3- Tasavvufun Kısaca Tarihi Gelişimi

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TASAVVUF DÖNEMİ
..:: 4 ::..
Ebû Saîd Ebu'l-Hayr (ö.440/1048), âşık tabiatlı, sohbete önem veren ve halkın arasına çok karışan, celvet ehli bir mutasavvıftı. Vahdet-i vücûd anlayışını yaymaya çalışan, tekke ve dergâhların ihvanının âdâb ve yönetimine dâir ilk prensipleri vaz' eden kişi olarak tanınır. Ebû Saîd Ebu'l-Hayr'ın Esrâru't-tevhîd adında bir eseri vardır.8
Ebû Saîd Ebu'l-Hayr'ın akranı olan Ebu'l-Kâsım Cürcânî (ö.450/1058) de bu devirde yetişen sûfîlerdendir. Cürcânî, Ebu'l-Hasan Harakânî'nin talebesidir.
Bu devirde yetişen âbide şahsiyetlerden biri de Ebu'l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî'dir (ö.465/1072) er-Risâle adıyla meşhur eseri, tasavvuf klasikleri arasında önemli bir yere sâhiptir. Kuşeyrî ifrat ve tefritten uzak, mûtedil bir tasavvuf cereyanının mümessilidir. Letâifü'l-İşârât adlı eseri de işârî tefsirin ilklerindendir.
Kuşeyrî'nin çağdaşı ve arkadaşı Hucvirî Keşfü'I-Mahcûb adlı Farsça eseriyle bu dönemde tasavvufî yorumlarda önemli bir yere sâhiptir. Kuşeyrî'nin ve Cürcânî'nin talebesi sayılan Ebû Ali Farmedî (ö.477/1085), İmam Gazzâlî'nin mürşidi olarak önemli bir kişiliğe sâhiptir.
Sülemî'nin Tabakâtu's-Sûfiyye'sini, onda bulunmayan bâzı şahısları da ilâve ederek Farsçaya çeviren Ensârî (ö.481/1088), Menâzilü's-Sâirîn adlı Arapça eserinde hâl ve makamları tasnif etmiştir. Bu eser hâller ve makamlar konusunda bu tertib şekliyle yazılan ilk eserlerdendir. Daha sonra bu esere pek çok şerh yazılmıştır.
Ebû Bekr Nessâc Tûsî (ö.487/1094), Ebu'l-Kâsım Cürcânî'nin talebesi, Ahmed Gazzâlînin şeyhidir.
İmam Gazzâlî, şeriata bağlılığı, kelâm ve felsefe gibi diğer ilimlerdeki derinliği ile tanınan bir sûfîdir. Uzun yıllar Nizâmü'l-Mülk'ün yaptırdığı medresede müderrislik yapmış ve ardından Ebû Ali Farmedî'ye intisab ile tasavvuf yoluna sülûk etmiştir. Ebû Ali Farmedî, Nakşî ve Yesevî silsilelerinde yer alan Yusuf Hemedânî'yi de yetiştiren ünlü bir sûfîdir. Gazzâlî'nin İhya ve Kimyâ-i Saâdet adlı eserleri ile el-Münkızü mine'd-Dalâl'i tasavvufun şaheserleridir.
Bu yılların farklı bir sîmâsı, İmam Gazzâlî'nin küçük kardeşi Ahmed Gazzâlî (ö.520/1126)'dir. Ahmed Gazzâlî, İmam Gazzâlî'nin mârifet, ilim ve şer'î hükümlerle ahlâka önem veren anlayışına mukabil, aşk, vecd ve cezbeye önem veren bir tasavvufî, anlayışa sâhiptir.9
Ahmed Gazzâlî'nin talebeleri sayılan Aynül-Kudât Hemedânî, onun görüşlerini birtakım şatahât türü taşkın ifâdelerle geliştirmiş ve bu yüzden tâkîbata uğrayarak idam edilmiştir. Şeyhu'l-İslâm lakabı ile ünlü Ahmed en-Nâmekî el-Câmî (ö.536/1141) bu asrın ünlü sûfîlerinden olup tarîkatı, günahkârları tevbeye sevketmek olarak gören ve emr-i bi'1-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münkere önem veren bir anlayışın sâhibiydi.
Gazzâlî'nin pirdaşı sayılan sûfîlerden biri de Yûsuf Hemedânî'dir. Hânefî mezhebinden olan Hemedânî, Farsça yazdığına bakılırsa Tacik asıllı olmalıdır. Gerek Ahmed Yesevî'nin gerekse Nakşî silsilesinde yeralacak olan Abdülhalık Gucduvânî (ö.595/1199)'nin yetişmesini sağlamış olan Hemedânî'nin Horasan ve Mâverâünnehir tasavvufu üzerinde güçlü bir etkisi görülmektedir.
H.V., M.XI. Asır, daha önceki asırlara göre tasavvufun şiirle ifâde edilmeye başlandığı dönemdir. Daha önce her türlü sanat endişesinden uzak olan tasavvuf şiiri, bu asırdan îtibâren mecaz, kinaye, teşbih ve istiâre gibi edebî sanatlarla süslü tasavvufî remz ve mazmunları taşıyan sanat eserleri hâline dönüşmeye başlamıştır. Özellikle İran'da yetişen şâirlerin çoğu şiirlerinde tasavvufî sembolleri ve mazmunları kullanmışlardır. Sûfîlerin şür ve edebiyata ilgi duymaları gâyet tabiîdir. Çünkü tasavvuf her ne kadar bir kalb ve gönül işi ise, şiir de o kadar duygu ve gönül işidir. Gönül ve duygu dünyâsının tercümanı şiirdir.
Bu devir, sûfîlerin genellikle eserleriyle tasavvufu savundukları ve ehl-i sünnet çizgisinde bir tasavvufu hâkim kılmaya çalıştıkları ve mezheb tartışmalarına girmedikleri bir dönemdir. Sûfîlerin münzevî hayâtları ve nezih tavırları, halkın ve idarecilerin sevgisini kazanmalarını sağlamıştır. Nitekim bu devrin sûfîlerinden Ebu'l-Hasan Harakânî'ye Gazneli Sultan Mahmud'un büyük bir saygı duyarak ve Rey şehrindeki hankâhında kendisini ziyaret etmesi10 ve Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in Hemedan'da bulunan Baba Tahir Uryan'ı ziyareti bunu teyid eder.

* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat

___________
8.Kasım Ganî, Târîhu't-tasavvuf, s. 670
9.bkz. İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, ıx, 260; İbn Hallikan, Vefeyât, 1,97, DİA11.70
10.Tezkiretü'l-Evliyâ, s. 668-670​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 1 ::..
1. XII ve XIII. Asır'da Tarîkatlar
XI. asır başında yaşamış bulunan Gazzâlî, Tasavvuf târihimizde bir dönüm noktasıdır. Gazzâlî'nin geliştirip sistematize ettiği ehl-i sünnet tasavvufu, Gazzâlî'den sonra müessese bazında faaliyet göstermeye başladı. Bu yüzden XII. ve daha sonraki asırlar, tasavvufun tarîkat şeklinde müesseseleştiği çağlardır. Tarîkatların tekevvün döneminin ardından tasavvufî tefekkürün en önemli simaları (İbn Arabî, İbn Fârıd, İbn Seb'în) bu asırlarda yetişmiştir.
Bir yandan Abbasî hilâfetinin her geçen gün siyâsî nüfûz ve istikrarını kaybetmesi, diğer yandan Batı'dan gelen haçlı saldırılarıyla Doğu'dan gelen Moğol istilâsı, İslâm dünyâsını târumâr etmişti. Bu yıllar Anadolu'da Anadolu Selçukluları ve beyliklerin, Mısır'da Memlüklerin, Irak ve Suriye'de yine muhtelif beyliklerin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Siyasî otoritenin zaafa uğradığı bu yıllarda halkın mânevî otoritelere sığındığı ve onların rûhânî himâyesinde ferahladığı dikkat çekmektedir. Halkın ve yöneticilerin XI. asırdan îtibâren sûfîlere gösterdikleri hürmet ve saygının bu asırlarda giderek arttığı görülmektedir.
Selçuklu hükümdarları, sûfîlere samimî bir hüsn-i kabul göstermiş, fethettikleri bölgelerde onlar için tekkeler inşâ ederek vakıflar tahsis etmişlerdir. 545/1150 yılında Amasya'da inşa edilen hankâh-ı Mes'ûdî'yi diğerlerinin takip etmesi, XII. milâdî asırdan îtibâren Anadolu'da birçok mutasavvıfın yerleşmesini sağlamıştır.
VI. ve VII. Hicrî, XII. ve XIII. milâdî asır, tarîkatlerin tekevvün dönemidir. Bugünkü anlamıyla tekkesi, zâviyesi, şeyh ve mürîd münâsebetleriyle ilk tarîkatler bu yüzyılda kurulmuştur. Bağdad'da Abdülkadir Geylânî, Basra'da Ahmed Rifâî, Türkistan bölgesinde Ahmed Yesevî, bu dönemde yetişen ilk tarîkat kurucularıdır.
Abdülkadir Geylânî'nin tam adı Muhyiddin Ebû Muhammed b. Ebû Salih Zengidost'tur. 470/1076 yılında Hazar'ın güneyinde Gilân'a bağlı Neyf'de doğdu. 562/1166 yılında Bağdat'da öldü. İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra onsekiz yaşında Bağdad'a geldi. Bağdad'da muhtelif kişilerden dînî ilimler tahsilini tamamladı. Nihâyet Ebu'l-Hayr Muhammed b. Müslim Debbâs vâsıtasıyla tasavvuf yoluna girdi, tarîkat hırkasını giydi. 521/1127 yılından îtibâren Bağdad'da irşad ve nasihat faaliyetlerine başladı. Etkili ve coşkulu vaazları sayesinde sevilen bir mürşid oldu. İlim ve devlet ricâlinden pek çok kimse onun mürîdleri arasına katıldı. O'nun tasavvufî eğitim anlayışında mürîd önce riyâzet ve çile döneminden geçecek, dünyâdan el etek çekecek, sonra sülûkünü tamamlayıp tekrar halkın arasına dönecektir.
Kendisinden sonra gelenlerce, başta İbn Arabî olmak üzere "kutub" ve "insan-ı kâmil" olarak tavsif edilen Abdülkadir Geylânî'nin tarîkatı İslâm dünyâsının her tarafına yayılmıştır. Vaaz ve irşadlarından oluşan el-Gunye, el-Fethu'r-Rabbânî, Fütûhu'l-gayb gibi eserleri vardır.
Abdülkadir Geylânî ile çağdaş olan tarîkat pirlerinden biri de Ahmed Rifâî (ö.578/1183)dir. 500 veya 512/1118 yılında Basra'da doğan Rifâî, dînî ilmleri ikmal ettikten sonra dayısı Şeyh Mansur'dan tarîkat almış, vefâtından sonra da onun postuna oturmuştur. Vefâtına kadar bu hizmeti sürdürerek adına bir tarîkat teessüs etmiştir.
Bu yüzyıllarda Türkistan bölgesinde Sayram şehrinde dünyâya gelen ve Yesi'de yaşayıp oradaki insanları kendi dilleriyle tarîkat, tasavvuf ve İslâm yoluna çağıran bir mutasavvıf daha vardır. O da Anadolu ve Balkanlar'a kadar uzanan bir çizgide tesir ve nüfûz sâhibi olan Ahmed Yesevî'dir. 562/1166 yılları civarında ölen Ahmed Yesevî, Kuzey Türkistan bölgesinde İslâmiyetin yayılmasını sağlamıştır.
Ahmed Yesevî ile aynı şeyhten feyz alarak daha sonra kurulacak Nakşbendîlik'in ilk temel esaslarını kuran Abdülhâlik Gucdüvânî (ö.595/1199) Mâverâünnehr ve Buhara bölgesinde tasavvuf ve tarîkat hizmetini sürdürmüştür. Nakşbendîlik'in "onbir esasını" kuran Gucdüvânî'den Bahâeddîn Nakşbend'in "üveysî" tarîk ile feyz aldığı bilinmektedir.
Aynı yüzyıllarda Kuzey Afrika'da teşekkül eden ve günümüze kadar tesirini devam ettirecek olan Şâziliyye tarîkatının kurucusu ise Ebu'l-Hasan Ali b. Abdullah Şâzilî'dir. 657/1258 yılında vefât ettiğinde yerine Ebu'l-Abbas Ahmed Mürsî'yi hâlef bırakmıştır. Şâzeliye Mısır ve Kuzey Afrika'da en yaygın tarîkatlerden birisidir.
XII. ve XIII. asır, daha sonraki dönemlerde tesir ve nüfûzunu devam ettirecek Kübreviyye, Sühreverdiyye, Ekberiyye, Bedeviyye ve Mevleviyye gibi tarîkatlerin teessüs edip geliştiği yıllardır.
Bunlardan Kübreviyye, Harezmli Şeyh Necmeddin Kübrâ (ö.618/1221) tarafından kurulan tarîkattır. Necmeddin Kübrâ, Moğollarla yaptığı savaşta şehid olmuştur. Tarîkat ve nüfûzu Türkistan bölgesinde saygın bir şeyhtir.
Sühreverdiyye tarîkatı Adâbü'I-mürîdîn müellifi Ebu'n-Necîb Sühreverdî (ö.563/1167 ) tarafından kurulmuş ve zamanının "şeyhler şeyhi" sayılan Ebû Hafs Ömer Sühreverdî tarafından geliştirilip sistemleştirilmiş bir tarîkattır. Ebû Hafs Sühreverdî, uzun bir ömür sürmüş, çağdaşı Halîfe Nasır li-dînillâh'ın saygısını kazanmıştır. Hâlife tarafından Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykûbâd'a elçi olarak diplomatik bir görevle gönderilmiştir. Avârifü'l-maârif adlı eseri tasavvuf klasikleri arasında yerini aldığı gibi, tekke ve zâviyelerdeki tasavvufî âdâb ve protokolü ihtiva eden kaynak eserlerden biri olmuştur.
Bahâeddin Zekeriyya Multânî (ö.666/1268) Sühreverdiyye'nin Hindistan temsilcilerindendir. Fahreddin Irâkî, Multânî'nin damadıdır. Şeyhinin vefâtından sonra Hindistan'dan kalkıp Anadolu'ya gelmiş, Konevî ile görüşerek İbn Arabî'nin fikirleriyle tanışmış ve Lemeât adlı eserini kaleme aldıktan sonra 688/1289 yılında Şam'da vefât etmiştir. İbn Arabî'nin en önemli üstadları arasında yer alan Ebû Medyen Şuayb el-Mağribî (ö.590/1194) bu devrin önemli şeyhlerindendir. Abdülkadir Geylânî şarkın (Şeyhu'1-maşrık), o da mağribin şeyhi (Şeyhu'l-mağrib) sayılmıştır.
Ekberiyye tarîkatı Şeyh-i Ekber namıyla ünlü Muhyiddin b. el-Arabî (ö.638/1240)'ye nisbet edilen bir tarîkattır. İbn Arabî, Füsûsu'l-hikem ve el-Fütûhâtü'I-Mekkiyye adlı muhteşem eserleriyle tasavvuf tefekküründe yerini aldığı gibi, aynı zamanda Ekberiyye tarîkatının kurucusu sayılmıştır. Endülüs'te doğup Mısır, Şam, Anadolu gibi o günün İslâm ülkelerinin pek çoğunu gezmiştir. İbn Arabî "vahdet-i vücûd" anlayışını sistemleştiren sûfî sayılır. O'nun yaşadığı yıllar Vahdet-i vücûd inancının İslâm ülkelerinin her yanında değişik kişilerce temsil edildiği yıllardır. Kuzey Afrika'da Abdülhak b. Seb'în, Mısır'da İbnü'l-Fârid bu asırlarda bu düşünceyi temsil eden mutasavvıflar olarak dikkat çekmektedir.
Bedeviyye tarîkatı, 596/1200 yılında Fas'ta doğmuş, 675/1276 yıllarında Mısır'da ölmüş Ahmed b. Ali Bedevî'ye nisbet edilir. Ahmed Rifâî ve Abdülkadir Geylânî gibi büyük mutasavvıfların kabirlerini ziyaret eden Ahmed Bedevî, mânevî olgunluğa eriştikten sonra, Mısır'a gelir ve Tanta şehrine yerleşir. Burada kırk yılı aşkın bir süre halkı irşad ile meşgul olduktan sonra vefât eder ve oraya defnedilir. Ahmediyye veya Sutûhiyye gibi adlarla anılan Bedevîlik, Mısır'da Şâzeliyye'den sonra en yaygın tarîkat olma özelliğini hâlâ sürdürmektedir.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî'ye nisbet edilen Mevlevîlik de bu yılların tarîkatıdır. Mevlânâ babası Bahâeddin Veled (ö.628/1231) ve Burhâneddin Muhakkik Tirmizî vâsıtasıyla aldığı Kübrevîlik, Şems-i Tebrizî'den aldığı vecd ve coşkuyu İbn Arabî tesiriyle aldığı vahdet-i vücûd telakkisiyle yoğurmuş yepyeni bir mektep olmuştur. Şems-i Tebrizî, Baba Kemâl Cündî, Şeyh Rükneddin es-Secâsî, Evhadüddin Kirmânî, Fahreddin Irâkî ve Kirmânî ile çağdaştır. Ömrünün çoğunu seyahatlarla geçiren Şems, 642/1244 yılında Konya'ya gelerek Mevlânâ ile tanışmış, onun hayâtını değiştirmiştir. Şiir, edebiyat ve semâya önem veren bu yol, yıllar boyu Osmanlı ülkesinde "kalem efendileri"nin tarîkatı olarak etkin olmuştur.
Burhâneddin Muhakkik Tirmizî, Bahâeddin Veled'in talebesi ve mürîdidir. O'nun peşisıra Belh'ten Anadolu'ya gelip Kayseri'ye yerleşmiştir, Kübrevîdir.
Bu devrin ünlü şeyhlerinden Adî b. Müsâfır Hakkârili olup Musul civarında yaşayıp orada ölmüş (ö.557/1162 ) bir şeyhtir. 606/1209 yılında Şîraz'da vefât eden Ruzbihân Baklî XII. asrın velûd mutasavvıflarındandır. Onun "Meşrebu'l-Ervâh" adlı makam, menzil ve kavramlara dâir eseriyle Şatahâtu's-sûfiyye'si meşhurdur.
Necmeddin Kübrâ'nın halîfelerinden Mecdüddin Bağdadî, (ö.606/1209) Harezmşah Sultanı Muhammed tarafından Ceyhun nehrine atılarak idam edilmiştir. Feridüddin Attar eserinde onu anlatmaktadır. Necmeddin Kübrâ'nın yetiştirdiklerinden biri de Seyfüddin Bâharzî (ö.658/1259) dir. Necmüddin Râzî (ö.628/1230) de bu dönemde eserleriyle tanınan müelliflerdendir. "Necm Dâye" adıyla ünlü Râzî'nin Mirsâdü'I-İbâd adlı eseri meşhurdur. Konevî ve Mevlânâ ile görüştüğü söylenmektedir.​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 2 ::..
Baba Kemâl Cündî, Necmeddin Kübrâ'nın hâlifelerinden ve Buhara yöresini aydınlatan gönül erlerindendir. Sa'deddin Hamevî (ö.650/1252) de Necmeddin Kübrâ'nın halîfelerindendir. Şeyh Aziz Nesefî (ö.700/1300) de Sa'deddin Hamevî'nin yetiştirdiklerindendir. el-Maksadü'l-Aksâ ve el-Mebde' ve'l-meâd" adlı eserlerin müellifidir.
Ehl-i sünnet tasavvufu bir yandan gelişip kurumlaşırken, bir yandan Kalenderî, Hayderî gibi şîa fırkalarının tasavvufî örtü ile faaliyet gösterdiği görülmektedir. Özellikle Horasan bölgeleriyle Yemen taraflarında şîa nüfûzu altındaki yerlerde Hasan Sabbâh adlı sapığın geliştirdiği bâtınîlik cereyanı ile İhvân-ı Safâ örgütünün teşkilatlandığı yıllar bu döneme rastlar.
Tasavvufun tefekkür tarafını oluşturan "vahdet-i vücûd" inancının Arap, İran ve Türk mutasavvıf ve şâirlerince en sistematik şekilde terennüm edildiği yıllar yine bu yıllardır. Ömer Hayyâm, Ebu'1-Âlâ el-Maarrî, Ferîdüddîn Attâr, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Hafız bu devrin aşk şâirleridir.
XIII. Asr'a kadar Kur'ân, sünnet ve büyük sûfîlerle velîlerin görüşleriyle teyid edilen tasavvufî düşüncelerin bu asırdan îtibâren artık yavaş yavaş felsefî bâzı kavramlarla îzah edilmeye başlandığı da görülmektedir. Varlık, Allâh ve insanın hakîkati gibi konular, bu yıllarda tartışma zeminine girmiştir.
XII. ve XIII. asır Moğol istilâsının İslâm dünyâsını tedricen doğudan batıya Mâverâünnehir'den Anadolu içlerine doğru kasıp kavurduğu bir dönemdir. Nitekim Cüveynî Târih-i Cihângûşâ adlı eserinde Moğol istilâsını şöyle anlatır:
"Geldiler, yakıp yıktılar, öldürüp astılar ve defolup gittiler."
Böyle bir siyasî ve içtimaî bir ortam, ilim dünyâsının belli ölçüde gerilediği bir dönem olmakla berâber, münferid de olsa, değerli ilim ve fikir adamları ile mutasavvıfların yetiştiği dönem olmuştur. Tasavvuf bir hâl ilmi olmakla birlikte, bu dönemde belli yazılı eserler muvâcehesinde talim olunan bir ilim hâline gelmiştir. Bu dönemde kaleme alınan İbn Arabi'nin Füsûs'u, Konevî'nin ona yazdığı Fükûk'u, Fahreddin Irâkî'nin Lemeât'ı, İbnü'l-Fârid'in (ö.632/1234) "Dîvân" ı tefekkür tarafı ağır basan, tasavvuf düşüncesini zengin kavramlarla açıklayan eserler olarak ilgi çekmektedir.
Bu dönemde hankâh ve dergâhların öneminin arttığı; köyler ve en küçük yerleşim bölgelerine varıncaya kadar yaygınlaştığı görülmektedir. Tarîkat ve şeyhlerin sistemli bir şekilde organizasyonunun bu dönemde başladığı söylenebilir. Nitekim Şihâbüddin Sühreverdî'nin devrin halîfesi tarafından Bağdad'da "şeyhler şeyhi" olarak görevlendirilmesi ve ayrıca Fahreddin Irâkî'nin Mısır'da Memlûk sultanı tarafından "Mısır'ın şeyhler şeyh"i olarak tayin edilmesi bunu gösterir.1
Dergâhlar bir eğitim yeri olarak mürîdlerin ahlâken yetiştirildiği; mürşidlerin irşad için hazırlandığı mekânlardır. O günün şartlarında dergâhlardaki eğitim ve öğretim hizmetleri, nazarî ve aklî olmak üzere iki yolla yapılmaktaydı. Nazarî olan eğitim daha çok mürşidlerin mürîdlere yaptığı nasihat, öğüt ve uyarılardan ibâretti. Amelî eğitim riyâzet, itikaf, nâfile oruç ve namaz, kırk gün süreli halvet ve çile türü şeyler ile semâ ve zikirden ibâretti.
Evhadüddin Kirmânî (ö.635/1237) ve Sadreddin Konevî (ö.673/1274) bu dönemin önde gelen sûfîleridir. Konevî, İbn Arabî'nin talebesi ve muakkıbı sıfatıyla onun fikirlerini yaymış ve Miftâhü-l Gayb, en-Nusûs, el-Fukûk ve en-Nefâhatü-l ilâhiye gibi eserler kaleme almıştır. Mevlânâ ile arkadaşlıkları bulunan Konevî'nin Müeyyedüddin Cündî ve Abdürrezzak Kâşânî gibi talebeleri vardır.
Mevlânâ'nın müritlerinden Hüsâmeddin Çelebi (ö.687/1288) bu devrin namlı mutasavvıflarından olup Mevlânâ'nın Mesnevî'sine ilham kaynağı saydığı bahtiyar sûfîdir. Sultan Veled, Mevlânâ'nın oğludur ve Hüsâmeddin Çelebi'nin vefâtından sonra babasının yerine postnişin olmuştur.
Şihâbüddin Sühreverdî'nin yetiştirdiklerinden Şeyh Sâdî Şirâzî (ö.691/1292) bu asrın mûteber sûfî şâirleri arasında yer alır.

2. M. XIV. ve XV. Asırlarda Tarîkatlar
XII ve XIII. asırlarda tarîkatların kurulup tasavvufî irfânî eserlerin telif edilmesinden sonra, gerek sasyal hayatta, gerekse devlet ricâli nezdinde belli bir konuma erişmiş bulunuyordu. Osmanlı devletinin kuruluş ve yükselme devrine rastlayan XIV-XV. asırlarda tasavvuf ve tarikatler en nüfuzlu dönemini yaşıyordu. Bu asırda Anadolu'da varlığını hissettiren esnaf ve sanat erbâbından kişilerin meydana getirdiği tasavvufî kurumlardan biri de Ahîlik idi. Ahîler silsilelerini Hz. Ali (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.s.s.)'e dayandırırlar ve fütüvvet ehli diye anılırlar. Diğer tarîkatların hırkasına mukâbil "fütüvvet şalvarı" giyerler. İçlerinde pek çok münevverin de bulunduğu bu teşkilatın sâdece esnaf topluluğu olmayıp aynı zamanda tasavvufî karakterde bir teşkilat olduğu da görülmektedir.
Ahîlerin Anadolu'ya yayılmaları Abbâsîlerin son devirlerine rastlamaktadır. Diğerleri gibi fütüvvet erbâbı ahîlerin de Anadolu'ya gelişinde Moğol istilâsının büyük tesiri olmuştur. Fakat ahîler bu göç sayesinde hem sahalarını genişletmiş, hem de nüfûzlarını kuvvetlendirmiş oldular.
İbn Batuta'nın Seyâhatnâme'sinde, Sultan bulunmazsa şehrin ahîsinin hâkim olup padişah gibi hüküm sürdüğünü ve gelip gidenlere ihsânlarda bulunduğunu kaydetmesi, ahîlerin tesir ve nüfûzunu göstermesi açısından önemlidir.
Bu devirde pekçok ahî reisinin köylere yerleşerek inşâ ettikleri zâviyeler sayesinde memleketin imar ve iskânı ile dînî tebliğ ve irşad işlerinde hizmet gördükleri bir vâkıadır.
Âşıkpaşazâde'nin Rum erenleri dediği ve Abdalân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Baciyân-ı Rûm ve Gâziyân-ı Rûm diye dörde tasnif ettiği gruplardan Gâziyân-ı Rûm, fütüvvetin seyfî kolu olarak mütalaa edilebilir.
Ahîlerin yanısıra "dâru'l-cihâd" olarak bilinen Anadolu'ya Türkmen babaları ve Ortaasya, Harezm, Horasan havâlisinden Yesevî dervişleri de gelmişlerdir.
Bâbâî hâlifelerinden olduğu rivâyet edilen Hacı Bektaş Velî (XIV. asır), Horasanlı bir Türk olup kendi adına muzaf tarîkatın pîridir. Aşıkpaşazâde, Hacı Bektaş Velî'nin Horasan'dan geldiğini, Menteş adındaki bir kardeşini de berâberinde getirdiğini, niyetlerinin "Baba İlyas"ı görmek olduğunu ve bu maksadla Kırşehir ve Kayseri'ye gittiklerini, Menteş'in bilahare Sivas'a gidip orada şehid olduğunu anlatmakta ve Hacı Bektaş Velî'nin Osmanlı hânedanından herhangi bir kimse ile görüşmediğini belirtmektedir.
Hayâtı daha sonra gelen mensuplarınca iyice menkıbeleştirilen Hacı Bektaş Velî'nin kurduğu tarîkatın mensuplarının Osmanlılar devrinde Yeniçeri ocağının teessüsündeki hizmetleri ise ayrıca kayda değer.
Sûfîlerin halk üzerindeki nüfûzu, hükümdarlarda ve devlet ricâlinde zâten mevcud olan tasavvuf merakını ve mutasavvıfeye karşı temayülü daha da artırdı.
Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluşunda medresenin yanında bir tekkenin tesis edilmiş olması ve Dursun Fakih (ö.726/1326)'le berâber Şeyh Edebâli (ö.726/1325)'nin bulunması devletin kuvvetler dengesine atılmış âhenkli bir adım mesâbesindeydi.
Şeyh Edebâli, nüfûzlu bir ahî şeyhi olmasının yanısıra, Osman Gâzi (680/1281-726/1326)'nin kayınpederi bulunuyordu. Târihler onun davarı, nîmeti çok, misafirhânesi dolup taşan zengin bir şeyh olduğunu kaydetmektedir. Neşrî'nin Şeyh Edebâli'nin oğlu Mehmed Paşa'dan naklettiğine göre, bu şeyhin mürîdlerinin Osmanlı Ülkesi'nde sâhip oldukları mevkîler pek yüksektir. Meselâ Bursa fethinde Sultan Orhan'a yoldaşlık eden Ahî Hüseyin, Şeyh Edebâli'nin kardeşi Ahî Şemseddin'in oğlu olduğu gibi Ahî Hasan, Ahî Mahmud ve Çandarlı Kara Hâlil (ö.789/1387) gibi devlet ricâli arasında pek çok ahî vardı.
Taşköprülüzâde (ö.968/1560) ile Âşıkpaşazâde (ö.908/1502), Osman Gâzi devrinde sûfîyeden Şeyh Muhlis Baba (ö.700/1301), Edebâli (ö.726/1325), Şeyh Âşık Paşa (ö.733/1334), Elvan Çelebi (Âşık Paşa'nın oğludur.), Ahî Hasan Çelebi ve Baba İlyas Çelebi ve Baba İlyas Acem gibi azizleri zikretmektedir.
___________
1. bk. Nefahât Tere. s.673​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 3 ::..
Bunlardan Şeyh Muhlis Baba, Cengiz istilâsından kaçarak Anadolu'ya gelen ve Amasya'da yerleşen Baba İlyas Horasanî'nin oğludur. Selçuklu Devleti'nin parçalanmasını müteakip altı ay kadar Konya'da Emir olarak kalmış ve bilâhare istifa ederek Sultan Osman ile gazalara iştirak etmiştir. Meşhur Âşık Paşa'nın babasıdır.
XIV. Asırda İran'da Sühreverdî şeyhlerinden Şeyh Sa'dî (ö.691/1292) ve Cemâleddin Ezherî (ö.672/1273) gibi şeyhlerin terbiyesinde yetişen İbrahim Zâhid Gilânî (ö.700/1300)'nin halîfeleri vâsıtasıyla Safeviyye ve Halvetiye adlı iki büyük tarîkatın kurulup geliştiğini görüyoruz. Gilânî'nin halîfeleri Kerîmuddîn Ahî Muhammed Halvetî (ö.751/1350) tarafından kurulan Halvetîlik, XV. Asır'dan sonra Osmanlı ülkesinin en yaygın tarîkati olacak, tesir ve nüfûzunu İran'dan Kafkasya, Anadolu ve Rumeli tarafına kaydıracaktır. Safevîlik ise Gilânî'nin diğer halîfesi Safıyyüddîn Erdebilî (ö.735/1334) vâsıtasıyla kurulan, önceleri sünnî ancak daha sonraları şîî temayüller taşıyan, hattâ Safevî-Şîî devletinin kuruluşunu hazırlayan bir tarîkattır. Gilân, İran'ın sünnî bölgesidir. Safıyyüddin, oğlu Şeyh Sadreddin (ö.774/1392) ve onun oğlu Alâeddin Ali (ö.833/1429) genellikle sünnîdir. Alâeddin Ali'nin oğlu İbrahim (ö.851 /1447)'den sonraki Şeyh Cüneyd (ö.864/1460)' de şîîlik ön plana çıkmıştır. Safevî devletinin kurucusu Şah İsmail de Şeyh Cüneyd'in kızı tarafından torunudur.
Sultan Orhan'ın maiyyetinde muhtelif savaşlara iştirak etmiş olan Geyikli Baba, Abdal Musa, Abdal Murad, Duğlu (Ayranlı) Baba gibi babalar, Bâbâî tarîkatına mensup ve Baba İlyas mürîdlerindendi. Bunlar için Bursa'nın Keşişdağı (Uludağ) eteğinde zâviyeler yaptırılmıştı.
Hacı Bektaş Velî'nin Osman Gâzi ile olan münâsebeti hakkında eski Bektaşî menâkıbnâmelerindeki rivâyetlerin sonradan uydurulduğu ve yeniçerilerin kuruluş devrinde yine bu zatın hayır dua ettiği rivâyetinin târihî gerçeklerle îzahı pek mümkün görülememekle berâber, Osman ve Orhan Gâzi devirlerinde serhad harplerine iştirak eden Türkmenlerin büyük bir ekseriyetinin Hacı Bektaş mürîdlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Yeniçeri Ocağı 'nın teşekkülü ile ilgili menkıbe, onun hâtırasına hürmeten sonradan bu şekle girmiş olmalıdır.
Hammer'in ifâdesine göre, Orhan devrinde kurulan "Yeniçerilik" mensublarının tamamı hem asker, hem mürîd idi. Hattâ tarîkatın şeyhi 99. Alay'ın miralayı olduğu gibi, dervişlerin de sekizi yeniçeri kışlalarında bulunarak gece-gündüz devletin saâdeti ve arkadaşlarının muzafferiyeti için dua ederlerdi.2
Osmanlı'nın kuruluş yıllarında Şam bölgesinde yaşayan İbn Teymiyye (ö.728/1328), İbn Arabî ve taraftarlarına karşı şiddetli bir taarruz başlatmıştır. Ancak Osmanlı döneminde her nedense Osmanlı ülkesinde İbn Teymiye düşüncesinin pek fazla tesiri görülmemiştir.
XIV-XV. Asırlarda yaşayan Hacı Bektaş halîfesi Taptuk Emre'nin mürîdi olan Yûnus Emre tarîkat pîri olmamakla berâber, heyecanlı bir mutasavvıf ve kelimelere yüksek mânâları rahatlıkla terennüm ettirebilen kuvvetli bir şâirdi.
Devrinde ahîlerin reisi bulunan Edebâli'den sonra bu riyâsetin kime geçtiğini bilemiyoruz. Ancak 1. Murad devrinde bizzat sultanın ahîlerin reisi olduğunu Gelibolu'daki ahî reislerinden Ahî Musa'ya verdiği 767 Recep/1366 Mart târihli icâzetnâme ve vakıfnâmeden anlıyoruz. 1. Murad Hudâvendigâr döneminde, ahîlik teşkilatının artık Rumeli'ye geçmeye başladığı görülmektedir.
Aynı yıllarda Türkistan bölgesinde Yesevîlik ve Hâcegân silsilelerinden feyz alarak yeni bir tasavvufî hareketin serhalkası olacak Şah-ı Nakşîbend Muhammed Bahâeddin Buhârî (ö.791/1389)'nin etkisini hissettirdiği yıllardır. Bursa'ya gelip yerleşen Emir Sultan'ın akrabası Emir Külâl'in hâlifesi olan Şâh-ı Nakşîbend'in kurduğu bu tarîkat, özellikle Mevlânâ Hâlid Bağdâdî'den sonraki dönemde XIX. Asır Osmanlı ülkesinde ve İslâm Dünyâsının her tarafında etkili olacaktır.
Nakşbendiyye'nin Osmanlı ülkesine ilk defa Fâtih devrinde Simavlı Molla Abdullah İlâhî (ö.896/1491) tarafından getirildiği bilinmektedir.
XIV ve XV. yüzyılda Türkistan ve Mâverâünnehir bölgesinde Nakşîbendîliğin güçlü temsilcileri arasında Muhammed Parsa (ö.822/1419) Alâeddin Attâr (ö.802/1399) ve Ubeydullah Ahrâr (ö.893/1490)'ı görüyoruz. Özellikle Ubeydullah Ahrâr, Nakşîliğin yayılmasında son derece etkili olmuş bir sûfîdir. Fatih Sultan Mehmed Han'ın kendisine büyük saygı duyduğu kaydedilen Ahrâr, tabakat yazarlarından Nefehâtü'l-üns müellifi Molla Câmî (ö.898/1492) ile Reşâhât müellifi Safıyyüddin Ali (ö.939/1532)'nin şeyhidir. Özellikle bu sonuncusu Reşâhât adlı eserini Nakşîbendîlik ve adetâ Ubeydullah Ahrâr için yazmıştır.
XIV. Asr'ın sonlarına doğru, bilhassa Ankara'nın fethi (761/1360)'nden sonra ahîlerin Anadolu'daki nüfûzu azalırken, Ekberiyye, Mevleviyye, Zeyniyye tarîkatlarının ise hızla yayılmaya başladığını görüyoruz. Bunlardan Ekberiyye Tarîkatı, Osmanlı ülkesine Dâvûd Kayseri (ö.75l/1349) vâsıtasıyla gelmiş, Şemseddin Molla Fenârî (ö.834/1431) ile gelişmişti. Zeyniyye Tarîkatı ise Abdullatif Makdisî (ö.856/1452) vâsıtasıyla Osmanlı topraklarına getirilmişti.
Bu asırlarda Mısır'da yaşayan İbnü'l-Mulakkın (ö.804/1401), Tabakâtü'l-evliyâ adlı sûfî tabakâtından başka pekçok tasavvufî eserin yazarıdır.
Yıldırım Bayezid devri sûfîlerinden Bursalılarca Emir Sultan diye maruf ve İmam Hüseyin evlâdından Şemseddin b. Ali el-Hüseynî (833/1429) ise Buhâralı olup orada tahsil ve tarîkat terbiyesi görmüştü. Kübreviyye tarîkatının Nur-bahşiye kolundan olan Şemseddin Buhârî, daha sonra hacca giderken önce Bağdad'a, sonra da Anadolu'ya gelmiş ve Bursa'ya yerleşmiştir. Bursa'da şöhreti kısa zamanda artınca Yıldırım Bayezid'in kızı Hunda Sultan'ı alarak damadı olmuş ve Ü. Murad'ın İstanbul muhasarasına (825/1422) yüzlerce mürîdiyle katılmıştı. Timurleng'in Anadolu'yu istilâsı üzerine Emir Buhârî'nin esir edilerek Timur'un nezdine gönderildiği rivâyet edflir.
Yıldırım Bâyezid devri sûfîleri arasında, Ulu Câmî'in ibâdete açılışı (802/1400)'ında ilk hutbeyi okuduğu rivâyet edilen "Somuncu Baba" nâmıyla meşhur Hamîdüddin Aksarâyî (ö.815/1412)'nin müstesna bir yeri vardır.
Bu devirde ahîler yavaş yavaş tarîkat hüviyetlerini kaybederek daha çok bir esnaf teşkilatı havasına girmekle berâber, nüfûzlarını hâlâ devam ettirmekteydiler. Ahîler, Anadolu'da esnaf teşkilatına dönüşürken, Balkanlar'da ise tarîkat hüviyetini muhafaza etmekte idiler. Nitekim Yıldırım Bâyezid, Dimetoka'da bir zâviye yaptırıp ona bâzı vakıflar tahsis etmişti. Bu devrede Yeni Zağra'da Kılıç Baba Zâviyesi, Çirmen'de Musa Baba Zâviyesi gibi, Paşa Livası'nda altmış yedi zâviye bulunuyordu. Tarîkat erbâbına gösterilmekte olan hürmet ve bağlılık bu asırda devam etmiş; fakat bu arada Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin (ö.820/1417) gibi şeyhliği şahlığa çevirmek sevdasına düşenler de olmuştu.
Şeyh Bedreddin, hâlifeleri vâsıtasıyla hem Anadolu'da ve hem de Rumeli'nde hazırlamış olduğu "alevî" muhitlerinde hareket ederek bir nevi "Alevî Kıyamı" demek olan Şeyh Bedreddin vak'asını gerçekleştirdi.
Bayrâmiyye tarîkatı kurucusu Hacı Bayram Velî (ö.833/1429) ile hâlifeleri Akşemseddin (ö.863/1459), Bıçakçı Ömer Dede (ö.880/1475), Akbıyık Meczûb (ö.860/1455), Yazıcıoğlu Mehmed (ö.855/1451) ve kardeşi Ahmed Bîcân (ö.858/1454) Efendiler XV. asır mutasavvıflarının meşhurlarındandır.
Bu devir sûfîleri arasında önce Hacı Bayram Velî'ye intisab ederek damadı olan, bilâhare Hüseyin Hamevî (ö.832/1428)'den Kâdiri tarîkına sülûk ederek Eşrefıyye kolunu kuran Abdullah Rûmî (874/1469)'yi zikredebiliriz.
XV. Asrın ikinci yarısından sonra Bayramiyye tarîkatı muhtelif kollar hâlinde (Şemsiye, Melâmiyye, Celvetiyye) gelişmekte iken Halvetiye ve Zeyniyye tarîkatlarının da bir hayli yaygınlaştığını görüyoruz.
Bu devrede Bayramiyye'nin Şemsiyye kolundan -ki Akşemseddin tarafından kurulmuştur- Kayserili İbrahim b. Sarraf Hüseyin (ö.887/1482) ve Akşemseddin'in oğulları Feyzullah (ö.950/1553), Emrullah (ö.909/1503) ve Hamdullah Çelebi (ö.897/1491) ile Sivrihisarlı Baba Yusuf (ö.918/ 1511) ve Habîb Karamanî (ö.902/1497)'yi sayabiliriz.
Hacı Bayram Velî'nin halîfesi olan Bıçakçı Ömer Dede (Ömer Sikkînî)'ye bağlı bulunan Bayramiyye'nin Melâmiyye kolundan bu devirde Ayaşlı Bünyâmin (ö.926/1520) ile halîfesi Pîr Alî Aksarâyî (ö.945 /1538)'yi Pir Ali'nin oğlu Oğlan Şeyh İsmail (ö.935 /1529) ve halîfesi Ahmed Sârbân (ö.952/1545)'ı zikredebiliriz.
___________
2.Târih, l, 200​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 4 ::..
Zeyniyye tarîkatından "Vefâ" mahlasıyla tanınan ve Abdullatif Makdisî (ö.856/1452)'nin halîfesi olan Şeyh Muslihuddin (ö.896/1491), bilhassa Fâtih ve II. Bâyezid devirlerinde büyük bir mevki-i îtibâr sağlamıştır. Adına muzâf mahâlde bulunan tekkesine devrin bilhassa münevverleri devam etmekteydi.
Halvetiyye tarîkatı ise İran'da doğmuş olmasına rağmen Anadolu'nun birçok yerlerindeki halîfeleri vâsıtasıyla Türkiye'de en çok yayılan tarîkat durumunda idi. Tarîkatın müessis-i sânîsi olarak bilinen Yahyâ Şirvânî (ö.869/1464)nin halîfeleri zamanı demek olan bu asırlarda, Halvetiyye'nin Anadolu'daki belli başlı temsilcileri olarak Çelebi Halîfe denilen Cemal Halvetî (ö.899/1493), Sünbül Sinan (ö.936/1529), Merkez Muslihuddin (ö.959/1552), Dede Ömer Rûşenî (ö.892/1486), İbrahim Gülşenî (ö.940/1533) ve Ümmî Sinan (ö.958/1551)'ı sayabiliriz.
Bunlardan Cemal Halvetî (ö.899/1493) Yahyâ Şirvânî'nin halîfesi Erzincanlı Pir Mehmed Bahaeddin (ö.879/1474)'den hilâfet almıştır. II. Bayezid'in davetlisi olarak bir ara İstanbul'a gelmiş; Koca Mustafa Paşa dergâhında şeyhlik etmişti.
Merkez Muslihuddin Efendi de Sünbül Sinan Efendi'nin halîfesidir. Aslen Denizlili olup İstanbul'da adına muzaf mahâldeki tekkesinde şeyhlik etmişti.
Aydınlı Dede Ömer Rûşenî ise Bursa'da dînî ilimleri tahsil ederek bilâhare tasavvufa meyletmiş, önce Karaman'da Alâeddin Ali (866/1461)'ye sonra da Şirvan'da Yahyâ Şirvâni'ye intisab ederek halîfesi olmuştu. Halvetiyye'nin Rûşeniyye kolunu kuran bu zat, 892/1486'da Tebriz'de vefât etti.
Osmanlı döneminde tasavvufî-işârî tefsir müelliflerinin ilklerinden Baba Nîmetullah Nahcuvânî (ö.902 /1496) bu dönemde yaşamış bir Nakşbendî şeyhidir. el-Fevâtihu'l-ilâhiyye adlı tefsiri matbudur.
3. M. XVI - XIX. Asırlarda Tarîkatlar
XVI. asır, Osmanlı yükselişinin zirveye ulaştığı asırdır. XVII. asır ise yükselişin sona erdiği, duraklamanın başladığı yıllardır. XVI. asrın sonuna kadar son derece uyumlu çalışan tekke, medrese ve ordu üçlüsünde XVII. yüzyıldan îtibâren çatlamalar başlamıştır. Özellikle tekke-medrese kavgası en hızlı biçimde XVII. yüzyılda gündeme gelmiştir. Bütün diğer alanlarda olduğu gibi bu asırlarda tasavvufî sahada da belli bir gerileme söz konusudur. Bununla birlikte bu dönemde yine bâzı önemli tasavvuf ricâli yetişmiştir. Biz burada başlıcalarını sıralamakla iktifa edeceğiz.
XVI. asır tasavvuf ricâlinden Halvetiyye'nin Sinaniyye kolunun kurucusu Ümmî Sinan Efendi (ö.958/1551) Bursalı veya Prizren'lidir. Âlim olduğu hâlde "Ümmî" lakabını ihtiyar etmişti. İlk intisabı Habîb Karamanî'ye, sonra ise Yiğitbaşı Ahmed Efendi (ö.910/1504)'yedir. İstanbul'da Şehremini tarafında bulunan tekkesinde uzun yıllar şeyhlik etmiştir. Yine bu dönemde Halvetiyye'den Habîb Karamanî'nin hâlifesi Cemâleddin İshak Karamanî'nin (ö.933/1526) pekçok eserleri meyanında bir Vahdet-i vücûd risâlesi kaleme alması ilgi çekicidir.
Yavuz'un Mısır seferi sırasında kabrini ziyaret ettiği ve daha sonra Şeyhülislâm İbn Kemâl'in fetvasıyla akladığı İbn Arabî ve fikirlerinin bu yıllardan sonra Osmanlı ülkesinde daha rahat yayılma zemini bulduğu gözlenmektedir. İbn Teymiye ve taraftarlarının adları pek bilinip duyulmazken, İbn Arabî, Osmanlı ülkesinde hayli etkili olmuştur
Aydınlı Dede Ömer Rûşenî'nin talebesi olan Diyarbakır'lı İbrahim Gülşeni (ö.940/1533), Halvetiyye'nin Gülşeniyye kolu müessisidir. Kanunî devrinde kendisine bâzı isnadlar yapılarak İstanbul'a getirilmiş, İbn Kemâl (ö.940/1533) gibi ulemânın ekâbiri ile sohbetlerden sonra zâhirî ve bâtınî ilimlere vâkıf olduğu anlaşıldığından, bizzat padişah tarafından özür dilenerek salıverilmişti.
Yine bu yüzyıllarda Sofyalı Bâlî Efendi (ö.960/1555) ile halîfesi Nureddinzâde Muslihuddin Efendi (ö.981/1573) Halvetiyye'nin ileri gelen simaları arasında bulunuyordu. Kanunî Sultan Süleyman devrine âit tahrir defterlerine göre Anadolu vilâyetinde 623, Karaman'da 272, Rumeli'nde 205, Diyarbekir'de 57, Zülkadriye (Dulkadıroğulları)'de 14, Paşa livasında 67, Silistre livasında 20, Çirmen livasında dört zâviye bulunmakta idi.
Kanûnî Sultan Süleyman devrinin bir başka renkli sîmâsı ve ilginç sûfîsi padişahla süt kardeş olan Beşiktaşlı Yahyâ Efendi (ö.978/1571)dir.
Bu asırda Mısır bölgesinde yetişen en önemli iki sûfîden biri Kuşeyrî risâlesine şerh yazan Zekeriyâ Ensârî (ö.926/1520), diğeri İmam Şârânî (ö.973/1565)'dir. İmam Şa'rânî gerek et-Tabakâtü'1-kübrâ'sı ve gerekse İbn Arabî fikirlerine dayalı telif ettiği eserleriyle Mısır tasavvufunda önemli bir yere sâhiptir.
Halvetiyye'nin Şabaniyye kolunun kurucusu Kastamonulu Şeyh Şaban-ı Velî (ö.976/1568) bu asrın önde gelen, saygın şeyhlerinden biridir. Tarîkatı da Halvetiyye'nin en yaygın kolları arasında yer alır.
XVI. asrın sonlarında Sivas'tan İstanbul'a gelen Ahmed Şemseddin Sivâsî (ö.1006/1597) ile onun halîfeleri ve yeğenleri Abdülmecid (ö.1049/1639) ile Abdülahad Nûrî (ö.1061/1651), Sivâsîler adıyla anılan bir Halvetî-sûfî ekolünü oluşturmuştur. Sivâsîler XVII. yüzyılda Kadızâdeler ile bâzı konularda görüş ayrılıklarıyla tartışmalara girecekler ve tasavvuf târihimizde bu olay Sivâsîzâde ve Kadızâdeler mücâdelesi olarak geçecektir.
XVII. asrın ünlü tasavvufî simaları arasında sayılabilecek başlıca mutasavvıflar, el-Kevâkibü'd-dürriyye adlı sûfî tabakatının yazarı Mısırlı Abdurraûf Munâvî (ö.1031/1620), Nakşbendîliğin yeni bir veçhe kazanmasını sağlayan ve Hindistan'da hem İslâmiyetin, hem de Nakşîliğin yayılmasında büyük hizmeti geçen ikinci 1000 yılının yenileyicisi İmam-ı Rabbani (ö.1034/1624), Celvetiyye tarîkatı piri Aziz Mahmud Hüdâyî (ö.1038/1628), Kâdirîliği İstanbul'a getirip adına bir tekke kurarak kol geliştiren İsmail Rûmî (ö.1041/1631), Halvetiyye'nin Ramazâniye kolu kurucusu Ramazan Mahfî (ö.1025/1616) ve Mesnevî şarihi Ankaralı İsmail Rusûhî (ö.1041/1630)dir. Rusûhî'nin diğer eserlerinin yanısıra Minhâcü'l- fukarâ adıyla Abdullah Ensârî'nin Menâzilüs- Sâirîn'ine yazdığı Türkçe şerhin tasavvuf târihimizde ayrı bir önemi ve yeri vardır. Füsûs şarihi Bayrâmî Melâmî ricâlinden Bosnalı Abdullah Efendi'nin (ö.1054/1644) altmış kadar eseri vardır ve Konya'da Sadreddin Konevî'nin yanında medfundur.
Aziz Mahmud Hüdâyî ve tarîkatı çevresinde yetişmiş Oğlanlar şeyhi İbrahim Efendi (ö.1066/1655), Sarı Abdullah Efendi (ö.1071/1661) ve Zâkirzâde Abdullah (ö.1068/1658) ile Nev'îzâde Atâî (ö.1045/1635), gerek tasavvufî bilgi ve gerekse terceme-i hâl açısından telif ettikleri eserlerle mühim bir yeri vardır. Özellikle Sarı Abdullah Efendi, Mesnevî Şerhi ve İbn Arabî tarzında kaleme aldığı eserleri ve Melâmî tavrıyla ilginç bir kişiliğe sâhiptir.
Halveti ricâlinden Hulvî Mahmud Efendi (ö.1064/1654) ise Lemezât-ı Hulvî adıyla bilinen evliyâ ve sûfî ricâline âit menâkıb ve hâl tercemelerinden oluşan eseriyle ünlüdür.
XVII. asrın sonlannda vefât eden Halvetiyye'nin Şâbâniye kolundan Karabaş Velî adıyla ünlü Ali Alâeddin Atvel (ö.1090/1679) Halvetiyye'nin, Atpazarî Osman Fazlı İlâhî (ö.1102/1690) ise Celvetiyye'nin güçlü temsilcileridir. Bulgaristan-Şumnulu olan Osman Fazlı renkli bir kişiliğe sâhipti. Sözünü esirgemeyen Osman Fazlı Efendi, devrin padişahlarına kadar pekçok kimseyi irşad etmiş, uyarmış, hattâ bu yüzden zaman zaman sürgün hayâtı da yaşamıştır.
Onun en önemli eseri Bursalı İ. Hakkı (ö.1131/1719)'dir. Bursalı İ. Hakkı'nın yüzden fazla eseri ve geniş bir tesiri vardır. Özellikle Rûhu'l-beyân adlı tefsiri, devrinin olduğu kadar, sahasının da âbide eserleri arasında yer alabilecek özelliktedir.
XVIII. Asrın başlarında Bursalı İsmail Hakkı ile çağdaş halvetî ricâlinden Üsküdar'da Mehmed Nasûhî Efendi (ö.1130/1718), Karagümrük'te Nûreddin Cerrahî (ö.l133/1721), Edirne'de Hasan Sezâî (ö.1151/1738) ve Malatyalı Niyâzî Mısrî (ö.l150/1737) kendi adlarına muzaf şube tesis etmişlerdir. Tasavvufî konularda eserleri bulunan bu şeyhlerden Niyâzî Mısrî ile Hasan Sezâî'nin matbu divanları da vardır.
Sarı Abdullah Efendi'nin torunu La'lîzâde Abdülbâkî (ö.1159/1746) hem Nakşî, hem de Melâmî'dir. Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayramiyye adıyla kaleme aldığı eseriyle, dedesi Sarı Abdullah Efendi'nin yolunda olduğunu göstermiştir.
XVIII. asırda yetişen bir önemli sûfî de Erzurum Hasankaleli İbrahim Hakkı'dır. (ö.1186/1772) Siirt'in Tillo'sunda şeyhi Fakîrullah Efendi'den Kâdirî ve Nakşî eğitimi görerek damadı oldu. Tasavvufî konularda olduğu kadar ilm-i hey'et hakkında geniş bir nüfûz sâhibi olan İbrahim Hakkı'nın en önemli eseri Mar'ifetnâmesi'dir.​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 5 ::..
Balıkesirli Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (ö.1196/1782), pekçok tarîkatten icâzet almış, altmışa yakın eseri bulunan velûd bir müellifdir. Hâşim Baba (ö.l197/1783) önceleri Celvetî iken Mısır'da Bektaşîliği de meşk edip iki tarîkatı birleştiren ve Üsküdar İnâdiye'de bir tekke açan şâir-sûfîdir. Dîvan'ı, edebî ve tasavvufî açıdan büyük bir önemi haizdir.
Müstakîmzâde Sadeddin Süleyman Efendi (ö.1202/1787) Lâlizâde Abdülbâkî gibi hem Nakşî, hem de Melâmî olan sûfîlerdendir. Hat sanatı ile de ilgilenen Müstakîmzâde'nin elliden fazla irili ufaklı eseri vardır.
Müstakîmzâde'den sonra gelen XIX. asır Nakşbendî ricâli genellikle Hâlidî'dir. XVIII. asrın sonu ile XIX. asrın başlarında yaşayan Hâlid Bağdadî (ö.1242/1826) tarîkata yepyeni bir veçhe kazandırmıştır. Hindistan Delhi'de bulunan Abdullah Dehlevî'den tarîkat terbiyesi gören Hâlid Bağdadî, iyi bir medrese eğitimi görmüştür. Bu yüzden şeriat bilgisi yüksek bir âlimdi. Yeniçeri ocağının kaldırılması ile Bektaşî tekkelerinin kapatılması yıllarına rastlayan bu dönem, Nakşbendî tarîkatının Osmanlı Ülkesinde en yaygın tarîkat konumuna yükseldiği yıllardır.
XIX. asırda İstanbul'da Veliyyüddinzâde Hıfzî Efendi (ö.1253/1837), Bursa'da Hoca Hüsameddin Efendi, (ö.1280/1863) yine İstanbul'da Yahyâ Efendi dergâhında M. Nuri Şemseddin (ö.1280/1863) Çarşamba'da Murad Molla dergâhında M. Murad Efendi (ö.1264/1848) ve İstanbul'da doğup Medîne'de vefât eden Bursalı Hüsameddin Efendi'nin halîfesi Vahyî Mustafa (ö.1295/1878) Karabağlı Hamza Nigârî (ö.1304/1887) Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin (ö.1313/1893) ve Hakkârili Şeyh Tâhâ (ö.1269/ 1853) irşad hizmetleri ve eserleri ile Osmanlı topraklarında hizmet veren Nakşî-Hâlidî şeyhleridir.
XIX. asırda yaşayan Halvetî-Şabanî şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Efendi (ö.1262/1846)'nin ilim adamları ve devlet ricâli yanında saygın bir kişiliği vardır.
XIX. asrın en büyük müellif sûfîlerinden biri de hiç şüphesiz Bursalı M. Tâhir Beyin "Hâce-i irfanım, veliy-yi nîmetim" diye andığı Harîrîzâde M. Kemâleddin Efendi'dir. (ö.1299/1882) Onun Tıbyânü vesâiti'1-hakâik adlı tarîkatler ansiklopedisi niteliğindeki eseri, sahasında önemli bir boşluğu doldurmuştur. Harîrîzâde çok genç yaşta vefât etmiş olmasına rağmen kırka yakın eser bırakmıştır.
4. XV1.-X1X. Asırlarda Başlıca Tasavvufi Olaylar
XVI. asır İslâm dünyâsında Osmanlı hâkîmiyetinin tamamlandığı, ilmî, idarî, askerî, edebî alanlarda ilerlemelerin en ileri seviyeye ulaştığı dönemdir. Bu yüzyıldan Osmanlı'nın çözülüş asrı olan XIX. yüzyılın sonuna kadar meydana gelen tasavvufî olayları şöylece maddeler hâlinde özetleyebiliriz:
1) XVI. yüzyıl bütün tarîkatlerin kuruluşunun tamamlandığı, tarîkat ve âdaba dâir eserlerin te'lifinin hemen hemen sona erdiği yıllardır.
2) Osmanlı ülkesinde düşünce hürriyyetinin bir meyvesi olarak İbn Arabi'nin Şeyhü'l-İslâm îbn Kemâl fetvasıyla aklanmasından sonra özellikle şiir ve edebiyatta "vahdet-i vücûd" fikrinin yaygınlaştığı yıllardır.
3) XVII. yüzyılda medreselerle birlikte tekkelerin de gerilemeye başladığı, tekke şeyhliklerinin "yoldan gelme" esasına göre değil de "belden gelme" usulüne göre düzenlenmesi, tekke eğitiminde belli bir seviye düşüşü meydana getirmiş ve ehil olmayan bâzı kişilerin şeyh oğlu olmak avantajı ile tekkelere şeyh tayin edildiği çok görülmüştür.
4) Kadızâdeler ile Sivâsîzâdeler arasında XVII. yüzyıldaki tekke-medrese kavgası zaman zaman grubların birbirini tekfirine varan boyutlara ulaşmıştır.
5) XVIII. yüzyılda gerileyen tekke ve medrese eğitimine rağmen, Bursalı İsmail Hakkı ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi iz bırakan iki büyük mutasavvıf yetişmiştir.
6) Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine, Bektaşî tekkeleri de kapatılmış ve şeyhliklerine Nakşî, Kâdirî ve Mevlevî hâlifeler tayin edilmiştir. Böylece Nakşbendîliğin Hâlid Bağdadî'den sonra XIX. yüzyılda etkinliği artarken, Bektaşîlik daha sırrî bir tarîkat hâline gelmiştir.
7) XIX. yüzyılın sonunda ikinci Abdülhamid Han zamanında bütün müesseseler gibi tekke ve dergâhların düzenlenmesi için bir takım ıslahat hareketleri başlatılmış ve "meclis-i meşâyıh" kurulmuştur. Meclis-i meşâyih nizamnâmesi ile tekkelerin ve tekke şeyhliklerinin düzeltilmesine çalışılmıştır.
8) XIX. yüzyıl sonlarına doğru gazete ve dergi neşriyâtının yaygınlaşması üzerine, tekke çevrelerinde de birtakım neşriyât faaliyetleri olmuş, Cerîde-i Sûfiyye, Beyânü'l-hak ve Tasavvuf gibi dergiler çıkarılmıştır.
9) Tarîkat ve tekkelerin düzenlenmesiyle ilgili ıslahat çalışmaları, aynı yıllarda Mısır'da da gündeme gelmiştir.
10) Bâzı tekkeler ehil şeyh bulunamadığı için kapatılmış ve tekkeler toplumda belli bir nüfûz kaybına uğramıştır. Bütün bunlara rağmen XIX. asrın sonlarında İstanbul'da üçyüzden fazla tekkenin bulunması, 300-500 bin civarındaki nüfusa oranla büyük bir ilgi göstergesi sayılabilir.​
 
Üst Alt