3- Tasavvufun Kısaca Tarihi Gelişimi

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TASAVVUFUN KISACA TARİHÎ GELİŞİMİ
Hz. Peygamber, sahâbe, tâbiîn ve tebeu't-tâbiîn dönemlerinde dindar müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen mânevî bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin dindarları dünyaya nazaran âhirete öncelik veriyor, bütün davranışlarda Allah'ın rızâsını gözetiyorlardı. Bu tür hayat Kur'an'ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel örneği de Hz. Peygamber'di (el-Ahzâb 33/21).
Hz. Peygamber zamanında çeşitli eğilimlere sahip olan sahâbeler vardı. Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibadete daha çok önem veriyor, uhrevî kurtuluş üzerinde yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve aşere-i mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz`ûn, Mus`ab, Ammâr, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz, Ebü'd-Derdâ, Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr bu sahâbenin âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde yaşayan âbid, zâhid ve dindar müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf zincirinin ilk halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiş, bu halkalardaki âlim ve zâhidler İslâm'ın ilim, ihlâs, takvâ, ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımıştır.
Kuşeyrî'nin de açık bir şekilde belirttiği gibi tasavvuf Ehl-i sünnet'in bünyesinden doğmuştur. İlk sûfîlerin hepsi Sünnî'dir. Sûfiliğin ortaya çıktığı dönem İslâm dünyasında çeşitli ilimlerin kurulduğu, değişik mezhep ve akımların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde hadis, fıkıh, kelâm gibi ilim dalları kurulmuş, bunlarla uğraşanlara hadisçi, fıkıhçı, kelâmcı (muhaddis, fakih, mütekellim) gibi isimler verilmişti. Kaynağı Kur'an ve hadis olmakla beraber söz konusu ilimlerden de etkilenen ve Ehl-i sünnet muhitinde doğan İslâm'daki ruhî ve mânevî hayat tarzına tasavvuf denmiştir. Bu hayat tarzının temelleri Kur'an ve Sünnet'in öğretisinde, önceki nesillerin sözlerinde ve yaşayış tarzlarında mevcuttu. Sûfiler fikirleri ve mânevî tecrübeleriyle geliştirip sistemleştirdikleri tasavvufi hayat tarzını sözü edilen temeller üzerinde inşa etmişlerdir. Kökü ve özü eski olan tasavvuf hayatın bazı yenilikler içermesi ve farklılık göstermesi bundandır.
Büyük sûfilerin yetiştiği hicrî III ve IV. (IX ve X.) yüzyıllarda tasavvufla ilgili birtakım eserler yazılmış, sûfiliğin esasları yazılı hale getirilmişti. Diğer taraftan aynı dönemde melâmet ve fütüvvet gibi önemli tasavvufi ekoller ortaya çıkmıştı. Ma`rûf-i Kerhî, Serî es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi ünlü sûfiler Irak'ta tasavvuf adı altında İslâm'ın mânevî hayatını geliştirirken Horasan bölgesinde Hamdûn el-Kassâr (ö. 271/884) melâmet adı altında söz konusu hayatın farklı bir yorumunu ortaya koyuyordu. Ebû Hafs, Ahmed b. Hadraveyh ve Şâh Şucâ'-ı Kirmânî gibi Horasanlı dindarlar ise daha çok fütüvvet ve mürüvvet üzerinde duruyorlardı. Melâmet ehli ihlâs ve riya konusuna ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok dinin insaniyet yönü üzerinde duruyorlardı. Bu konuda özellikle Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848) son derece özgün yorumlar yapıyordu.
Söz konusu dönemde tasavvufa dair yazılan çok meşhur eserler bulunmaktadır.
Hicrî VI. (XII.) asra kadar olan tasavvufun ilk dönemi ve hareketin doğduğu, geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf basit fakat derin, sade fakat anlamlı bir mânevî hayat tarzıdır. Geniş ölçüde pratiklere dayanır, teorilere çok az yer verir. Hal, his, heyecan ve vecd gibi isimler alan ve din psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan ruhi hayat tarzı üzerinde yoğunlukla durulur. Bu fikrî harekette felsefi etkiler yok denecek kadar azdır. Ama sûfilerin mânevî tecrübeleri ve bu tecrübelerle ilgili olarak yaptıkları yorumlar üzerine kurulan bir tasavvuf felsefesi vardır. Bu, daha çok sûfilerin kendi düşünce ve çabalarıyla oluşturmuş oldukları özgün bir felsefedir. Tasavvufi hayat, öz ve hareket noktası itibariyle İslâmî temeller üzerine inşa edilmiş olduğundan, başta İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbnü'l-Kayyim olmak üzere bu hareketin bazı şekillerini sert bir biçimde eleştiren âlimler tarafından da saygı ve takdirle karşılanmıştır. Bununla beraber bu dönem tasavvufu da tartışma ve eleştiriye açık bazı konular içermektedir. Öteden beri tartışılan ve eleştirilen bu konular tasavvufun özü ve geneliyle ilgili değildir. Münferit konulardır, ayrıntıyla ilgilidir.

Tasavvufta Örgütlenme Dönemi
Tasavvufun ferdî yönü daha önemli olmakla beraber sosyal yönü de küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Tasavvufi hayatın bazı biçimlerini bireyler tek başına yaşar. Fakat bu hayatı, bu konunun uzmanları, hocaları ve üstatları olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilir. Bu öğrenmede mürid ve tâlip denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte bulunmaları, mânevî hayatı beraber yaşamaları şarttır. Çünkü tasavvufi hayat tıpkı birçok sanat gibi egzersizler ve pratiklerle öğrenilir. Bunun için de birliktelik ve beraberlik esastır. İşte bu durum hem zaman zaman mürşidlerin ve üstatların bir araya gelerek yaşadıkları mânevî ve derunî deneyler konusunda fikir alışverişinde bulunmalarını ve vardıkları sonuçları aralarında müzakere etmelerini gerektirir, hem de müridlerin mürşidlerinin gözetiminde ve denetiminde bulunmalarını zorunlu kılar. Bu sebeple baştan beri sûfiler sohbet denilen bir birlikteliğe büyük önem vermişlerdir. İlk zamanlarda şeyhlere daha çok üstat ve sohbet şeyhi, müridlere de sâhip (sohbette bulunan, sohbete katılan) deniliyordu. Böylece üstatlar çevresinde toplanan ve sohbetlere devam eden sâhipler, yani müridler birer cemaat oluşturuyordu. Bu cemaatlerin yaptıkları sohbetlerin çoğu halka açık olmakla beraber bazı sohbetlere yabancılar alınmıyordu. Ancak belli bir mertebeye ulaşan müridler bu sohbetlere kabul ediliyordu. Cüneyd-i Bağdâdî, "Biz tasavvuf sohbetlerini kapalı kapıların ardında yapardık" derken bu hususu anlatıyordu. İşte bu gizlilik tasavvuftaki sırrı, yani gizemi meydana getirir. Tasavvufî hayatın belli bir aşamasında mutlaka bir gizem söz konusudur. Bazan müridlere göre yabancılar için, bazan üstatlara göre müridler için bir gizem, yani yabancılara göre müridlerin, müridlere göre üstadın az çok gizemli bir yönü vardır. Bundan daha önemlisi ilâhî sırdır. Tasavvuf bir bakıma, imkân ölçüsünde rububiyyetin sırlarına âşina olmayı amaçlar. Tasavvuf sohbetlerinin müridlere edep ve erkân öğreten, onları terbiye eden, ahlâklarını güzelleştiren yönü kadar söz konusu esrarengiz yönü de önemlidir. Gizliliğin sebebi, mânevî alt yapısı bakımından eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını engellemektir.
Son derece gösterişsiz başlayan, ama gayet feyizli geçen tasavvufi sohbetler kısa bir zaman sonra bir cemaatleşme halini aldı. Büyük sûfilerin tasavvufi görüşleri ve yaşayışları az çok birbirinden farklı idi. Bu da meşrep (mizaç, karakter, zevk) farkı olarak görüldü. Bu durum tasavvufa eğilimli olanların kendi mizaçlarına, ruh ve zihin yapılarına uygun düşen üstatları tercih etmelerine imkân verdi. Böylece Tayfûriyye (Bistâmiyye), Cüneydiyye, Musâhibiyye, Sehliyye, Hakîmiyye, Hafifıyye, Seyyâriyye, Nûriyye, Harrâziyye, Kassâriyye (Melâmetiyye) ve Tüsteriyye gibi tasavvufi cemaatler ortaya çıktı. Bu ekollerden birine bağlanan bir mürid, mânevî hayatında belli bir üstadın görüşlerine ağırlık veriyordu. Cemaatler arasındaki olumlu ilişkiler tasavvufi gelişmeyi hızlandırdı.
Söz konusu tasavvufi sohbetler ve cemaatler hicrî VI. (XII.) asırda daha düzenli, daha disiplinli bir örgütleşmeye dönüştü. Bu örgüte tarikat denildi. Bu tarikatlar şeyhlerin mürid ve halifeleri aracılığıyla Fas'tan Endonezya'ya, Somali'den Kazan'a kadar İslâm ülkelerine yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise Mevlevîliğin yanı sıra Anadolu'da Hacı Bektâş-ı Velî'ye (ö. 670/1271) nisbet edilen Bektâşiyye, Hacı Bayrâm-ı Velî'ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramiyye, Aziz Mahmud Hüdâî'ye (ö. 1038/1628) nisbet edilen Celvetiyye gibi tarikatlar, ayrıca daha evvel Anadolu dışında kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu. Bundan başka Ahî Evran diye bilinen Şeyh Nasîrüddin (ö. 660/1262) Kırşehir'de ahîlik teşkilâtını kurdu. Fütüvvet ehli Anadolu'da birçok şehirde örgütlendi. 1071'de Anadolu fethedildikten sonra Irak'tan, Suriye'den, daha fazla da Horasan'dan gelen gazi dervişler, alperenler ve Horasan erleri İslâmiyet'in Anadolu'da ve Balkanlar'da yayılmasında etkili oldular.

Tasavvufta Kurumlaşma Dönemi
Sûfilik ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler mekânlara ve binalara ihtiyaç duydular. İlk zamanlarda camiler, mescidler, evler, iş yerleri, sûfilerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme yerleri idi. Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara ihtiyaç duyuldu. Herevî'nin Tabakâtü's-sûfiyye'de dediği gibi ilk tasavvufi kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat, tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler verildi. İsimlendirmede kurumun büyük veya küçük, merkez veya şube olması da dikkate alındı. Tekkeler, tarikat denilen örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî olarak zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edep-erkân öğrendikleri, terbiye gördükleri, ruhen arındıkları ve olgunlaştıkları kurumlar olmakla beraber çoğu zaman çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular. Özellikle kırsal alanlarda medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler. Tekkelere yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının yaptıkları bağışlar tekkelerin görevlerini etkin bir biçimde sürdürmelerine ve toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir mânevî havayı meydana getirmelerine imkân verdi. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsiki olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği müesseseler oldu.
Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridler, dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işlerde görevli işçiler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezaret eden yöneticiler, misafirler ve garipler bulunur. Bunların düzenli bir biçimde çalışmaları ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar, bir çeşit yönetmelikler vardır. Bu kuralları ilk defa derli toplu bir biçimde ortaya koyan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (ö. 440/1048) oldu. Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1234) Avârifü'l-maârif isimli eserinde söz konusu kuralları genişletti ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koydu.
VII. (XII.) asır tasavvufta önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönemin başlangıcıdır. İbn Arabî (ö. 638/1240) kendisinden önceki sûfilerin fikirlerinden de yararlanarak, vahdet-i vücûd terimi ile ifade edilen bir görüş ortaya attı. el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye ve Füsûsü'l-hikem gibi eserlerinde bu konudaki düşüncelerini genişçe açıkladı. Allah-evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i vücûd eksenli bir açıklamasını yaptı. Felsefeden ve kelâmdan aldığı bazı delillerle fikirlerini ispatlamaya çalıştı. Sadreddin Konevî, Fahreddîn-i Irâki, Abdülkerîm el-Cîlî, İbn Fârız, Aziz Nesefi, Şebüsterî, Abdürrezzâk el-Kâşânî ve Câmî gibi ünlü sûfiler bu yolda onu izleyerek geniş ölçüde vahdet-i vücûdu birçok müslüman ilim ve fikir adamının dünya görüşü haline getirdiler.
Diğer taraftan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr Arapça'nın yanı sıra Farsça'yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı. Onu bu yolda Hücvîrî izledi ve Farsça ilk tasavvuf kitabı olan Keşfü'l-mahcub'u yazdı. Baba Tâhir (ö. 410/1019) ve Senâî (ö. 525/1131) gibi şairler tasavvufi düşüncelerini Farsça şiirlerle ifade ederek bu tarzı âdeta tasavvufun dili haline getirme yolunu tuttular. Onları bu yolda Attâr (ö. 627/1223) ve Mevlânâ (ö. 672/ 1273) gibi ünlü sûfi şairler izledi. Mevlânâ'nın Mesnevi ve Divân-ı Kebîr isimli eserleriyle bu hareket zirveye ulaşmış oldu. Şebüsterî (ö. 720/1320) Gülşen-i Râz'da, Fahreddîn-i Irâki (ö. 688/1289) Lema`ât'ta, Câmî (ö. 898/ 1492) çeşitli eserlerinde bu yolda yürüdü.
Yûsuf el-Hemedânî'nin müridi, Yeseviyye tarikatının kurucusu Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf hayat tarzını ve düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı. Hikmet denilen tasavvufi şiirlerini Divân-ı Hikmet adı verilen bir eserde toplandı. Daha sonra Mansûr Ata, Abdülmelik Ata, bunun oğlu Tac Hoca, torunu Zengî Ata, Said Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sadr Ata, Bedr Ata gibi mürid ve halifeleri onun tasavvuf geleneğini Türkistan'da devam ettirdiler. 1071'de Anadolu'nun fethedilmesi üzerine çeşitli tarikatlara mensup dervişler, özellikle Yesevî geleneğine bağlı olanlar burada faaliyet göstermeye başladılar. Fakat yeni fethedilen bu beldelerde daha ziyade baba, gazi, sultan gibi unvanlarla anıldılar. Ahmed Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö. 1320) daha da sadeleşerek ve güzelleşerek devam etti. Anadolu ve Balkanlar'daki pek çok mutasavvıf onu örnek aldı. Yazıcıoğlu Muhammed'in (ö. 855/1451) Muhammediyye'si, Ahmed-i Bîcân'ın (ö. 858/1454) Ahmediyye'si ve Envâru'lâşıkin'i, Eşrefoğlu Rûmî'nin (ö. 874/1469) Divan'ı ve Müzekki'n-nüfûs'u, Niyazî-i Mısrî'nin (ö. 1150/1737) Divan'ı, Anadolu ve Balkanlar'da büyük bir ilgi ile okunan eserler oldu. Sadece mutasavvıflar ve tarikat ehli tarafından değil, bunların dışındaki dindarlar tarafından da asırlarca rağbet gördü. Başta Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların şiirleri dinî mûsikinin de ana malzemesini oluşturdu. Bu gelişmeler geniş kitlelerde din duygusunun yerleşmesini ve kökleşmesini sağladı. İlâhî denilen bu tür şiirler coşkuyla okundu ve dinlendi.
Osmanlılar'da tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi de büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle mevlevîhâneler bu işin öncülüğünü yaptı.

- Bu yazı Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ'ın Ensar Neşriyat'tan çıkan Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar isimli kitabı​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Zühd dönemi

ZÜHD DÖNEMİ
..:: 1 ::..
I. Zühd Dönemi: Bu dönem Asr-ı saâdetle başlayan, tabiîn ve tebe-i tabiîn devrini ve ilk iki asrı içine alan, tasavvuf kavramının zuhûruna kadar olan dönemdir.

II. Tasavvuf Dönemi: Sûfî ve tasavvuf kavramlarının kullanılmaya ve ilk sûfî adlarının duyulmaya başladığı hicrî II. asrın sonundan, tarîkatların zuhur ettiği devre kadar olan üç, üç-buçuk asırlık bir dönemdir. Tasavvuf bu dönemde ortaya çıkmış, müessese hâline gelmiş ve Cüneyd, Bâyezid, Nûri, Hallaç, Ebû Nasr es-Serrâc ve Gazzâlî gibi büyük sûfî ve mutasavvıflar bu dönemde yetişmiştir.

III. Tarîkat Dönemi: Tasavvuf müesseselerinin en güçlüsü olan tarîkatların ortaya çıkarak sosyal hayâtın bir parçası hâline geldiği hicrî VI. milâdî XI. asırdan başlayarak, tasavvufî tefekkürün İbn Arabî gibi büyük temsilcilerinin yetiştiği; zaman zaman medrese-tekke çatışmalarının gündeme geldiği, şiir ve edebiyatta en değerli tasavvufî mahsullerin verildiği, günümüze kadar devam eden dönemdir.

1. Hz.Peygamber (s.a.s.)'in Hayâtında Zühd
Hz. Peygamber'in bizzat zühdî bir hayât yaşadığını, bunu sevdiğini ve ashâbına da tavsiye ettiğini "Tasavvufun Târif ve Kaynağı" bahsinde anlatmıştık.1 Biz burada Efendimiz'in hayâtını konu alan sîret ve hadîs kaynaklarına dayanarak Hz. Peygamber'in zühdî hayâtıyla ilgili bâzı tesbitlerde bulunduk:
İbn Abbâs'ın rivâyetine göre, Peygamber (s.a.s.), peşpeşe birkaç gece aç sabahlar, hâne halkı da çoğu zaman akşamlan yiyecek birşey bulamazdı. Zâten ekmekleri arpa ekmeğiydi.2
Enes b. Mâlik (r.a.)'in rivâyetine göre, Fâtıma vâlidemiz, Peygamberimiz'e pişirdiği ekmekten bir parça getirmiş ve Allâh Rasûlü, "Bu nedir?" diye sorduğunda "Pişirdiğim çörektir. Size getirmeden canım çekmedi." demişti. Bunun üzerine Fahr-ı âlem: "Üç gündür babanın ağzına giren ilk lokma bu olacak." buyurdu. Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Allâh Rasûlü'nün açlıktan beline taş bağladığı olurdu.3
Hz. Âişe anlatıyor: Dört ay geçerdi ki, Allâh Rasûlünün karnı buğday ekmeğiyle doymuş olmazdı.4 O'nun hâne halkı da üçgün peşpeşe arpa ekmeğiyle karınlarını doyurmadan Allâh'a kavuşmuşlardır.
Ebû Hüreyre ve Âişe'den gelen bir rivâyette, aylar geçtiği hâlde Allâh Rasûlü'nün evinde bir çorba pişmediği ve âile halkının hurma ve su ile beslendiği, bazan da sağmal hayvanları bulunan komşularının gönderdikleri sütü içtikleri rivâyet edilir.5
Enes b. Mâlik der ki: "Peygamber (s.a.s)'in , öğle ve akşam, ekmek ile eti bolca bir arada cem'ettiği olmamıştır."6 Nitekim yine Enes (r.a.) Allâh Rasûlü'nün bir düğün yemeğinde et ve ekmeği bile bulunmadığını haber vermektedir.
Âişe (r.a.) vâlidemiz diyor ki: "Allâh Rasûlü'nün midesine bir günde iki tür yemek birden girmedi. Et yediği zaman başka birşey yemediği gibi, hurma ve ekmek yediğinde onların üzerine birşey ilâve etmezdi."
Ebû Nadr anlatıyor: Ben Âişe vâlidemizin şöyle konuştuğunu duydum: "Birgün Allâh Rasûlü ile birlikte oturuyorduk. Babam Ebû Bekir bize bir koyun budu ikrâm etti. Gece karanlığında Allâh Rasûlü ile onu kesmeye çalışıyorduk. Birisi "Kandiliniz ve ışığınız yok mu?" diye seslendi. Dedim ki: "Yakacak yağımız olsa, biz onu yerdik."7
Âişe vâlidemizin ifâdesine göre O'nun yatağı içi hurma lifi ile dolu bir deriden ibâretti. Yemeğini yere oturarak yer ve: "Ben kulum, kul gibi yerde oturarak yerim."8 buyururdu.
O'nun dünyâya yönelmeyi ve ona kul olmayı yeren pekçok hadîsi-i şerîfi vardır:
"Kimin himmet ve kaygısı dünyâ olursa, Allâh onun işini dağıtır, fakirliğini gözünün önüne koyar. Kimseye nasibinden fazla dünyâlık gelmez. Niyet ve himmeti âhıret olanın işini Allâh Teâlâ toparlar (cem), gönlüne zenginlik verir. O arkasını dönse de dünyâ ona gelir."9
"Himmet ve kaygılarını teke indirip sâdece âhıret kaygısı taşıyanın dünyâsına Allâh kâfidir. Kaygısını dünyâya dağıtanın ise Allâh, hangi vadide helak olduğuna aldırış etmez."10
Kurduğu devlet, dünyânın en kudretli devleti hâline geldiği, devlet hazinesi dolup taştığı zamanlarda bile, O'nun yaşantısında bir değişiklik olmadı. Hanımları O'nun bu mütevazı hayâtına dayanamayarak dünyâlık istediler. O da onları ya dünyâyı, ya da Allâh ve Rasûlünü seçmek konusunda serbest bırakmış, yirmi dokuz gün süreyle bir bakıma onları boykot etmişti (İ'lâ). Bu süre zarfında Hz. Peygamber'i bir hasır üzerinde uyumuş gören Hz. Ömer ağlamış, Allâh Rasûlü de dünyânın değersizliğini ve dünyâdan yüz çevirmek gerektiğini anlatarak onu teselli etmişti. Nihâyet Ahzâb sûresinin ilgili âyetleri nâzil oldu: "Ey Peygamber, zevcelerine de ki: Eğer bu süflî hayâtı, onun zînet ve parlaklığını istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim. Yok eğer Allâh'ı ve Peygamberini ve âhıret yurdunu istiyorsanız, Allâh aranızdan iyi olanlara büyük mükâfat hazırlamıştır."11
Hz. Âişe der ki: "Hz. Peygamber'in hiçbir zaman karnı doymadı ama, asla şikâyetçi olmadı. Bazan O'nun bu hâline acır ve: "Bari sana yetecek kadar bir rızka erişseydin." derdim. O ise, ülü'1-azm peygamberlerin bu dünyâdan böyle gelip geçtiklerini anlatırdı."12
Mal biriktirmeye asla heveskâr değildi. Çünkü O, tercîhini "kul peygamberlikten" yana yapmıştı. Nitekim: "Kul peygamberlikle melik peygamberlik arasında muhayyer bırakıldım. Cebrail mütevazı davranmamı bana işâret etti. Ben de kul peygamber olmayı tercîh ettim ve bir gün doyayım ve bir gün aç kalayım, dedim."13 buyurarak buna işâret etmiştir.
Kendisine arka arkaya iki defa aynı yemeği getiren Berîre'ye: "Kıyâmet gününde sen, yemeğinin buharı olmaktan korkmuyor musun? Yarın için birşey ayırıp saklama! Zira Cenâb-ı Hakk her günün rızkını ayrı ayrı verir." buyurmuştu
İnfak etmeyi çok severdi. Nitekim Hz. Bilâl'e: "Ya Bilâl, infak et! İnfak etmekle Arş'ın sâhibinin senin malını azaltacağından korkma!"14 buyurmuştu.
Birgün namazda hatırına evde bir miktar altının bulunduğu gelmiş, eve giderek onun tasadduk edilmesini emretmişti. Ölüm döşeğinde bile tasadduktan geri durmazdı. Nitekim tasadduk edilmek üzere hanımlarından birine verdiği üç dinarın hemen tasadduk edilmesini emretti ve: "Bu para bende iken Rabbıma ne yüzle giderim." buyurdu.
Kendisinden birşey istendiğinde derhal verir, eğer istenen şey kendisinde yoksa vaad eder ve eline geçen ilk fırsatta bu isteği karşılardı.
Bir defasında ashâb-ı suffe: "Yâ Rasûlallâh, hurma yemekten ciğerlerimiz kavruldu." demişlerdi de O: "Medîneliler bize ne veriyorlarsa biz de size onu veriyoruz."15 buyurmuştu.
Hz. Peygamber (s.a.s.) vermeye ve infak etmeye son derece heveskâr olduğu ve vermek hakkında "Veren el, alan elden hayırlıdır." buyurduğu hâlde, istemek ve almak konusunda son derece müstağnî idi. Ashâbının da bu konuda müstağni olmasını öğütlerdi. Nitekim Medîne'ye hicret ettikten bir süre sonra, yedi sekiz kadar sahâbînin bulunduğu bir mecliste, onlardan "Yalnız Allâh'a kulluğa, beş vakit namaz kılmaya ve ülü'1-emre itaata ve kimseden birşey istememek üzere" bey'at etmelerini istedi. Râvînin ifâdesine göre: "Bu bey'ate katılanlar, asla kimseden birşey istemedikleri gibi, savaşta kazara ellerinden kılıçları düşecek olsa bile, onu yerde bulunan kimseden istemez, yere inip alırlardı."16
Evini süsleyen kızı Fâtıma'nın evine girmemiş ve: "Böyle süslü yerlere girmek bize yakışmaz."17 buyurmuştu.
Kendisine hediye edilen ipek bir elbiseyi "Takvâ sâhipleri böyle şeyler kullanmazlar."18 buyurarak hanımlarından birine vermişti.
Buhârî'nin rivâyetine göre, çoğu zaman elbisesinde iki yama bulunurdu.
Ciğerparesi Fâtıma, eldeğirmeninde un, kuyudan su çekmekten ellerinin yarıldığını göstererek, kendisine ev işlerinde yardım etmek üzere, harp esirlerinden yardımcı istemişti de O: "Ehl-i suffe böyle fakir yaşarken ve Bedir şehidlerinin yetimleri perişan bir hâldeyken sen buna nasıl talip olabiliyorsun?"19 buyurmuştu.
Buyururdular ki:
"Allâh bir kulunun hayrını murad ederse, dünyâdan zühdünü kolaylaştırır, kendisine kusurlarını gösterir. Dünyadan el etek çekene yaklaşınız. Çünkü onun telkin ettiği hikmettir."20
"Allâh'ı tanı, karşında bulursun. Bolluk zamanında O'nu an, darlığa düşünce sana yardım eder."21
___________
1.bk.s.28-55
2.İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kübrâ 1,400
3.a.e, 1,400
4.a.e, 1,401
5.a.e, 1,401
6.a.e, 1,404
7.a.e,l,405
8.Kadı lyâd, eş-Şifâ, 1,188 (Bezzâr'dan)
9.İbn Mâce, Zühd, 4105
10.İbn Mâce, Zühd, 4106
11.el-Ahzâb, 33/28-29
12.eş-Şifâ, II, 282
13.Heysemî, Mecmau'z-zevâit, IX, 192
14.el- Luma, 134; Ebû Dâvûd, İmâre 35
15.Tirmizî, Büyû 7; İbn Mâce, Zühd 10
16.Müslim, Zekât 35
17.Asr-ı Saâdet, II, 90
18.Buhârî, Libas 12
19.Asr-ı Saâdet, Ü, 79
20.Ibn Mâce, Zühd, 4101
21.İbnHanbel, I, 307​

 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
..:: 2 ::..
2. Ashâb-ı Kirâm'ın Zühdî Hayâtı
Tasavvufun temelini teşkil eden Allâh Rasûlü'nün ve ashâbının zühdî hayâtının esasları, daha çok kılık kıyafet, yeme-içme, barınma mekânı gibi dünyâ nîmetlerine değer vermemek; zikir ve nâfile ibâdetle meşgul olmak, ibâdet ve tefekkür için tenha yerleri tercîh etmek, Allâh'a karşı bir teslîmiyet ve tevekkül içinde olmak şeklindeki rûhânî ve mânevî fiillerle tevhîd konusundaki sözler ve duygulardan oluşmaktadır. Tasavvufun esası sayılan zühd, takvâ ve rûhânî hayâtın 'Hz.Peygamber'in hayâtında' özellikle yakın çevresindeki sahâbîlerde derin izler bıraktığı bilinmektedir. Nitekim sûfî tabakât kitaplarından Ebû Nuaym İsfahânî'nin Hilyetü'l-evliyâ adlı eseriyle İbnu'l-Cevzî'nin Sıfatu's-saf-ve'si ve Şârânî'nin et-Tabakâtu'1-Kübrâ'sı sahâbe içinde zühdî yaşayışı ile tanınan büyük sahâbîlere ve suffe ashâbına yer vermektedir. İlk tasavvuf klasiği sayılan el-Luma' ise Allâh Rasûlü'nün örnek zühdî yaşantısını verdikten sonra hulefâ-i râşidînin husûsîyetlerini ayrı ayrı zikretmekte ve arkasından önce ashâb-ı suffeyi, sonra da diğer sahâbîleri zühd özellikleriyle anlatmaktadır.
Ebû Nasr Serrâc'ın (ö.378/988) muasırı olan klasik tasavvuf müelliflerinden Ebû Bekir Kelâbâzî (ö.380/990) ise eserinde sahâbeden sûfîyâne vecd hâlleri anlatılan, söz ve fiilleriyle bu hayâtı tasvir edenlerin Hz. Ali ile oğullan Hasan ve Hüseyin olduğunu ve bu işin ehl-i beyt imamlarından Ali b. Hüseyn Zeynelâbidîn, Muhammed Bakır ve Ca'fer Sâdık ile devam ettiğini anlatır, fakat bunların hayâtlarına, söz ve fiillerine dâir bilgi vermez. Tasavvuf tabakâtı müelliflerinin ilklerinden sayılan Ebû Nuaym İsfahânî ise Hılye-tü'l Evliyâ adlı eserinde asr-ı saâdetteki tasavvufî unsurları anlatırken zâhid sahâbîlerden, hulefâ-i râşidîn ve aşere-i mübeşşereden başlayarak, 46 kadar sahabî saymaktadır. Arkasından ashâb-ı suffeden 85 sahâbîye ayırdığı bölümle bu sayıyı öncekilerle 131'e çıkarmaktadır. Bunların ardından Hasan ve Hüseyin ile kadın zâhid sahâbîlere yer vermektedir.22
Hilyetü'I Evliyâ'yı bir bakıma özetlemiş bulunan İbnu'l-Cevzî ise Sıfatü's Safve'sinde aşere-i mübeşşere dâhil toplam 123 erkek ve 32 kadın zâhid sahâbîyi anlatır.23
Hucvirî (ö.470/1077) dört büyük halîfeden sonra ehl-i beyt imamları Hasan, Hüseyin, Zeynelâbidîn, Muhammed Bakır, Cafer Sâdık ile ashâb-ı suffeden 22 kişinin hayâtlarını anlatır.
Muahhar kaynaklardan Şa'rânî'nin (ö.973/1565) tabakâtında aşere-i mübeşşereden başka 14 sahâbîye,24 Münâvî'nin (ö.1031/1622) el-Kevakibü'd Dürriyye'sinde hulefâ-i Râşidînden sonra alfabetik sırayla 35 sahâbîye yer verilmiştir.25 Bütün bunlar, tasavvuf târihi müelliflerinin, tasavvufî hayâtın menşeinin, ashâbın hayâtında var olduğunu gösteren delilleridir. Sülemî ve Kuşeyrî gibi Bâzı tabakât müellifleri, eserlerine hicrî ikinci asır sûfîlerinden başladıkları için, sahâbîlere yer vermemişlerdir. Sülemî sahâbenin zühdünü bugün elimizde olmayan Kitâbu'z-zühd adlı eserinde yazdığını söylemektedir.26

a ) Hz. Ebû Bekir (r.a.)
Sünnî tasavvuf telakkisinde Hz. Ebû Bekir, zühd ve verâı ile tasavvufî hayâtın ashâb içindeki öncülerinden sayılır. Nitekim Ebû Bekir Vâsıtî: "Bu ümmet içinde sûfîyâne sözler ilk defa Hz. Ebû Bekir'in dilinden dökülmüştür." diyerek onun Allâh Rasûlü'ne malının tamamını getirdiğinde: "Çoluk çocuğuna ne bıraktın?" sorusuna: "Allâh'ı ve Rasûlünü" cevâbına işâret etmektedir.27
Şüphelilerden sakınma konusunda gösterdiği titizlik, ondaki verâ duygusunun tezahürü olduğu gibi, tasavvuftaki "helal lokma" inceliğinin de esasıdır. Nitekim kendisine ikrâm edilen bir sütün şüpheli veya helal olmadığını öğrenince boğazına soktuğu parmağıyla onu çıkarmış ve "Eğer bu lokmalar canım çıkmadıkça çıkmayacak olsaydı, onu da göze alırdım." demişti.
Ma'rifet-i ilâhiyye konusunda söz söyleyen ve Allâh Rasûlü ile bu konuda söyleşen ve bu söyleşi Ömer gibi büyük sahâbîlere bile ağır gelen Ebû Bekir şöyle konuşurdu: "Ma'rifetine, ma'rifetini tanıyamamaktan başka yol bırakmayan Allâh'ı teşbih ederim." "Kim mârifetin hâlisinden bir şey tadarsa, bu zevk onu Allâh'tan gayri herşeyden alıkoymaya kâfidir."
Cömertliği takvâda, zenginliği tam inançta, şerefi alçak gönüllülükte bulduğunu söylerdi. Selmân-ı Fârisî'ye: "Yâ Selmân, Allâh'ın emirlerini tut. İleride büyük fetihler olacak, senin payına ne düşecek bilemem ama yiyip içecek ve sırtına giyecekten fazla olmasın." diye nasihat ettiği gibi, Abdurrahman bin Avf'a da: "Gelecekte dünyânın genişleyeceğini, bolluğa kavuşacağını görüyorum. Bolluk zamanında ipek perdeler, atlas yastıklar kullananlar çıkacak. Sizden birinizin boynunun vurulması, dünyâya dalmasından daha iyidir." diye öğüt verirdi.

b) Hz. Ömer (r.a.)
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, hakkında: "Her ümmetin ilhama mazhar (muhaddes) kişileri vardır. Bu ümmetin muhaddesi Ömer'dir."28 buyurarak övdüğü ve: "Hakk Ömer'in dilinden konuşuyor."29 hadîsiyle yücelttiği, hayâtı boyunca asla dünyâya değer vermeyen Hz. Ömer (r.a.), hâlife olduğu zaman bile üstünde oniki yaması bulunan bir hırka ile halka imamlık yapmıştır. Dünyâya meylederek yüksek ve süslü evler yapanları uyaran Hz. Ömer, dünyâyı bir çöplük gibi görürdü. Nitekim yol üzerindeki bir çöplüğün kenarına dikilerek: "İşte can u gönülden bağlandığınız dünyâ bu çöplük gibidir." demişti. Bir gün yolda elinde etle Câbir bin Abdullah'ı gören Hz. Ömer: "Siz komşu ve akraba doyuracağınıza, kendi midenizi doyurmak mı istiyorsunuz?" diye çıkışmıştı.
İran kisrâsının tahtı ve ganîmet malları Medîne'ye getirildiğinde: "Tükettiniz dünyâ hayâtındaki güzel nîmetlerinizi, onlardan yararlanıp sürdünüz safânızı; burası için hiçbir şey bırakmadınız, artık bugün horlayıcı azâbla cezalandırılacaksınız."30 âyetini okuyup ağlamıştı.
Oğlu Abdullah'ın odasına girdiğinde et yediğini görünce: "Sen her canının çektiğini yiyor musun? Bilmez misin ki, insanın canının çektiği herşeyi yemesi israf, israf ise haramdır." diye çıkışmıştı.
Hz. Ömer'in hâlifeliği sırasında Tûr sûresini okuyan güzel sesli birini duyduğu; bu okuyuştan etkilenerek hastalanıp bir ay kadar evinden dışarı çıkamadığı ve sahâbîlerin kendisini ziyarete geldiği nakledilir.
Hâlifeliği zamanında pekçok köleleri bulunmasına rağmen, sırtına yüklendiği odun destesini taşır ve "Niye bunu adamlarına taşıtmıyorsun?" diyenlere "Nefsimi denemek ve onu ıslah etmek istiyorum." cevâbını verirdi. Onun bu sözleri tasavvuf erbâbının nefs mücâhedesine örneklik teşkil edebilecek özelliktedir. Nefsinin, mala ve mevkîye güvenmesine fırsat vermezdi. Temkin ehliydi. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk'a münâcâtı sırasında: "Allâh'ım, sana yakın olup mekrine düşmemi mi, yoksa vaslınla senden kesilmemi mi murad edersin? Hayır hayır, en güzeli temkin." derdi.

c ) Hz. Osman (r.a.)
Hz. Osman(r.a.) Kur'ân okumaya düşkünlüğü, ağlaması, sehâveti, gece ibâdeti, hayâsı ve sabrı sebebiyle sûfîlere örnek olmuştu. Harama bakan bir gence: "Ben senin gözünde zinâ eseri görüyorum." diyerek basîretinin keskinliği ve firâsetini hissettirmişti. Allâh elçisine en sıkıntılı zamanlarında servetiyle destek olmuştu. Özellikle "Ceyşu'l-usra" diye bilinen Tebuk savaşında orduyu teçhiz etmek üzere ticaret kervanını bütün develeriyle birlikte infak ederek orduyu donatması ve "Bi'ru'r-Rûme" denilen bir kuyuyu sâhibinden satın alıp ümmetin istifâdesine sunmasıyla malını İslâm'a hizmet için tuttuğunu göstermiştir. Meleklerin bile kendisine imrendiği yüksek bir hayâ duygusuna sâhipti.
Hz. Osman: "Hayrı dört şeyde buldum:
1) Nâfilelerle muhabbet-i ilâhiyeye varmak,
2) Allâh'ın ahkâmını icrâda sabretmek,
3) Takdir-i ilâhiyeye rızâ göstermek,
4) Nazar-ı ilâhîden haya." diye konuşurdu.31
___________
22.bk. 1,28-400; 11,3-78
23.1,235-773; 11,7-75
24.bk. 1,14-24
25.1,23-71
26.bk. Tabakâtu's-sûfiyye, s. 3
27.bk. el-Luma, 168-169
28.Buharı, Fezâil, 16
29.Ebû Dâvûd, İmâre 18; Tirmizî, Menâkıb 17
30.el-Ahkâf, 46/20
31.bk. el-Luma,s. 178​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
..:: 3 ::..
d ) Hz. Ali (r.a.)
Hz. Ali (r.a.); Cüneyd gibi büyük sûfîlerin hakkında: "Eğer Hz. Ali savaşlarla meşgul olmasaydı, bu bizim ilmimize dâir çok şeyler söylerdi. Çünkü o, Allâh'ın kendisine ledünnî ilim verdiği bir kâmil insandı." dedikleri, Hz. Peygamber'in "İlim şehrinin kapısı"32 diye tanıttığı bir insandı. Bu husûsiyetleriyle Allâh Rasûlünün ashâbı içinde ince mânâlara, latif işâretlere, tevhîd, ma'rifet ve îmân konusunda veciz ibarelere sâhipti. Nitekim kendisine: "Rabbını nasıl tanıdın?" diye soranlara şu karşılığı vermişti: "O'nun kendisini tanıttığı şekilde, O hiçbir zaman sûrete benzemez, duygularla idrak olunamaz, insanlarla mukayese edilemez. Uzakta olana yakın, yakında olana uzaktır. Herşeyin üstündedir. Ancak bu, O'nun altında birşey vardır anlamına gelmez. O, herşeyin altındadır. Ancak bu da, O'nun üzerinde birşey olduğu anlamına gelmez. O herşeyin önündedir ama, O'nun önünde birşey vardır, demek değildir. O, eşyaya dâhildir, fakat herhangi birşey gibi birşeyin içinde onunla birlikte değil. Ben kendisi gibi hiçbir varlık bulunmayan Allâh'ı tesbih ederim."
Hz. Ali kendisine îmânı soran birisine: "Îmân, sabır, yakîn, adl ve cihad temellerine dayanır." diye cevap vermiş ve arkasından sabrı on makam üzere, yakîn adl ve cihadı da onar makam üzere anlatmıştır."33 Eğer bu rivâyet doğru ise tasavvufî makamlardan ilk bahseden kişi Hz. Ali'dir, denilebilir.
"İnsanların ayıp ve kusurlarından nasıl kurtulabileceğini" soran birine: "Aklını başkan, sakınmayı vezir, nasihati dizgin, sabrı kumandan, takvâyı azık, Allâh korkusunu yoldaş, ölümü ve belâyı hatırlamayı arkadaş" edinenlerin günah ve kusurlarından kurtulabileceğini söylemişti.
Hz. Ali, Hz. Ömer'e: "Dostumuz Allâh Rasûlüne kavuşmak dilersen yamalı gömlek giy, nalinini onar, emelini küçült, karnını doyurmadan ye!" diye nasihat etmişti.
Hz. Ali, namaz vakti geldiğinde tirtir titrer, yüzünün rengi değişirdi. "N'oluyor sana yâ Emîre'l-mü'minîn" denildiğinde: "Allâh'ın göklere, yere ve dağlara arzedip kabul etmedikleri ve insanın kabullendiği emanetin ifâsı vakti geldi. Korkum bu emaneti gereği gibi yerine getirememektir." derdi.
Hz. Ali şehîd edildiği zaman oğlu Hasan minbere çıkıp şunları söyledi: "Emîru'l-mü'minîn aramızda katlolundu. Dünyâya âit geriye sâdece bir hizmetçi satın almak için ayırdığı 400 dirhem bıraktı." diyerek onun dünyâya âit hiçbir mal bırakmadığını ümmete ilan etmişti.
Rivâyete göre Hz. Ali der ki: "Hayır dört şeyde toplanmıştır: Susmak, konuşmak, bakmak ve hareket. Allâh'ın adı geçmeyen bir konuşma boştur. Tefekkürü olmayan bir susma unutkanlık ve dalgınlıktır. İbretle olmayan bakış gaflet, Allâh'a kulluk için olmayan hareket kayıptır. Allâh, konuşması zikir, susması fikir, nazarı ibret, hareketi ibâdet olan kimseye rahmet etsin. İnsanlar böylelerinin elinden ve dilinden selâmettedir."
Ebû Nasr Serrâc, dört büyük hâlifenin tasavvufî hayât içindeki yerleri konusunda şunları söylemektedir: Dünyâyı bütünüyle terkederek elinde, avucunda bulunan herşeyi Allâh yolunda infak ile fakr-ı tammı seçenlerin imamı Hz. Ebû Bekir'dir. Dünyânın yarısından geçip, yarısını âile efrâdı ve akrabalarının hukukunu yerine getirmek için ayıranların önderi Hz. Ömer'dir. Dünyâlık malı Allâh için biriktiren veya Allâh için biriktirmekten sarf-ı nazar eden, biriktirdiğini Allâh için infak edip dağıtanların rehberi Hz. Osman'dır. Gönlünde bir dünyâ meyli duymayan, istemediği hâlde dünyâ kendisine doğru geldiğinde reddederek ondan kaçanların serveri İmam Ali'dir.34
* * *
Allâh Rasûlü ve hulefâ-i râşidînin hayâtında zühd, takvâ, sabır, tevekkül, cömertlik, ferâgat şeklinde yaşandığını gördüğümüz rûhânî ve mânevî hayâtın diğer sahâbîlerce de benimsendiğini ve en güzel örneklerinin onlar tarafından yaşandığını görüyoruz. Nitekim önceleri Allâh Rasûlü'nden dünyâlık isteyen hanımları bile, gelen âyetten35 sonra bundan vazgeçerek zühdî hayâtı benimsediler.
Âişe vâlidemiz şöyle anlatıyor: "Bir defasında giydiğim bir elbise çok hoşuma gitmişti. Hâlimden bunu farkeden babam Ebû Bekir: "Bilmez misin ki, insan dünyâ nîmetine hayranlık duyunca, o duygudan kurtuluncaya kadar Allâh kendisine gadap eder." dedi. Ben de o elbiseyi çıkarıp bir başkasına hediye ettim."
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, çocuklarından birine bir elbise satın almıştı. Çocuk sokağa çıkınca elbisesi yırtılmış ve koşarak babasına gelip: "Babacığım, elbisem yırtıldı." diye şikâyette bulunmuştu. Abdullah b. Ömer: "Yırtılan yerini yama ve tekrar giy!" diyerek oğlunu uyarmıştı.
Salim b. Abdullah anlatıyor: "Evlendiğim zaman babam, pekçok kimseyi düğünüme çağırmıştı. Davetliler arasında Ebû Eyyûb Ensârî de vardı. Evin duvarlarını süsleyen yeşil perdeleri gören Ebû Eyyûb: "Herkesin kadınların sözüne kanacağına inanırdım da, sizin inanacağınızı sanmazdım." demişti.
Abdullah b. Mes'ud, güzel ve yüksek bir ev yaptırmış ve Ammâr b. Yâsir'i evine çağırmıştı. Ammâr evi görünce:
"Evin yüksek, emelin büyük, ölümün yakın." diye ölümü hatırlatmış ve tûl-i emele kapılmamaya çalışmasını öğütlemek istemişti.

3. Ashâb-ı Suffe ve Zühdî Hayât
Ashâb-ı suffenin tasavvufî hayâtın ilk nüvesini teşkil ettikleri, hattâ sûfî ve tasavvuf kelimelerinin bunlara ad olan suffe kökünden geldiği öne sürülmüştür. Bunların genellikle muhâcir ve ensarın fakirlerinden oluşan, sayıları 70 ilâ 300 arasında değişen sahâbîlerden meydana geldiği bilinmektedir. Civar kabilelerden muallim istendiğinde Peygamberimiz, bunlar arasından seçip gönderirdi. Bu yüzden ashâb-ı suffe tekkenin de medresenin de İslâm târihindeki ilk nüvesi sayılır.
Hılyetü'l-evliyâ adlı eserinde ashâb-ı suffeyi tanıtan Ebû Nuaym İsfahani onlar hakkında şu görüşlere yer vermektedir: "Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini fânî birşeye güvenmekten koruduğu; fânîye aldanmak yerine, Allâh'ın emirlerine sarılmayı prensip hâline getirmiş kimselerdi. Bu hâlleriyle dünyâya değer vermeyenlere örnek olmuşlardı. Âileleri ve malları bulunmadığı gibi, kendilerini Allâh'ın zikrinden alıkoyacak bir ticaret ve meşgaleleri de yoktu. Dünyâ nâmına kaybettiklerine asla üzülmezler, âhıret namına kazandıklarına sevinmezlerdi."36
Ebû Nasr Serrâc, şu âyetlerin ashâb-ı suffe hakkında nâzil olduğunu ve onların özelliklerini anlattığını ifâde etmektedir:37
"Sadakalarınızı, kendilerini Allâh yolunda vakfedip çarşı-pazar dolaşamayan, durumlarını bilmeyenlerin iffet ve istiğnalarından dolayı kendilerini zengin sandığı, senin sîmalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip yalvara yakara isteyemeyen iffetli fakirlere verin."38
Müşrikler, Mescid-i Nebevî'nin sofasında barınan Ammâr, Suheyb ve Habbâb gibi kölelerin varlığından rahatsız olmuşlar ve bunların kovulmasını istemişlerdi de şu âyet-i kerîme nâzil olmuştu: "Sabah akşam, rızâsını dileyerek Rabblarına dua ve ibâdette bulunanları yanından kovma!"39 "Sabah akşam, Rabblarının rızâsını dileyerek dua edenlerle birlikte sen de sabret! Dünyâ hayâtının güzelliğini arzu ederek gözlerini onlardan başkasına çevirme!"40
Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâb-ı suffeyi sever ve onlarla dâimâ görüşürdü. Hattâ onlar etrafına toplanıp halka olunca, onlar kalkmadan kalkmaz, musâfaha ettiğinde onlar çekmedikçe elini çekmezdi. Ashâbına da onlara hürmet ve hizmet edilmesini tavsiye ederdi. Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hasan ve amcazâdesi Ca'fer'in oğlu Abdullâh, onlarla oturup kalkmaktan son derece hoşlanırlardı.
Ebû Hüreyre, Selmân Fârisî, Suheyb Rûmî, Ebû Musa Eş'arî ve Ebû Zerr gibi ünlü sahâbîler hep ashâb-ı suffedendi. Ebû Hüreyre'nin onlarla ilgili şu sözü, hâllerini en iyi şekilde özetlemektedir: "Suffe ashâbından yetmiş kadarını gördüm, giydikleri elbise namaz kılarken diz kapaklarına ulaşmıyordu. Bu yüzden rukûa vardıklarında avret yerleri açılmasın diye elbisenin eteğini çekiştiriyorlardı."
___________
32. Tirmizî, Menâkıb 20
33.el-Luma', s., 180
34.bk. a.e. s., 182
35.bk.el-Ahzâb,33/28-29
36.1,337-338
37.bk. el-Luma', s. 183
38.el-Bakara, 2/273
39.el-En'âm, 6/52
40.el-Kehf, 18/28​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
..:: 4 ::..
d ) Hz. Ali (r.a.)
Hz. Ali (r.a.); Cüneyd gibi büyük sûfîlerin hakkında: "Eğer Hz. Ali savaşlarla meşgul olmasaydı, bu bizim ilmimize dâir çok şeyler söylerdi. Çünkü o, Allâh'ın kendisine ledünnî ilim verdiği bir kâmil insandı." dedikleri, Hz. Peygamber'in "İlim şehrinin kapısı"32 diye tanıttığı bir insandı. Bu husûsiyetleriyle Allâh Rasûlünün ashâbı içinde ince mânâlara, latif işâretlere, tevhîd, ma'rifet ve îmân konusunda veciz ibarelere sâhipti. Nitekim kendisine: "Rabbını nasıl tanıdın?" diye soranlara şu karşılığı vermişti: "O'nun kendisini tanıttığı şekilde, O hiçbir zaman sûrete benzemez, duygularla idrak olunamaz, insanlarla mukayese edilemez. Uzakta olana yakın, yakında olana uzaktır. Herşeyin üstündedir. Ancak bu, O'nun altında birşey vardır anlamına gelmez. O, herşeyin altındadır. Ancak bu da, O'nun üzerinde birşey olduğu anlamına gelmez. O herşeyin önündedir ama, O'nun önünde birşey vardır, demek değildir. O, eşyaya dâhildir, fakat herhangi birşey gibi birşeyin içinde onunla birlikte değil. Ben kendisi gibi hiçbir varlık bulunmayan Allâh'ı tesbih ederim."
Hz. Ali kendisine îmânı soran birisine: "Îmân, sabır, yakîn, adl ve cihad temellerine dayanır." diye cevap vermiş ve arkasından sabrı on makam üzere, yakîn adl ve cihadı da onar makam üzere anlatmıştır."33 Eğer bu rivâyet doğru ise tasavvufî makamlardan ilk bahseden kişi Hz. Ali'dir, denilebilir.
"İnsanların ayıp ve kusurlarından nasıl kurtulabileceğini" soran birine: "Aklını başkan, sakınmayı vezir, nasihati dizgin, sabrı kumandan, takvâyı azık, Allâh korkusunu yoldaş, ölümü ve belâyı hatırlamayı arkadaş" edinenlerin günah ve kusurlarından kurtulabileceğini söylemişti.
Hz. Ali, Hz. Ömer'e: "Dostumuz Allâh Rasûlüne kavuşmak dilersen yamalı gömlek giy, nalinini onar, emelini küçült, karnını doyurmadan ye!" diye nasihat etmişti.
Hz. Ali, namaz vakti geldiğinde tirtir titrer, yüzünün rengi değişirdi. "N'oluyor sana yâ Emîre'l-mü'minîn" denildiğinde: "Allâh'ın göklere, yere ve dağlara arzedip kabul etmedikleri ve insanın kabullendiği emanetin ifâsı vakti geldi. Korkum bu emaneti gereği gibi yerine getirememektir." derdi.
Hz. Ali şehîd edildiği zaman oğlu Hasan minbere çıkıp şunları söyledi: "Emîru'l-mü'minîn aramızda katlolundu. Dünyâya âit geriye sâdece bir hizmetçi satın almak için ayırdığı 400 dirhem bıraktı." diyerek onun dünyâya âit hiçbir mal bırakmadığını ümmete ilan etmişti.
Rivâyete göre Hz. Ali der ki: "Hayır dört şeyde toplanmıştır: Susmak, konuşmak, bakmak ve hareket. Allâh'ın adı geçmeyen bir konuşma boştur. Tefekkürü olmayan bir susma unutkanlık ve dalgınlıktır. İbretle olmayan bakış gaflet, Allâh'a kulluk için olmayan hareket kayıptır. Allâh, konuşması zikir, susması fikir, nazarı ibret, hareketi ibâdet olan kimseye rahmet etsin. İnsanlar böylelerinin elinden ve dilinden selâmettedir."
Ebû Nasr Serrâc, dört büyük hâlifenin tasavvufî hayât içindeki yerleri konusunda şunları söylemektedir: Dünyâyı bütünüyle terkederek elinde, avucunda bulunan herşeyi Allâh yolunda infak ile fakr-ı tammı seçenlerin imamı Hz. Ebû Bekir'dir. Dünyânın yarısından geçip, yarısını âile efrâdı ve akrabalarının hukukunu yerine getirmek için ayıranların önderi Hz. Ömer'dir. Dünyâlık malı Allâh için biriktiren veya Allâh için biriktirmekten sarf-ı nazar eden, biriktirdiğini Allâh için infak edip dağıtanların rehberi Hz. Osman'dır. Gönlünde bir dünyâ meyli duymayan, istemediği hâlde dünyâ kendisine doğru geldiğinde reddederek ondan kaçanların serveri İmam Ali'dir.34
* * *
Allâh Rasûlü ve hulefâ-i râşidînin hayâtında zühd, takvâ, sabır, tevekkül, cömertlik, ferâgat şeklinde yaşandığını gördüğümüz rûhânî ve mânevî hayâtın diğer sahâbîlerce de benimsendiğini ve en güzel örneklerinin onlar tarafından yaşandığını görüyoruz. Nitekim önceleri Allâh Rasûlü'nden dünyâlık isteyen hanımları bile, gelen âyetten35 sonra bundan vazgeçerek zühdî hayâtı benimsediler.
Âişe vâlidemiz şöyle anlatıyor: "Bir defasında giydiğim bir elbise çok hoşuma gitmişti. Hâlimden bunu farkeden babam Ebû Bekir: "Bilmez misin ki, insan dünyâ nîmetine hayranlık duyunca, o duygudan kurtuluncaya kadar Allâh kendisine gadap eder." dedi. Ben de o elbiseyi çıkarıp bir başkasına hediye ettim."
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, çocuklarından birine bir elbise satın almıştı. Çocuk sokağa çıkınca elbisesi yırtılmış ve koşarak babasına gelip: "Babacığım, elbisem yırtıldı." diye şikâyette bulunmuştu. Abdullah b. Ömer: "Yırtılan yerini yama ve tekrar giy!" diyerek oğlunu uyarmıştı.
Salim b. Abdullah anlatıyor: "Evlendiğim zaman babam, pekçok kimseyi düğünüme çağırmıştı. Davetliler arasında Ebû Eyyûb Ensârî de vardı. Evin duvarlarını süsleyen yeşil perdeleri gören Ebû Eyyûb: "Herkesin kadınların sözüne kanacağına inanırdım da, sizin inanacağınızı sanmazdım." demişti.
Abdullah b. Mes'ud, güzel ve yüksek bir ev yaptırmış ve Ammâr b. Yâsir'i evine çağırmıştı. Ammâr evi görünce:
"Evin yüksek, emelin büyük, ölümün yakın." diye ölümü hatırlatmış ve tûl-i emele kapılmamaya çalışmasını öğütlemek istemişti.
3. Ashâb-ı Suffe ve Zühdî Hayât
Ashâb-ı suffenin tasavvufî hayâtın ilk nüvesini teşkil ettikleri, hattâ sûfî ve tasavvuf kelimelerinin bunlara ad olan suffe kökünden geldiği öne sürülmüştür. Bunların genellikle muhâcir ve ensarın fakirlerinden oluşan, sayıları 70 ilâ 300 arasında değişen sahâbîlerden meydana geldiği bilinmektedir. Civar kabilelerden muallim istendiğinde Peygamberimiz, bunlar arasından seçip gönderirdi. Bu yüzden ashâb-ı suffe tekkenin de medresenin de İslâm târihindeki ilk nüvesi sayılır.
Hılyetü'l-evliyâ adlı eserinde ashâb-ı suffeyi tanıtan Ebû Nuaym İsfahani onlar hakkında şu görüşlere yer vermektedir: "Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini fânî birşeye güvenmekten koruduğu; fânîye aldanmak yerine, Allâh'ın emirlerine sarılmayı prensip hâline getirmiş kimselerdi. Bu hâlleriyle dünyâya değer vermeyenlere örnek olmuşlardı. Âileleri ve malları bulunmadığı gibi, kendilerini Allâh'ın zikrinden alıkoyacak bir ticaret ve meşgaleleri de yoktu. Dünyâ nâmına kaybettiklerine asla üzülmezler, âhıret namına kazandıklarına sevinmezlerdi."36
Ebû Nasr Serrâc, şu âyetlerin ashâb-ı suffe hakkında nâzil olduğunu ve onların özelliklerini anlattığını ifâde etmektedir:37
"Sadakalarınızı, kendilerini Allâh yolunda vakfedip çarşı-pazar dolaşamayan, durumlarını bilmeyenlerin iffet ve istiğnalarından dolayı kendilerini zengin sandığı, senin sîmalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip yalvara yakara isteyemeyen iffetli fakirlere verin."38
Müşrikler, Mescid-i Nebevî'nin sofasında barınan Ammâr, Suheyb ve Habbâb gibi kölelerin varlığından rahatsız olmuşlar ve bunların kovulmasını istemişlerdi de şu âyet-i kerîme nâzil olmuştu: "Sabah akşam, rızâsını dileyerek Rabblarına dua ve ibâdette bulunanları yanından kovma!"39 "Sabah akşam, Rabblarının rızâsını dileyerek dua edenlerle birlikte sen de sabret! Dünyâ hayâtının güzelliğini arzu ederek gözlerini onlardan başkasına çevirme!"40
Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâb-ı suffeyi sever ve onlarla dâimâ görüşürdü. Hattâ onlar etrafına toplanıp halka olunca, onlar kalkmadan kalkmaz, musâfaha ettiğinde onlar çekmedikçe elini çekmezdi. Ashâbına da onlara hürmet ve hizmet edilmesini tavsiye ederdi. Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hasan ve amcazâdesi Ca'fer'in oğlu Abdullâh, onlarla oturup kalkmaktan son derece hoşlanırlardı.
Ebû Hüreyre, Selmân Fârisî, Suheyb Rûmî, Ebû Musa Eş'arî ve Ebû Zerr gibi ünlü sahâbîler hep ashâb-ı suffedendi. Ebû Hüreyre'nin onlarla ilgili şu sözü, hâllerini en iyi şekilde özetlemektedir: "Suffe ashâbından yetmiş kadarını gördüm, giydikleri elbise namaz kılarken diz kapaklarına ulaşmıyordu. Bu yüzden rukûa vardıklarında avret yerleri açılmasın diye elbisenin eteğini çekiştiriyorlardı."
___________
32. Tirmizî, Menâkıb 20
33.el-Luma', s., 180
34.bk. a.e. s., 182
35.bk.el-Ahzâb,33/28-29
36.1,337-338
37.bk. el-Luma', s. 183
38.el-Bakara, 2/273
39.el-En'âm, 6/52
40.el-Kehf, 18/28​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
ZÜHD DÖNEMİ
..:: 5 ::..
6. İlk İki Asır'da Başlıca Zühd Mektepleri
Hicrî II. asırın sonuna kadar olan dönem genellikle zühdün ferdî olarak yaşandığı bir dönem olmakla birlikte bâzı bölgelerde belli başlı zâhidlerin açtığı bir zühd çığırı gözlenmektedir. Bunların başhcaları Medîne, Basra, Kûfe ve Horasan mektebidir.

Hicrî I. II. (M. VII. ve VIII.) Asır'daki Zühd Mektepleri
a) Medîne Mektebi
Zühd ve tasavvufun Kur'ân ve sünnetten alınan temel esasları İslâm devletinin ilk başkenti olan Medîne'de hayâta yansımıştır. Zühdî hayâtın en güzel örnekleri orada Hz. Rasûlullah (s.a.s.) ile hulefâ-i râşidîn, ashâb-ı kiram ve ashâb-ı suffenin hayâtında yaşandı. Medîne, zühdî hayâtın merkezi olmaya, Emevîlerin başkenti Şam'a taşıdıkları yıllara kadar devam etti. Şam'da Emevî saltanatının hüküm sürdüğü yıllarda Medîne'de Saîd b. Müseyyeb (ö.90/709) gibi zâhidler eksik değildi. Siyasî otoritenin merkezi Şam'a taşınınca Medîne mânevî hayât açısından daha bir önem kazandı. Allâh Rasûlünün beldesi ve başkenti siyâsî çalkantılardan bunalanların sığındığı bir selâmet sahili oldu. Vakıâ zaman zaman Abdullah b. Zübeyr gibi siyâsî kavganın içinde yer alan kimseler ve onların taraftarları görünse bile, Medîne genel havası îtibârıyla bir zühd şehriydi.
b) Kûfe Mektebi
Hz. Ali'nin devletine başkent yaptığı bu şehir, Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin'in şehid edildiği Kerbelâ'ya yakındır. Ehl-i Beyt taraftarları ile şîa mensuplarının Şam'daki Emevî hânedanına karşı savaş verdikleri bir merkezdir. Hz. Hüseyin'in şehâdetinden sonra meydana gelen pişmanlık sebebiyle bu bölge insanlarından bir grup, üzüntü ve gözyaşı ile kendilerini zühd ve ibâdete verdiler. "Bekkâûn" adıyla anılan bu gruba, pişmanlıkları sebebiyle "Tevvâbûn" adı da verilmiştir. Siyâsî kargaşanın âmil olduğu bu zühdî hayât, bâzı araştırıcıların ifâdesiyle Yemen halkının "misâli ve sembolî" özelliğini taşır. Mezhep de şia ve ehl-i beyt temayülüyle tanınır. Bunların hadîs ilmiyle olan ilgilerinde zâhir ve zâhire âit konular ağırlık kazanır. Şiirde de plâtonik aşk anlatımı esastır. Tavus b. Keysân, Saîd b. Cübeyr, Mansûr b. Ammâr, Câbir b. Hayyân ve Rebî b. Haysem burada yetişen ilk zâhidlerdendir. İlk defa sûfî lakabıyla anılanlar genellikle Kûfe'den çıkmıştır. Ebû Hâşim Sûfî (ö.l50/767) Kûfelidir.
Ebû Haşim Sûfî, önce Kûfe'de, ardından Bağdad'da yaşamış ve buralarda meşhur olmuş bir sûfîdir. Melâmet anlayışına yakın fikirlere sâhiptir. Onun anlayışında, ihlâsa ermekten çok, riyâdan korunmak esastı. Nitekim Süfyân Sevrî'nin onun hakkındaki şu sözü bunu gösterir: "Ebû Hâşim olmasa riyânın ince noktaları bilinmezdi."​

c) Basra Mektebi
Basra, İslâm tasavvufunda siyasetten uzak bir zühdî hayâtın merkezi olmuştur. Çünkü burada yetişen Hasan Basrî, İslâm'da kitap ve sünnete dayalı ehl-i sünnet anlayışını ilk sistemleştiren zâhid-sûfî olarak anılır. Basra mektebi Temîmoğullarına bağlı bulunduğundan, tenkid ve araştırma özelliği taşır. Şiirde rasyonalist bir telakkiye sâhip olan Basra mektebi, hadîste de araştırıcı ve sık eleyici bir yapıyı hâizdi. Mezhep îtibârıyla genelde ehl-i sünnet, kısmen de Mu'tezile olan Basra mektebinin Hasan Basrî'den sonraki en ünlü isimleri, onun talebeleri olan Mâlik b. Dinâr, Abdülvâhid b. Zeyd'dir.
Hicrî I. ve II. asrın zâhidlerinin en önemli özelliği, cehennem korkusu ve cennet ümidi ile gözyaşı dökmek, ibâdet ve riyâzatla Hakk'a bağlanmak, dünyâdan el-etek çekmekti. Ancak bu asırlarda Râbiatü'l-Adeviyye ve Ma'rûf Kerhî gibi, sevgiyi öne çıkaran bir anlayış da yaygınlaşmaya başladı. Böylece Basra'daki tasavvuf mektebi Hasan Basrî ve Râbia'nın önderliğinde iki türlü gelişme gösterdi: Korku ve Hüzün Ekolü, Sevgiye Dayalı Zühd Yolu.
aa. Korku ve Hüzün Ekolü: Bu ekolün kurucusu Hasan Basrî, 21/642-110/728 yılları arasında yaşadı. Hz. Peygamber'in hanımlarından Ümmü Seleme'nin himâyesinde Medîne'de yetiştiği ve Basra'da yaşadığı bilinir. Hadîs, fıkıh, kelâm ve tasavvuf sahasında üstad sayılan Hasan Basrî, iyi bir hatipti. Sûfî tabakât kitapları, özellikle Ebû Nuaym ve ondan naklen diğerleri, onun havf ve hüzün ile me'lûf olduğunu anlatır.49 Tanıyanların "dâimâ gözü yaşlı ve yüzü kederli" diye târif ettiği Hasan Basrî, dünyâ ikbâline değer vermeyen ve dünyâya sırt çeviren bir zâhiddi. Zâhidliği kadar tefekkür ve tezekküre dayalı bir tasfiyeyi benimsemişti. Ancak onun bu derin rûh hayâtı, hüzün, havf ve fakra âit söz ve tavırları, zâhidliği bir gâye ve nihâî amaç hâline getirmek değil, aksine bir hayra erişmek ve bir serden kurtulmak içindi. Erişmek istediği hayır, cennet ve rızâ-i ilâhî; kurtulmak istediği korku, cehennem ve gadab-ı ilâhîydi.
Terâcim-i ahvâl ve tabakât kitapları onun, cehennemin sâdece kendisi için yaratılmışçasına cehennemden korktuğunu kaydeder. Korku ve hüzün konusunda: "Îmân eden kişinin kaygı ile sabahlayıp akşamladığını" söylerdi. Çünkü mü'min iki korku arasındadır. Biri geçmiş bir suç, diğeri kalan bir ömür. İnsan işlediği suçunun Allâh tarafından nasıl karşılanacağını bilemediği gibi, ömrünün kalan kısmında nelerle karşılaşacağının da farkında değildir.
Hasan Basrî ile başlayan bu tasavvufî cereyanın temel özelliği, insanı îmâna kavuşturan tefekkür, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye sûretiyle insanı Allâh'ın rızâsına kavuşturan korku ve hüzündür. Hüznün temelinde tefekkür vardır. Çünkü tefekkür, insanı hem iyiliğe, hem de iyiliği yapmaya çağırır. Kötülüğü yapmaktan pişman olmak onu yapmamayı sağlar. Fâni olan ne kadar çok olsa, bâkî olana denk olamaz.
Basra mektebi, Hasan Basrî'nin Habîb A'cemî (ö.115/733), Muhammed b. Vâsî (ö.127/744), Mâlik b. Dînâr (ö.131/748), Eyyûb Sahtiyânî (ö.131/748) Ferkad Sebahî (ö.131/748), Abdülvâhid b. Zeyd (ö.177/793) gibi talebeleri vâsıtasıyla devam etmiştir.50
___________
49.bk. Hilyetü'l-evliyâ, II, 131-132
50. Hasan Basrî ve talebeleri için bk. Abdurrahman el-Bedevî, a.e., s., 152-214​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
ZÜHD DÖNEMİ
..:: 6 ::..
bb.Sevgiye Dayalı Zühd Yolu: İlk temsilcisi Râbia Adeviyye'dir. Râbia, hemşehrisi Hasan Basrî'den farklı bir tasavvufî anlayışın sâhibi ve kurucusu olmuştur. Onun geliştirdiği tasavvufî hayât, sevgi ağırlıklıdır. Allâh'ı zâtından dolayı severek dünyâdan el-etek çekmek ve yalnız O'nun cemâlini temaşâya gönül vermektir. Böylece Râbia sevgiyi ikiye ayırmış olmaktadır:
1. İnsanı mâsivâ ile meşgul eden sevgi;
2. Allâh'ı zâtı için sevmek.
Râbia sıcak bir aşktan kaynaklanan vuslatı tadan ve cemâlullah peşinde koşan bir zâhide idi. O'nun sevgiye dayalı zühd anlayışı şu kıtada özetlenmiştir:
Seni iki sevgi ile seviyorum. Biri Sana karşı aşk ile bağlanışımın ifâdesi, öbürü Senin sevilmeye lâyık oluşunun içimde meydana getirdiği sevgi.
Sana sevgi ile bağlanışım yüzünden yalnız Seni anıyor, Senden başkasıyla alâkadar olmuyorum.
Senin sevgiye lâyık oluşunsa Seni görmek için aradaki perdeleri kaldırmandır.
Râbia, Allâh'a olan sevgisinden dolayı, ibâdetlere mukabil cennet beklentisini, efendisine ücret karşılığı hizmet eden bir hizmetçi konumuna düşmek olarak görür. Çünkü sevgi ve aşk, sevgiliden karşılık beklemeye mânîdir. Râbia Adeviyye, Hasan Basrî'den hemen sonraki nesildendir. 185/801 yılında vefât etmiştir. Bir başka şiirinde de şöyle der:
Allâh'ı sevdiğini söylüyorsun, fakat O'na karşı gelmeye devam ediyorsun.
Senin sevgin gerçek olsaydı O'na itaat ederdin. Çünkü seven sevdiğine itaat eder.
Râbia, Allâh sevgisine engel her türlü sevgiyi Hakk'a perde görürdü. Kulluğu da Allâh sevgisi şartına bağlardı:
Allâh'ım Sana Cehennemden korkarak ibâdet ediyorsam beni Cehennem ateşinde yak. Eğer Sana Cennet ümidiyle tapıyorsam Cennetini bana haram kıl.
Benim Sana olan sevgi ve ibâdetim, Senin sevilmeye ve kulluğa lâyık bir mâbûd oluşundandır.
Sözlerinde ve şiirlerinde sevgi kavramını açıkça ilk defa kullanan Râbia olmakla birlikte bu anlayış, daha sonraki dönemlerde korku ve hüzne dayalı tasavvufî telakkîden daha fazla yaygınlaşmış, hattâ tasavvuf, geneli îtibârıyla, bir sevgi ve gönül mektebi hâlini almıştır.​

d) Horasan Mektebi
"Horasan diyârı" olarak anılan Mâverâünnehr bölgesinin hicrî II. asırdan başlayarak son devirlere kadar mühim tasavvufî şahsiyetlerle temâyüz ettiği ve pek çok ekolün kurucusunun bu bölgeden yetiştiği, özellikle Anadolu'nun İslâmlaşması ve Türkleşmesi olayında hizmet îfâ eden sûfîlerin bu bölgeden geldiği bilinmektedir. Bu îtibârla Horasan tasavvufunun tasavvuf târihinde önemli bir yeri vardır. İbrahim b. Edhem (ö.161/777), Fudayl b. İyâd (ö.187/802), Şakîk Belhî (ö.194/809) bu bölgeden yetişen ilk zâhidlerdir. Horasan asıllı olan bu ilk zâhidler, daha sonra Basra ve Bağdad civarına gelerek, o bölgedeki tasavvufî cereyanların tesiriyle yetişmişlerdir. Bu yüzden Horasan bölgesi ilk zâhidlerinde, Basra mektebinin zühd, fakr, ibâdet, Allâh korkusu gibi bâriz vasıfları göze çarpmaktadır. Horasan zâhidleri bu vasıflardan başka bir de "tevekkül" konusundaki fikirleriyle farklı bir tablo sergilemişlerdir. Onlar tevekkülü "Allâh'ın vaadine karşı nefsin tam bir itmi'nan içinde olması" şeklinde yorumlamışlardır. Daha sonraki yıllarda Nişabur ekolüyle "melâmet ve fütüvvet" konularına ağırlık verecek olan bu ekol, "rızâ"nın makam veya hâl olması gibi bir tartışma ile makamı hâl olarak savunup Bağdad ekolünden ayrılmıştır.
Hicrî II. asırın sonuna kadar olan dönemde Râbiatü'l Adeviyye "muhabbetullah"ı, Ma'ruf Kerhî "ma'rifetullah"ı zühdün esası yaptı. Mânevî eğitimde mürşid edinme işi de Ma'ruf'un geliştirdiği hususlar arasındadır. Gerek Râbia, gerekse Dâvûd Tâî bekârdır. Dâvûd Tâî, kitaplarını ırmağa atarak riyâzata yönelmiştir. Yine bu dönemde riyâzat ve mücâhede hayli ileri noktalarda uygulanmıştır. Cezbe, vecd ve semâ gibi konular henüz pek yaygınlık kazanmış değildir.​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TASAVVUF DÖNEMİ
..:: 1 ::..
l- H.III-IV, M. IX-X. Asırlarda Tasavvuf
H. III.-IV, M. IX.-X. asırlar tasavvuf târihinde yüzyıllar boyu kendilerine bağlanılan büyük mutasavvıfların yetiştiği önemli bir dönemdir. Bu asırlar, İslâm siyâsî, içtimaî ve ilimler târihi açısından büyük önem taşımaktadır. Abbasî devletinin gelişme dönemi sayılan bu yıllar, Bağdad ve çevresinin ilim merkezi hâline geldiği yıllardır. Muhtelif kavim ve kabilelerin birbiriyle kaynaşıp tanıştığı ve muhtelif kültürlerin buluştuğu bir dönemdir. Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi bâtıl cereyanlar, Mâtürîdîlik ve Eş'arîlik gibi ehl-i sünnet kelâm mezhepleriyle Hânefiyye, Mâlikiyye, Şâfiiyye ve Hanbeliyye gibi amelî mezhepler ve ardından felsefî cereyanlar hep bu asırlarda ortaya çıkmışlardır. Bu asırlarda Şîa'nın belli ölçüde teşkilatlanmış olduğu hesaba katılırsa, bu yüzyıllar hem siyasî, hem içtimaî, hem de dînî açıdan son derece hareketli bir dönemdir.
Bu asırlar tasavvufun fıkıh, kelâm ve hadîs gibi ilimlerden ayrılıp inkişâf ettiği tekâmül devresidir. İlk tasavvufî eserler bu dönemde kaleme alındığı gibi, ilk tasavvuf kavramları da bu dönemde kullanılıp yaygınlaşmaya başlamıştır. Tasavvuf, tahalluk (eğitim) ve tahakkuk (keşf ve ma'rifet) boyutuyla bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir. Bu dönemin mutasavvıfları insan rûhunu tahlil etmekte; ona ârız olan hâlleri beyan ederek geçeceği makamlardan bahsetmekte, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesi gibi konuları gündeme getirmektedir. Fenâ ve bakâ kavramlarıyla ittihad fikri ilk defa bu asırlarda Hallaç (ö.309/921) ve Bâyezid (ö.262/875) gibi mutasavvıflarca ifâde edilmiştir.
Râbia ile başlayan sevgi ağırlıklı tasavvufî düşünce Ma'ruf Kerhî ile gelişmiş, H. III. ve IV. asırda tasavvufî telakkilerin ağırlıklı konusu hâline gelmiştir. II. asırda Hasan Basrî ve talebelerince temsil edilen Basra mektebinin hüzün ve korkuya dayalı tasavvuf telakkisi III. asırda artık yavaş yavaş yerini aşk ve muhabbete bırakmıştır. III. asırda yetişmiş ve eserleriyle daha sonraki dönemleri etkilemiş bulunan Hâris el-Muhâsibî'nin de sevgi üzerine eser yazması veya eserlerinde sevgiye özel bir bölüm ayırması, bu dönem tasavvufunun "sevgi damgası" taşıdığını gösterir.
Hicrî ilk iki asrın zâhid-sûfîleri genellikle Basra, Kûfe ve Horasan'dan yetiştikleri hâlde III. ve IV. asrın mutasavvıfları İslâm memleketlerinin hemen her tarafından, tasavvufun değişik boyutlarıyla temâyüz edip yetişmişlerdir. Basra, Kûfe ve Horasan, tasavvufî canlılığını sürdürürken, Mısır, Nişabur, Şam ve özellikle Bağdad bu asırlarda büyük mutasavvıflar yetiştirmiştir.
Basra'da Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö.283/896), Kûfe'de İbn Semmâk (ö.183/799), hicrî üçüncü yüzyılın mutasavvıfları arasında sayılırken, Horasan'da Ahmed b. Harb (ö.234/848), Hâtim-i Esamm (ö.237/851), Ahmed b. Hadraveyh (ö.240/854), Ebû Türâb Nahşebî (ö.245/859), Ebû Abdullah Siczî (ö.III./IX.asır), tevekkül ve fütüvvet ağırlıklı Horasan tasavvufunun temsilcilerini oluşturur. Horasan'da bu yıllarda gelişen fütüvvet genellikle şecaat, mürüvvet, sehâvet ve kerem anlamları taşımakla birlikte, îsâr, kendini hizmete fedâ, başkalarına eziyet vermemek, iyiliği yaymak, sızlanmayı bırakmak, makam tutkusundan uzaklaşmak ve nefsle savaşmak gibi anlamlar kazanmıştır.
Bu asırlarda Horasan ve Mâverâünnehr bölgesinde yetişen mutasavvıfların önde gelenlerinden biri 'Hakîm Tirmizî' diye maruf olan Ebû Abdullah Muhammed b. Ali (ö.320/932)'dir. Hânefî fıkhını ve İslâm'ın zâhirî ilimlerini tahsil eden, hadîs ilminde de belli bir yeri bulunan Hakîm Tirmizî, Tasavvufta özellikle "Velâyet" konusunda yazdığı Hatmu'l-Velâye adlı eseriyle dikkat çekmiştir. İbn Arabî onun eserlerinden yararlanmıştır. Hakîm Tirmizî, mutasavvıflar arasında felsefeyle meşgul bulunanların ilklerindendir.

2- H. III ve IV. Asırlardaki Tasavvuf Mektepleri
a. Nişabur Mektebi, Fütüvvet ve Melâmet
Hicrî II. asır'da tasavvufun önemli merkezlerinden biri olan Horasan'ın yanısıra, III. asırda Nişabur'un da "fütüvvet ve melâmet" özellikleriyle tanınan bir merkez hâline geldiği görülmektedir. Bu asırlarda, bu bölgede yetişen mutasavvıfların başlıcaları, Bâyezid Bistâmî, Yahyâ b. Muâz Râzî, Ebû Hafs Haddâd ve Hamdûn Kassâr'dır.
Bâyezid Bistâmî, sekri sahvına, mahvı isbatma gâlip ve şatahât üslubuyla konuşan bir sûfîdir. Bu yüzden sözleri bazan kendisi hakkında bir takım endişeler uyandırmıştır. Onun 'Sübhânî mâ a'zame şânî" (Ben kendimi tesbih ederim, benim şânım ne yücedir!) "Leyse fi cübbetî sivallâh" (Cübbemin içinde Allâh'tan başkası yok) sözleri, ilk vahdet-i vücûd terennümleri sayılabilir. Bâyezid fenâya erişini şöyle anlatır: "Beni bir kerre karşısına aldı ve dedi ki: "Ey Bâyezid, halk Beni görmek istiyor." Ben de dedim ki: "Öyleyse beni vahdâniyetinle süsle, benliğini giydir, ahadiyyete erdir. Halk Senin sıfatlarını görünce Seni gördük desinler. O zaman Sen, Sen olursun, ben ise orada bulunmam."
Bâyezid bu sözleriyle "fenâ fillâh" ile benlikten geçmeyi mânevî sekr hâlini anlatmaktadır. Bâyezid, tasavvuf kavramlarına "sekr" kavramını kazandırmış ve bu kavram muhabbet ve aşk kelimelerinin yanında önemli bir yer tutmuştur.
Nişabur'dan yetişen sûfîlerden biri olan Yahyâ b. Muâz Râzî (ö.258/871), Bâyezid'in hem hemşehrisi hem de çağdaşıdır. O da fenâ, vecd ve sekrden bahseden, "aşk sarhoşu" deyimini kullananlardandır. Râbia'dan sonra Allâh sevgisi konusunda Ma'rûf kerhî gibi, açıkça söz söyleyenlerin ilklerindendir. Onun muhabbet anlayışı huşû, huzû ve Allâh'a teslîmiyet gibi fazîletlere dayanır. Ona göre muhabbetin hakîkati, vuslatla artmaz, hicrânla azalmaz. Yahyâ, muhabbetten başka mârifetten de bahseden ve Hakk'ın mârifetini halkın mârifetinden üstün sayan bir sûfîdir. Hakk'tan uzaklaşmayı/fevt, halktan uzaklaşmayı mevt diye adlandırır, fevti mevtten daha kötü görür. Çünkü fevt, gafletle fırsatı kaçırmak, insan ile Allâh arasındaki bağlantıyı kesmektir. Mevt ise halk ile alâkayı kesmek, Hakk ile irtibatı sağlamlaştırıp mârifetullâha ermektir.
Yahyâ b. Muâz, Bâyezid gibi sekri esas alan tasavvufî görüşün sâhibi olduğu hâlde, zühdün esası sayılan temel ilkelere sıkısıkıya bağlıydı. Zâhidliğin az uyumak, az konuşmak, az yemek ve halvetle tamamlanabileceğini söylerdi.
Bâyezid ve talebesi Yahyâ "sekr"in savunucusu oldukları hâlde, onlarla çağdaş sayılan Bağdad mektebinin güçlü temsilcileri Cüneyd ve arkadaşları sekr yerine "sahv" ve temkinden yana olmuşlardır.
Horasan asıllı Nişabur sûfîlerinden biri de Ebû Hafs Haddâd (ö.270/883)'dır. Tasavvufu "Edepden ibârettir." diye tanımlayan Ebû Hafs, Horasan mektebinin fütüvvet telakkisini benimseyen, hac yolculuğu sırasında Irak ve Hicaz bölgesindeki sûfîlerle görüşen ve onların fikirlerinden de etkilenmiş bulunan bir mutasavvıftı. Fütüvveti "Başkalarına insafla muamele etmek ve başkalarından insaf etmelerini beklememek" diye tanımlar ve fütüvvetin sözle değil, fiil ve tatbîkatla gerçekleşebileceğini söylerdi.
Nişabur mektebine mensup mutasavvıflar, Basra mektebinden etkilenmekle birlikte, daha çok Horasan mektebinin tesiri altındaydılar. Aslında tasavvufî ekoller, gerek kaynaklarının aynı oluşu, gerekse devamlı münâsebetleri sayesinde, dâimâ birbirlerinden etkilenmişlerdir.
Hamdûn Kassâr (ö.271/884) ile Nişabur'da ortaya çıkan "melâmet" fikri, Irak'ta ve diğer bölgelerde gelişen zühd ve tasavvuf hareketine bir tepki mesâbesindeydi. Melâmiler Irak tasavvufunu daha çok şekil, kisve ve zâhirî şartlar ağırlıklı bir ekol olarak görürken, melâmet fikrini dînî ve içtimaî merasimlere karşı bir tepki olarak değerlendirmekteydiler. Melâmet genellikle, "nefsi dizginlemek, kınamak, itham etmek, kendine âit ibâdet ve tâatları azımsamak" şeklinde anlaşılır. Bu yüzden melâmet fikri selbî düşünceye daha çok ağırlık verir. Melâmetî, zemm ve levm fiillerinden bahsettiği kadar sena ve medih fiillerinden bahsetmez. Riyâyı anlattığı ve çirkinliklerinden bahsettiği kadar ihlâstan söz etmez. Bu düşünceye sâhip kişiler, amellerinin eksiklik ve kusurlarını anlatmayı amellerinin güzellikleri konusunda söz etmeye tercîh ederler. Bu yüzden melâmet "sahv" yolunu benimseyen, halvetten çok celvete önem veren bir anlayıştır. Nişabur'da gelişen melâmet anlayışının ilk tabakasını Hamdûn Kassâr ve Ebû Osman Hîrî (ö.298/910); ikinci tabakasını Mahfuz b. Mahmûd Nişâbûrî (ö.303/915), Ebû Muhammed Murtaış (ö.328/939), Abdullah b. Münâzil (ö. 329/940); üçüncü tabakasını da Ebû Bekir Nişâbûrî (ö.360/970), Ebu'l-Huseyn Ali b. Bundar (ö. 350/961), Ebu'l-Hasan Bûşencî (ö.348/958), Ebû Amr İsmail b. Nüceyd (ö.366/976) teşkil eder.1

___________
1. bk. Afîfî, el-Melâmetiyye, s., 44 vd.​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TASAVVUF DÖNEMİ
..:: 2 ::..
Başlangıçta tasavvufa tepki gibi ortaya çıkan melâmet hareketi, daha sonraları tasavvufî sistem içinde, bir yandan bir meşrebin adı olma özelliği kazanırken, diğer yandan bir tarîkatın adı olmuştur. Bununla birlikte târih boyunca melâmet fikri ve melâmîlik mensubu kişiler, genellikle ihtiyatla karşılanmış ve zaman zaman da takibata uğramıştır.
b. Mısır Mektebi, Mârifet ve Muhabbet
Mısır'da sistem bâzında tasavvufun temelleri Zünnûn Mısrî (ö.245/859) tarafından atılmıştır. Zünnûn, Ma'ruf Kerhî'den sonra mârifet ve muhabbet konusunda söz söyleyen ve bu konuda nazariye geliştiren sûfîlerdendir. Ona göre mârifet üç türlüdür: Birincisi genel anlamda mü'minlerin, ikincisi kelâmcıların ve hikmet ehli kişilerin, üçüncüsü de Allâh'ı kalbleriyle tanıyan evliyânın mârifetidir. Bu üçüncüsü mârifet derecelerinin en üstünü olup yakîn ile dopdoludur. Allâh'ı vahdet sıfatıyla tanımaktır. Bu tür bir mârifet, istidlal ve nazar yoluyla değil, ilham yoluyla gönle doğan, Allâh tarafından kalbe ifâza olunan bir mârifet türüdür. Keşf ve ilham ile hâsıl olan bu mârifetin dışındaki yollarla Zât-ı kibriyâ'yı tanımak, ancak selbî sıfatlarla olur. Zünnûn yakînî mârifetin Hakk'ın bir ikrâmı olduğunu şu lâfızlarla anlatır: "Ben Rabbımı Rabbımla tamdım. Eğer O olmasaydı asla O'nu tanıyamazdım."
Zünnûn'un mârifetle ilgili gördüğü muhabbet, insanı Allâh ile ittisale erdirecek mâhiyettedir. İnsan bu sevgi ve ittihad sayesinde kendisinin Hakk'ta müstağrak olduğunu hisseder. Ancak böylesine ulvî ve rûhî sevgiye eren kimse, durumunu başkasına arzetmekten sakınmalı, sır saklamasını bilmelidir.
Zünnûn Mısrî, Mısırlı bir sûfî olmakla birlikte, onun tesir ve nüfûzu, Mısır dışında Sehl b. Abdullah Tüsterî, Ebû Türâb Nahşebî, Ebû Abdullah b. Cellâ ve Ebû Saîd Harrâz gibi mutasavvıflara kadar uzanmıştır.2

c. Şam Mektebi, Açlık ve Gece İbâdeti
Şam tasavvufu, genellikle açlıkla eğitimi ve gece ibâdetini öne çıkaran ve bu yüzden "Cûıyye ve ehlü'1-leyl" adıyla anılan sûfîlerce temsil edilmiştir. Bunların başında Ebû Süleyman Dârânî (ö.215/830) ve talebeleri Ahmed b. Ebi'l-Havârî ile Ahmed b. Âsım Antâkî gelmektedir. Ebû Abdullah b. Cellâ ile Feth Mevsılî bu dönemde Şam bölgesinde yetişen ünlü mutasavvıflar arasında yer alır.
Şam mektebinin önderlerinden sayılan Dârânî, tasavvuf târihinde "ehlü'1-leyl" tâbirini ilk kullanandır. Ona göre ehlü'1-leyl olan kimselerin gece ibâdetinden aldığı tad ve haz, eğlence düşkünlerinin eğlenceden aldıkları taddan daha fazladır. Dârânî, ehlü'l-leyli üç derece olarak tasnif eder: Birinci derece, düşünerek okuyan ve ağlayan, ikinci derece düşününce cezbelenip sayha eden ve bununla rahatlayan, üçüncü derece ise okuduğunu düşünen ve bunun sonucu şaşkınlık ve hayrete düşerek sayha etmeye mecali kalmayanlardır. Yine o, "takvâ ehli kimselerin ölümünü ebedî hayâta açılan bir kapı olarak görmekte, diri oldukları hâlde nice ölmüş kimselerin bulunduğuna" dikkat çekmektedir. Allâh ile kul arasındaki sevginin "dil dudak deprenmeden" anlaşılması gereken bir keyfiyet olduğuna işâretle der ki: "Ârifin basîret gözü açılınca dünyâ gözü kapanır. Artık Allâh'tan başka birşeyi görmez olur." Ebû Süleyman'a göre kalbe dünyâ yerleşince orada âhırete yer kalmaz.
Dârânî'nin talebesi ve Cüneyd'in arkadaşı bulunan Ahmed b. Ebi'l-Havârî, Cüneyd tarafından "Reyhânetü'ş-Şâm" lakabıyla anılırdı. Ahmed, dünyâ sevgisinin Hakk'a nasıl perde olduğunu şöyle anlatır: "Kim dünyâya istek ve sevgiyle bakarsa, onun gönlünden yakîn nuru ve zühd çıkarılır. Allâh Rasûlü'ne ittibâ etmeden yapılan amel boşunadır."
Ebû Abdullah b. Cellâ, ana-babası tarafından Allâh yoluna vakfedilmiş bir gönül eriydi. Âbid, zâhid ve muvahhid kavramlarını şöyle açıklardı: "Övgü ile yergiyi eşit gören zâhid, farz ibâdetleri tam ve zamanında yapmaya çalışan âbid, bütün fiilleri Allâh'a âit gören, Vâhid'den başkasını görmeyen muvahhîddir." Bu söz bile daha o devirlerde sûfîlerin vücûdî tevhîd konusuyla ilgilendiğini göstermektedir.
Bunlardan başka Şam bölgesinde bu yıllarda yetişmiş bulunan Ahmed b. Âsım Antâkî ile Feth Mevsılî ve benzerleri bu mektebin özelliklerine yeni ve farklı bir şey ilâve etmemişlerdir.

d. Bağdad Mektebi, Tevhîd ve Aşk
Asırlar boyu İslâm devletinin pâyitahtı olan Bağdad, aynı zamanda ilim ve kültür merkezi olma özelliğine sâhip bulunduğundan, tasavvufun en büyük temsilcileri ve eser sâhibi müellifleri burada yetişmiştir. Bağdad tasavvuf mektebi Basra mektebinin izlerini taşımaktadır. Bağdad sûfîleri arasında ilk defa "sûfî" adıyla anılan Ebû Hâşim Sûfî ile ilk tasavvuf târifi yapan Ma'rûf Kerhî'nin önemli bir yeri vardır.
Ma'rûf Kerhî ma'rifet ile muhabbet arasında ilgi kurmasıyla ünlüdür. Sevginin bir Hakk vergisi (vehbî) olduğunu, insanlardan öğrenilecek (kesbî) bir konu olmadığını, dolayısıyla makam değil hâl olduğunu ifâde etmiştir.
Hicrî III. asırda Bağdad'da yetişen sûfîlerden biri Mansûr b. Ammâr'dır (ö.225/840). Âteşin bir vâiz ve iyi bir hatib olan Mansûr, "nefs, kalb ve takvâ" gibi gönül âlemine âit kavramlardan ilk bahsedendir. Bağdad'daki Mu'tezile mensuplarının "halkı-l Kur'ân" görüşüne karşı ehl-i sünnet görüşünün savunucusu oldu. Ahmed b. Hanbel ve arkadaşlarının yanında yer aldı.
Bağdad'ın "yalın ayak" anlamına gelen "Hâfî" lakabıyla ünlü sûfîsi Bişr b. Haris (ö.227/841), zühd ve verâ ile tanınmış bir şahsiyetti. Hattâ devrin Abbasî hâlifesi Me'mûn, onun hakkında: "Bu beldede (Bağdad) ondan başka kendisinden çekinilip utanılacak bir kimse kalmadı." derdi. Zengin bir âilenin çocuğu olmasına, çocukluğu bolluk ve refah içinde geçmiş olmasına rağmen, tasavvuf yoluna girince son derece zâhidâne bir hayât yaşamıştır.
Eserleri ve tesiri bugünlere uzanan Bağdad sûfîlerinden biri de Haris b. Esed Muhâsibî (ö.243/857)'dir. O, bir sûfînin eğitim içinde geçireceği gelişmeleri, bu gelişmeler sırasında inkişaf edecek hakîkatleri ve tecellî edebilecek mârifet ve bilgilerle mânevîyat yolunun sıkıntılarını en iyi şekilde anlatmıştır. Daha sonraki tasavvuf müellifleri Kuşeyrî ve Gazzâlî'nin eserlerinde atıflarda bulunduğu Muhâsibî, ilim, takvâ ve hâl açısından eşsiz bir sûfîdir. Ona göre "bâtınını murâkabe ve ihlâsla doğrultan kimsenin Allâh Teâlâ zâhirini mücâhede ve sünnete uymakla süsler."
Muhâsibî kendisinden sonraki mutasavvıflar üzerinde etkili olmuş, eserleriyle tasavvuf târihimizde derin izler bırakmıştır. Otuzu aşkın eseri günümüze ulaşmıştır. Muhâsibî'nin tasavvuftaki metodu, rûhî hayâtın gelişmesine etki eden tesirlerin sebep ve sonuçlarını inceleyen "tahlilci" bir metoddur. Nitekim onun "İbâdetin esâsı verâ, verânın esâsı takvâ, takvânın esâsı nefs muhasebesi, muhasebenin esâsı havf ve recâdır." sözü bu anlamda bir ölçüsüdür. "Muhâsibî" tasavvuf yolunda "nefs muhâsebesi"ni esas aldığı için bu adla meşhur olmuştur.
Muhâsibî ile çağdaş ve arkadaş olan ve Cüneyd Bağdâdî'nin dayısı ve üstadı bulunan Seriy Sakatî, tevhîd ve takvâ ilimlerinden bahseden sûfîlerin ilklerindendir. Önceleri ticâretle meşgul olan bu gönül adamı, daha sonra ticareti bırakarak kendini ibâdet ve zühde vermiştir. Onun tasavvuftaki en önemli özelliği, hakîkat ve tevhîdden ahvâl ve makâmâttan3 bahseden sûfîlerin ilklerinden olmasıdır. Kuşeyrî, Seriyy'i ilim ve hakîkati cem'eden beş kişiden biri olarak saymaktadır.
Ebû Hamza Bağdadî (ö.269/882) özel anlamda Bağdad tasavvufunda, genel olarak tasavvufta zikir safâsı, cem'-i himmet, muhabbet, aşk, kurb ve üns gibi kavramlardan ilk bahsedendir.
Ebu'l-Huseyn Nûrî (ö.295/907) tevhîd konusunu tenzih ve ittisal arası bir ifâde ile anlatan sûfîdir. Cüneyd ile çağdaş ve arkadaştır. Tevhîd konusundaki ince düşüncesi sebebiyle, zaman zaman sıkıntılı ithamlara da maruz kalmış olmakla birlikte, Nûrû'nin fikirleri, Hallaç ve benzerleri için bir ön hazırlık niteliği taşır. Sûfîlerin yanlış anlaşılabilecek bu tür bâzı sözlerini değerlendiren Ebû Nasr Serrâc, el-Luma' adlı eserinde onun fikirlerine özel bir bölüm ayırmıştır.4
Cüneyd Bağdadî (ö.297/909) Tasavvuf ve tarîkatlarda "ser-halka" kabul edilen müstesna sûfîlerden biridir. Daha önce temas ettiğimiz Nişabur mektebi mensubu "sekr ve mânevî sarhoşluğu" önde tutan Bâyezid-i Bistâmî'ye mukabil Cüneyd, "sahv ve temkin"in mümessili sayılır. Onun anlayışına göre insan ayıklık hâlinde nefsinin içinde neler olduğunu fark eder. Halbuki sekr hâli arttığında mes'ûliyetin kalkacağı bir konuma düşer. Sekr, kulun kalbine gelen ve aklını başından alan bir hâl ile olur. Sahv ise sekrden sonra gelen bir hâl olup, insanın elem veren şeyi ayırd etmesine, Hakk yolda elem vereni tercîh etmesine imkân veren bir durumdur.

___________
2.52. bk. Afifi, et-Tasavvuf, s. 101
3.Tezkiretül'-evliyâ, 330
4.bk., s 492-495​
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
TASAVVUF DÖNEMİ
..:: 3 ::..
Cüneyd, sâhip olduğu sistematik kafa yapısı sebebiyle, tasavvufun esaslarını yaymış ve geniş bir etki alanı oluşturarak, tesirini yıllar boyu sürdürmüştür. Cüneyd, tasavvufu "Hakk'ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir." diye tanımlarken insanın nefsini imhâ etmesi ve Hakk ile ve Hakk'ın irâdesiyle hareket etmesi anlamını kasdetmektedir. Bir başka târifinde Cüneyd: "Tasavvuf, insanlara uymamak için kalbi tasfiyedir." der.
Tabiî ahlâk ile yaşamak, beşerî sıfatları söndürmek, nefsi dâvalardan sakındırmak, rûhânî sıfatları benimsemektir.
Cüneyd, tasavvuf kavramlarından tevhîd konusunda söz söyleyen sûfîlerin ilklerindendir. "Tevhîd, kadîm ile hadîsin arasını tefrik etmektir. Allâh'ın ezeliyet sıfatında tek olduğunu; O'nun fiilini işleyen hiçbir şeyin mevcud olmadığını bilip ikrar etmektir.5 "En şerefli ve en yüce meclis, tevhîd meydanında düşünerek yapılan meclistir."6 Tevhîd yakînden ibârettir. Yâni halkın harekât ve sekenâtının, şeriki bulunmayan Allâh'ın fiili olduğunu bilmesidir. Bunu yapan Allâh'ı tevhîd etmiş olur. Tevhîd bilgisi, tevhîdin vücûduna zıddır. Tevhîdin vücûdu bilgisinden farklıdır, derken vecd ve cem' hâlinde Allâhdan başka birşey görmemek, sahv ve fark hâlinde ise âlemi Allâh saymamak anlayışını ifâde etmektedir. Cüneyd'in tevhîd konusundaki fikirleri Bayezid ve Hallâc'ınkilerden farklı bir konumdadır.
Bu dönemde fenâ ve bakâ kavramlarını ilk defa kullanan ve bu konuda bir eser kaleme aldığı tabakat müelliflerince ifâde edilen Ebû Saîd Harrâz (ö.277/890) aynı zamanda ilm-i bâtın konusunda söz söyleyenlerin ilkidir. Ancak bâtın ilmi konusunu ulu orta değil, belli bir süzgeçten geçirme lüzûmunu ifâde için "şerîatın zâhirine muhâlif olan bâtın ilminin her çeşidinin bâtıl olduğunu" söylerdi. "Fenâ dünyânın fânî olduğunu bilmek; bakâ âhiretin bâkî olduğunu kavramaktır." diye konuşurdu. Yâni onun anlayışına göre fenâ ve bakâ, kulun ubûdiyyetini görmekten fânî olması, amellerini görmemesi; bakâ Hakk'ın rubûbiyyetinde bâkî olması, Allâh'ın güzellik ve ihsânını görmesi, kulluk aczini kavramasıdır.
Bu dönemin en önemli ve en renkli şahsiyetlerinden biri de Hüseyn b. Mansûr Hallâc'dır. (ö.305/917) "Ene'l Hakk" (Ben Hak'ım) sözünü söylediği için zındıklık ithamıyla yargılanan Hallaç araya giren bâzı siyasî sebeplerin de etkisiyle idam edilen ilk sûfîlerdendir. Duygu ve düşüncelerini bazen şiir, bazen de nesirle ifâde etmiş ve onun "Tavâsin" adlı eseri özellikle çok tartışılmıştır. Hallâc'ın sözlerinde küfr kokusu duyanlar olduğu gibi, onun fikirlerini coşkun bir rûh hâlinin ürünü ve sekr, cezbe mahsulü şathiyyât olduğunu söyleyenler de vardır. Sûfîler genellikle Hallâc'ın fikirlerini benimsemiş ve tasavvuf târihi boyunca Hallac hep savunulmuştur. Mevlânâ onun idamını Hakk ile arasındaki ittihad sırrını açığa vurmasında arar ve onu övücü sözlerle yâd eder.

3- H. III ve IV. Asırlar'da Tasavvuf Yolları
Keşfu'l-Mahcûb müellifi Hucvirî bu asırların sûfîlerini oniki fırka olarak tasnif eder ve bu oniki fırkadan onunun yollarının doğru, ikisinin de yanlış olduğunu anlatır. Yanlış yollardan biri olarak da Hallâciyye ile Hulûliyye fırkasını sayar; makbul ve doğru saydığı fırkalar ile kurucuları ve özelliklerini şöyle sıralar:
a- Muhâsibîyye: Haris b. Esed Muhâsibî'ye nisbet edilen fırka olup "rızâ" kavramını makam değil, hâl saymasıyla tanınırlar.
b- Kassâriyye: Hamdûn b. Ahmed Kassâr'a bağlı bir fırka olup "melâmet" esasına dayanır. Melâmet; riyâdan titizlikle kaçınmak, ihlâsa önem vermek, hayrı gizleyip şerri gizlememektir. Hakk katında sıddîk olmak için, halk arasında zındık sayılmaktan korkmamak, şekil ve görünüşe fazla önem vermemektir.
c- Tayfuriyye: Ebû Yezid Tayfur b. İsâ Bistâmî'ye bağlı olan galebe ve "sekr" esasına dayalı bir sistemdir. Tayfuriyye, bakâdan çok fenâyı, farktan ziyâde cem'i, isbattan ziyâde mahvı, temkinden çok telvini, sahvden çok cezbe, sekr ve galebeyi, huzurdan çok gaybeti esas alan bir yoldur.
d- Cüneydiyye: Tarîkatlerde "Seyyidü't-tâife" ve ser-halka kabul edilen Cüneyd Bağdadî'nin "sahv ve temkin" esası üzere kurduğu yolun adıdır.
e- Nûriyye: Ebu'l-Hüseyn Ahmed b. Muhammed Nûriye izâfe edilen yoldur. Bu yolun temel vasfı îsârdır. Kur'ân'daki "ihtiyaç sâhipleri oldukları hâlde kardeşlerini kendilerine tercîh edenler"7 âyetini esas alarak kardeşini kendine tercîh etmektir. Arkadaşlarıyla birlikte yargılanıp idama mahkûm olan Nûrî, celladın: "Önce kimin boynunu vurayım?" sorusuna ileri atılıp " Benim" cevâbını vermiştir. "Neden böyle yaptın?" diyenlere de: "Arkadaşlarımın biraz daha fazla yaşamasını sağlamak için (îsâr)" cevâbını verince, hem kendini, hem de arkadaşlannı kurtarmaya vesîle olmuştur.
f- Sehliyye: Sehl b. Abdullah Tusterî'ye bağlı olan yolun adıdır. Sehl'in yolunun esası "nefsle mücâhede", riyâzat ve çiledir.
g- Hakîmiyye: Ebû Abdullah Muhammed b. Ali Tirmizî'nin yolunun adıdır. Hakîm Tirmizî diye meşhur olan bu zatın yolunun temel vasfı "velâyeti isbattır".
h- Harrâziyye: Ebû Sâit Harrâz'a nisbet edilen yoldur. "Fenâ ve bakâ" kavramından tasavvufî anlamda ilk defa bahseden odur. O'nun târifine göre: "Fenâ, kulun ubudiyeti görmesinden fânî olması; bakâ, kulun ulûhiyyetin tecellîyatı ile bakî olmasıdır."
i- Hafîfiyye: Ebû Abdullah Muhammed b. Hafîfe bağlı olan tarîkattır. Yolun esası "gaybet ve huzur "dur. Gaybet kendinden geçmektir. Kendinden geçen Hakk'ın huzurunda olur. Hakk'ın huzurunda olan kendinden geçmiştir. Kendinden geçmeden Hakk'ın huzurunda olmak mümkün değildir. Bu yüzden her huzur gaybet, her gaybet huzurdur. Biri olmadan diğeri olmaz. Gaybet başlangıç, huzur nihâyettir.
j- Seyyâriyye: Ebû Abbâs Seyyârî'ye izâfe edilen bir yol olup, esası "cem ve tefrik" kavramları üzerinedir. Cem, kulun her şeyi Allâh'da bilerek halkı yok, Hakk'ı var görmesi, fark ise kulun kulluk sıfatıyla Hakk'ı ve halkı ayrı ayrı varlıklar olarak görmesidir.
Tasavvufta daha sonraki yaygın anlamıyla olmasa bile, tarîkat kelimesinin III. ve IV. asırlarda kullanılmaya başladığı görülmektedir. Eser veren müellif mutasavvıflar gibi, eser vermeyen fakat talebe yetiştiren, sözleri ve uygulamaları nesilden nesile ananevî olarak intikâl eden bâzı önemli şahsiyetler de bu dönemde yetişmiştir.
4- H. V., M. XI. Asırda Tasavvuf
V. Hicrî (XI. m.) asır, Bağdad'da bulunan Abbasî hilâfetinin siyasî nüfûzunun azaldığı İslâm dünyâsının doğu bölgelerinde Büyük Selçuklularla, diğer bâzı beyliklerin Mısır'da Fâtımîlerle, Endülüs'te Emevîlerin hakîm olduğu yıllardır.
Bu asır, çok değişik yapıya sâhip mutasavvıfların yetiştiği bir dönemdir. IV. hicrî (X.m.) asırda doğup, V. asırda vefât eden başlıca sûfîler şunlardır:
Ebû Ali Dekkâk, Kuşeyrî'nin kayınpederi ve üstadı olan bu sûfî IV. asırda doğup V. aşırın başında Nişabur'da vefât etmiştir. (ö.405/1014)
Ebû Abdurrahman Sülemî (ö.412/1021), bu devirde yaşayan sûfîlerin en ünlülerinden biridir. Eserleri ve tesirleri açısından kendisinden önceki Muhâsibî'ye benzer. İlk sûfî tabakatını o yazmıştır. Kur'ân'a yazdığı tasavvufî tefsir, sahasının ilklerindendir. İsfahânî ve Kuşeyrî gibi sûfîlerin yetişmesini sağlamıştır.
Harakân'da yetişen ve Bâyezid Bistâmî'den Üveysî yolla feyz alan Ebu'l-Hasan Harakânî (ö.425/1034), Bâyezid gibi cezbeli, halktan uzleti tercîh eden halvet ehli sûfî özelliğindedir. Baba Tâhir Üryan ise tasavvufî heyecanını şiir ve rubâileriyle anlatan bir gönül adamıdır.
Ebû Nuaym İsfehânî (ö.430/1038), muhaddis ve sûfî kimliği ile Hz. Peygamber ve ashâbından başlayarak en geniş zâhid ve sûfî tabakatını kaleme alan mutasavvıftır. Sülemî'nin talebesi, Kuşeyrî'nin de hocasıdır.

___________
5. Risale, 28 vd.
6.Risale, 47 vd
7.el-Haşr, 59/9​
 
Üst Alt