanunîdir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mesele-i gâmızayı, birkaç temsil ile zihne takrîb edeceğiz.
İşte, kâinatta, şeffâfiyet, mukabele, muvâzene, intizam, tecerrüd, itaat, birer emirdir ki, çoğu aza, büyüğü küçüğe müsâvi kılar.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Birinci temsil: Şeffâfiyet sırrını gösterir.
Meselâ, şemsin feyz-i tecellîsi olan timsâli ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer, küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa, şemsin aksi herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzâhemetsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz, bir olur. Eğer, farazâ şems fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyâsını, timsâl-i aksini irâdesiyle verse idi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı.
İkinci temsil: Mukabele sırrıdır. Meselâ, zîhayat ferdlerden, yani insanlardan terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhîtteki ferçlerin ellerinde de birer ayna farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhît aynalarına verdiği feyiz ve cilve-i akis, müzâhemetsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz, nisbeti birdir.
Üçüncü temsil: Muvâzene sırrıdır. Meselâ, hakiki ve hassas ve çok büyük bir mîzan bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre, herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.
Dördüncü temsil: İntizam sırrıdır. Meselâ, en azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.
Beşinci temsil: Tecerrüd sırrıdır. Meselâ, teşahhusâttan mücerred bir mahiyet, bütün cüz'iyâtına, en küçüğünden en büyüğüne, tenâkus etmeden, tecezzî etmeden, bir bakar, girer; teşahhusât-ı zâhiriye cihetindeki hususiyetler, müdâhale edip şaşırtmaz, o mahiyet-i mücerredin nazarını tağyir etmez. Meselâ, iğne gibi bir balık, balina balığı gibi, o mahiyet-i mücerredeye mâliktir; bir mikrop, bir gergedan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.
Altıncı temsil: İtaat sırrını gösterir. Meselâ, bir kumandan "Arş!" emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.
Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bittecrübe, herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil, Cenâb-ı Hakkın evâmir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisâlidirler. Mümkinât mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuddur; hususi kemâli, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur.
İşte, bütün kâinatın "Kün" emrine itaati, Bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrâde-i Ezeliyeden gelen kün emr-i ezelîsine mümkinâtın itaati ve imtisâlinde yine irâdenin tecellîsi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab, birden, beraber mündemiçtir. Latîf su, nâzik bir meyille, incimâd emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.

Ol!
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Şu altı temsil, hem nâkıs, hem mütenâhî, hem zayıf, hem tesir-i hakikisi yok olan mümkinât kuvvetinde ve fiilinde bilmüşâhede görünse, elbette hem gayr-i mütenâhî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukûlü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecellî eden Kudret-i Ezeliyeye nispeten, şüphesiz her şey müsâvidir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez.
Gaflet olunmaya, şu altı sırrın küçük mîzanlarıyla o kudret tartılmaz ve münâsebete giremez. Yalnız fehme takrîb ve istib'âdı izâle için zikredilir.
Üçüncü Esasın Netice ve Hulâsası
Mâdem kudret-i ezeliye, gayr-i mütenâhîdir, hem Zât-ı Akdese lâzıme-i zarûriyedir, hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti Ona müteveccihtir, hem Ona mukabildir, hem tesâvi-i tarafeynden ibâret olan imkân itibâriyle muvâzenettedir, hem şeriat-ı fıtriye-i kübrâ olan nizâm-ı fıtrata ve kavânîn-i âdetullaha mutîdir, hem mânilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden melekûtiyet ciheti mücerred ve sâfîdir; elbette en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyâde nazlanmaz, mukâvemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevi'l-ervâhın ihyâsı, bir sineğin baharda ihyâsından daha ziyâde kudrete ağır olmaz. Öyle ise,
b659.gif
fermanı, mübâlâğasızdır, doğrudur, haktır. Öyle ise, müddeâmız olan, Fâil muktedirdir; o cihette hiçbir mâni yoktur, katî bir sûrette tahakkuk etti.
Dördüncü Esas
Nasıl, Kıyâmet ve haşre muktazî var ve haşri getirecek Fâil dahi muktedirdir; öyle de, şu dünyanın, Kıyâmet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte, "Şu mahal kâbildir" olan müddeâmızda dört mesele vardır:
Birincisi, şu âlem-i dünyanın imkân-ı mevtidir.
İkincisi, o mevtin vukuudur.
Üçüncüsü, o harap olmuş, ölmüş dünyanın âhiret sûretinde tâmir ve dirilmesinin imkânıdır.
Dördüncüsü, o mümkün olan tâmir ve ihyânın vuku' bulmasıdır.
Birinci Mesele: Şu kâinatın mevti, mümkündür. Çünkü, bir şey kanun-u tekâmülde dahil ise, o şeyde alâküllihâl neşv ü nemâ vardır. Neşv ü nemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihâl bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâküllihâl bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ' ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz; âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.

Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem, nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrip ve inhilâlden başını kurtaramaz; öyle de, şecere-i hilkatten teşâub etmiş olan silsile-i kâinat tâmir ve tecdid için, tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, İrâde-i Ezeliyenin izniyle, haricî bir maraz veya muharrip bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hattâ fennî bir hesab ile, bir gün gelecek ki,

b660.gif
-1-
b661.gif
-2-
mânâları ve sırları Kadîr-i Ezelînin izni ile tezâhür edip, o dünya olan büyük insan, sekerâta başlayıp acîb bir hırıltı ile ve müthiş bir savt ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir. İnce remizli bir mesele:
Nasıl ki, su kendi zararına olarak incimâd eder; buz, buzun zararına temeyyü' eder; lüb, kışrın zararına kuvvetleşir; lâfız, mânâ zararına kalınlaşır; ruh, cesed hesâbına zayıflaşır; cesed, ruh hesâbına inceleşir; öyle de, âlem-i kesif olan dünya, âlem-i latîf olan âhiret hesâbına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latîfleşir. Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle, kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczâlarda nur-u hayatı serpmesi, bir reme-i kudrettir ki, âlem-i latîf hesâbına şu âlem-i kesîfi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor; hakikatini kuvvetleştiriyor.
Evet, hakikat ne kadar zayıf ise de, ölmez, sûret gibi mahvolmaz; belki teşahhuslarda, sûretlerde, seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir; kışır ve sûret ise, eskileşir, inceleşir, parçalanır, sabit ve büyümüş hakikatin kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyâde ve noksan noktasında, hakikatle sûret, ma'kûsen mütenâsibdirler. Yani, sûret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir; sûret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dahil olan bütün eşyaya şâmildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinat hakikat-i uzmâsının kışır ve sûreti olan âlem-i şehâdet, Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir sûrette tazelenecektir;
b662.gif
-3- sırrı tahakkuk edecektir. Elhâsıl, dünyanın mevti mümkün, hem hiç şüphe getirmez ki mümkündür.

1- Güneş dürülüp toplandığı, • Yıldızlar döküldüğünde, • Dağlar yürütüldüğünde. (Tekvir Sûresi: 1-3.)
2- Gök yarıldığı zaman. • Yıldızlar saçıldığı zaman. • Denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1-3.)
3- Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün. (İbrâhim Sûresi: 48.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İkinci Mesele: Mevt-i dünyanın vuku' bulmasıdır. Şu meseleye delil, bütün edyân-ı semâviyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selîmenin şehâdetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tegayyürâtının işaretidir; hem asırlar, seneler adedince zîhayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhânesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehâdetleridir.
Şu dünyanın sekerâtını, âyât-ı Kur'âniyenin işaret ettiği sûrette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya "Mihverinden çık" hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder.
Üçüncü Mesele: Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünkü, İkinci Esasta ispat edildiği gibi, kudrette noksan yoktur, muktazî ise gayet kuvvetlidir, mesele ise mümkinâttandır. Mümkün bir meselenin gayet kuvvetli bir muktazîsi var ise, fâilin kudretinde noksaniyet yok ise, ona mümkün değil, belki vâki' sûretiyle bakılabilir.
Remizli bir nükte: Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki; içinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef' zarar, kemâl noksan, ziyâ zulmet, hidâyet dalâlet, nur nâr, İmân küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta, ezdâd, birbiriyle çarpışıyor, dâimâ tegayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor, başka bir âlemin mahsulatının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak; o vakit, Cennet-Cehennem sûretinde tezâhür edecektir.
Mâdem âlem-i bekâ, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır; elbette anâsır-ı esâsiyesi bekâya ve ebede gidecektir Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalın iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnâtın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudâtın iki havzıdır ve lûtuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedîde ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münâsip maddelerle dolacaktır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki:
Hakîm-i Ezelî, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizâsı ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına ayna ve kalem-i kader ve kudretine sayfa olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşv ü nemâya sebeptir. O neşv ü nemâ ise, istidadların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezâhürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezâhürü ise hakâik-ı nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakâik-ı nisbiyenin zuhuru ise Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-ı Samedâniye sûretine çevirmesine sebeptir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffî eder, ayrılır.
İşte, bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu sûrette irâde ettiğinden, şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irâde etti. Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc ederek, şerleri hayırlara idhâl ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem' ederek hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı. Vaktâ ki, meclis-i imtihan kapandı, tecrübe vakti bitti, Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icrâ etti, kalem-i kader mektubâtını tamamıyla yazdı, kudret nukuş-u san'atını tekmil etti, mevcudât vezâifini ifâ etti, mahlûkat hizmetlerini bitirdi, her şey mânâsını ifade etti, dünya âhiret fidanlarını yetiştirdi, zemin Sâni-i Kadîrin bütün mu'cizât-ı kudretini, umum havârik-ı san'atını teşhir edip gösterdi, şu âlem-i fenâ sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı, o Sâni-i Zülcelâlin hikmet-i sermediyesi ve inâyet-i ezeliyesi o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın tecellîlerinin hakikatlerini, o kalem-i kader mektubâtının hakâikını, o numûne-misâl nukuş-u san'atının asıllarını, o vezâif-i mevcudâtın faydalarını, gâyelerini, o hidemât-ı mahlûkatın ücretlerini ve o kelimât-ı kitâb-ı kâinatın ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidad çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübrâ açmasını ve dünyadan alınmış misâlî manzaraların göstermesini ve esbâb-ı zâhiriyenin perdesinin yırtmasını ve her şey doğrudan doğruya Hâlık-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatleri iktizâ etti; ve o mezkûr hakikatleri iktizâ ettiği için kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenâdan, tahavvül ve zevâlden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbâbını ve ihtilâfâtın maddelerini tefrik etmek istedi; elbette kıyâmeti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte şu tasfiyenin neticesinde, Cehennem, ebedî ve dehşetli bir sûret alıp, tâifeleri
b663.gif
-1- tehdidine mazhar olacak. Cennet ebedî, haşmetli bir sûret giyerek ehil ve ashâbı
b664.gif
-2- hitabına mazhar olacak. Yirmisekizinci Söz'ün Birinci Makamının İkinci Sualinde isbat edildiği gibi; Hakîm-i Ezelî, şu iki hânenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sâbit bir vücûd verir ki; hiç inhilâl ve tagayyüre ve ihtiyarlığa ve inkırâza mâruz kalmazlar. Çünki; inkırâza sebebiyet veren tagayyürün esbabı bulunmaz...

1- Bugün sizler ayrılın, ey mücrimler! (Yâsin Sûresi: 59.)
2- Size selâm olsun, buraya ter temiz geldiniz. Ebediyen kalmak üzere Cennete girin. (Zümer Sûresi: 73.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Yirmi Sekizinci Sözün Birinci Makamının İkinci Suâlinde ispat edildiği gibi, Hakîm-i Ezelî, şu iki hânenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sabit bir vücud verir ki, hiç inhilâl ve tegayyüre ve ihtiyarlığa ve inkırâza mâruz kalmazlar. Çünkü, inkırâza sebebiyet veren tegayyürün esbâbı bulunmaz.
Dördüncü Mesele: Şu mümkün, vâki' olacaktır. Evet, dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harab edildikten sonra, o dünyayı yapan Zât, yine daha güzel bir sûrette onu tâmir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil, başta Kur'ân-ı Kerîm binler berâhin-i akliyeyi tazammun eden umum âyâtıyla ve bütün kütüb-ü semâviye bunda müttefik bulunduğu gibi; Zât-ı Zülcelâlin evsâf-ı celâliyesi ve evsâf-ı cemâliyesi ve Esmâ-i Hüsnâsı, bunun vukuuna katî sûrette delâlet ederler; ve enbiyâya gönderdiği bütün semâvî fermanları ile Kıyâmeti ve haşrin icadını vaad etmiş. İşte mâdem vaad etmiş; elbette yapacaktır. Onuncu Sözün Sekizinci Hakikatine mürâcaat et.
Hem, başta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın bin mu'cizâtının kuvveti ile, bütün enbiyâ ve mürselînin ve evliyâ ve sıddîkînin vukuunda müttefik olup, haber verdikleri gibi; şu kâinat, bütün âyât-ı tekviniyesiyle vukuundan haber veriyor.
Elhâsıl: Onuncu Söz bütün hakâikıyla, Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamında Lâsiyyemâlardaki bütün berâhiniyle, gurûb etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği derecesinde bir katiyetle göstermiştir ki, hayat-ı dünyeviyenin gurûbundan sonra şems-i hakikat hayat-ı uhreviye sûretinde çıkacaktır.
İşte, baştan buraya kadar beyânâtımız ism-i Hakîmden istimdâd ve feyz-i Kur'ân'dan istifade sûretinde, kalbi kabule, nefsi teslime, aklı iknâa ihzâr için, Dört Esas söyledik. Fakat, biz neyiz ki, buna dâir söz söyleyeceğiz? Asıl şu dünyanın Sahibi, şu kâinatın Hâlıkı, şu mevcudâtın Mâliki ne söylüyor, onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken, başkalarının ne haddi var ki, fuzûliyâne karışsın?
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte o Sâni'-i Hakîm, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan tâifelerin umum saflarına hitaben îrad ettiği hutbe-i ezeliyyesinde, kâinatı zelzeleye veren:


b665.gif
-1-
ve bütün mahlûkatı neş'elendiren, şevke getiren

b666.gif
-2-
gibi binler fermanları, Mâlik-ül Mülk'ten, Sâhib-i Dünya ve Âhiret'ten dinlemeliyiz. "Âmenna ve Saddakna" demeliyiz.
b457.gif
-3-
b638.gif
-4-
b669.gif
-5-

1- Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. • Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. • Ve insan "Ne oluyor buna?" der. • O gün yeryüzü, üzerinde bulunan herkesin ne iş yaptığını haber verir. • Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. • O gün insanlar yaptıklarının karşılığını görmek için hesap yerinden bölük bölük dönerler. • Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa, onun mükâfatını görür. • Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür. (Zilzâl Sûresi: 1-8.)
2- İmân eden ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden rızık olarak bir meyve yediklerinde, "Bu daha önce yediğimiz rızıktandır" derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için ter temiz eşler vardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. (Bakara Sûresi: 25.)
3- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
4- Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.)
5- Allah'ım, Efendimiz İbrâhim'e rahmet ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in âline rahmet eyle. Şüphesiz Sen her türlü hamd ve övgüye lâyık Hamîd ve sonsuz büyüklük sahibi Mecîdsin. (Duâ)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt