Lâsiyyemâlar

MURATS44

Özel Üye
LÂSİYYEMALAR


Onuncu Sözün bir cihette esası ve Yirmi Sekizinci Sözün Arabî ikinci makamıdır.


b424.gif


Kâinatın bütün zerratı, müçtemian ve münferiden, lisan-ı acz ve fakr ile vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettikleri Sâni-i Hakîme hamdler, senâlar, şükürler olsun. Ve kâinatın tılsımını açıp, âyâtını keşif ve beyan eden Resulü ile âl ve ashabına ve sair enbiya ve mürselîn ihvanına ve ibâd-ı sâlihîne salât ve selâmlar olsun.
Arkadaş! Tabiat ve esbab, bazı insanlara şükür kapısını kapatıp şirk ve küfür kapısını açmıştır. Halbuki, şirkin temeli sayısız muhalâttan kurulmuş olduğundan haberleri yok. O muhalattan bir taneyi beyan edeyim ki, şirkin ne kadar fena bulunduğunu kör gözleriyle görsünler. Şöyle ki:
Şirk sahibi, cehalet sarhoşluğunu terk ve ilim gözüyle küfrüne baktığı zaman, o küfrü İmân ve iz'an edebilmek için, bir zerre-i vahideye bir ton ağırlığında bir yük yükletmeye ve her zerrede sayısız matbaaları icad edip tabiat ve esbabın eline vermeye ve bütün masnuatta bütün san'at inceliklerini tabiata ders vermeye muztar ve mecbur olur. Zîra, hava unsurundan, meselâ, herbir zerre, bütün nebatlar, çiçekler, semereler üstünde konup bünyelerinde vazifesini yapmak salâhiyetindedir. Eğer bu zerreler, yaptıkları vazifelerde memur olup Cenab-ı Hakkın emir ve iradesine tâbi oldukları kâfirâne inkâr edilirse, o zerre herhangi bir bünyeye girse, o bünyenin bütün cihazatını, keyfiyetiyle teşekkülünü bilmesi lâzımdır. Bu bilginin o zerrede bulunmasını ancak o kâfir itikad edebilir.
Maahaza, bir semere, bir şecerenin bir misal-i musağğarıdır. Ve o semeredeki çekirdek, o şecerenin defter-i a'mâlidir. O ağacın tarih-i hayatı o çekirdekte yazılıdır. Bu itibarla, bir semere şecerenin tamamına, belki o şecerenin nev'ine, belki küre-i arza nâzırdır. Öyleyse, bir semerenin san'atındaki azamet-i mâneviyesi, arzın cesameti nisbetindedir. O zerreyi, san'atça hâvi olduğu o azamet-i mâneviyeyle bina eden, arzı haml ve bina etmekten âciz olmayacaktır. Acaba o kâfir münkir, kalbinde böyle bir küfrü taşımakla, akıl ve zekâ iddiasında bulunması kadar bir ahmaklık var mıdır?
 

MURATS44

Özel Üye
Arkadaş! Her birşey için iki suret ve şekil vardır:
Biri: Maddiyedir ki, âdeta bir gömlek gibi, herşeyin vücuduna göre kaderin takdiriyle biçilmiş şu görünen suretlerdir.
Diğeri: Mâkuledir ki, birşeyin yaşadığı bir ömürde mürur-u zamanla değiştirdiği muhtelif maddî suretlerin içtimâından tasavvur edilen bir suret-i vehmiyedir.
Bir ateşin sür'atle tedvirinden hasıl olan daire-i vehmiye gibi, herşeyin tarih-i hayatını bildiren ve kadere medar olan ve mukadderat-ı eşya denilen şu ikinci suret, mâkuledir. Suret-i maddiye itibarıyla herşeyin bir nihayeti, bir gayesi olduğu gibi, suret-i mâneviye itibarıyla da bir nihayeti ve gizli bazı hikmetler için bir gayesi de vardır. Binaenaleyh, herşeyin suret-i maddiyesinde, kudret-i Rabbânî ustadır, kader mühendistir. Suret-i mâneviyesinde ise, kader mistardır, yani, teşekkülâtın çizgilerini çizer; kudret mastardır, yani o çizgiler üstünde yapılan teşekkülât, kudretten sudur eder.
Ey kâfir! Bunu işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreye bir terzilik sanatını öğretmeye kudretin var mıdır? Kendine hâlık ittihaz ettiğin tabiat ve esbab, herşeyin muhtelif ve mütenevvi suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?
Bak, ey gözden mahrum kâfir! Şecere-i hilkatin semeresi ve kuvvet ve ihtiyarca esbabdan üstün olan insan, terziliğin bütün kabiliyetlerini, bilgilerini cem edip dikenli bir şecerenin âzâlarına uygun bir gömleği dikemez. Halbuki, Sâni-i Hakîm herşeyin nemâsı zamanında pek muntazam, cedid ve taze taze gömlekleri ve yeşil yeşil hulleleri kemal-i sür'at ve sühuletle yapar, giydirir. Fesübhânallah!
Evet, münezzehtir, herşeyin vücudu emrine bağlı olan Allah münezzehtir. Herşeyin içyüzü elinde bulunan Sâni münezzehtir. Bütün mahlûkata merci olan Sâni münezzehtir.
Arkadaş! Herbir mevcudun üstünde, Sâni-i Ehad ve Samedin bir sikkesi, bir hâtemi olup, o mevcudun Sâni-i Ehad ve Samedin mülkü ve eser-i san'atı olduğuna şehadet ediyorlar.
Evet, gayr-ı mütenahi ehadiyet sikkelerinden ve samedâniyet hâtemlerinden, yalnız bahar mevsiminde sahife-i arza darb edilen sikkeye bak ki, şu zikredilecek müteselsil fıkralar, cümleler o sikkeyi güneş gibi gösteriyorlar ve izhar ediyorlar.
Evet, sahife-i arzda pek garip, hakîmâne bir icad görünüyor. Bu görünen icadın gösterdiği kuvvet ve faaliyeti görmek istersen, şu gelen fıkralara dikkat et.
1. O icad fiili, pek azîm ve geniş bir sehavet-i mutlakadan geliyor.
2. Bir suhulet-i mutlaka ile bir kuvvet-i mutlakadan çıkıyor.
3. Mutlak bir intizamla, sür'at-i mutlakada meydana geliyor.
4. Mevzun ve mizanlı olarak bir vüs'at-i mutlakada bulunuyor.
5. Güzel bir eser-i san'at olmakla beraber, mutlak bir ucuzlukta görünüyor.
6. Taallûk ettiği şeyler pek karışık olmakla beraber, büyük bir imtiyaz-ı mutlak ve adem-i iltibasla yapılıyor.
7. Mahall-i taallûku gayr-ı mütenahi olmakla beraber, eserlerinde çirkinlik görünmez, ahsen şekilde husule gelir.
8. Efrad ve envâ arasında, bu'd-u mutlak ile beraber, tevafuk-u mutlak var.
 

MURATS44

Özel Üye
Arkadaş! Bu fıkraların herbirisi tek başına da o sikkeyi izhar etmeye kâfidir.
Bakınız, en harika bir sehavetle en harika bir hüsn-ü san'at, muhit bir kudretin hassasıdır.
Ve intizamla beraber harika bir suhulet, hiçbirşeyden âciz olmayan muhit bir ilim sahibine mahsustur.
Tartılmış gibi gayet mizanlı olmakla beraber, mucizâne bir sür'at-i mutlaka, herşeyi emrine ve kudretine teshir eden Zâta mahsustur.
Nevilerin pek dağınık bulunmasından, pek geniş bir tasarrufla harika bir hüsn-ü san'at, ilim ve kudretiyle herşeyin yanında bulunan Zâta hastır.
Kesret ve mebzuliyetle beraber her ferdin san'at itibarıyla kıymettar olması, sonsuz bir zenginlikle gayr-ı mütenahi hazinelere malik olan Zâta mahsustur.
Efradın ziyadesiyle karışık olmasıyla beraber iltibassız ve fevkalâde imtiyaz ve teşahhuslara mazhar olmaları, herşeye basîr ve herşeye şehîd ve herbir fiili kendisini diğer bir fiilden men etmeyen Zâta mahsustur.
Ve keza, arzda dağınık bulunan efrad arasındaki uzaklıkla beraber, suretçe, vücutça, teşkilâtça aralarında husule gelen tevafuk, küre-i arz yed-i tasarrufunda, ilminde, hükmünde, hikmetinde bulunan Zâta mahsustur.
Ve keza, nev'in kesret-i efradıyla beraber her ferdin harikulâde bir hüsn-ü hilkate mâlik olması, Kadîr-i Mutlaka hastır ki, az çok, küçük ve büyük herşey Ona nisbeten birdir.
Geçen fıkraların herbirisinde, herşeyin tek bir Sâniin sun'u ve san'atı olduğuna delâlet eden başka bir âyet daha vardır. Evet, sehavetle kuvve-i iktisadiye arasında ve sür'atle mizanlı olmak arasında ve ucuzlukla kıymetli olmak arasında ve karışık olmakla mümtaz bulunmak arasında tezat vardır. Bu zıtları bir fiilinde cem etmek, ancak kudreti hadsiz bir Sâni-i Kadîre mahsustur.
Hülâsa: Herbir fıkra, tek başına hâtem-i ehadiyeti izhara kâfi olduğu takdirde, fıkraların heyet-i içtimaiyesi pek zahir bir tarik-i evlâ ile hâtem-i ehadiyeti gösterir. İşte bu izahtan,
b443.gif
âyet-i kerîmesinin sırrı zahir oldu. Yani, o inatlı münkire, "Hâlık-ı Semavat ve Arz kimdir?" diye sorulduğu zaman, çar u nâçâr, "Allah'tır" diyecektir.
Arkadaş! Ulûhiyet, risalet, ahiret, kâinat arasında hakikatte telâzum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücut ve sübutu, ötekisinin de vücut ve sübutunu istilzam eder. Birisine iman, ötekisine de imanı icab ettirir.


---------------------------

"And olsun ki, onlara 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye sorsan, elbette 'Allah' derler." Lokman Sûresi: 31:25.
 

MURATS44

Özel Üye
Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye İmân etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.
Ve keza, pek çok san'at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.
Ve keza, deniz ve nehirlerin yüzünde, şemsin aksini gösteren kabarcıklardaki güneşin parıltısı, şemsin vücudunu inkâr etmekle mümkün olmadığı gibi, aklı bozuk olmayanlar için, kemal-i intizamla tahavvül ve teceddüd eden şu kâinatın şuhudu, Bâni ve Sâniin vücub-u vücudunun tasdikiyle olabilir. Çünkü, şu muhteşem kâinatı meşiet ve hikmetiyle tesis ve kaza ve kaderinin düsturlarıyla tafsil ve âdetinin kanunlarıyla tanzim ve inayet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin ve esmâ ve sıfâtının cilveleriyle tenvir eden, ancak ve ancak Bâni ve Sânidir.
Evet, Hâlık-ı Vâhid kabul edilmediği takdirde, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz ilâhların kabulüne mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilâhın şu kâinatı halk etmeye kadir olması lâzımdır. Çünkü, zîhayatın herbir cüz'îsi, zevilhayatın küllüne, yani umumuna bir fihristedir. Cüz'îyi halk eden, küllîyi de halk etmeye kadir olmalıdır.
Ve keza, ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusülle olur.
Ve keza, hadd-i kemale bâliğ olan en yüksek bir cemalin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi lâzımdır.
Ve keza, kemal-i cemale bâliğ olan kemal-i hüsn-ü sanat, resullerin delâletiyle olur.
Ve keza, rububiyet-i âmme, ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlâhiyeyi halka ilân etmeleriyle mümkün olur.
Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği olmasa ve bir ayna bulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut etmezse, onun hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu da ancak resuller vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyle Hâlıkın hüsnüne aynadır; risaleti cihetiyle de halka izhar ve ilân eder.
Ve keza, bir zâtın cevahirle, zîkıymet eşyayla dolu hazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zatın kudretini, zenginliğini, saltanatını ilân etmek için, ancak o zatın müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir memur lâzımdır. İşte o memur resuldür.
Arkadaş! Bu sıfatları hâiz, bu vazifeleri en mükemmel görebilecek Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka âlemde bir şahıs yoktur. En câmi, en kâmil, en fâzıl o zattır. Tam tamına teşhir, tebliğ, tarif, tavsif, izhar, ilân eden, o zattır.
 

MURATS44

Özel Üye
Aziz arkadaş! "İman-ı billâh" ile "âhiret imanı" arasındaki telâzuma geldik. Hazır ol, dinle:
Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza, bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahır ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücâzâtı ister. Mükâfat ve mücâzat menzilleri âhirettir.
Ve keza, yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan bir sultan, saltanatının şanını kusurdan saklamak üzere, kendisine iltica edenleri taltif ve hâkimiyetinin haşmetini göstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder. Bu cihetlerin mühim bir kısmı âhirette olur.
Ve keza, lebâleb dolu hazinelere mâlik ve sehavet-i mutlakaya sahip olan bir sultan için umumî ve daimî bir dâr-ı ziyafet lâzımdır. Ve ayrı ayrı ihtiyaç sahiplerinin devam ve bekalarını ister. Bu da ancak âhirette olur.
Ve keza, bir cemal sahibi, dâima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister. Bu ise âhiretin vücudunu ister. Çünkü daimî bir cemal, zâil ve muvakkat bir müştaka râzı olmaz, onun da devamını ister. Bu da âhireti ister.
Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda, pek rahîmâne bir şefkat sahibi olan bir sultan-ki ednâ bir mahlûkun ednâ bir isteğini derhal yapar, verir-elbette bütün mahlûkatın en büyük bir ihtiyacını kemal-i suhuletle yapar. Böyle umumî ve en mühim bir ihtiyaç ancak âhirettir.
Ve keza, icraatından, faaliyetinden anlaşılan pek harika bir ihtişam içinde bir saltanatı varken, milletinin içtimâları için yalnız dar bir misafirhane yapılmış; dâimî olarak milleti istiâb edemez, daima dolar boşalır. Ve bir imtihan meydanı var; her vakit değişir, tebeddül eder. Ve sultanın bazı âsâr-ı san'atına ve ihsanatına bazı nümuneler göstermek için meclisleri var; zaman zaman tahavvül eder. Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve meşherden sonra daimî bir menzil, sabit saraylar, açık hazineler bulunup ve sakinleri sabit ve daimî kalacaklarına bilbedâhe delâlet eder.
Ve keza, dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün a'mallerini, ef'allerini, hizmetlerini, hâcetlerini tamamıyla yazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden herbir hadise ve herbir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp tesbit ve hıfz ederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, bir muhakemenin, bir mükâfat ve mücâzâtın vukua geleceğine kat'î bir surette delâlet eder.
Ve keza, mükâfat ve mücâzat hakkında tekrarla pek çok vaadleri ve tehditleri olursa ve o vaad ve vaîd edilen şeyler kudretine ağır gelmezse ve o şeyler raiyeti için pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilâf olmayacaktır. Çünkü hulfül-vaad, kudretin izzetine zıttır.
Ve keza, hadd-i tevatüre bâliğ olan muhbirlerin ittifak ve icmâlarına göre, o muhteşem ve azîm saltanatın medarı ve cevelangâhı ancak âhiret memleketidir. Bu küçük menziller, meydanlar o azamete daimî bir mekân olamaz. Çünkü, bu gibi zâil, mütebeddil şeyler, o müstakar saltanata makar olamaz.
 

MURATS44

Özel Üye
Evet, o Sultan şu küçük menzilde ve meydanda çok şeyleri, içtimâları, iftirakları gösteriyor. Fakat, bizzat maksat o şeyler değildir. Ancak âhiretin meydan-ı ekberinde vukua gelecek hallerin, emirlerin nümunelerini göstermektir.Çünkü, o mahşer-i azîmde yapılacak muameleler, bu küçücük nümunelere göre cereyan edecektir. Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil haller, o âlemde bâki ve daimî semereler verecektir.
Evet, o Sultanın şu fâni menzillerde ve korkunç meydanlarda gösterdiği hikmet, inayet, adalet, rahmet ve şefkatin fevkinde bir derecenin tasavvuru imkân hâricidir. Elbette bu kadar yüksek ve geniş harika san'atlar, daimî mekânları, sabit meskenleri ve zevalsiz sakinleri isterler ki, o büyük hikmet ve adaletin hakikatlerine mazhar olsunlar. Ve illâ, şu görünen hikmet, inayet ve merhametin inkârı lâzım gelir. Ve aynı zamanda, bu kadar hikmetinden ve inayetinden zuhur eden fiiller sahibinin-hâşâ!-zâlim, gaddar, sefih olduğuna zehab edilir. Bu ise, inkılâb-ı hakâiki istilzam eder.
Ve keza, şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller, bürhanlar vardır. Maahaza, bu âlemi icad edip öteki âlemi icad etmemek ve bu kâinatı vücuda getirip öteki kâinatı getirmemek, bu dünyayı yaratıp öteki dünyayı yaratmamak imkânı yoktur. Çünkü rububiyetin saltanatı mükâfat ve mücâzatı ister.
Ve keza, Sâni-i Âlemin herşeyi içine almış ve herşeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet-i vâsiası vardır. Validelerin, hattâ bir cihette nebatatın evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmet deryasından bir katredir. O bahr-i rahmetin azametiyle, şu fâni dünyada, bu kısa ömürde, şu kadar zahmet ve belâlarla karışık, zâil ve gayr-ı sabit olan şu nimetler ve ebedî bekayı isteyen insanlar arasında münasebet yoktur. Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimeti nikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalb eder.
Ve keza, âlemde görünen tasarrufattan anlaşılıyor ki, Sâni-i Âlemin pek yüksek, celâlli, izzetli bir haysiyeti vardır ki, ubudiyetle Sânii tâzim etmeyenlerin veya istihfaf edenlerin tediplerini, tehir ve imhal etse bile, ihmal etmez.
Ve keza, o Sultanın emirlerini, nehiylerini kıymetsiz görüp imanla imtisal etmeyenler ve ibadetle kendilerini sevdirmeyenler ve şükranla hürmette bulunmayanlar için rububiyetin ebedî karargâhında elbette bir dâr-ı mükâfat ve mücâzat olacaktır.
Ve keza, bütün mahlûkatta görünen hüsn-ü san'atlar, intizamlar ve ihtimamlardan ve herşeyde takip edilmekte olan maslahat ve faydalardan anlaşılıyor ki, kâinat taht-ı tasarrufunda bulunan Sâni-i Zülcelâlde pek büyük bir hikmet-i âmme vardır ki, itaat ve iltica edenlerin büyük taltif ve in'amlara mazhar olacakları o hikmet-i âmmenin iktizasındandır.
 

MURATS44

Özel Üye
Ve keza, görünüyor ki, herşey lâyık mevkiine vaz ediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin hâceti, istediği gibi yapılır. Ve her sual edenlerin matlupları-bilhassa istidat lisanıyla veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla veya ıztırar ve zaruret lisanıyla olsun-cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübrâ lâzımdır ki, rububiyetin hâkimiyetiyle hukuk-u ibad muhafaza edilsin. Çünkü, fâni olan şu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar olamaz. Öyleyse, o büyük Sultan-ı Âdil için bir Cennet-i bâkiye, bir cehennem-i dâime lâzımdır.
Ve keza, görünüyor ki, bu âlemin Sahibi, yaptığı şu kadar fiillerin delâletiyle, harika bir sehavete sahip olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereleriyle hâmile eşcar ve ağaçlar misilli pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh, bu ebedî sehavet, tükenmez servet ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devamla muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder. Zira, nihayet bir sehavet, harika bir kerem, daima halka ihsan ve in'am etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve in'amlara minnettar ve muhtaç olanların devam-ı vücutlarını ister.
Ve keza, şu mucizeli ve hikmetli ef'âl-i kerîmânenin tezahüratından anlaşılıyor ki, Sâni-i Fâilin pek gizli kemalâtı vardır. Ve daima o kemâlâtı, enzar-ı âleme arz ve teşhir etmek ister. Çünkü, daimî bir kemal, daimî bir tezahürle takdir edicilerin devam-ı vücutlarını iktiza eder. Çünkü, adem-i mutlaka namzet olan insan, kemâlâta kıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal ve tahkir eder.
Ve keza, bu güzel, müzeyyen, münevver masnûatın Sânii için mücerred mânevî bir cemal vardır. Ve Onun, o mahfî hüsün ve cemal için pek çok mehâsin ve letâifi vardır ki, kısa akıllarımızla idrak edemeyiz. Ezcümle, o cemalin kesif aynalarından biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecellî etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar eder.
Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor. Binaenaleyh, cemal sermedî ve dâim olursa, behemehal onun inceliklerini gösteren aynalarının de ebedî ve dâimî olması zarurîdir. Çünkü, bâki bir hüsn fâni bir müştaka razı olamaz. Ve zâil ve fâni bir âşıkın, ebedî ve bâki olan mahbubuna muhabbeti adavete kalb olur. Evet insan, eli veya fehmi yetişmediği güzel birşeyi, kendisini tesellî için takbih eder. Bu itibarla, bu âlem Sânii istilzam ettiği gibi, Sâni de âlem-i âhireti istilzam eder.
Ve keza, bu âlemin Sâniinde pek rahîmâne bir şefkat vardır. Zîra görüyoruz ki, bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemal-i sür'atle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi işitiliyor ve hâceti kabul ediliyor. İşte böyle bir şefkat sahibi, nev-i beşerin en büyük, en lâzım, en zarurî, şedit bir hâceti hakkında, bütün insanlar namına yaptığı duada istediği Cenneti ve saadet-i ebediyeyi ve ba'sü ba'del mevti yapacaktır. Bilhassa, o reis-i muhteremin şu umumî duasına, bütün zevilhayat, bütün mahlûkat "Âmin! Âmin!" diyorlar.
Bak, o zat öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı, esfel-i sâfilîn olan fenâ-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten, âlâ-yı illiyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.
 

MURATS44

Özel Üye
Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdatkârâneyle istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâneyle yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvâta, arşa işittirip, vecde getirip, duasına "Âmin, Allahümme, âmin!" dedirtiyor.
Acaba bütün benî Âdemi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat aynalarında cemallerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyle beraber istiyor, o esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun.
Eğer, âhiretin hesapsız esbab-ı mucibesi, delâil-i vücudu olmasaydı, yalnız şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti. Demek, nasıl ki, o zâtın risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi,
b616.gif
-1- sırrına mazhar oldu; onun gibi, ubudiyeti dahi, öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.
b445.gif
-2-

Ve keza, bu âlemin geliş ve gidişatında ve bütün mahlûkatın bir hedefe sevkinde ve semâvî, süflî bütün ecramın bir kudrete bağlı ve musahhar olmasında pek büyük bir saltanat eseri görünüyor. Ve bundan anlaşılıyor ki, bu mevcudatta tasarruf eden Sâniin azîm rububiyetinde harika bir saltanatı vardır. Halbuki, bu dünya menzili tahavvülâta, zevale mâruzdur. Sanki misafirler için yapılmış bir handır ki daima dolup boşalıyor. Ne kendisinin sabit bir şekli vardır ve ne de içinde oturanların bir kararı vardır. Ve Sâni-i Âlemin garip ve acip san'atlarının nümunelerini teşhir ve ilân için tahavvülden hâli kalmayan bir meşherdir. Bu itibarla o handa ve o meşherde içtimâ eden insanlar sabit kalacak değiller. Çünkü meskenleri sâbit değildir.
İşte bu hal ve şu vaziyet, bu fâni menzilden sonra o sermedî saltanata karargâh olmak üzere, sabit, bâkî, ebedî, sermedî saadetlerin, Cennetlerin ve sarayların olacağına kat'î bir delâletle şehadet eder. Çünkü, fâni, bâkiye makam ve medar olamaz.


----------------------------

1- Hadis-i kudsi. "Sen olmasıydın ben alemleri yaratmazdım." Ali el-Kari, Şerhü'ş-Şifa, 1:6; el-Acluni, Keşfü'l-Hafa, 2:164.
2- Allahım, her iki dünyanın efendisi, iki alemin medar-ı fahri, dünya ve ahiretin hayatı, iki cihan saadetinin vesilesi, zülcenaheyn ve cin ve insin resulü olan şu Habibine, onun bütün al ve ashabına ve onun enbiya ve mürselin kardeşlerine salat ve selam et. Âmin.
 

MURATS44

Özel Üye
Evet, bir melikin gelip giden misafirleri için yolda yaptığı şu menzile ve o menzilde oturan misafirlere bakıldığı zaman görülüyor ki, milyonlarca lirayla yapılan o menzil, pek az bir zaman içindir. Ve ondaki ziynetler, kıymetli şeyler, hep suret ve örneklerdir. Ve misafirler o nefis taam ve yemeklerin yalnız tadına bakıp, karınlarını doyuracak derecede yemiyorlar. Ve herbir misafir, hususî makinesiyle o menzildeki zînetlerin resimlerini alırlar. Ve melikin de gizli memurları onların bütün harekât, ef'al ve muamelelerini yazıyorlar. Ve o melik her mevsimde milyonlarca o ziynetleri, o güzel şeyleri yeni gelecek misafirler için tahrip ve tecdit ediyor. Ve hakeza, pek çok garip ve acip şeyler görünüyor.
İşte bu vaziyet gösterir ki, o muvakkat menzil sahibinin pek yüksek kıymetli menzilleri, daireleri ve ebedî, sermedî sarayları vardır. Bu küçük menzilde görünen şeyler, haller, misafirleri ebedî menzillerdeki yüksek şeylere teşvik için gösterilen nümunelerdir.
Kezalik, bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvâline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü, visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.
Maahaza, o lezzetlerden hiç kimse tam mânâsıyla muradına nail olamaz. Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez. Ancak, o lezzetler ve o nefîs şeyler ibret ve şükre sevk içindir. Çünkü, onlar Cenab-ı Hakkın ehl-i İmân için Cennetlerde ihzar ettiği hakikî nimetlere nümunelerdir.
Ve o müzeyyen masnuat-ı fâniye, fena ve adem için değildir. Ancak, onların suretleri ve misalleri, mânâları, neticeleri alınır; âlem-i bekada, ehl-i beka için ebedî manzaraların yapılmasına medar olurlar. Yahut ebedî âlemde Sâni-i Ebedî istediği şekillere sokar. Çünkü, o masnûat, beka içindir. Onları o zahirî ölüm ve fenâları, vazifelerinden terhistir, idam değildir.
Evet, onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten fenaya gider, çok cihetlerden bâki kalır. Meselâ, kudret-i Ezeliyyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak: Evet, nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah'ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllarda da akıllar adedince mânâları kalır. Kezalik, o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür, gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hafızalarında ve halefiyle hâmile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir. Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar olsun, o gül çiçeğinin suretini, ziynetini, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekası için birer menzildir.
 

MURATS44

Özel Üye
Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir. Ancak, onun da bütün harekât ve ef'âli yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve a'mâlinin neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrâda ona göre derece alsın. Hülâsa, her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir.
Ve keza, bu âlemde tasarruf eden Sâniin öyle bir kitab-ı mübîni vardır ki, en küçük ve en büyük, o kitapta yazılıp hıfz edilmemiş hiçbir şey yoktur. O kitabın maddelerinden âlemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine bak:
Evet, görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan birşey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuttan çıkarsa, Fâtır-ı Hakîm onun çok suretlerini levh-i mahfuzlarda tesbit eder. Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve neticesinde nakşeder ve pek çok gaybî aynalarda ibka eder. Meselâ, bir şecere, meyvesiyle hâmile olduğu gibi, tohumu da meyveyle hâmiledir. Demek, ağacın bünyesinde semeresi mevcut olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuttur. Ve keza, vücuttan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hafızasında mevcut kalır.
İşte bu misallerden hıfz ve hafîziyet kanunu ne derece ihatalı olduğu anlaşıldı. Evet, bu mevcudatın sahibi pek büyük bir ihtimamla mülkünde cereyan eden herşeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hâkimiyetinin muhafazası için sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde tam bir intizam ve saltanat vardır ki, ednâ bir hadiseyi, âdi bir hizmeti yazar ve yazdırır.
İşte bu derece ihatalı, ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbette âlem-i âhirette yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar. Şu muhafaza kanunu, bütün eşyada câri olduğu gibi, mahlûkatın en eşrefi olan insana da şâmildir. Çünkü, insan Cenab-ı Hakkın rububiyetine ait şuûnat ve ahvâline şahittir. Ve mahlûkatın cemaatleri içinde, Allah'ın birliğine dellâldır. Ve mevcudatın tesbihatına müşahit ve hilâfet-i kübrayla tekrim ve teşrif edilmiştir. İnsan bu keramete, bu şerefe nail olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes'ul zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir.
Evet, Kudret-i ezeliyeye nisbetle, ölümden sonra haşrin gelmesi, güzden sonra baharın gelmesi gibidir. Evet, nebatat gibi insanın da bir güzü, bir de baharı vardır. Evet, geçmiş zamanda vukua gelmiş olan mu'cizât-ı kudret, Sâniin bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna kat'î şahit ve bürhanlardır.
Ve keza, bu âlemin mâliki, kendi kudretine pek kolay ve pek ehven ve ibâdına fevkalâde mühim ve pek şedidül'ihtiyaç olan haşrin tekrar be tekrar vaadinde bulunmuştur. Malûmdur ki, hulfül-vaad, kudretin izzetine, rububiyetin merhametine zıttır. Zira, vaadin hilâfını yapmak, cehlin veya aczin alâmetidir. Bu ise, Kadîr-i Mutlak, Hakîm-i Mutlak olan zata muhaldir.
Maahaza, insanların haşri nebatatın haşri gibidir. Bunu gören onu nasıl inkâr eder? Haşrin icadına olan vaadi ise, bütün enbiyanın tevatürüyle ve büyük insanların icmâıyla sabit olduğu gibi Kur'ân-ı Kerîmin lisanıyla da sabittir.
 
Üst Alt