Kur'an Hayatımızın Neresinde?‏

ceylannur

Yeni Üyemiz
Kur’an diye bir kitap yoktu eskiden…

Açış (fatiha) dan sonra “İşte bu kitap, onda hiç şüphe yok ki korunmak isteyenler için bir kılavuzdur.” diye başlayan kitap, Hz. Muhammed (s.a.v.) Nebimiz’e kırkına basmak üzereyken inzal edilmeye başladı. Ömrünün sonuna kadar da indi… indi…

Onun inişiyle kör gözler açıldı, baygın gönüller uyandı, durmuş beyinler yeniden çalışmaya başladı.

Onun inişiyle insanlar iki gruba ayrıldı. İnananlar ve inanmayanlar…

İnanmayanlar hem kitaba, hem elçiye hem de ona inananlara savaş açtı. O ve onu kılavuz edinenler de müşriklere…

“Ey örtüsüne bürünen kalk!” dedi, Rabbi önce nebisine… Kalk “Gece namaz kıl!”

Herkesin uyuduğu, herkesin kendini kaybettiği bir zaman diliminde sen kendine gel. Seni sen yapan yüce Rabbine teslimiyetini arz et. Yepyeni görevlere hazırla kendini.. Yeni bir dünya yaratacağım sana indirdiğim bu kitapla ve sana inanacak insanlarla…

Her şey hiç yoktan başladı.

“Bana kim inanır ki?!” diye endişelenirken Resul, Hatice’nin en içten sevgileriyle ağzından dökülen “Ben!” “Hiç kimse sana inanmasa da ben inanırım.” Sözü çıkarken bir gün milyarlarca insanın “Sana inanıyoruz Ya Muhammed!” diye haykıracağını düşündüğünü hiç sanmıyorum.

O, çok sevdiği eşine inanmaktan ve yükleneceği zor görevinde her zaman yanında olmayı ve canını onun uğrunda feda etmeyi düşünmekten başka bir beklentisi yoktu.

Madem ki Yüce Rabbin seçtiği ve insanlara yol gösterme görevi verdiği “Muhammed’ül Emin”nin eşiydi, ona eş olmanın gereğini yerine getirmeli, onun üstün davasına hizmette onun yol arkadaşı olmalıydı.

Hiç düşünmeden “Ben!” demişti. O büyük kadın… O büyük Hatice!

Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ömer ve diğerleri de Müslüman olurken gözleri hep Allah’ın elçisinde kulakları ise Allah’ın vahyindeydi.

Allah Resulünün ağzından dökülecek “ilahi kelamları duyabilmenin heyecanı ile yaşıyorlar, duydukları yeni mesajlarla coşuyorlardı. Onları derhal hayata geçirebilmenin ızdırabını yaşıyorlardı. O vahyin taze ve sıcak havası yüreklerini dağlıyor, gözlerini yaşartıyor, amellerini şekillendiriyor ve ahlaklarını olgunlaştırıyordu.

Ogün Kur’an hayatın tam merkezinde idi. Herkes, kulak kesilmiş onu dinliyor ve onun gösterdiği yolda ilerliyordu.

Ya bugün…

Bugün, O kitap, susmuş, o kitap asılmış, o kitap sürülmüş, o kitap hayat sahnesinden çıkarılmış, öbür tarafa ait bir sembol haline dönüştürülmüş. Ölülerin arkasından okunuyor. Ölüler için baştan sona devriliyor. Ölülere hediye ediliyor, onların ruhlarına bağışlanıyor. Vasıl etmesi için de Allah’a dua ediliyor.

Kur’an bizimle anlamadığımız bir dilde konuşuyor, Biz de adeta onu anlayıp da yeni sorumluluklar üstlenmek zorunda kalmadığımız için hoşumuza gidiyor. “Onu asla unutmadık, unutmayacağız. Onu hep yaşatacağız.” diye gürültü çıkarıp “Onun ölüsünü bile görmek istemiyoruz.” diyenlere karşı dipdiri “onun ölüsünü sahiplenme” mücadelesi veriyoruz.

Kur’an bizim hayatımızda yönlendirici bir konumda bulunmuyor. Daha önce kendilerine kitap verilenlerin sözlerinin aynısını tekrarlıyoruz:

“Onların ardından, onları izleyen ve kitaba varis olan bir nesil geldi.

‑Biz nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek, bu dünyanın geçici malını alıyorlar. Yine ona benzer geçici bir şey kendilerine gelince onu da kabul ederlerdi. Öğrendikleri kitapta, onlardan 'Allah hakkında doğru olandan başkasını söylememek' üzere 'kitap andı' alınmamış mıydı? Korunanlar için ahiret yurdu daha iyidir. Aklınızı kullanmıyor musunuz?
Kitaba bağlı olanlar ve namaz kılanlara gelince biz, doğruların mükafatını zayi etmeyiz.” (A’raf: 169- 170)

Şaban Piriş
 
Üst Alt