Otuz Birinci Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında o Sultân-ı Ezel ve Ebedin marziyâtını doğrudan doğruya Mi'rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.
Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer öyle bir Mâlikü'l-Mülkün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervâz eder, küre-i arz pervâne gibi şemsin etrafında uçar, şems binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâlin bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir Zât-ı Zülcelâlin şuûnâtını ve acâib-i san'atını ve âlem-i bekâda hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
ÜÇÜNCÜ MEYVE: Saadet-i ebediyenin defînesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mi'rac vâsıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâlin rahmetinin bâkî cilvelerini müşâhede etmiş ve saadet-i ebediyeyi katiyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki; bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firâk içindeki mevcudâtı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrât ile adem ve firâk-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşânede oldukları hengâmda şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu ve idâm-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fânî cin ve insin kulağında öyle bir müjde ne kadar saadetâver olduğu tarif edilmez. Bir adama idâm edileceği anda, onun affıyla, kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürûra sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
DÖRDÜNCÜ MEYVE: Rü'yet-i Cemâlûllah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o meyve ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas ebedilirsin. Yani, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecâtına nisbeten tezâyüd eder, perestiş derecesine gelir, canını fedâ eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını fedâ etmek derecesine çıkar. Halbuki, bütün mevcudâttaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemeâtın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyâka elyak bir Zât-ı Zülcelâli ve'l-Kemâlin saadet-i ebediyede rü'yetine muvaffak olması ne kadar saadetâver ve medâr-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
BEŞİNCİ MEYVE: İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mi'rac ile anlaşılmış; ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudâtı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürûr-u mesûdiyetkârâne veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü, âdi bir nefere denilse, "Sen müşir oldun"; ne kadar memnun olur. Halbuki, fânî, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firâk sillesini dâimâ yiyen bîçare insana, birden "Ebedî, bâkî bir Cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân'ın rahmetinde ve hayal süratinde, ruhun vüs'atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerâna ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü'yet-i Cemâline de muvaffak olursun" denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve sürûru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.
Şimdi, makam-ı istimâda olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at; mü'min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
• Meselâ, senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı, her taraf müthiş cenâzelerle dolu. İşitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vâveylâsıdır. İşte, biz şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbab şekline girse, düşman gördüğümüz kimseler kardeşler sûretine dönse, o müthiş cenâzeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibâdetkâr şeklinde görünse, o yetimâne ağlayışlar senâkârâne "Yaşasınlar!" hükmüne girse ve o ölümler ve o soymaklar, garâtlar, terhisât sûretine dönse, kendi sürûrumuz ile beraber herkesin sürûruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrûrâne olduğunu elbette anlarsın.
İşte Mi'rac-ı Ahmediyenin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u imândan evvel şu kâinatın mevcudâtı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit yabancı, muzır, müz'ic, muvahhiş ve dağ gibi cirimler birer müthiş cenâze; ecel, herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar; bütün sadâlar, firâk ve zevâlden gelen vâveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda, meyve-i Mi'rac olan hakâik-ı erkân-ı imâniye nasıl mevcudâtı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zevâl, bir nevi terhis ve vazifeden azad etmek; ve sadâlar, birer tesbihât hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.
• İkinci temsil: Senin ile biz, Sahrâ-i Kebîr gibi bir mevkîdeyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me'yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbâlimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzâr edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, o sahrâ-i kebîr bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisât içinde harekât-ı zerrât ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkalanan mevcudât ve bîçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dâğdâr olan, istikbâli müthiş zulümât içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mi'rac olan marziyât-ı İlâhiye ile, şu dünya gayet Kerîm bir Zâtın misafirhânesi; insanlar dahi Onun misafirleri, memurları; istikbal dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.
Makam-ı istimâda olan zât diyor ki: "Cenâb-ı Hakka yüz binler hamd ve şükür olsun ki, ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim; tamamıyla inandım ve kemâl-i imânı kazandım."
Biz de deriz: Ey kardeş! Seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şefaatına mazhar etsin, âmin.
b712.gif
-1-
b457.gif
-2-
b714.gif

* * *
1- Allah'ım, işaretiyle ayın ikiye bölündüğü, parmaklarından suyun Kevser gibi aktığı, Mi'racın ve "Gözü şaşmadı" (Necm Sûresi: 17) âyetinin sahibi Efendimiz Muhammed'e, Onun bütün âl ve Ashâbına dünyanın evvelinden mahşerin sonuna kadar rahmet eyle.
2- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
3- Ey Rabbimiz! Bu hizmetimizi kabul buyur. Herşeyi hakkıyla işiten de, herşeyi hakkıyla bilen de ancak Sensin (Bakara Sûresi: 127.)
Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.)
Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme. (Âl-i İmrân Sûresi: 8.)
Ey Rabbimiz! nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Muhakkak ki Senin her şeye gücün yeter. (Tahrîm Sûresi: 8.)
Duâları ise şu sözlerle sona erer: "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Yûnus Sûresi: 10.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
On Dokuzuncu ve Otuz Birinci Sözlerin Zeyli
Şakk-ı Kamer mucizesine dâirdir
b715.gif

Kamer gibi parlak bir mu'cize-i Ahmediye (a.s.m.) olan inşikak-ı kameri, evhâm-ı fâside ile inhisâfa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki: "Eğer inşikak-ı kamer vuku' bulsa idi, umum âleme mâlûm olurdu; bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi."
Elcevap: İnşikak-ı kamer, dâvâ-i nübüvvete delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, âni olarak gösterildiğinden; hem, ihtilâf-ı metâlî ve sis ve bulutlar gibi rü'yete mâni esbâbın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususi kaldığından ve tarassudât-ı semâviye pek az olduğundan; bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir. Şakk-ı kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan şimdilik Beş Noktayı dinle.
Birinci Nokta
BİRİNCİ NOKTA: O zaman, o zemindeki küffarın gayet şedid derecede inadları, tarihen mâlûm ve meşhur olduğu halde; Kur'an-ı Hakîm'in
b716.gif
demesiyle şu vak'ayı umum âleme ihbar ettiği halde; Kur'anı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yâni ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açmamışlar.

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Kıyâmet yaklaştı, ay yarıldı. • Onlar bir mu'cize görseler yüz çevirir ve "Bu kuvvetli bir sihirdir" derler. (Kamer Sûresi: 1-2.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca kat'î ve vâki bir hâdise olmasa idi; şu sözü serrişte ederek, gayet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak'aya dâir siyer ve tarih, o vak'a ile münâsebettar küffârın adem-i vukuuna dâir hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız
b717.gif
âyetinin beyân ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar, "sihirdir" demişler ve "Bize sihir gösterdi. Eğer sâir taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattır. Yoksa bize sihir etmiş." demişler. Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkında (hâşâ): "Yetim-i Ebu Talib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.
İkinci Nokta
Sa'd-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: "İnşikak-ı kamer; parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfârakat-ı Ahmediyeden (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevâtirdir. Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhâldir. Hâle gibi meşhur bir kuyrukluyıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevâtirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi, tevâtürle vücudu katîdir" demişler. İşte böyle gayet katî ve şuhudî mesâilde teşkikât-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhâl olmamak kâfîdir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.
Üçüncü Nokta
Mu'cize, dâvâ-i nübüvvetin ispatı için, münkirleri iknâ etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise, dâvâ-i nübüvveti işitenler için, iknâ edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır. Sâir taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhâr etmek, Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine münâfi olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhâliftir. Çünkü, "Akla kapı açmak, ihtiyârı elinden almamak" sırr-ı teklif iktizâ ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikak-ı kameri, feylesofların hevesâtına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sâir hâdisât-ı semâviye gibi, ya dâvâ-i nübüvvete delil olmazdı, risâlet-i Ahmediyeye (a.s.m.) hususiyeti kalmazdı, veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mu'cize olacaktı ki, aklı icbar edecek, aklın ihtiyârını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebû Cehil gibi kömür ruhlu, Ebû Bekir-i Sıddîk gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zâyi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilâf-ı metâli, sis ve bulut gibi sâir mevânii perde ederek, umum âleme gösterilmedi, veyahut tarihlere geçirilmedi.
Dördüncü Nokta
Şu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken, âni bir sûrette vuku' bulduğundan, etraf-ı âlemde elbette görülmeyecek. Bâzı efrâda görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâkî bir sermâye olmayacak.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bâzı kitaplarda "Kamer iki parça olduktan sonra yere inmiş" ilâvesi ise, ehl-i tahkik reddetmişlerdir. "Şu mu'cize-i bâhireyi kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münâfık ilhak etmiş" demişler.
Hem meselâ, o vakit, cehâlet sisiyle muhât İngiltere, İspanya'da yeni gurûb; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbâb-ı mâniaya binâen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız mûterize bak; diyor ki, "İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku' bulmamış." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!
Beşinci Nokta
İnşikak-ı kamer kendi kendine, bâzı esbâba binâen vuku' bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hâdise değil ki, âdi ve tabiî kanunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resûlünün risâletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, hârikulâde olarak o hâdiseyi îkâ etmiştir. Sırr-ı irşâd ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risâletin iktizâsıyla, hikmet-i Rubûbiyetin istediği insanlara ilzâm-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktizâ etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-i nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâlî haysiyetiyle, bâzı memleketin kameri daha çıkmaması ve bâzılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurûb etmesi gibi o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbâbâ binâen, gösterilmemiş. Eğer, umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin (a.s.m.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit, risâleti bedâhet derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyârı kalmazdı; İmân ise, aklın ihtiyâriyledir; sırr-ı teklif zâyi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semâviye olarak gösterilse idi, risâlet-i Ahmediye (a.s.m.) ile münâsebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı.
Elhâsıl: Şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı. katî ispat edildi. Şimdi, vukuuna delâlet eden çok bürhanlarından altısına Haşiye işaret ederiz. Şöyle ki:
Ehl-i adâlet olan Sahabelerin, vukuuna icmâı ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin,
b718.gif
tefsirinde, onun vukuuna ittifakı ve ehl-i rivâyet-i sâdıka bütün muhaddisînin pekçok senetlerle ve muhtelif tarîklerle vukuunu nakletmesi ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliyâ ve sıddıkînin şehâdeti ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ulemânın tasdiki ve nass-ı katî ile dalâlet üzerine icmâları vâki' olmayan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) o vak'ayı telâkkî-i bilkabul etmesi, güneş gibi, inşikak-ı kameri ispat eder.

Haşiye: Yani, altı defa icmâ sûretinde, vukuuna dâir altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maatteessüf kısa kalmıştır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Elhâsıl, buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesâbına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat nâmına ve İmân hesâbınadır. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:
Semâ-i risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Dîvân-ı Nübüvvet, nasıl ki mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin kerâmet-i uzmâsı ve mu'cize-i kübrâsı olan Mi'rac ile, yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhâniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti; öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine o arzlının risâletine öyle bir mu'cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nurânî kanadı gibi, risâlet ve velâyet gibi iki nurânî kanadıyla, iki ziyâdar cenah ile, evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kâb-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza, medâr-ı fahr olmuştur.
b719.gif
-1-
b457.gif
-2-
b721.gif
-3-

1- Ona ve âline yer ve gökler dolusu rahmet ve selâmlar olsun.
2- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
3- Allah'ım, işaretiyle ayın ikiye bölündüğü Zât hürmetine benim kalbimi ve sâdık Nur Talebelerinin kalplerini Kur'ân güneşi mukabilinde ay gibi yap. Âmin, âmin.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt