Lemeât

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Belki nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekâvet. Yüzde onu çıkarmış müzahraf bir saadet.
Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat. Zâlim ekallin olmuş gelen ribh-i ticaret. Lâkin saadet odur: Külle ola saadet.
Lâakal ekseriyete olsa medâr-ı necât. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur'ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:
Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hâzır, heves serbest olmuştur, hevâ da hür olmuştur. Hayvanî bir hürriyet.
Heves tahakküm eder. Hevâ da müstebiddir. Gayr-i zarûrî hâcâtı havâic-i zarûrî hükmüne geçirmiştir. İzâle etti rahat.
Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtac-ı fakir etmiştir. Sa'y-i helâl, masrafa etmemiştir kifâyet.
Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, hem nev'e, vermiştir servet, haşmet.
Ferd-i şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şâhidi çoktur: Kurun-u ûlâdaki mecmû-u vahşet ve cinayet, hem gadr ve hem hıyânet,
Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi Haşiye daha bulanır. Âlem-i İslâmdaki istinkâf-ı mânidar, hem de bir cây-ı dikkat.
Kabulde muztariptir, soğuk da davranmıştır. Evet, Şeriat-ı Garrâda olan nur-u İlâhî, hâssa-i mümtazıdır istiğnâ-i istiklâliyet.
O hâssadır bırakmaz ki o nur-u hidâyet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehâsı ona tahakküm etsin. Onda olan hidâyet,
Bundaki felsefe ile mezc olmaz; hem aşılanmaz, hem de tâbi olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat, izzet-i İmân beslediği şeriat,
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân tutmuş yed-i beyzâda hakâik-ı şeriat. O yemîn-i beyzâda birer Asâ-i Mûsâ'dır. Sehhâr medeniyet istikbâlde edecek ona secde-i hayret.
Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunan'ın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayalâlûddu, biri maddeperestti.
Su içinde yağ gibi imtizâc olamadı. Mürûr-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.
Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesedleri değişmiş. Alman, Fransız oldu.


Haşiye: Demek daha dehşetli kusacak. Evet, iki Harb-i Umumi ile öyle kustu ki, hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı. Kanla lekelendi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Güyâ bir nevi tenâsuh başlarından geçmişti. Ey birâder-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti
Temzicin esbâbını. Şimdi de barışmadı. Mâdem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkîde yoldaştı; birbiriyle döğüştü, hiç de barışmadılar.
Nasıl olur ki; aslı, hem mâdeni, matlaı başka çeşit olmuştu; Kur'ân'da olan nuru, şeriat hidâyeti, şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsı birbiriyle barışır, hem mezc ve ittihadı?
O dehâ ile bu hüdâ menşe'leri ayrıdır. Hüdâ semâdan indi, dehâ zeminden çıktı. Hüdâ kalbde işliyor; dimağı da işletir.
Dehâ dimağda işler; kalbi de karıştırır. Hüdâ ruhu eder tenvir, dâneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîmâ ediyor insan-ı himmetperver.
Dehâ ise, evvelâ nefse ve cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsânî neşv ü nemâ buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr; taneleri kuruyor. Şeytanın sîmâsını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayatına saadet veriyor, dâreyne ziyâ neşrediyor, insanı yükseltiyor.
Deccâl-misâl Haşiye dehâ-i a'ver, bir dâr ile bir hayatı anlar, maddeperest olur ve dünyaperver. İnsanı yapar birer canavar.
Evet, dehâ sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüdâ şuurlu san'atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Dehâ, zemine küfran perdesi çeker. Hüdâ, şükran nurunu serper.
Bu sırdandır, dehâ a'mâ-i asam, hüdâ semî-i basîr. Dehânın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.
Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak, canavarca his verir.
Hüdânın nazarında, zeminin sînesinde, kâinatın yüzünde serpilmiş olan niam, rahmetin semerâtı, her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.
Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehâsin-i kesîre. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icâdı,
Ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerayi'den, hem hâcât-ı fıtrîden, hususi şer'-i Ahmedî,
İslâmî inkılâbdan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Misâlîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu. Hem dedi:


Haşiye: Bunda da bir ince işaret var.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
"Musîbet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazâya da çarptırdı.
"Hangi ef'âlinizle kazâya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musîbetle hükmetti, sizleri hırpaladı?
"Hatâ-i ekseriyet olur sebep dâimâ musîbet-i âmmeye." Dedim: Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudâne inadı,
Firavunâne gururu şişti, şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semâvâttan indirdi
Tûfan, tâun misâli, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. Demek ki şu musîbet, bütün beşer musîbetiydi.
Nev'en umuma şâmil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan gelen dalâlet fikri idi; hürriyet-i hayvanî, hevânın istibdadı.
Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmâl ve terkimizdi. Zîrâ Hâlık Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi.
Beş vakit namaz için, yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmâl oldu.
Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte dâimâ tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.
Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Kefâreten beş sene cebren oruç tutturdu.
Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile, hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyârla vermedikti.
O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Sâlih amel ikiydi:
Biri müsbet ve ihtiyârî; biri menfî, ıztırârî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i sâlihadır; lâkin menfîdir, ıztırârî. Hadîs teselli verdi.
Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu dört milyonu çıkardı,
Derece-i velâyet, mertebe-i şehâdet ile gâzilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misâlî, bu sözü tahsin etti.
Ben de birden uyandım, belki yakza ile yeni yattım. Bence yakza rüyâdır.
Rüyâ bir nevi yakzadır. Orada asrın vekili, burada Said Nursî.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cehil, mecâzı eline alsa hakikat yapar
İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecâz, eder inkılâb hakikate. Hem açar hurâfâta kapılar.
Küçüklüğümde gördüm ki, hasf olmuştu kamer. Sordum ben vâlidemden. Dedi: "Yılan yutmuştur." Dedim: "Neden görünür?" Dedi: "Orada yılanlar böyle nimşeffaf olur." İşte böyle bir mecâz, hakikat zannedilmiş. Medâr-ı şems ve kamer tekâtu' noktaları olan re's ve zenebde arzın haylûletiyle, bir emr-i İlâhiyle münhasıf olur kamer.
İki kavs-i mevhume tinnîn yâd edilmiş, hayalî bir teşbihle isim müsemmâ olmuş. Tinnîn ise yılandır.


Mübâlâğa zemm-i zımnîdir
Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübâlâğası bence zemm-i zımnîdir.
İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir...


Şöhret zâlimedir
Şöhret bir müstebiddir; sahibine mal eder başkasının malını.
Meşhur Hoca Nasreddin letâifi içinde, zekâtı, yani onda biri, onundur asıl malı.
Rüstem-i Sistanî onun hayal-i şânı gâret etti bir asır mefâhir-i İran'ı.
Gasb ve gâretle şişti o nâmdar hayali, hurâfâta karıştı, attı nev-i insanı.


Din ile hayat kâbil-i tefrik olduğunu zannedenler felâkete sebeptirler
Şu Jön Türkün hatâsı: Bilmedi o, bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
Medeniyet müstemir, müstevlî vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
Medeniyet sistemi Haşiye bozuktu, hem muzırdı. Tecrübe-i katiye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-i dinle olur, şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı.
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkîsi.
İhmâli nispetinde idi milletin tedennîsi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi.


Haşiye: Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekerâtta olan dinsiz sekerâtta olan dinsiz zalim medeniyete bakıyor.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil
Dalâlet vehmidir; mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir, ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar.
Kim hayatı isterse, şehâdet istemeli. Şehidin hayatına Kur'ân işaret eder. Sekerâtı tatmamış herbir şehid, kendini hayy biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor.
Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et, şuna benzer: İki adam, rüyâda lezâiz envaına câmi' güzel bahçede, ikisi geziyorlar. Biri rüyâ olduğunu bilir; lezzet almıyor.
Onu müferrah etmez; belki teessüf eder. Öbürüsü biliyor ki, âlem-i yakzadır; hakiki lezzet alır, ona hakiki olur.
Rüyâ misâlin zılli, misâl ise berzahın zılli olmuştur. Ondan, onların düsturları birbirine benziyor.


Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli
Siyaset-i medenî, ekserin rahatına fedâ eder ekalli. Belki ekall-i zâlim, kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.
Adâlet-i Kur'ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu fedâ edemez, değil ekseriyete, hattâ nevin umumu.
Ayet-i
b888.gif
-1- iki sırr-ı azîmi vaz' ediyor nazara. Biri mahz-ı adâlet. Bu düstur-u azîmi
Ki ferd ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adâlet-i İlâhî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i dâimî.


1- Kim bir cana kıymamış birisini öldürürse... (Mâide Suresi :32.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Şahs-ı vâhid hakkını kendi fedâ ediyor; lâkin fedâ edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı, hem irâka-i demi,
Hem zevâl-i ismeti; iptal-i hakk-ı nevin, hem ismet-i beşerin mislidir, hem nazîri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî,
Hırs ve heves yolunda bir mâsumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mâni ise harab eder dünyayı, imhâ eder benî Âdem'i


Zaaf hasmı teşcî eder; Allah abdini tecrübe eder,
abd Allahını tecrübe edemez
Ey hâif ve hem zaif! Havf ve zaafın beyhûde, hem senin aleyhinde tesirât-ı haricî teşcî eder, celb eder.
Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrât-ı mevhume için fedâ edilmez. Sana lâzım hareket; netice Allah'ındır.
İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana, "Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım Ben" der.
Abd ise hiç yapamaz Allahını tecrübe. "Rabbim muvaffak etsin, ben de bunu işlerim" dese, tecavüz eder.
İsâ'ya demiş şeytan: "Mâdem herşeyi O yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?"
İsâ dedi: "Ey mel'un! Abd edemez Rabbini tecrübe ve imtihan."


Beğendiğin şeyde ifrat etme
Bir derdin dermanı başka derde dert olur, panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse, dert getirir, öldürür.


İnadın gözü meleği şeytan görür
İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine, "melek" der, rahmeti de okutur.
Muhâlif tarafında eğer meleği görse, libasını değişmiş onu şeytan zanneder; adâvet, lânet eder.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilâfı çıkarma
Ey talib-i hakikat! Mâdem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bâzan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.


İslâmiyet, selm ve müsâlemettir; dahilde nizâ ve husûmet istemez
Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı:
b889.gif
-1- yerine
b890.gif
-2- olmalı;
b891.gif
-3- yerine
b892.gif
-4- olmalı.
Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: "İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir."
Dememeli: "Budur hak; başkaları battaldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir."
Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.
Dert ile dermanlar taaddüdü hak olur; hak da taaddüd eder. Hâcât ve ağdiyenin tenevvüü hak olur; hak da tenevvü' eder.
İstidad, terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.
İki mizâca göre mesâil-i fer'îde hakikat sabit değil, izâfî ve mürekkeb. Mükellefîn mizâclar,
Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküb, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.
Mezhebinin hududu tâyinini bırakır temâyül-ü mizâca. Taassub-u mezhebî tâmime sebep olur.
Tâmimin iltizamı, sebep olur nizâa. İslâmiyetten evvel tabakât-ı beşerde derin uçurumlar,
Hem tebâüd-ü acîbi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiyâ, tenevvü-ü şerâyi', müteaddid mezhebler.
Beşerde bir inkılâb İslâmiyet yaptırdı. Beşer tekârüb etti; şer' etti ittihad, vâhid oldu peygamber.
Seviye bir olmadı; mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihad eder mezhebler.


1- Sadece o haktır.
2- O haktır.
3- Sadece o iyidir.
4- O en iyidir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İcâd ve cem-i ezdâdda büyük bir hikmet var;
kudret elinde şems ve zerre birdir
Ey birâder-i kalb-i hüşyar! Ezdâdın cem'indendir tecellî-i iktidar. Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,
Hüsnün içinde kubhu, nef'in içinde dârrı, nimet içinde nikmet, nurun içinde nârı, bilir misin ki sırrı?
Hakâik-ı nisbiye sübut, takarrür etsin. Bir şeyde çok şey olsun; bulsun vücud, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.
Çevirmenin sürati yapar bir lem'a-i nur, daire-i nurânî. Hakâik-ı nisbiye vazifesi dünyada dâneler sümbül olur.
Kâinatın çamuru, revâbıt-ı nizâmı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakâik olur.
Hararette merâtib, ona olmuştur sebep tahallül-ü burûdet.
Hüsündeki derecât kubhun tedâhülüdür; sebep, illet oluyor.
Ziyâ zulmete borçlu; lezzet eleme medyûn; sıhhat, marazsız olmaz.
Cennet olmazsa belki Cehennem tâzib etmez. Zemherîrsiz olmuyor; ger zemherîr olmazsa, o da ihrak edemez.
O Hallâk-ı Lemyezel, halk-ı ezdâd içinde hikmetini gösterdi; haşmeti etti zuhur.
O Kadîr-i Lâyezâl, cem-i ezdâd içinde iktidarı gösterdi; azamet etti zuhur. Mâdem o Kudret-i İlâhî lâzıme-i Zâtî olur.
O Zât-ı Ezelîye, hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda merâtib olamaz. Herşeye nisbeti bir; hiçbir şey ağır olmuyor.
O kudretin ziyâsına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü ayna, şebnemlerin gözleri birer mir'at olmuştur.
Denizin geniş yüzü gösterdiği güneşi, çîn-i cebînindeki katreler de gösterir; şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.
Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında. Kudreti tanzir eder. şebnemin gözbebeği küçücük bir güneştir.
Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki, şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.
Semâvât bir denizdir; bir nefes-i Rahmân'la çîn-i cebînlerinde mevcelenip, katarât ki, nücûm ve hem şümustur.
Kudret tecellî etti, o katarâta serpti nurânî lemeâtı. Herbir güneş bir katre, herbir yıldız bir şebnem, herbir lem'a timsâldir.
O feyz-i tecellînin küçücük bir aksidir o katre-misâl güneş. Eder mücellâ camını o lümey'a zücâce dürri-misâl parlıyor.
O şebnem-misâl yıldız, latîf gözü içinde bir yer yapar lem'aya; lem'a olur bir sirâc, gözü olur zücâce, misbâhı nurlanıyor.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın; tâ neşv ü nemâ bulsun
Ey zîhassa-i meşhure! Taayyünle zulmetme. Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi.
Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimâli, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti.
Eğer taayyün edip, perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zâlim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin,
İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zâlim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.
Nerede kaldı yalancı tasannu' ve riyâ ile kisb-i teşahhus, şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizâm-ı ahsen.
Bir ferd-i fevkalâde, kendi nevi içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.
İşte sana misâli: İnsan içinde velî, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur duâ edersen.
Ramazan'da münteşir bir leyle-i zû-kadir. Esmâü'l-Hüsnâda muzmer iksir-i İsm-i âzam. Bu misâllerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen,
İbhamda izhâr eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin ibhamında bir muvâzene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.
Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen.
Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zîrâ nısfı geçerse, her saati geldikçe güyâ adım atarak darağacına gidersin.
Şey'en şey'en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Allah'ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatâdır
Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gazabından fazla gazab edilmez.
Öyle ise, işi bırak o âdil-i Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazab zemîme.


İsraf sefâhetin, sefâhet sefâletin kapısıdır
Ey müsrifli kardeşim! Tegaddî noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsâvi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bîhûşe verir nûşe.
Zevkî bir fark bulunur, dâim onu aldatır o kuvve-i zâika; bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.
Onun tesiri menfî, müsbet değil. Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek. Nûş verirsin o bîhûşa.
Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.
İsrafın en sefihi, tebzîrin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi. Heves etme bu işe.


Zâika telgrafçıdır; telzîz ile baştan çıkarma Haşiye
Rubûbiyet-i İlâh, hikmet ve inâyeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir içinde hudud karakolu.
Hem, muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sağîrde damarları telefon, âsabları telgraf hükmüne vaz' eylemiş.
Şâmme telefonu, hem telgrafa zâika inâyet memur etmiş o Rezzâk-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife: taam ve levn ve hem râyiha.
İşte şu havâss-ı selâse, o erzak cânibinden birer ilânnâmesi, birer dâvetnâmesi, bir izinnâmesi, hem
Bir dellâldır ki, muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur. Mürtezık hayvanlara zevk ve rü'yet ve şem, birer âlet vermiş.
Hem taamları muhtelif zînetlerle süsletmiş. Havâî gönülleri avutup, lâkaydları teheyyüc ile cezb etmiş. Vaktâ, taam girse, hem ağıza, birden bire zâika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktârına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nevi, hem çeşitleri de söyler.


Haşiye: İktisad Risâlesinin çekirdeğidir. Belki on sayfa olan İktisad Risâlesini kable'l vücud on satırda okumuş.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt