Otuz Birinci Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin, "Bin müşkülât ile tayyâre vâsıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat' eder, gider, gelir?"
Biz de deriz ki: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce, hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takrîben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser, takrîben yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede kat' ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arşa getiremez mi? Şemsin câzibesi denilen bir kanun-u Rabbânî ile Mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, câzibe-i rahmet-i Rahmân ile ve incizâb-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile, bir cism-i insanı, berk gibi, Arş-ı Rahmâna çıkaramaz mı?
Yine hatıra gelir ki: Diyorsun, "Haydi, çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse yeter."
Biz de deriz ki: Mâdem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acîbesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve a'mâl-i beşeriyenin netâic-i uhreviyesini irâe etmek istemiş; elbette âlem-i mubsırâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuât âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezâife medâr olan âlât ve cihazâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübârekini dahi tâ Arşa kadar beraber alması muktezâ-i akıl ve hikmettir. Nasıl ki Cennette hikmet-i İlâhiye cismi ruha arkadaş ediyor; çünkü, pekçok vezâif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medâr olan ceseddir; elbette o cesed-i mübârek, ruha arkadaş olacaktır. Mâdem Cennete cisim ruh ile beraber gider; elbette Cennetü'l-Me'vâ gövdesi olan Sidretü'l-Müntehâya urûc eden zât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile cesed-i mübârekini refâkat ettirmesi aynı hikmettir.
Yine hâtıra gelir ki: Dersin, "Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat' etmek aklen muhâldir."
Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san'atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın süratiyle ziyâ, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefâvit olduğu mâlûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba latîf cismi, urûcda sür'atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh süratinde hareketi nasıl akla muhâlif görünür?
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem, on dakika yatsan, bâzı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ bir dakikada, insan, gördüğü rüyâyı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimâtı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer. Şu mânâya bir temsil ile bak ki:
İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyâdan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezâhür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki; o saatte on iğne var. Birisi saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde sâniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Farazâ, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi arzın medâr-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lazım gelir.
Şimdi iki şahıs farz ediyoruz. Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi, o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşâhede ettikleri eşya, saatimizle arzın medâr-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudâtça pekçok farkları vardır. İşte, zaman, çünkü, harekâtın bir rengi, bir levni, yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir.
İşte, bir saatte meşhudâtımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudâtı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı tevfîk-ı İlâhîye biner, berk gibi, bütün daire-i mümkinâtı kat' edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücûb noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü'yet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.
Yine hatıra gelir ki: Dersiniz, "Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâki' olmuyor. Bunun emsâli var mı ki kabul edilsin? Emsâli olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile, vukuuna nasıl hükmedilebilir?"
Biz de deriz ki: Emsâli o kadar çoktur ki, hesâba gelmez. Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyâresine kadar bir sâniyede çıkar; her zîilim, aklıyla, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider; her zîimân, namazın ef'âl ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi'rac ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider; her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile, Arştan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmâm-ı Rabbânî gibi bâzı zâtların ihbarât-ı sâdıkaları ile, bir dakikada Arşa kadar urûc-u ruhânîleri oluyor. Hem, ecsâm-ı nurânî olan melâikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem, ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.
Elbette bu kadar numûneler gösteriyorlar ki, bütün evliyâların sultanı, umum mü'minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) seyr ü sülûkuna medâr bir Mi'racı bulunması ve onun makamına münâsip bir sûrette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâki'dir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncü Esas
Hikmet-i Mi'rac nedir?
Elcevap: Mi'racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor; o kadar derindir ki, ona yetişemiyor; o kadar incedir ve latîftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat, bâzı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de, vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:
Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret tabakâtında nur-u Vahdetini ve tecellî-i Ehadiyetini göstermek için, kesret tabakâtının müntehâsından tâ mebde-i Vahdete bir hayt-ı ittisâl sûretinde bir Mi'rac ile, bir ferd-i mümtazı bütün mahlûkat hesâbına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur nâmına, makâsıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile âyine-i mahlûkatında cemâl-i san'atını, kemâl-i Rubûbiyetini müşâhede etmek ve ettirmektir.
Hem Sâni-i âlemin, âsârın şehâdetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler; yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o Cemâl ve Kemâl Sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuâtında çok tarzlarda tezâhür ediyor. Masnuâtını sever; çünkü, masnuâtının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuât içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyet itibâriyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuâtta münteşir ve mütecellî kemâlâtın nümûnelerini gösteren ferd, en sevimlidir.
İşte, Sâni-i Mevcudât, bütün mevcudâtta intişâr eden tecellî-i muhabbetin bütün envaını bir noktada, bir aynada görmek ve bütün enva-ı cemâlini Ehadiyet sırrıyla göstermek için, şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi o şecerenin hakâik-ı esâsiyesini istiâb edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde-i evvel olan çekirdekten tâ müntehâ olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisâl hükmünde olan bir Mi'rac ile, o ferdin kâinat nâmına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celb etmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyeyi başkasına sirâyet ettirmek için kelâmıyla taltif edip, fermanıyla tavzif etmektir.
Şimdi, şu hikmet-i âliyeye bakmak için, iki temsil dürbünü ile tarassut edeceğiz.
• Birinci temsil: On Birinci Sözün hikâye-i temsiliyesinde tafsîlen beyân edildiği gibi, nasıl ki bir sultan-ı zîşânın pekçok hazîneleri ve o hazînelerde pekçok cevâhirlerin envaı bulunsa, hem sanâyî-i garîbede çok mahareti olsa ve hesabsız fünûn-u acîbeye mârifeti, ihâtası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı olsa, her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca, elbette o sultan-ı zîfünûn dahi bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip göstersin-tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekâik-âşinâsıyla görsün; diğeri, gayrın nazarıyla baksın.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ve şu hikmete binâen, elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şâhâne bir sûrette dairelere, menzillere taksim eder. Hazînelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san'atının en güzel, en latîf san'atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekârâneleriyle donatır, tekmil eder.
Sonra, nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle her tâifeye lâyık sofraları serer, bir ziyâfet-i âmme ihzâr eder.
Sonra, raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyâfete dâvet eder.
Sonra, birisini yâver-i ekrem yapar, aşağıdaki tabakât ve menzillerden yukarıya dâvet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acîb sanatının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsülâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemâlâtının mâdeni olan mübârek zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakâikını ve kendi kemâlâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir; tâ o sarayın sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acâibiyle, ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san'atlarının işaretlerini öğretip, "Derûnundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?" o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merâsimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünûn ve zîşuûna karşı, marziyâtı ve arzuları dairesinde teşrifât merâsimini tarif etsin.
Aynen öyle de, "velillahil mesele-l a'la" Ezel, Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir mevcud pekçok dillerle Onun kemâlâtını zikreder, pekçok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defîneler ve herbir ünvân-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudâtıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünûn, bütün desâtiriyle, şu kitâb-ı kâinatı zaman-ı Adem'den beri mütâlâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemâlât-ı İlâhiyeye dâir ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mişârını daha okuyamamış.
İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemâlât ve cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâlin hikmeti iktizâ ediyor ki, şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faydasız olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menbalarını ve netâicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyede birisini gezdirsin ve bütün onların fevkıne çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin. Umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı rubûbiyetine bir dellâl ve marziyât-ı İlâhiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. mu'cizât nişanlarıyla imtiyâzını göstersin. Kur'ân gibi bir ferman ile, o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.
İşte, Mi'racın pekçok hikmetlerinden, şu temsil dürbünüyle, bir ikisini nümûne olarak gösterdik; sâirlerini kıyas edebilirsin.

1- En yüce sıfatlar Allah'a mahsustur. (Nahl Sûresi: 60.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
• İkinci temsil: Nasıl ki bir zât-ı zîfünûn, mu'ciznümâ bir kitâbı telif edip yazsa-öyle bir kitap ki, her sayfasında yüz kitap kadar hakâik, her satırında yüz sayfa kadar latîf mânâlar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar mânâlar bulunsa-bütün o kitâbın maânî ve hakâikleri, o kâtib-i mu'ciznümânın kemâlât-ı mâneviyesine baksa, işaret etse; elbette öyle bitmez bir hazîneyi kapalı bırakıp abes etmez. Her halde o kitâbı, bâzılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap mânâsız kalıp, beyhûde olmasın. Onun gizli kemâlâtı zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da, sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitâbı bütün maânîsiyle, hakâikıyla ders verecek birisini, en birinci sayfadan tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.
Aynen öyle de, Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakâik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitâbın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitâbı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır. Hem, umumunu en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidadlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitâbın umumunu ve küllî hakâikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sayfası olan tabakât-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sayfası olan daire-i ehadiyete kadar bir seyerân ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsil ile, Mi'racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.
Şimdi, makam-ı istimâda olan mülhide bakıp, kalbini dinleyeceğiz; ne hale girdiğini göreceğiz.
İşte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor, "Ben inanmaya başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkülüm daha var:
Birincisi: Şu Mi'rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur?
İkincisi: O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz, 'Kâinat, onun nurundan halk olunmuş. Hem, kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir.' Bu ne demektir?
Üçüncüsü: Sâbık beyânatınızda diyorsunuz ki,'âlem-i ulvîye çıkmak, şu âlem-i arziyedeki âsarların makinelerini, tezgâhlarını ve netâicinin mahzenlerini görmek için urûc etmiştir.' Ne demektir?"
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Elcevap:
• Birinci müşkülünüz Otuz adet Sözlerde tafsîlen halledilmiştir. Yalnız, şurada zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) kemâlâtına ve delâil-i nübüvvetine ve o Mi'rac-ı âzama en elyak o olduğuna icmâlî işaretler nevinde bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:
Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pekçok tahrifâta mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir muhakkik nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dâir, yüz on dört işarî beşâretleri çıkarıp, Risâle-i Hamîdiye'de göstermiştir.
Sâniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman Peygamberi o olduğuna beyânâtları gibi çok beşâretler, sahih bir sûrette tarihen nakledilmiştir.
Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbe'deki sanemlerin sukûtuyla, Kisrâ-i Fârisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi gibi, irhâsât denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.
Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-i azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) deve gibi enîn ederek ağlaması;
b708.gif
nassı ile, şakk-ı kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mu'cizâtla serfirâz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.
Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muâmelâtının şehâdetiyle secâyâ-i sâmiye, vazifesinde ve tebligâtında en âlî bir derecede ve din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehâdetiyle şeriatında en âlî hisâl-ı hamîde en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.
Sâdisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi; Ulûhiyet, muktezâ-i hikmet olarak tezâhür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.), dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.
Hem Hâlık-ı âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vâsıta ile göstermek muktezâ-i hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir sûrette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe o zâttır.

Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san'atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakâtında Vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.
Hem Sahib-i âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini aynalarda muktezâ-i hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kıymettar cevâhirler ile dolu hazîne-i gaybiyelerini izhâr ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur'ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gâyeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudâtın "Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?" olan şu üç suâl-i müşkülün muammâsını bir elçi vâsıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir sûrette ve en âzamî bir derecede hakâik-ı Kur'âniye vâsıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuâtıyla Kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle Kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vâsıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir sûrette, Kur'ân vâsıtasıyla o marziyât ve arzuları beyân eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem Rabbü'l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs'at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur'ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.
İşte, mevcudâtın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmelbir sûrette ifâ eden zât, elbette o Mi'rac-ı Azîm ile Kâb-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazîne-i rahmetini açacak, imânın hakâik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Sâbian: Bilmüşâhede şu masnuâtta gayet güzel tahsînât, nihayet derecede süslü tezyinât vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsînât ve tezyinât, onların Sâniinde, gayet şiddetli bir irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irâde-i tahsin ve tezyin ise, bizzarûre o Sâni'de, san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuât içinde en câmi' ve letâif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuâttaki güzellikleri "MaşaAllah" deyip istihsan eden, bilbedâhe o san'atperver ve san'atını çok seven Sâniin nazarında en ziyâde mahbub, o olacaktır.
İşte masnuâtı yaldızlayan mezâyâ ve mehâsine ve mevcudâtı ışıklandıran letâif ve kemâlâta karşı, "Sübhanallah, Mâşaallah, Allahü Ekber" -1- diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur'ân'ın nağamâtıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.
İşte böyle bir zât ki, "Essebebü kel fail" -2- sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenâtın bir misli onun kefe-i mîzanında bulunan ve umum ümmetinin salâvâtı, onun mânevî kemâlâtına imdad veren ve risâletinde gördüğü vezâifin netâicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mi'rac merdiveniyle Cennete, Sidretü'l-Müntehâya, Arş'a ve Kâb-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.
• İkinci müşkül: Ey makam-ı istimâdaki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır; illâ, nur-u İmân ile görünür. Fakat, bâzı temsilât ile o hakikatin vücudu fehme takrîb edilir. Öyle ise, bir nebze takrîbe çalışacağız.
İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır; şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin, anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvanât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında cârî olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, muktezâ-i ism-i Hakîmdir. Öyle ise, muktezâ-i hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem, öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismânîden başka, sâir âlemlerin numûnesini ve esâsâtını câmi' olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Mâdem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nevden başka şecere yok; öyle ise, ona menşe' ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezâsıdır. Çünkü, çekirdek dâimâ çıplak olamaz.

1- Allah her türlü noksan sıfattan münezzehtir. Allah dilemiş ne güzel yaratmış. Allah en büyük ve en yücedir.
2- Bir şeye sebep olan, onu işleyen gibidir. ["Hayrın yolunu gösteren, onu işleyen gibidir" (Feyzü'l- Kadîr, c.3, s. 537, hadîs no: 4250; Keşfü'l-Hafâ, c. 1, s. 399.) hadîsinden alınan bir ölçü.]
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Mâdem evvel-i fıtratta, meyve, libasını giymemiş; elbette, âhirde o libası giyecektir. Mâdem o meyve insandır ve mâdem insan içinde, sâbıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celb eden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesi ile âlemi ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmdır; elbette, kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek, en âhir bir meyve sûretinde görünecektir.
Ey müstemi'! Şu acîb kâinat-ı azîme, bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme! Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (Aleyhisselâtü Vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte şecere-i kâinat, şecere-i Tûba gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurânî bir hayt-ı münâsebet var. İşte Mi'rac, o hayt-ı münâsebetin gılâfı ve sûretidir ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velâyetiyle gitmiş, risâletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliyâ-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nurânîde, Mi'rac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamât-ı âliyeye çıkıyorlar.
Hem, sâbıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makâsıd için, şu kâinatı bir saray sûretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makâsıdın medârı, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü, bir şeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye, (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medâr-ı kıymeti ve bütün maksadların medâr-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar onun nuru olmak lâzım gelir.
• Üçüncü müşkülün o kadar geniştir ki, bizim gibi dar zihinli insanlar, istiâb ve ihâta edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.
Evet, âlem-i süflînin mânevî tezgâhları ve küllî kanunları, avâlim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuât olan küre-i arzın hadsiz mahlûkatının netâic-i amelleri ve cin ve insin semerât-ı ef'âlleri, yine avâlim-i ulviyede temessül eder. Hattâ, hasenât Cennetin meyveleri sûretine, seyyiât ise Cehennemin zakkumları şekline girdikleri, pekçok emârât ve pekçok rivâyâtın şehâdeti ile ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîmin iktizâsıyla beraber, Kur'ân-ı Hakîmin işârâtı gösteriyor. Evet, zeminin yüzünde kesret, o kadar intişâr etmiş ve hilkat o kadar teşâub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuâtın pekçok fevkınde ecnâs-ı mahlûkat ve esnâf-ı masnuât küre-i zeminde bulunur, değişir; dâimâ dolup boşalır. İşte şu cüz'iyât ve kesretin menbaları, mâdenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyât-ı esmâiyedir ki, o küllî kanunlar, o küllî tecellîler ve o muhît esmâların mazharları da bir derece basit ve sâfî ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semâvâttır ki; o âlemlerin birisi de Sidretü'l-Müntehâdaki Cennetü'l-Me'vâdır. Yerdeki tesbihât ve tahmîdât, o Cennetin meyveleri sûretinde-Muhbir-i Sâdıkın ihbârı ile-temessül ettiği sabittir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, bu üç nokta gösteriyorlar ki, yerde olan netâic ve semerâtın mahzenleri, oralardadır ve mahsülâtı o tarafa gider.
Deme ki, "havâî bir Elhamdülillâh kelimem nasıl mücessem bir meyve-i Cennet olur?" Çünkü, sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bâzan rüyâda güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey sûretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et sûretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin, meyveler sûretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib'âd etmemelisin.
Dördüncü Esas
Mi'racın semerâtı ve faydası nedir?
Elcevap: Şu şecere-i Tûba-i mâneviye olan Mi'racın beş yüzden fazla meyvelerinden nümûne olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.
BİRİNCİ MEYVE: Erkân-ı imâniyenin hakâikını göz ile görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli göz ile müşâhede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazîne ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki; şu kâinatı perişan ve fânî ve karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem, o nur ve o meyve ile, beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a'dâsı nihayetsiz ve fânî, bekâsız bir vaziyet-i dalâletkârâneden, o insanı, o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvîmde bir mu'cize-i kudret-i Samedâniyesi ve mektubât-ı Samedâniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultân-ı Ezel ve Ebedin bir muhatabı, bir abd-i hâssı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habîbi ve Cennet-i bâkiyesine namzed bir misafir-i azîzi sûret-i hakikisinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürûr, hadsiz bir şevk vermiştir.
İKİNCİ MEYVE: Sâni-i mevcudât ve sâhib-i kâinat ve Rabbü'l-âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin, başta namaz, esâsâtını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak, o kadar merakâver ve saadetâverdir ki, tarif edilmez. Çünkü, herkes, büyükçe bir velî-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki, "Keşki bir vâsıta-i muhâbere olsa idi, doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim, benden ne istiyor anlasa idim, benden Onun hoşuna gideni bilse idim" der. Acaba bütün mevcudât, kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudâttaki cemâl ve kemâlât, Onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece Onun marziyâtını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merakâver olması lâzım olduğunu anlarsın.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt