Fihrist

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
değer kıymetindeki bu risâlenin Birinci Noktasının verdiği izahatın neticesinden anlaşılmaktadır.
İşte bu zavallı Müslümanlar hak ve hakîkat mesleğinde giderlerken, hatâya ve yanlışa düşmeleri yüzünden ihlâsları zedelenmiş, aralarına rekâbet girmiş, beynlerindeki ittifak ve ittihat yerine tefrika ve ihtilâf girmiş. Binnetice, bu haller tedâvi edilmemiş, bu marazlar tevessü etmiş; bu halleri gören ehl-i dalâlet, ehl-i İslâmın bu ihtilâfât ve tefrikasını ganîmet bilmiş, desîselerle âlem-i İslâma hücum etmişler, zavallı ehl-i İslâmı pek müthiş bir esâret altına almışlar, mahvetmek için çalışmışlar. İşte, asırlardan beri, üç yüz elli milyon ehl-i İslâmı zincirler altında, hergün, her saat, her an inim inim inleten hâletlerin sebepleri, bu risâlenin Birinci Noktasıyla pek hakîkatli bir sûrette izah edilmiş. Fakat, heyhât, zaman ve zemin müsâit değilmiş ki, Beş Noktadan, yalnız bir noktası yazılmış, diğerleri tehir edilerek yazılmamış.
Hüsrev

Yirmi Birinci Lem'a
b1078.gif

âyetlerini tefsir eder. Her amel-i hayırda, husûsan uhrevî hizmetlerde ihlâsın en mühim bir esas olduğunu bildiren çok kıymettar bir risâledir. Bu risâle, evvelâ, bu müthiş zamandaki Kur'ân hâdimleriyle konuşarak der ki: "Dehşetli düşmanlar karşısında, şiddetli tazyikât altında, müthiş dalâletler ve savletli bid'alar içinde, sizler gâyet az ve gâyet zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğunuz halde, gâyet ağır ve gâyet büyük ve umûmi ve kudsî bir vazife-i îmâniye ve hizmet-i Kur'âniye, sırf bir ihsân-ı İlâhî olarak, Cenâb-ı Hak tarafından omuzlarınıza konulmuştur. Öyle ise, herkesten ziyâde ihlâsı kazanmaya ve onun sırlarını kendinizde yerleştirmeye mecbur ve mükellef olduğunuzu bilmelisiniz. Ve ihlâsı zâyi eden esbabdan şiddetle kaçmalısınız" der ve ihlâsı kazanmak için, Dört Düsturu beyân eder.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. İhtilâfa düşmeyin; sonra cesâretiniz kırılır, kuwetiniz de elden gider. (Enfâl Sûresi: 46.) · Ve Allah için namaza durup kıyamda bulunun. (Bakara Sûresi: 238.) · Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. · Nefsini günaha daldıran da hüsrâna düşmüştür. (Şems Sûresi: 9,10.) · Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştimeyin. (Bakara Sûresi: 41.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
BİRİNCİ DÜSTUR : "Doğrudan doğruya rızâ-yı İlâhîyi maksat yapmalısınız" der.
İKİNCİ DÜSTUR : "Rekâbetsiz, tahakkümsüz, gıptasız, atâletsiz, hakîki bir tesânüd ile, faaliyetlerini umûmi maksada tevcih ederek çalışan bir fabrikanın çarkları gibi olmalısınız" der. Ve "Saadet-i ebediyeyi netice veren ve ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) dünya ve âhirette sâhil-i selâmete çıkaran bir sefîne-i Rabbâniyede hizmet ettirildiğiniz için, ihlâsa, ittifâka, tesânüde samîmiyetle sarılmalısınız" diye emreder.
ÜÇÜNCÜ DÜSTUR : Hem birkaç misâl ile ihlâsın bir sırr-ı mühimmini izah eder; hem İmâm-ı Ali (r.a.) ve Şâh-ı Geylânî (r.a.) gibi kudsî, hârika kahramanların, Nur Talebelerinin başlarında üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır olduklarının vechini beyân eder.
DÖRDÜNCÜ DÜSTUR : Kardeşler arasında "tefânî" sırrını, yani, "kardeş kardeşte fânî olmak" esasını ikâme eder.
Ve ihlâsı kuvvetlendiren bir vasıtanın "râbıta-i mevt" olduğunu ve zedeleyen sebeplerin "riyâ" ve "tûl-i emel" gibi merdud hasletler olduğunu bildirir.
İhlâsı kazanmanın ikinci sebebi, dâimâ huzur-u İlâhîde olduğunu düşünmektir. Bu sûretle, hem riyâdan kurtulma çâresini, hem kazanılan ihlâsta çok merâtip olduğunu beyân eder.
Daha sonra, ihlâsı kıran sebeplerden, üç mâniden birincisinin, maddî menfaatler olduğunu; ve a'mâl-i uhreviyedeki teşrik-i mesâide muazzam menfaat olduğunu; hem bu uhrevî kazanç, dünyevî şeriklerin kazançları gibi olmayıp, tecezzî ve inkısâm etmeden, noksansız olarak, fazl-ı İlâhî ile, terâküm eden sevap yekûnlerinin bir misli, iştirâk eden fertlerin herbirinin defter-i a'mâline aynen gireceğini beyân ederek, rekabet ve ihlâssızlıkla bu ticaretin kaçınlmamasını tavsiye eder. Mânün ikincisi, ihlâsı kıran ve en mühim bir maraz-ı rûhî olup şirk-i hafiye yol açan "teveccüh-ü âmme"den şiddetle kaçmayı ve bu gibi marazlara ehemmiyet verilmemesini ehemmiyetle emreder. Üçüncü mânide de,"korku ve tamâ"' yüzünden gelecek zararlar ile ihlâsın kırılacağını bahsederek, bu hususta Hücumât-ı Sittede izahât-ı kâfıye verildiğinden, o kıymettar risâleye havale edilmekle hâtime verilen, şirin ve latîf ve çok âlî ve misilsiz ve herkesin muhtaç olduğu bir risâle-i mübârekedir.

Hüsrev

Bir kısım kardeşlerime hususî bir mektuptur.
Bid'aların istilâsı zamanında, Sünnet-i Seniyyeye ittibâın ehemmiyetini ve Risâle-i Nur'u yazmanın beş nevi ibâdet olduğunu bildiren kıymettar bir mektuptur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Yirmi İkinci Lem'a

b1079.gif


gibi âyetlerle, üç işaret ile Risâle-i Nur müellifine ve Risâle-i Nur'a âit çoklar tarafından deniliyor ki: "Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, herbir fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Hattâ, hiçbir hükûmet târikü'd-dünya ve münzevîlere karışmıyor" meâlinde bir suâle karşı gâyet güzel cevap veriyor.
BİRİNCİ İŞARET : Risâle-i Nur müellifi ve Risâle-i Nur, bütün ehl-i îmânın, husûsan Isparta vilâyetinin mânevî terakkiyatlarına ve îmânlarının inbisâtına mühim bir medâr olduğundan, bu suâlin cevabını, din ve şeriat nâmına haklarını müdafaaya mecbur olduklarından, dinsizlere karşı müdafaa vazifesi, insanların, husûsan Isparta vilâyetinin insanlarının hakları olduğunu katî gösterir.
İKİNCİ İŞARET : Tenkit ve istifsarkârâne, mimsiz medeniyet tarafından denilen, "Sen neden bizden küstün ve bize müracaat etmiyorsun? Halbuki bizim prensibimiz var; bu asrın muktezâsı olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini, sen kendine ve ehl-i îmâna kabul etmiyorsun. Halbuki bu cumhuriyetler devrinde tahakküm ve tegallübü kaldırmak düsturu var. Halbuki sen hocalık ve inzivâ perdesi altında nazar-ı dikkati celb etmekliğin ve hükûmetin rejimi hilafına çalıştığını, mâcerâ-yı hayatın gösteriyor. Bu senin hâlin burjuvalara mahsustur. Bizim, avam tabakasının intibâhı ile sosyalizm ve bolşevizm düsturlarını tatbik etmek işimize yarıyor. Prensiplerimize muhâlif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümleri altında adâlet-i mahzâyı kabul etmek ağır geliyor" gibi suâllerine karşı,
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakîkat,
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen, âdemiyetten!
düsturuyla, Cenâb-ı Hakkın fazl u keremiyle ulûm-u îmâniye ve Kur'âniyeyi fehmetmek faziletini ihsan ettiğini; ve bu ihsânı kaldırmaya uğraşan, insan sûretinde şeytanlar olduğunu; birkaç mühim misal ile, ehl-i ilhâd ve kısmen münafıklar bu fevkalkanun muâmeleyi hiçbir hükûmet ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bu muâmeleye cumhuriyet hükûmeti müsaade etmediğini; değil yalnız Risâle-i Nur müellifi, eğer fehmetse nev-i beşer küseceğini ve anâsırın hiddetlendiğini göstermekle, gâyet güzel bir cevap veriyor.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Allah'a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah emrini mutlaka gerçekleştirir. Allah herşeye bir ölçü takdir etmiştir. (Talâk Sûresi: 3.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ÜÇÜNCÜ İŞARET : İki suâlin cevabıdır. Birincisi: Ehl-i felsefe, zındıka hesabına diyorlar ki: "bizim memleketimizde bulunan bir adam, mecburî cumhuriyetin kanunlarına inkıyâd edecektir. Halbuki sen, vazifesiz olduğun halde, halkların teveccühünü kazanmak istiyorsun" demelerine karşı bir müskit cevap veriyor ki, onların foyalarını ortaya çıkarıp ne olduklarını gösteriyor.
İkinci Sual: "Teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi kazanmak, bizim vazifedarlarımıza mahsus olup, sen vazifesiz bir adam olduğundan, teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi size hoş görmüyoruz" demelerine karşı: Eğer insan bir cesetten ibâret olsaydı, lâyemûtâne dünyada kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazifeler yalnız maddî askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırdı. Halbuki, böyle mânevî ve gâyet mühim ve bütün beşeri alâkadar eden bir vazifenin inkârı, "El-mevtü hak" dâvâsını hergün cenazelerinin mührüyle imzâ edip tasdik eden otuz bin şâhidin şehâdetini tekzip ve inkâr etmekle olur. Madem inkâr ve tekzip etmek muhâldir; öyle ise, mânevî hâcât-ı zaruriyeye istinâd eden mânevî çok vazifeler var olduğunu, güzel ve mühim bir iki temsil ile izah ve ispat eder.
Şu risâlenin hâtimesinde, "Enâniyetli ehl-i dünyanın her işinde o kadar hassâsiyet var ki, eğer şuurları olsaydı, dehâ derecesinde bir muâmele olurdu" diye, ehl-i îmâna, onların o hassasiyet ve desîselerine aldanmamalarını tavsiye ile, onların bu hâli bir istidraç olduğunu haber verir.
Küçük Ali

Yirmi Üçüncü Lem'a
Otuz Birinci Mektubun Yirmi Üçüncü Lem'ası olan "Tabiat Risâlesi"dir. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir sûrette öldüren; ve küfrün temel taşını zîr ü zeber eden; ve çok çirkin ve müstekreh ve gayr-ı mâkul mudıll efkân, insaflı kâfilelerden tard edip çıkaran; ve saâdet-i ebediyenin o hakîkatli yollarını pek ehemmiyetli, çok şirin ve gâyet zevkli bir sûrette açarak delilleriyle, bürhanlarıyla ispat eden; ve müellifine ebedî rahmet okunmasına vesile olan, âlî, gâyet kıymettar bir risâledir. Bu risâle,
b1080.gif
âyet-i kerîmesinin bir tefsir-i vâzıhı olup, "Cenâb-ı Hak hakkında şek olamaz ve olmamalı" demekle, vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeyi bedâhet derecesinde gösterir. şu sırrı izahtan evvel, bir ihtar ile, bin üç yüz otuz sekiz senesinde orduyu İslâmın
Peygamberleri onlara, "Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe olur mu?" dedi. (İbrâhim Sûresi: 10.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Yunan'a galebesinden neşe alan ehl-i îmânın kuvvetli efkân içine gâyet müthiş bir zındıka fikri girmek üzere iken, o zındıka mefkûresinin başını dağıtmak gâyesiyle Ankara'da Arapça olarak tab' edilmiş olan bu risâlenin, sonra aynen Türkçeye tercüme edildiğini hatırlatır.
MUKADDİME
İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmâm eden ve ehl-i îmanın bilmeyerek istimâl ettikleri kelimelerin en mühimlerinden üç tanesini beyân eder.
Birinci Kelime: "Evcedethü'l-esbâb," yani, "Esbâb-ı âlem îcâd ediyor.
İkinci Kelime: "Teşekkele binefsihî," yani, "Kendi kendine oluyor."
Üçüncü Kelime: "İktezathü't-tabiat," yani, "Tabiat iktizâ edip yapıyor." Bu üç dehşetli kelimelerin, lâakal doksan muhâlâtı tazammun eden üçer muhâlden dokuz muhâl ile, açtıkları üç yolu tamamen kapayarak, dördüncü yol olan "tarîk-ı Vahdâniyet" ile, bilcümle mevcudât, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle vücut bulduğunu, hakikî ve letâfetli temsilleriyle ispat eder.
BİRİNCİ KELİME
"Evcedethü'l-esbâb." Teşkil-i eşya, esbâb-ı âlemin içtimâıyla vücut bulmasının pek çok muhâlâtından üç tanesini zikreder.
Birincisi: "Herhangi bir zîhayatın îcâdı Vâhid-i Ehade verilmeyip esbabdan talep edilse, bir eczahâne-i kübrâda mevcut kavanozların içindeki maddelerin garip bir tesadüf eseri veya esen rüzgârların kavanozları çarpıp devirerek içindeki maddelerin akması ve bir yere toplanması" temsiliyle gösterilen, vücud-u eşyayı esbâba vermek îtikâdının hadsiz muhâliyetini beyân eder.
İkinci Muhal: Mevcudattan bir sineğin inşâsı Vâcibü'l-Vücuda verilmeyip, "Esbâb-ı âlem yapıyor" denilse, kâinatın ekserîsiyle alâkadar olan bu sineğin herbir zerresini gözüne, kulağına, kalbine ve cesedine yerleştirmek için, erkân-ı âlemi ve anâsır ve tabâyü, usta gibi, o sineğin hem zâhirinde, hem bâtınında çalıştırmak lâzım geliyor. Bu muhâl, Sofestâîleri dahi, eblehâne meslekleri içinde utandırıyor.
Üçüncü Muhal: "Bir vâhidin vahdeti varsa, herhalde bir elden sudûr ettiği" kaidesiyle, şu mükemmel intizam ve şu hassas mîzan ve şu câmi hayata mazhar olan bir mevcud, eğer Vâhid-i Ehadin bir masnûu kabul edilmezse; câmid, câhil, kör, sağır, şuursuz, karma karışık hadsiz esbâbın karıştırıcı elleri arasında inşâ edildiği ve nihayetsiz imkânat yolları içinde gâyet mükemmel ve nihayet hassas ve câmi bir hayata mâlik olarak vücudu kabul edilse, yüzler muhâli birden kabul etmek imkânsızlığını ve eşekleri dahi eşeklikleri içinde güldürecek derecede akıldan uzaklığını gösterir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İKİNCİ KELİME
"Teşekkele binefsihî," yani, "Kendi kendine teşekkül ediyor." Şu muhâlin bâtıl olduğunu gösteren çok muhâlâtlardan üç muhâli, nümûne olarak zikrediyor.
Birincisi: Her mevcud, basit bir madde olmadığı gibi, câmid ve tegayyürsüz dahi olmadığından; ve hem de zerrelerden teşekkül ettirilmiş gâyet acib bir makine ve gâyet hârika bir saray olmakla beraber, zâhirî ve bâtınî duygularla mücehhez bulunduğundan, kâinatla alâkası vardır. İşte, herbir mevcud, Hâlık-ı Küll-i şey'e isnâd edilmeyip, "Kendi kendine teşekkül ediyor" denilse, o vakit herbir mevcudun herbir zerresine, bir Eflâtun'a bedel binler Eflâtun kadar ilim ve şuur vermek gibi hurâfecilik ve dîvâneliğin en büyüklerinin ortasına düştüğünü beyân edip ispat eder.
İkincisi: Herbir mevcud, bilhassa ferd-i insan, birbiri içinde yerleştirilmiş binler kubbeli bir saray ve herbir kubbesi binler zerrâtın baş başa vermesiyle teşekkül etmiş acib nakışlı garib bir sanat-ı hârika olduğu halde, "Bu masnûat bir Sâni-i Vâhidin eser-i sanatı değildir; kendi kendine teşekkül ediyor" denilse, hadsiz ve hudut altına alınmayan zerrât-ı vücudiye adedince muhâller ortaya çıkar ki, bu mefkûre sahiplerini cehlin en müntehâsında oturtarak, echeliyetle techil eder.
Üçüncü Muhal: Sâni-i Zülcelâlin îcâdı olan herbir masnû, Kalem-i Kader-i Ezelînin bir mektubu olmazsa, "Esbâb-ı âlem îcâd ediyor" denilse; o vakit o esbab, evvelâ o masnûun bedenindeki hücrelerden tut, binler mürekkebât adedince tabiat kalıpları, demir kalemleri ve harfleri; ve hattâ bu demir harfleri ve kalemleri ve kalıpları dökmek için birçok fabrikalar; ve bu fabrikaların inşâsı için, kezâ fabrikaların vücudu lâzım gelir. Ve hâkezâ, bu teselsül gittikçe gidecek. Bu nâmütenâhi muhâlâtı intaç eden bu fikri kabul edenler, bu hakîkatten yedikleri silleden ayılıp, bu fikirlerinden vazgeçmelidirler, der.
ÜÇÜNCÜ KELİME
"İktezathü't-tabiat," yani, "Tabiat iktizâ ediyor." Bu idlâl edici mudıll fikrin pek çok muhâlâtından üç muhâlinin:
Birincisi şudur ki: şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudreti olan alîmâne, basîrâne, hakîmâne sanat-ı îcâd o Zât-ı Zülcelâle verilmezse, hem kör, hem sağır, hem akılsız, hem düşüncesiz bir tabiata verilse; o tabiat, bu masnûâtı yapmak için, ya herşeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulunduracak veyahut herşeyde kâinatı halk edip idare edecek bir kudret ve hikmeti derc edecektir. Bu ise, her bir mevcudda hadsiz bir kudret ve irâde ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı veya bir kuvveti ve âdetâ bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir ki; bu ise, kâinattaki muhâlâtın en bâtılı ve hurâfenin en yalan bir şekli olduğunu ve Hâlık-ı Kâinatın sıfât-ı kudsiyesinin tecelliyâtına "tabiat" nâmı verenler, hayvanlardan yüz derece aşağı olduğunu gösterir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İkincisi: Gâyet intizamlı ve mîzanlı ve hikmetli olan şu mevcudât, nihayetsiz kadîr ve hakîm bir Zâtın îcâdıdır denilmezse, tabiata verilse, o vakit tabiat, nebâtâtın menşei ve meskeni olan ve nebâtâta saksılık vazifesini gören bir parça toprakta, milyarlar adedince ayrı ayrı makineleri ve matbaaları yerleştirmeli ki, o toprak, her türlü nebâtâtın menşei ve meskeni olabilsin ve hayatlarına lâzım her türlü ihtiyaçlarını muayyen miktarları dâhilinde verebilsin. İşte bu hurâfeyi ve hadsiz muhâlâtı netice veren bu mefkûreyi taşıyanların eşekliklerine bakarak, yüzlerine tükürerek, der: Bu suûbetli ve müşkilâtlı acib muhâlâtın, nasıl suhûletli vücuda inkılâb ettiği hakkındaki suâle hakîkatli ve gâyet mâkul bir cevap verilmiştir.
Üçüncüsü: İki misâli var.
BİRİNCİSİ: Hâlî bir sahrâda kurulmuş gâyet mükemmel ve müzeyyen bir saraya giren vahşî bir adamın misâliyle izah edilen bir hakîkattir. şöyle ki: O saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve her tarafı mu'cizât-ı hikmetle doldurulmuş olan şu âlem sarayının içine, Ulûhiyeti inkâr eden vahşî tabüyyunlar girer. Gördükleri mevcudâtın, dâire-i mümkinat hâricinde olan Zât-ı Vâcibü'l- Vücudun eser-i sanatı olduğunu düşünmeyerek, dâire-i mümkinat içinde bulunan ve kudret-i İlâhiyenin tebeddül ve tegayyür eden icrâat kanunlarının bir defteri hükmündeki mecmua-i kavânîn-i âdetullaha ve bir fihriste-i sanat-ı Rabbâniye olan İlâhî kanunlara yanlışlıkla "tabiat" nâmını verip, eşyanın îcâdını ona tahmil ederek, öylece ahmakâne bir bâtıl yola girerler ki, ahmaklığın müntehâsında en büyük ahmaklık nişânını göğüslerine kendi elleriyle takarlar.
ÜÇÜNCÜ MUHÂLIN İKİNCİ MİSÂLİ: Gâyet muhteşem bir kışlaya ve gâyet muazzam bir câmie giren vahşî bir adamın misâliyle temsil edilen ikinci bir hakîkattir. Sultân-ı Ezel ve Ebedin hadsiz cünûdunun muhteşem bir kışlası ve muazzam bir mescidi olan şu kâinata, tabiat fikirli münkirler girerler. Bakarlar ki, bütün mevcudât iş başında, vazifededirler. Sâni-i Zülcelâlin Zât-ı Akdesinden i'râz ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâlin bir cilve-i Rabbâniyesi olan kuvvetini müstakil bir kadîr telâkki ederek, mânevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur etmekle beraber, o kanunların ellerine îcad vererek "tabiat" nâmını taktıklarından, bütün gördükleri şu hârikulâde mevcudâtı tabiata isnâd edip, vahşîlerin en vahşîsi olduklarını ilân ederler.
İşte, taksim-i aklî ile, mevcudun vücud bulması için dört yoldan başka yol olmadığından; bu yollar hadsiz ve hesapsız muhâlleri icab eden dokuz muhâl ile kapatılarak, bilbedâhe ve bizzarûre, dördüncü yol olan Vahdet yolu katî bir sûrette sâbit olur. Ve herbir mevcudun vücudu, doğrudan doğruya Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun dest-i kudretinden çıktığını ve semâvât ve arz, kabza-i kudretinde olduğunu gösterir. Esbabperest ve tabiata sapanların gittikleri ve göremedikleri yollarının içyüzünü gösterdikten sonra, onları insafa dâvet eden ve mesleklerini terk ettiren gâyet izahlı ve çok şirin ve gâyet lâtif bir beyândan sonra, sorulan iki şüpheli suâlin birincisine, "redd-i müdâhale ve men-i iştirak"
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
kânunlarının muktezâsıyla; ikincisine de, Hâlık-ı Zülcelâl bütün bütün hikmetine zıt olan netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abesiyete çeviren ve hikmet-i Rubûbiyetini inkâr ettirecek bir tarz olan mahlûkatın ibâdetlerini ve bilhassa insanın şükür ve ubûdiyetini başkalara vermeye rızâ göstermediği gibi, müsaade dahi etmediğini izah eden gâyet güzel cevaplarla mukâbele edilmiştir.
Hâtime'sinde, tabiat fikr-i küfrîsini terk eden ve îmâna gelen zâtın, merakâver üç suâlinden:
Birincisi: "Tenbelliklerinden dolayı namazı terk edenlerin Cehennem gibi bir azap ile tehdit edilmelerinin sebebi nedir?"
İkincisi: "Gözle görülen bu nihayet derecede mebzûliyet ve îcâd-ı eşyadaki intizamlı sûret, hem Vahdet yolundaki nihayet derecede kolaylık ve suhûlet, hem nass-ı Kur'ân'la,
b1081.gif
-1-
gibi âyetlerin nihayet derecede gösterdikleri kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?" Üçüncüsü: "Kâinat fabrikasının işlettirilmesi bir terkip ve tahlil neticesi olduğunu ve hiçten birşey îdam edilmediği gibi, hiçten birşey de îcad edilmez diyen feylesofların bu sözleri nasıldır?" demesine karşı, pek dakik ve çok derin ve gâyet yüksek ve çok geniş ve nihayet derecede muknî ve müskit olarak serd ettiği delâil-i akliye ile, esbâba tapan ve tabiat bataklığında boğulanları kurtaran ve hâlen o mesleklerinde bulunanları utandıran gâyet hakîkatli ve musîb cevaplar vardır.
Hüseyin
Yirmi Dördüncü Lem'a
Dört Hikmeti hâvîdir.
b424.gif

b1083.gif
-2-

(ilh.) gibi âyetlerle, Kur'ân-ı Hakîm, tesettürü emrediyor. Sefih ve mimsiz medeniyetin ise, Kur'ân'ın bu hükmüne karşı muhâlif
1 Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.) Kıyâmetin gerçekleşmesi göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır. (Nahl Sûresi: 77.)
2 Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Ey Peygamber! Hanımlarına kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar. (Ahzâb Sûresi: 59.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
gittiğini ve tesettürü fıtrî görmediğinden, "bir esârettir" deyip, dinsizcesine bir suâline karşı, Kur'ân-ı Hakîmin bu hükmü tam yerinde olup, belki esâret olmayıp, tesettürün fıtrî olduğunu çok tecrübe ve misallerle izah ve ispat edip, onları iskât ve tesettüre katî emrediyor.
BİRİNCİSİ
Kadınların fıtratı tesettürü iktizâ ediyor. Çünkü, hilkaten zaîfe ve nâzik olduğundan, kendi hayatından ziyâde çocuklarını himâyeye fıtraten bir meyli bulunduğundan, onu himâye edene karşı kendini güzel göstermek ve nefret ettirmemeye ve ittihâma mâruz kalmamak için fıtrî bir meyli bulunduğunu; hem kadınların ondan altısı ya ihtiyar, ya çirkin olmak cihetiyle, çirkinliğini herkese göstermek istemediğini; hem güzellerden kendini göstermekten sıkılmayanlar, ancak ondan bir iki olup, diğerleri ise, pis ve şehevânî ve sakîl insanların nazarlarından istiskal ettiğinden, kendini göstermek istemediğini; ve Kur'ân-ı Hakîmin tesettüre emri fıtrî olmakla beraber, o nâzik ve zaîfeyi, bir refika-i ebediye olabilmesi için, tesettürle zâhiri ve bâtınî zilletten ve mânevî bir esâretten kurtarıyor diye gâyet güzel bir cevapla gaddar medeniyeti iskât ediyor.
İKİNCİ HİKMET
Erkek ve kadın arasında şiddetli bir muhabbet, yalnız bu hayat-ı dünyeviyenin ihtiyâcından ileri gelmediğini; belki ebedî bir hayatta ciddî bir arkadaş olmak için, o muhabbeti âhir ömre kadar devam ettiği ve etmesi lâzım geldiği cihetle, o kadının, ebedî arkadaşı olan kocasının ebedî arkadaşlığından mahrum kalmamak için tesettürü katiyen ve fıtraten iktizâ ettiğini; ve sefih, gaddar medeniyetin "gayr-ı fıtrî ve esârettir" demelerini iskât etmekle beraber, tesettüre katî emrediyor.
ÜÇÜNCÜ HİKMET
Âile saâdeti, kadın ve koca mâbeyninde bir emniyet-i mütekâbile ve samîmi bir muhabbetle devam ettiğini; ve tesettürsüzlük, o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını; ve açık saçık kadının ondan bir tanesi, kocasından daha iyisini gönnediğinden, kendini başkalara göstermek istemediğinden ve yirmi adamdan ancak bir tanesi karısından daha güzelini görmediğinden, açık saçıklık ve ·hayvânî nazarlar o emniyet ve muhabbeti kırdığını; hattâ o hayvânî, süflî ve pis görünmek, akrabâlık misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını; ve o çıplak bacakla görünüş, akraba misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını; ve o çıplak bacakla görünmesi, akrabânın mahremiyeti dahi gayr-ı mahrem olduğunu, gâyet katî bir sûrette ispat eder.
DÖRDÜNCÜ HİKMET
Kesret-i nesil her cihetle matlup olup, her millet ve her hükûmet buna taraftar olduğu, hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
b1084.gif
-1- yani, "İzdivâc ediniz; ben sizin çokluğunuzla iftihar ederim" buyurmasını; tesettürsüzlük izdivâcı çoğaltmayıp pek azalttığını, çünkü serseri asrî bir genç dahi refikasının gâyet nâmuslu olmasını istediğini; ve kadın ise, erkeğin çoluk ve çocuk ve malına ve herşeyine dâhilî muhâfız olduğundan, kadında sadâkat ve emniyet lâzım olduğunu; tesettürsüzlük ve açık saçıklık ve hayâsızlık ise, o sadâkati ve emniyeti kırdığından, erkeğe vicdan azâbı çektirdiğini ve kadınlarda şecaat ve sehâvet, o sadâkat ve emniyeti ihlâl ettiğini; ve memleketimizin Avrupa'ya kıyas edilemeyeceğini, eğer kıyas edilse, neslin zaafına ve kuvvetin sukûtuna sebep olacağını; ve şehirliler köylülere kıyas edilemeyeceğini, çünkü köylüler maîşet meşgalesiyle uğraştığından, sanat ile iştigal eden şehirliler onlara kıyas edilemeyeceğini; ve daha çok hikmetlerini gâyet katî ispat eder.
Rüştü
Ehl-i îmân âhiret hemşirelerim olan kadınlar tâifesi ile bir muhâveredir.
Risâle-i Nur'un mühim bir esası şefkat olması ve kadınlar tâifesinin şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle fıtraten Risâle-i Nur'la alâkaları bulunduğunu; fakat bazı fena cereyanlarla o kıymetli seciyenin sû-i istimâl edildiğini; ve kadınların saâdet-i uhreviyesi gibi saâdet-i dünyeviyelerinin de çâre-i yegânesi, dâire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniye olduğunu izah eden kıymetli bir mektuptur.

Yirmi Beşinci Lem'a
Yirmi Beş Devâyı hâvîdir. Bu risâle,
b424.gif

b1086.gif
-2-
gibi âyetler, ehl-i îmanın musîbetleri musîbet olmadığını, belki bir ihtâr-ı Sübhânî ve iltifât-ı Rahmânî olduğunu gösterir. Gâyet muknî bir tefsir ve o ehli îmânın on kısmından bir kısmını teşkil eden musîbetzedelere karşı mânevî bir tiryak ve gâyet nâfı bir eczahane gibi olduğunu, hattâ herbir devâ, ayrı ayrı binler çeşit ilâçlar gibi hâsiyetlerini gösteren bir eczahâne hükmünde ve Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın eczahane-i kübrâsı olan
1 Keşfü'l-Hafâ,1:318.
2 Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
O sabredenler ki, başlarına bir musîbet geldiğinde "Biz Allah'ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz" derler. (Bakara Sûresi: 156.)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt