11-Nübüvvet Hakkında

MURATS44

Özel Üye
Nübüvvet hakkında Mukaddeme

b582.gif

-1-

Gayet kısa bir meali: Yani, "Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur'an'da bir şüpheniz varsa, Kur'an'ın mislinden bir sure yapınız. Hem de, Allah'tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sadık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur'an'ın mislinden bir sure getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde-zaten getiremezsiniz ya-öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır."
Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi Kur'an-ı Kerimin takip ettiği esas maksat dörttür. Birinci maksadı olan "tevhid", evvelki ayetle beyan edilmiştir. Bu ayetle de, ikinci maksat olan "nübüvvet" beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu ayet, nübüvvet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ispatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka hakkında değildir. Halbuki maksat, mutlak nübüvvettir. Fakat külli, cüz'ide dahildir. Cüz'inin ispatıyla külli de ispat edilmiş olur. Bu ayet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvetini, en büyük mucizesi olan i'caz-ı Kur'an'dan bahisle ispat ediyor. O Zatın (a.s.m.) nübüvvetine dair delail başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada, yalnız bir kısmını hülasaten "altı mesele" zımnında beyan edeceğiz.


____________________________________-



1- (Bakara Sûresi: 23-24.)
 

MURATS44

Özel Üye
BİRİNCİ MESELE
Enbiya-i salifinde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında-yalnız zaman ve mekanın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla-yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamda daha ekmel, daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh, nübüvvet mertebesine nail olanların heyet-i mecmuası, mucizeleriyle ve sair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile, nev-i beşerin sinni, kemale geldiğinde "Üstadü'l-Beşer" ünvanını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam'ın sıdk-ı nübüvvetine ilan-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (a.s.m.), bütün mucizeleriyle Saniin vücut ve vahdetini, nurlu bir bürhan olarak aleme ilan etmiştir.
İKİNCİ MESELE


O zatın (a.s.m.) evvel ve ahir bütün ahval ve harekatı nazar-ı dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulade değilse de onun sıdkına delalet eder. Ezcümle: "Gar" meselesinde, Ebu Bekri's-Sıddık ile beraber halas ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda


b583.gif
-1-

"Korkma, Allah bizimle beraberdir" diye Ebu Bekri's-Sıddık'a verdiği teselli ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddütsüz gösterdiği vaziyet, elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Halıkına itimad ettiğine güneş gibi bir bürhandır.
Kezalik, saadet-i dareyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar ettiği kavaidin, hakikatle muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün alemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.
İhtar: O zatın (a.s.m.) ahval ve harekatı birer birer, yani tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse, heyet-i mecmuası onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder.
ÜÇÜNCÜ MESELE


O zatın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sayfa vardır. Şimdi o sayfaları okuyacağız.
Birinci sayfa: O Hazretin zatıdır. Fakat bu sayfayı mütalaadan evvel, dört nükteye dikkat lazımdır.


___________________________________-



1- "Üzülme, mahzun olma, Allah bizimle beraberdir" mealindeki Tevbe Suresi 40. Ayetten iktibas.
 

MURATS44

Özel Üye
Birinci nükte:
b584.gif
Yani, fıtri karagözlülük, sun'i (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani, yapma ve sun'i olan birşey ne kadar güzel ve ne kadar kamil olursa olsun, fıtri ve tabii olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim olamaz. Herhalde sun'iliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden, etvarından belli olacaktır.
İkinci nükte: Ahlak-ı aliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
Üçüncü nükte: Mütenasip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.
Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Mesela, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.
Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazretin sayfası okunmalıdır. Evet, o Zatın bütün asarı, siretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvali, onun pek büyük, azim ve ahlak sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlakça pek yüksekliğinden dolayı kendisini "Muhammedü'l-Emin" ile lakaplandırmışlardır.
Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melaike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Kezalik, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlak-ı aliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkanı var mıdır?
Hülasa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam kendi kendine güneş gibi bir bürhandır.
Ve keza, o Zatın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zatın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.
Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlak olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zatın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azimi aleme kabul ve tasdik ettiren ve alemi celp ve cezb ettiren, o Zatın (a.s.m.) evvel ve ahir herkesçe malum olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zatın (a.s.m.) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.
 

MURATS44

Özel Üye
DÖRDÜNCÜ MESELE
İkinci sayfayı okuyacağız. Bu sayfa, mazi, yani Zaman-ı Saadetten evvelki zamandır. Pu sayfanın havi olduğu enbiya-i salifinin ahval ve kıssaları, o Zatın sıdk-ı nübüvvetine birer bürhandır. Yalnız dört nükteye dikkat lazımdır.
Birinci nükte: İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mahir ve mütehassıs olduğuna delildir.
İkinci nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki, adi bir insan da olsa, hatta çocuk da olsa, hatta küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba, pek büyük bir haysiyet sahibi, alem-şümul bir davada, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmi, yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten aciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle aleme neşir ve ilan etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi, o meselenin Allah'tan olduğuna da bir bürhan olmaz mı?
Üçüncü nükte: Malumdur ki, medeni insanlarca malum ve meluf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevilerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh, bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevilerin ahvalinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlarla görüşmelidir. Zira onların ahvalini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malumatı elde edemez.
Dördüncü nükte: Ümmi bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyne'l-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları da tashih ederse, o adamın bu harika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbi olduğuna delalet etmez mi?
Bu dört nükteyi göz önüne getir, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselama bak ki, o zat, herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi, Kur'an'ın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek aleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celb eden dava-yı nübüvvetini ispat içindir. Ve naklettiği esasları, beyne'l-enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip davasına mukaddeme yapmıştır. Sanki o Zat, vahy-i İlahinin makesi olan masum ruhuyla zaman ve mekanı tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh, o Zatın bu hali, onun bir mucizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevi bir delil hükmünde olup, o Zatın nübüvvetini ispat eder.
 

MURATS44

Özel Üye
BEŞİNCİ MESELE
Asr-ı Saadete ve bilhassa Ceziretü'l-Arab meselesine dairdir. Bunda da dört nükte vardır.
Birinci nükte: alemce malumdur ki, az bir kavmin adetlerinden, hakir, ehemmiyetsiz bir adeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz'i zayıf huylarını ref etmek, büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba, hakim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede adetlerine mutaassıp, inatçı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan adetleri ref ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlaklarını terk ettiren, hem yerlerine gayet yüksek adetleri, güzel ahlakları tesis eden bir zat harikulade olmaz mı?
İkinci nükte: Yine alemce malumdur ki, devlet bir şahs-ı manevidir. Çocuk gibi, teşekkülü, büyümesi tedricidir. Ve keza, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi, yine tedricidir, zamana mütevakkıftır. Acaba, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın bütün esasat-ı aliyeyi havi olan ve maddi-manevi bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslamiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def'aten teşkil ettiği bir devletle dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddi-manevi hakimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, harikuladeliği değil midir?
Üçüncü nükte: Evet, kahır ve cebirle zahiri bir hakimiyet, sathi bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zahiren ve batınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hakimiyetini muhafaza ve ibka etmek, en büyük harika olmakla, ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.
Dördüncü nükte: Evet, tehditlerle, korkularla, hilelerle efkar-ı ammeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz'idir, sathidir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir.
Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlak-ı aliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelama serbesti vermek, ancak şua-ı hakikatten muktebes harikulade bir mucizedir.
Evet, Asr-ı Saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten ar ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi! Asr-ı Saadette İslamiyetin doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslamiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhi, kalbi, vicdani bir inkılap hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:
 

MURATS44

Özel Üye
1. Tarih-i alemin şehadetiyle sabittir ki, parmakla gösterilen en büyük bir dahi, ancak umumi bir istidadı ihya ve umumi bir hasleti ikaz ve umumi bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa'yi hep heba olur.
2. Tarih bize gösteriyor ki, en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı aliyeyi, Ceziretü'l-Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek harikulade değil midir? Evet, şems-i hakikatin ziyasındandır.
Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziretü'l-Arabı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziretü'l-Araba git, en büyük filozoflardan yüz taneyi de intihap et, beraber götür. Onlar da orada ahlakın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabinin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o filozofların, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o Zatın yaptığı o cila İlahi, sabit, layetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir.
Ve keza, bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allah'ın adetlerine karşı safvet ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem-i muvafakatla cevap verecektir.
Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumi cereyana muhalefet etmemek lazımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh, o cereyanlarda, tevfik-i İlahinin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.
Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lazım gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur.
Bundan anlaşılır ki, İslamiyet, nev-i beşer için fıtri bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegane bir amildir.
Bu nükteler ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselama bak. O Zat, ümmiliğiyle beraber, bir kuvvete malik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hakimiyetleri sebkat etmemişti; bir hakimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itmi'nan ile büyük bir işe teşebbüs etti, bütün efkar-ı ammeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı, kalblerden bütün vahşet adetlerini, çirkin ahlakları kaldırarak pek yüksek adat ve güzel ahlakı tesis etti, vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları, o zamana, o aleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sahirlerin sihirlerini yutan asa-yı Musa gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istila eden zulüm, fesat, ihtilal, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslamiyeyi şarktan garba kadar tevsi ettirdi. Acaba o zatın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delalet etmez mi?
 

MURATS44

Özel Üye
ALTINCI MESELE


Bu mesele, istikbal sayfasına bakar. Bu sayfada dahi dört nükte vardır.
Birinci nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört beş fende mütehassıs ve meleke sahibi olabilir.
İkinci nükte: Bazan olur ki, iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelam, mütefavit olur; birisinin cehline, sathiliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delalet eder. Şöyle ki:
Bir adam, düşünmeden, gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi, o sözün evvel ve ahirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözlerle münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer' eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur'an-ı Kerimin fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabil kelamlardandır.
Üçüncü nükte: Bu zamanda vesait, alat ve edevat, sanayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi adileşmiş olan çok şeyler vardır ki, eğer onlar bundan iki üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, harikalardan addedilecekti. Kezalik, kelamlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır. Mesela bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh, şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini muhafaza eden Kur'an, elbette ve elbette harikadır.
Dördüncü nükte: İrşadın tam ve nafi olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması lazımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise, hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malum ve me'luf üslup ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim, yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiarelerle tasvir edip, cumhura, yani avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmıştır.
Ve keza, tekemmül etmeyen avam-ı nasın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahiri ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi meselelerde icmal ve ipham etmişse de, yine hakikatlere işareten bazı emareler, karineler vaz etmiştir.
Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et.
Şeriat-ı İslamiye, akli bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulum-u esasiyenin hayati noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulum ve fünundan mülahhasdır. Evet, tehzibü'r-ruh, riyazetü'l-kalb, terbiyetü'l-vicdan, tedbirü'l-cesed, tedvirü'l-menzil, siyasetü'l-medeniye, nizamatü'l-alem, hukuk, muamelat, adab-ı içtimaiye, vesaire vesaire gibi ulum ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslamiyedir.
 

MURATS44

Özel Üye
Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani, esasları vaz etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akıllara havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile, şu zaman-ı terakkide, en medeni yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-i beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.
Evet, zahiren İslamiyet dairesine girmeyen düşman filozofları bile, bu hakikati tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı filozof Carlyle, Alman edib-i şehiri Goethe'den naklen, Kur'an'ın hakaikine dikkat ettikten sonra, "Acaba İslamiyet içinde alem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?" diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki:
"Evet. Muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar."
Yine Carlyle demiştir ki: "Hakaik-ı Kur'aniye tulu ettiği zaman, ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü, Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı." İşte bu filozof,


b585.gif
-1-

ilaahir olan ayet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir. Haşiye


Sual: Gerek Kur'an-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan hadis-i şerif olsun, her fenden, her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitap veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle harika olması lazım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir.
Cevap: Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselam fezlekeler değildir. Ancak, hüsn-ü isabetle, münasip bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer edilen fezlekelerdir. Kur'an veya hadisin aldıkları fezlekeler, bu kabil fezlekelerdir. Bu kabil fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki, herbir fezleke, me'hazı olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısta olamaz.
Aziz arkadaş! Bu meselelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lazım olur.
1. Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.
2. İki şahıstan sudur eden bir söz, istidatlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altın, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.
3. Fünun, fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekamül eder.
4. Eski zamanda nazari olup, bu zamanda bedihi olmuş olan çok meseleler vardır.


______________________________________--


Haşiye: Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur'da Carlyle, Goethe ve Bismarck gibi, kırk meşhur filozofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşaallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.




______________________________________


1- Kuranın mislinden bir süre yapınız. Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız-öyle bir ateşten sakınınız ki... (Bakara Sûresi: 23-24)
 

MURATS44

Özel Üye
5. Zaman-ı mazi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.
6. Sahra ve çöl adamları, basit ve saf insanlar olduğundan, medenilerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.
7. Çok ilim ve fenler vardır ki, adetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.
8. Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususi keyfiyat ve ahvali göremez.
9. Beşer için bir ömr-ü tabii olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabii vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.
10. İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvalinde zaman ve mekanın çok tesiri vardır.
11. Eski zamanlarda harika addedilen çok şeyler vardır ki, mebadi ve vesaitin tekamülüyle adi şeyler hükmüne geçmişlerdir.
12. Def'aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zeka-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemale erer.
Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol, bu asrın sahilinden dal, Ceziretü'l-Arab yarımadasına çık. O yarımadanın mahsulatından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak. Göreceksin ki:
Bir insan, tek başına, ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi. Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü ve inkişaf etmekle saadet-i dareyni intaç ve nev-i beşerin ahvalini tanzim eder.
"O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider?" diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i'cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz, Kelam-ı Ezeliden ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer dünyadan kat-ı alaka ettikten sonra, biz de sureten, teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız. Fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.
Ey arkadaş! Bu gördüğün garip, acip sayfanın baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılaplar, vaziyetler,
b586.gif
-1- 'deki emr-i taciziyi, nev-i beşere tekrar tekrar ilan ediyorlar.


_____________________________________-



1- Kur'an'ın mislinden bir sure yapınız. (Bakara Sûresi: 23.)
 

MURATS44

Özel Üye
Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım.
b587.gif
* ila ahir, olan ayet-i kerimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şari'in, cumhuru irşad etmekte takip ettiği maksattan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur'an hakkında çok şek ve şüphelere maruz kalmışlardır. O şek ve şüphelerin menşei üç emirdir.
1. Diyorlar ki: Kur'an'da "müteşabihat ve müşkilat" denilen, hakiki manaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i'cazına münafidir. Zira Kur'-an'ın i'cazı, belagat üzerine müessestir; belagat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.
2. Diyorlar ki: Yaratılışa ait meseleler, müphem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza, kainata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad mesleğine münafidir.
3. Diyorlar ki: Kur'an'ın bazı ayetleri zahiren akli delillere muhaliftir. Bundan, o ayetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur'an'ın sıdkına muhaliftir.
O heriflerin zuumlarınca, Kur'an'a bir nakise ve şek ve şüphelere sebep addettikleri şu üç emir, Kur'an-ı Kerime bir nakise teşkil etmez. Ancak, Kur'an'ın i'cazını bir kat daha ispat etmeye ve irşad hususunda Kur'an'ın en beliğ bir ifade ile en yüksek bir üslubu ihtiyar etmesine sadık-ı şahid ve kat'i delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir-haşa!-Kur'an-ı Kerimde değildir.
Evet,
b588.gif
şairin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri tayip ediyorlar veya, ayı gibi, elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur'an'ın o yüksek i'cazına yetişemediğinden, tayip ediyorlar.
"Kur'an-ı Kerim'de müteşabihat vardır" dedikleri birinci şüphelerine cevap:
Evet, Kur'an-ı Kerim, umumi bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev-i beşerdir. Nev-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tabidir. Yani, umumi irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza, avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde, avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından, mahrum kalır.
Ve keza, avam-ı nas, ülfet ettikleri üsluplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maani ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatleri ve akliyatı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikin,
* Eğer indirdiğimiz Kur'an'dan bir şüpheniz varsa... (Bakara Sûresi: 24.)​
 
Üst Alt