13- Kur'ân'ın İfâdesindeki Î'câza Dâir

MURATS44

Özel Üye
b774.gif


Gayet kısacık bir meali:
Yani, "Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakir, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlukla misal getirmeyi, kafirlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun, Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kafirler, 'Allah bu gibi hakir misallerden neyi irade etmiştir?' diyorlar. Allah, onunla çoklarını dalalete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fasıklardan maada dalalete attığı yoktur. Fasıklar da ol adamlardır ki, Allah'ın taatinden huruçla, misak-ı ezeliden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah'ın akrabalar arasında veya mü'minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keserler; yeryüzünde işleri ifsattır. Dünya ve ahirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardır."
Bu ayetin de sair arkadaşları gibi mevzu-u bahis olacak vücuh-u irtibatı ve cihat-ı nazmiyesi üçtür. Maahaza, bu ayetin meali, hem makabline, hem mabadine, hem Kur'an'ın tamamına bakıyor.
Mabadine olan vech-i irtibatı:
Evet, vakta ki Kur'an-ı Azimüşşan sinekten, ankebuttan misal getirdi, karınca ile bal arısından bahsetti. Müşrikler, münafıklar, Yahudiler itiraz için fırsat bularak ahmakane dediler ki: "Allah, azametiyle beraber, böyle hasis, hakir şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi? Halbuki ashab-ı kemal, bu gibi kıymetsiz şeylerden bahsetmeye tenezzül etmezler, haya ederler." Kur'an-ı Kerim, bu ayetle ağızlarına vurarak kapattı.


_______________________________________

Bakara Sûresi: 26-27.
 

MURATS44

Özel Üye
Makabline cihet-i nazm ve irtibatı:
Evet, Kur'an'ın ihtiva ettiği sıfat ve mezayanın hiçbir kelamda, hiçbir kitapta, hiçbir şahısta bulunmadığı, sure başında ispat edildiği gibi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın nübüvveti de Kur'an'ın i'cazıyla ispat edildi. Kur'an'ın i'cazı dahi tahaddi ile, yani muhalifleri muaraza, mübareze meydanına davet etmekle ispat edildi. Çünkü muarazaya yapılan davet, sükut ile cevaplandırıldı. Böyle cihanşümul bir inkılabı söndürmek için yapılan davet üzerine mübareze meydanına gitmeyip sükut etmek, elbette eser-i aczdir. Kur'an-ı Kerimin bu ispatlarına karşı kafirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı. Yalnız, Kur'an, her hususta hadd-i kemale baliğ olduğundan, uzaktan uzağa bazı ufak itiraz taşlarını atmışlardır.
Ezcümle:
b775.gif
-1- ve
b776.gif
-2- gibi adi, kıymetsiz misallerden Kur'an'ın getirdiği temsiller, yüksek kelamların kemaline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beynennas yapılan mükalemelere, konuşmalara benziyorlar" diye muğalata ile halt etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim, onların o haltlarını bu ayetle başlarına vurmuştur.
Arkadaş! Acele etme, burada bir parça durmak icap eder. Onların pek vahi ve zayıf şüpheleri vardır. Bu şüpheler, müteselsil bazı vehimlerden neş'et etmiştir. O vehimler de, bazı muğalatalardan husule gelmişlerdir.
Onların, Kur'an'ın kemalini tenzil etmek için, Kur'an'ın temsillerini insanların temsillerine kıyas etmeleri, kıyas-ı maalfarıktır; aralarında dünyalar kadar fark vardır. Onları muğalata ile bu kıyasa sevk eden noktalar:
1. Onlar, herşeye, me'luflarına baktıkları nazarla bakıyorlar.
2. Onlar, insanın zihninin, fikrinin, lisanının, sem'inin cüz'i olduklarını ve cüz'i olduklarından, kasten ve bizzat iki şeye beraber taalluk edemediklerini nazara almışlardır.


3. Himmetin yüksek ve alçak kısımlarını tefrik eden mikyasın, iştigal ve ihtimamdan ibaret olduğunu düşünmüşlerdir. Yani, yüksek şeylere ihtimam edenin himmeti yüksektir, alçak işlerde iştiğal edenin himmeti alçaktır.
Kıymet ve azametin, himmet nisbetinde olduğunu zannetmişlerdir. Hatta küçük veya alçak birşeyi, yüksek ve büyük şahıslara isnad etmezler. Güya azim insanlar, kıymeti olmayan şeylere tenezzül etmezler ve zayıf, küçük birşey, o büyük himmet ve azameti tahammül edemez.
İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden, Cenab-ı Hakkı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: "Allah, celal ve azametiyle, insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz'i ve hakir şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?"


______________________________________

1- Onların hali, karanlık bir gecede ateş yakan insanın durumu gibidir. (Bakara Sûresi: 17.)
2- Yahut onların hali, şiddetle boşanan yağmura tutunmuş yolcuların misali gibidir. (Bakara Sûresi: 19.)
 

MURATS44

Özel Üye
Acaba o süfeha takımı, Allah'ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da külli, umumi, şamil, muhit olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki, Cenab-ı Hakkın azametine mikyas, ancak mecmu' asarıdır; yalnız bir eser mikyas olamaz? Ve yine bilmezler mi ki, Cenab-ı Hakkın tecellisine mizan olacak, kaffe-i kelimatıdır ki, eşcar kalem, denizler mürekkep olsa, o kelimatı yazıp bitiremezler? Haşiye
Mesela, şems akıl, ihtiyar ve irade sahibi farz edilse, ziyasını bütün aleme neşrettiği bir sırada, pis, mülevves bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı "Niçin bu pis, bu mülevves zerreyle meşgul oldu ve niçin ona ziyasını verdi?" diye itiraz edilebilir mi? Haşa! şemsin azametine bir nakise gelir mi? Yok. Binaenaleyh, gayet büyük olan bu alemi, büyük bir san'atla ve büyük bir ihtimamla halk ettiği gibi, cevher-i fert ile tabir edilen zerre de Onun destgah-ı kudretinden çıkan bir eser-i san'atıdır. Çünkü o büyük kudretin nazarında, cevahir-i fert, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yıldızlar müsavidirler. Zira o büyük Allah'ın kudreti, ilmi, iradesi, kelamı, zati sıfatlarıdır, Zât-ı Akdese lazımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri yok ki mertebeleri olsun. Maahaza, acz bu sıfatların zıddı olduğundan, onların içine girip oturamaz. Binaenaleyh, kudret-i İlahiyede zerre ile şems arasında fark yoktur. Mesela, terazinin her iki gözünde iki güneş veya iki zerre bulunduğu farz edilse, aralarında müsavat ve muvazene bulunduğundan, hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa, öteki göz havaya kalkar. İster o gözde zerre olsun, ister güneş olsun, o kuvvete göre farkları yoktur, ikisi de birdir. Kezalik, mümkün olan bir şeyin tarafeyni, yani vücut ve ademi arasında, terazinin gözleri gibi müsavat olduğundan, kudret-i ezeliye hangi tarafa basarsa, öteki taraf heba gibi havaya kalkar. Güneş, sinek, zerre, bu hususta hepsi de birdir.
Hülasa: Zerre gibi küçük şeyler veya adi fiiller, Halıkın halkıyla vücuda geldikleri için, onun daire-i ilminde dahil oldukları bedihidir. Bu itibarla, onlardan bahsetmekte, bilbedahe, müşahhat (münakaşa etmek) yoktur. Kur'an-ı Kerim,
b779.gif
ayetiyle bu sırra işaret etmiştir. Yani, halkeden Halık, mahlukunu bilmez mi? Ve bilmemesinin imkanı var mı? Öyleyse mahlukundan niçin bahsetmesin, niçin mahlukuyla konuşmasın?




Haşiye
Bu mealdeki ayette bir mübalağa, bir müzayede görünür. Fakat hakikate, vakıa bakılırsa, ziyadelik yoktur. Çünkü, kelime, bir manayı ifade eden şeye denir. Amma nahvilerin lafzıyla takyid ve tahsis ettikleri, onlara mahsus bir ıstılahtır. Evet, biri kal, diğeri hal olmak üzere iki lisan vardır. Lisan-ı kalin kelimatı elfaz ise, lisan-ı halin kelimatı da ahvaldir. Binaenaleyh, kudsi şairin
b777.gif
dediği gibi, kitab-ı kebiri kainatta yaratılan herhangi birşey, Halıkın azametine delalet eden bir kelime-i haliyedir. Eşcar ile denizler, kainat kitabında mevcut kelimat-ı haliyelerin yazılmasına kafi geldiği takdirde, o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer hali kelime olduğundan, onların da yazılması için mürekkep, kalem lazımdır. Öyleyse, onlar için de, onlar kadar başka eşcar ve denizler lazımdır. Ve hakeza, herbir birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takım eşcar ve denizler lazımdır. Hal böylece ilagayrınnihaye teselsül eder, gider. Cenab-ı Hakkın kelimatı, yani Cenab-ı Hakkın azametine delalet eden kelimat-ı haliyesi bitmez. Demek hakikatte
b778.gif
([Denizler mürekkep olsa,] hatta bir o kadarını daha getirip ilave etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi. (Kehf Sûresi: 109.)) ayetinin ifade ettiği manada hiçbir cihetle mübalağa, müzayede yoktur, belki tenakus vardır.


Mütercim Abdülmecid
 

MURATS44

Özel Üye
İkinci mugalata: Onlar, "Kur'an'ın üslupları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür" diyorlar. Çünkü Kur'an'da bahsedilen adi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir. Bu cahil herifler bilmezler mi ki, söylenilen bir kelam, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar? Çünkü muhatabın ahvalini nazara almak lazımdır ki, söylenilen söz o ahvalin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh, Kur'an'ın muhatabı beşerdir. Kur'an'ın maksadı da tefhimdir. Yani, beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki, belagatın iktizası üzerine, Kur'an, beşerin hissiyatıyla memzuc olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tavahhuş edip ürkmesin.
Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir malumat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz ve i'talar da böyledir. Eğer Cenab-ı Hak beşere i'ta edeceği malumatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse, beşer, kat'iyen ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer, ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fenni terazilerin dilinden anlamaz.
Sual: Hakikaten, eşyanın hakareti, hisseti, kudretin azametine, kelamın nezahet ve nezaketine münafidir.
Cevap: Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik, eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne nazırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için, eşya ile yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı zahiriye vaz edilmiştir ki, sathi nazarımızda yed-i kudretin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekut ciheti, yani içyüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taalluk ettiği bu cihette, hiçbirşey kudretin taallukundan hariç değildir. Evet, azamet-i İlahiye esbab-ı zahiriyenin vaz'ını iktiza ettiği gibi, vahdet ve izzet-i İlahiye de kudretin bütün eşyaya şumulünü ve kelamın herşeye ihatasını iktiza ederler. Maahaza, bir zerre üstünde zerrelerle yazılan bir Kur'an, sahife-i semada yıldızlarla yazılacak Kur'an'dan hüsünde (güzellik) aşağı değildir. Ve keza Haşiye bir sivrisineğin yaratılışı, san'atça filin hilkatinden dun değildir. Kelam sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir filozofla konuşmaktan aşağı değildir.


_________________________________

Haşiye

Sivrisineğin başında mızrak gibi bir hortum vardır. Filin başına konar, hortumunu filin hortumuna batırır, fil kaçmaya başlar, hiçbir suretle elinden kurtulamaz. Demek Cenab-ı Hak, sivrisineği file galip ve hakim kılmıştır. Binaenaleyh, hilkatça dun ise de, cesaret hususunda faiktir.


Mütercim Abdülmecid
 

MURATS44

Özel Üye
Sual: Şu temsillerde görünen hakaret-i zahiriye neye aittir?
Cevap: O gibi haller temsil getirene ait değildir, ancak mümessel-i lehe aittir. Yani, kime ve ne şeye temsil getirilmişse ona aittir. Zaten kelamın güzelliği, belagati, mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir aba, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse, "Padişah iyi yapmadı" diye kimse itiraz edemez. Çünkü herşeyi layıkına vermiştir. Binaenaleyh, mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur; ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur.
Evet, sanemler pek adi, hakir olduklarından Cenab-ı Hak, sineği Haşiye onlara musallat kılmıştır. Ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki,
b781.gif

ile, yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir.
Üçüncü muğalata: Onlar diyorlar ki: "Hakikati izhar etmekte, aczi ima eden bu gibi temsilata ne ihtiyaç vardır?"
Elcevap: Kur'an'ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nası irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avam-ı nas, çıplak olan hakaikı göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredatı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak, lütuf ve ihsanıyla, hakikatleri onların ülfet ettikleri bir libasla, bir şiveyle göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler. Bu bahis, müteşabihat bahsinde geçmiştir.
Bu ayetin cümleleri arasındaki irtibata gelelim:


Evet,
b782.gif
-1- cümlesi onların irad ettikleri aşağıdaki müteselsil itirazları reddediyor.
1. Allah'ın beşer ile konuşmasında ve onlara kahır ve itab etmekte ve onlardan şikayet etmekte ne hikmet vardır? Halbuki bu gibi şeylerden anlaşılır ki, alemde insanın da başka bir tasarrufu, bir tesiri vardır.
2. İnsanlar arasında cereyan eden konuşmalar gibi temsillerin getirilmesi. Zira bu, Kur'an'ın beşer kelamı olduğuna alamettir.
3. Kelamın arkasında, üslubların arasında insanın timsali görünür.
4. Hakaik, temsilatla tasvir ediliyor. Bu ise, hakikatı izhar etmekten aciz olduğuna delalet eder.


_______________________________________

1- Şüphesizki Allah sivrisinekle veya ondan daha küçüğüyle misal vermekten çekinmez.



Haşiye
Bir Arabinin taptığı bir sanemi varmış. Bir gün ibadete gitmiş. Bakmış ki, bir tilki sanemin başına bevletmiş. Bu hali görünce,
b780.gif
( Başına tilkilerin bevl ettiği bir şey nasıl rab olur? ) demekle, sanemi kırmış, atmış. Demek sanemlerin hakaretinden, yalnız sinekler değil, tilkiler de başlarına çıkar, telvis eder.
Mütercim Abdülmecid
 

MURATS44

Özel Üye
5. Getirilen temsiller, adi temsillerdir. Bu ise, mütekellimin zihni, inhisar altında olduğuna emaredir.
6. Hakir ve kıymetsiz şeylerden temsiller getiriliyor. Bu da mütekellimin zayıf olduğuna delildir.
7. Getirilen temsillere mecburiyet olmadığından, terki zikrinden evladır.
8. Bilhassa, ehl-i izzetin haya ederek tenezzül etmedikleri şeylerden temsil getirilmiştir.
Kur'an-ı Kerim, bu itiraz silsilesini,
b783.jpg
ilaahir, cümlesiyle bir darbede kırmış ve yıkmıştır:
1. Eşyanın içyüzleri yüksek ve şeffaf olduğundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celale münafi olmadığı gibi; uluhiyetin iktizası üzerine dış yüzleri çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hariç tutulmaları, uluhiyet kanununa muhaliftir. Çünkü bir hakim, teb'asından çingeneleri hukuk-u medeniyeden ihraç etmez.
2. Belagat ve hikmetin iktizası üzerine, hakir manaları ifade için hakir temsillerin zikrinde bir muhalefet yoktur.
3. adi temsillerde bir beis yoktur; terbiye ve irşad öyle ister.
4. İnayet-i İlahiyenin iktizası üzerine, hakaik, temsilatla tasvir edilir.
5. Rububiyet ve terbiyenin iktizasına binaen, insanları, kendi aralarında cereyan eden muhavereleri, üslupları, şiveleriyle irşad etmek lazımdır.
6. Hikmet ve nizamın iktizası üzerine, Cenab-ı Hakkın insanlarla konuşması zaruridir.
Hülasa: Cenab-ı Hak, insanlara cüz-ü ihtiyari vermekle, onları alem-i ef'ale masdar yaptı. O alem-i ef'ali bir nizam altında almak üzere kelamını, yani Kur'an'ını da resul olarak o alem-i ef'ale gönderdi. Binaenaleyh, tanzif ve tanzim için yapılan İlahi bir program, itirazlara mahal olamaz.


b784.gif
-1-

Bu cümleyi evvelki cümle ile bağlayan alakaya gelince; Evvelki cümledeki hükmü ispat için, bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def ediyor. Şöyle ki:
Her kim inayet-i ezeliye ile rububiyet-i İlahiyeyi göz önüne getirip Allah canibinden kudretin azameti altında bakarsa, bauda ve emsaliyle getirilen temsillerin, belagat kanunlarına muvafık ve Cenab-I Haktan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalaletin bataklığına atar.


_____________________________________

1- İman edenler, onun Rablerinden gelen hak olduğunu bilirler.
 

MURATS44

Özel Üye
Bu iki taife insanların misli, şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır. Yahut o iki taifenin misali, ellerinde bir ayna bulunan iki şahsın misaline benzer ki, birisi aynanın şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, aynanın renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.
Hülasa: Allah'ın sun'una, ef'aline, kelamına, temsilatına, üsluplarına, inayet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber, Allah'ın canibinden bakmak lazımdır. Bu bakış da, ancak nur-u imanla olur. Bu itibarla, vehimler olsa bile, ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz'i fikriyle müşteri nazarıyla bakarsa, zayıf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cudi Dağını gözün rüyetinden men eden sineğin kanadı gibi, zayıf, küçük bir vehim de hakikati onun gözünün görmesinden setreder.


b785.gif
-1- .... ilâ âhir.

Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatı:
Evet, temsilat-ı Kur'an'iyedeki hikmeti fehmetmek için Allah canibinden nur-u imanla bakmak lazım olduğuna evvelki cümle ile işaret edilmiştir. Bu cümlede ise, mezkur temsilattaki hikmetin adem-i fehmini intac eden ve aynı zamanda evham ve bahaneler yuvasına giden yol gösterilmiştir. Şöyle ki:
Alçak nefis tarafından herşeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilat-ı Kur'an'iyeye bakan olursa, tabii o temsilatın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir; tarik-i hakkı kaybeder, tereddütlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar, içinden çıkamaz; en nihayet iş inkara dayanır, inkarın içinde kalır. Kur'an-ı Kerim, ihtisar ve kinaye tarikiyle onların inkarı tazammun eden istifhamlarına,
b786.gif
-2- cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki, evvelki cümlede mezkur olan
b787.gif
-3- 'ye mutabakat için, burada
b788.gif
-4- 'nin zikri lazım iken
b789.gif
ilaahir, denilmiştir.


_______________________________________


1- Amma, kafirler ise...
2- Allah bu gibi hakir bir misalle neyi kast etmiştir.
3- Bilirler.
4- Bilmezler.
 

MURATS44

Özel Üye
b790.gif
-1-

Bu cümle, onların temsilatının sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere
b791.gif
-2- ile yaptıkları istifhama cevaptır. Fakat Kur'an-ı Kerim, usul ittihaz ettiği icaz ve ihtisara binaen, temsilatın akıbetini, yani temsilata terettüp eden dalalet ve hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiştir. Evet, dalalet ve hidayet, temsilata illet olamaz. Eğer illet olsa, cebir olur. Ancak, temsilatın sebep ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avamı ikaz ve irşaddır. Sanki onlar, "Niçin böyle oldu? Niçin i'caz bedihi olmadı? Niçin Allah'ın kelamı olduğu zaruri olmadı? Niçin bu temsilat yüzünden vehimlere meydan verildi?" diye bir çok sualleri ortaya çıkardılar. Kur'an-ı Kerim,
b792.gif
cümlesiyle, o sual kümesini dağıttı. Şöyle ki:
O temsilatı nur-u İmân ile tefekkür edenin nur-u imanı inkişaf eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkit hırsıyla bakanın da, zulmeti ziyadeleşir ve gözü kör olur. Çünkü nazaridir, bedihi değildir. Evet, bu temsilat, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da, yüksek istidatları neşvünemalandırmakla pis istidatlardan temyiz içindir. Bu dahi, sağlam fıtratları, mücahede ile, bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir. Bunu da, imtihan-ı beşer istilzam ediyor. Bunu dahi, sırr-ı teklif iktiza etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.
Suâl: Diyorsun ki: "Teklif saadet içindir. Halbuki ekser-i nasın şekavetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?"
Cevap: Cenab-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyari ile ef'al-i ihtiyariye alemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak için de beşeri teklifle mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema bulamazdı.
Evet, nev-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun manen terakkisini, vicdanın tekamülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalat-ı vicdaniye ve ahlak-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nev'in saadetine de sebep olmuştur.


________________________________________

1- Allah, onunla çoklarını dalalete atar ve çoklarını da hidayete götürür.
2- Neyi?
 

MURATS44

Özel Üye
Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekalif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevi, ahlaki vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kafirin her sıfatı ve her hali kafir değildir.
Suâl: İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev'in saadetine sebep olur ki, "Periat rahmettir" diyorsunuz. Halbuki nev'in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?
Cevap: Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir. Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve suyla sulanıp bilahare yirmisi neşvünema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nev'ine hizmet etmiş olur. Veyahut bir maden ateşte eritilse, beşte biri altın, mütebakisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebep olur. Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebep ve amil olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir. Maahaza, yüksek hissiyat ile güzel ahlakın neşvüneması, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet, sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükumet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükümet de söner, mahvolur. Ve keza, herşeyin ve her işin tekamülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Mesela hidayetin tekamülüne dalalet yardım ettiği gibi, imanın tekamülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü'minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i nev'iyenin yegane amilidir.


b793.gif

Bu cümlenin makabliyle münasebeti:

Evet, Kur'an-ı Kerim
b794.gif
cümlesinde dalalete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip müphem bıraktığından, sami korktu. "Acaba o dalalete atılanlar kimlerdir? Sebep nedir? Kur'an'ın nurundan zulmet nasıl geliyor?" diye sorduğu bu üç sual, şu cümleyle cevaplandırılmıştır ki: "Onlar, fasıklardır. Dalalete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fasıklar hakkında nur nara, ziya zulmete inkılap eder." Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur.


_______________________________________

Fasıklardan maada, dalalete attığı yoktur.
 

MURATS44

Özel Üye
b795.gif
-1-

Bu cümlenin evvelki cümle ile veçh-i nazmı:
Evet, bu cümle ile fısk, şerh ve beyan edilmiştir. Şöyle ki:
Fısk, hakdan udul, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terk etmektir. Fıskın menşei, kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş'et eder.
Evet, ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i alemde yaratılan delail, uhud-u İlahiye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hakla fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.
Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intaç eden esbaptandır. Buna, fıskın birinci sıfatı olan
b796.gif
-2- cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza, ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki amildir. Evet, bu amiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser, atar. Evet, şehvet veya gazap, haddini aşarsa, ırz ve namuslar payimal olur, masumlar mahvolur. Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan
b797.gif
-3- cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza, dünya nizamının bozulmasını intaç edip fesat ve ihtilale sebebiyet veren iki ihtilalcidirler. Buna dahi, fıskın üçüncü sıfatı olan
b798.gif
-4- cümlesiyle işaret edilmiştir.
Evet, fasık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar, atar. Ve keza, kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder. Ve keza, kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa, heva-i nefse tabi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zail olur. Kendisi berbat olacağı gibi başkalarını da berbat edecektir. Bu itibarla, fasıklar hem nev'inin zararına, hem arzın fesadına çalışmış olur.


________________________________________

1- O fasıklar ki, Allaha verdikleri sözü bozar, Allahın akrabalar ve müminler arasında riayet edilmesinin emrettiği bağları keser ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. (Bakara Sûresi: 27.)
2- Allahın taatinden huruçla, Misak-ı Ezeli'den sonra ahidlerini bozarlar.
3- Ve Allahın akrabalar arasında riayet edilmesinin emrettiği bağları keserler.
4- Ve yeryüzünde fesad çıkarırlar.
 
Üst Alt