Birinci Mesele

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Dördüncü Mesele
Sedd-i Zülkarneyn*dir.
Nasıl bildin ki: Bir şeyin vücudunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye, çok ahkâmı tazammun eder. O ahkâmın bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî ve "muhtelefün fîha"dır. Hem de malumdur: Müteannid ve mukallid bir sâil, imtihan cihetiyle, bir kitabda gördüğü bir meseleyi, eğerçi bir derece de muharref olsa, bir adamdan sual etse.. tâ, gaybda olan malumuna cevab verse, o cevab iki cihetle doğrudur: Ya doğrudan doğruya cevab verse veyahut sâil-i müteannidin malumuna ya bizzat veya tevil ile cevab-ı muvafık veriyor. İkisi de doğrudur. Demek bir cevab, hem vakii razı eder, zira haktır. Hem sâili ikna eder; zira eğerçi murad değilse, malumuna tatbik eder. Hem makamın hatırını dahi kırmıyor; zira cevabda ukde-i hayatiyeyi derceder ki; makasıd-ı kelâm ondan istimdad-ı hayat eder. İşte cevab-ı Kur’an dahi böyledir.
Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur’anîde mefhum olan zarurî hükümler ki; inkârı kabul etmez. Şudur: Zülkarneyn "müeyyed min indillah" bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir. Zalimlerin ve bedevilerin def-i fesadları için... Ve Ye'cüc-Me'cüc* iki müfsid kabiledirler. Emr-i ilâhî geldiği vakit sed harab olacaktır. İlâ âhirihi. Bu kıyas ile, ona Kur’an delâlet eden hükümler, Kur’an’ın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir.
Fakat o mevzuat ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise; Kur’an onlara kat'iyyü’d-delâlet değildir. Belki, "Âmm hassa, delâlet-i selâse* den hiçbirisiyle delâlet etmez" kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi, "Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vechün-mâ ile tasavvur etmek, kâfi olduğu"nun düsturuyla sabittir ki, Kur’an onlara delâlet etmez fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delâile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. muhakkikînin ihtilâfatı nazariyetine delildir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Fakat vâ esefâ... Cevabın suale, her cihetle lüzum-u mutabakatın tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini, birden mehaz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup, alıp müfessir oldular. Yok, belki müevvil, yok belki mâsadakı mana yerine mana gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkün olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler.
Halbuki Üçüncü Mukaddimenin sırrıyla zâhirperestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyat gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkidsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatı, muharref olan Tevrat ve İncil'de olduğu gibi kabul ederse, akide-i ehl-i sünnet ve cemaatte olan masumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lut* ve Davud* aleyhimesselâm, buna iki şahiddir. Vakta ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikillah derim: İtikad-ı cazim, Hüda ve Peygamberimizin muradlarına kat'iyen vacibdir; zira zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muhtelefün fihdir. Şöyle:
Zülkarneyn’e, İskender* demem; zira isim bırakmaz. Bazı müfessir melik 1
muhakemat_58_a.gif
“lâmın kesriyle”, bazı melek 2
muhakemat_58_b.gif
“lâmın fethiyle”, bazı nebi, bazı veli, ilâ âhir demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn, "müeyyed min indillah" ve seddin binasına mürşid bir şahıstır. Amma sed ise: Bazı müfessir, sedd-i Çin ve bazı müfessir, başka yerde cebelleşmiş ve bazı müfessir, sedd-i mahfîdir, inkılâb ve ahval-i âlem setreylemiştir. Ve bazı ve bazı.. demişlerdir, demişlerdir... Her hâlde müfsidlerin def-i şerleri için bir redm-i azim ve cesim bir duvardır.
Amma Ye'cüc–Me'cüc; bazı müfessir "Veled-i Yafes*ten iki kabile" ve bazı diğer, "Moğol ve Mançur" ve bazı dahi "akvam-ı şarkıye-i şimalî" ve bazı dahi "Benî-Âdemden bir cemiyet-i azime, dünya ve medeniyeti herc ü merc eden bir taife" ve bazı dahi, "Mahluk-u ilâhîden yerin zahrında veyahut batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahluktur ki kıyamete, böyle nev-i beşerin herc ü mercine sebeb olacaktır." Bazı ve bazı ve bazı, dediklerini dediler...


1- Bu ifadenin açıklaması metin içinde verilmiştir.
2- Bu ifadenin açıklaması metin içinde verilmiştir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Nokta-i kat'iye ve cihet-i ittifakî budur: Ye'cüc ve Me'cüc, ehl-i garet ve fesad ve ehl-i hadaret ve medeniyete ecel-i kaza hükmünde iki taife-i mahlukullahtır.
Amma harabiyet-i sed; bazı, kıyamette ve bazı, kıyamete yakın ve bazı, emaresi olmak şartıyla uzaktır ve bazı, harab olmuştur fakat dekk olmamış. "Kıyle"ler çok. Herhalde nokta-i ittifak; seddin inhidamı, yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlu olan nev-i beşer de ihtiyar olmasına bir alâmettir. Eğer bu müzakeratı muvazene ve muhakeme etmişsen caizdir, tecviz edesin: Sedd-i Kur’an, sedd-i Çin'dir ki; çok fersahlar ile uzun ve acaib-i seb'a-i meşhureden bir "müeyyed min indillah"ın irşadıyla bina olunmuş, o zamanın ehl-i medeniyeti, ehl-i bedeviyetin şerlerinden temin eylemiştir. Evet o vahşilerden Hun kabilesi Avrupa'yı herc ü merc ettiği gibi, onlardan Moğol taifesi de Asya'yı zîr ü zeber eylemiştir. Sonra seddin harabiyeti kıyamete alâmet olur. Bahusus dekk, ondan başkadır. Peygamber: eşrat-ı saattenim. “Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz.” 1 dese neden istiğrab olunsun ki, harabiyet-i sed zaman-ı saadetten sonra alâmet-i kıyamet olsun... Hem de seddin inhidamı ömr-ü arza nisbeten yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki tamam-ı nehara nisbeten vakt-i ısfirar gibidir. Eğerçi binler sene de fasıl olsa... kezalik Ye'cüc ve Me'cüc'ün ihtilâlleri, nev-i beşerin şeyhuhetinden gelme bir humma ve sıtması hükmündedir. Bundan sonra On İkinci Mukaddimenin fatihasında bir tevil-i âher sana feth-i bab eder. Şöyle: Kur’an hısası için kısası zikrettiği gibi ukad-ı hayatiye hükmünde ve makasıd-ı Kur’aniyeden bir maksadına münasib noktaları intihab ve rabt-ı maksada ittisal ettiriyor. Eğerçi hariçte ve husulde birbirinin nârı veya nuru birbiriyle görünmediği hâlde, zihninde ve üslûbda teanuk ve musahabet edebilirler. hîna ki, kıssa hisse içindir; sana ne lâzım teşrihatı.. nasıl olursa olsun sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git. Hem de


1- Buharî, Kitabu'r-Rikak: 39; Müslim, Kitabu'l-Fiten: 27
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Onuncu Mukaddimeden istizhar et. Göreceksin: mecaz mecaza kapı açar.. 1
muhakemat_60_1.gif
zâhirperestleri dışarıya sürüyor. Malûm olsun ki: esalib-i arab'da tecelli eden hüccetullahın miftahı, yalnız istiare ve mecaz üzerine müesses ve asl-ı i'caz olan belâgattır. Yoksa şöhret sebebiyle yalancı hadsle lakita olunan ve rızaları olmadığı hâlde esdaf-ı âyatta saklanan boncuklar değildir. İstersen Onuncu Mukaddimenin Hatimesini istişmamla zevk et. Zira hitamı misktir ve içinde baldır. Hem de caizdir ki: Meçhulü’l-keyfiyet olan sed başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestur ve kıyamete kadar bâki ve bazı inkılâbatıyla meçhul kalarak kıyamette harab olacaktır.
İşaret: Malumdur; mesken, sakinlerinden daha ziyade yaşar. Kal'a, ehl-i tahassundan daha ziyade ömrü uzundur. Sükûn ve tahassun, vücudunun illetidir, beka ve devamına değildir. Beka ve devamına olsa da, istimrar ve adem-i hulüvvü iktiza etmez. Bir şeydeki garazın devamı, belki terettübü o şeyin devamının zaruriyatından değildir. Pek çok binalar sükna veya tahassun için yapılmışken hâvi ve hâlî olarak ortada muallak kalıyor. Bu sırrın adem-i tefehhümünden, tevehhümlere yol açılmıştır.
Tenbih: Şu tafsilden maksad; tefsiri tevilden, kat'îyi zannîden, vücudu keyfiyetten, hükmü etrafın teşrihatlarından, manayı mâsadaktan, vukuu imkândan temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.

Beşinci Mesele
Meşhurdur: "Cehennem yer altındadır." Fakat biz Ehl-i Sünnet ve Cemaat* kat'an ve yakînen yerini tayin edemeyiz. Lâkin zâhir olan tahtiyettir ve yer altında olmasıdır. Buna binaen derim: Şecere-i tûba gibi olan hilkat-ı âlemin


1- Güneş, hararetli ve çamurlu siyah bir balçıkta gurub eder… (Kehf Suresi: 86)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. semerenin altı o ağacın umum ağsanı altına şamil olur. Buna binaen Cehennem yer altında o dallar içindedir. Nerede olsa yeri vardır. tahtiyetin mesafesi uzun ve ittisali iktiza etmez. hikmet-i cedidenin nokta-i nazarında, ateş ekser kâinata müstevlidir. Bu hâl arka tarafında gösterir ki: Bu ateşin asıl ve esası ve nev-i beşer ile beraber ebede giden ve yolda refakat eden Cehennem, bir gün perdeyi yırtacak, hazır olun diyecek, meydana çıkacaktır. Bu noktada dikkat isterim... Saniyen: Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dahilîsidir. Bu noktaya binaen küre-i arz, şecere-i zakkum-u cehennem'in çekirdeğiyle hamiledir. Günün birinde doğacaktır. Belki fezada tayaran eden arz öyle bir şeyi yumurtlayacaktır ki, o yumurtada Cehennem tamamıyla olunmaz ise.. başı veya diğer bir âzası matvî olarak tazammun etmiş ki; yevm-i kıyamette derekât ve âza-yı sairesiyle birleşecek, dev-i acib-i Cehennem, ehl-i isyana hücum edecektir. Yâhu!.. Kendin Cehennem'e gitmezsen hesab ve hendese seni oraya kadar götürebilir. Her otuz üç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcud oluyor. Bu nâr-ı merkeziyenin bizim galiben bin dereceye baliğ olan ateşimizle nisbeti iki yüz defa olduğu gibi meşhur hadisteki: "Cehennem ateşi ateşimizden iki yüz defa daha şediddir" 1 olan nisbetin aynını isbat eder. Hem de Cehennem'in bir kısmı zemherirdir. zemherir ise burudetiyle yandırır. hikmet-i tabiiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki, suyu buz eder. Harareti def'aten bel' ettiği için, burudetle ihrak eder. Demek umum meratibi ihtiva eden ateşin bir kısmı da zemherirdir.
Tenbih: Malum olsun ki: Ebede namzed olan âlem-i uhrevî fenâ ile mahkûm olan bu âlemin mekayısıyla mesaha ve muamele olunmaz. muntazır ol. Üçüncü Makale'nin âhirinde ahiret bir derece sana arz-ı didar edecektir...
İşaret: Umum fünunun gösterdiği intizamın şehadetiyle ve hikmetin istikra-i tâmmının irşadıyla ve cevher-i insaniyetin remziyle ve âmâl-i beşerin


1- Bkz. Buharî, Bed'ü'l-Halk: 10; Müslim, Cennet: 30; Tirmizî; Cehennem: 7.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
tenahisizliğinin imasıyla yevm ve sene gibi çok envada olan birer nevi kıyamet-i mükerrerenin telmihiyle ve adem-i abesiyetin delâletiyle ve hikmet-i ezeliyenin telvihiyle ve rahmet-i bîpayan-ı ilâhiyenin işaretiyle ve nebiyy-i sadık'ın lisan-ı tasrihiyle ve Kur’an-ı Mu’cizin hidayetiyle, Cennet-âbâd olan saadet-i uhreviyeden nazar-ı aklın temaşası için sekiz kapı, iki pencere açılır.
Altıncı Mesele
Muhakkaktır ki: tenzil'in hassa-i cazibedarı, i'cazdır. İ'caz ise, belâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise hasais ve mezâyâ, bahusus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dûrbîniyle temaşa etmezse, mezâyâsını göremez. Zira ezhan-ı nâsın te'nisi için, esalib-i arabda yenabi-i ulûmu isale eden tenzil'in içinde tenezzülât-ı ilâhiye tabir olunan müraat-ı efham ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır. Vakta ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzımdır: Kur’an’ın hakkını bahs ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâgatın tasdik ve sikkesi olmayan bir şeyle, Kur’an’ı tevil etmesinler. Zira her hakikatten daha zâhir ve daha vazıh tahakkuk etmiş ki; Kur’an’ın manaları hak oldukları gibi, tarz-ı ifade ve suret-i manası dahi beliğane ve ulvîdir. Cüz'iyatı o madene irca' ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur’an’ın ifa-i hakkında mutaffifînden oluyor. Bir-iki misal göstereceğiz. Zira nazarı celbeder.
Birinci Misal: 1
muhakemat_62_1.gif
(Allahu a'lemu bimuradihi.) Caizdir: İşaret olunan mecaz, böyle bir tasavvuru ima eder ki: sefine gibi olan küre, bahr-i muhit-i havaînin içinde tahte’l-bahr bir gemisi ve umman gibi fezada direk veya demir gibi dağlarıyla irsa ve ta'mid ederek hava ile iştibak


1- Ve dağları (yeryüzüne) birer kazık yapmadık mı? (Nebe Suresi: 7)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ettiğinden muvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler. Saniyen: İnkılâbat-ı dahiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dahilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.
Salisen: İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi-i hayat olan mâ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ olduğu gibi, cezb-i rutubet hasiyetiyle havaya meşşata oluyor... Hararet ve burudeti tadil ettiği gibi, havaya mahlut olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebeb olduğu gibi, toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.
Rabian: Belâgatça vech-i münasebet ve müşabehet budur: Faraza bir adam hayal balonuyla küreden yüksek yere uçarsa; dağların silsilelerine baksa, acaba tabaka-i türabiyeyi direkler üstüne serilip atılmış bedevi haymeler gibi tahayyül ederse ve münferid dağları da bir direk üstünde kurulan bir çadıra benzetilse, acaba tabiat-ı hayale muhalefet olur mu? Faraza sen o silsileleri müstakil dağlar ile beraber sath-ı arza keyfiyet-i vaziyeti bir bedevi Arabın karşısında tasvir tarzında tahayyül ve tahyil edersen, şöyle: Bu silsileler A’rab-ı bedeviyenin haymeleri gibi arz sahrasında kurulmuş ve taraf taraf da çadırlar tahallül etmiş desen... Arabların hayalî olan üslûblarından uzak düşmüyorsun... Hem de eğer vehim ile bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden tecerrüd edip uzaktan hikmet dûrbîniyle mehd-i beşer olan yere ve sakf-ı merfu olan semaya temaşa edersen.. sonra silsile-i cibalde temessül ve etraf-ı semaya temas eden daire-i ufuk ile mahdud olan semayı, bir fustat gibi yerin üstüne vaz' ve cibal evtadıyla rabtolunmuş bir çadır kubbesini tahayyül ve tevehhüm edersen müttehem edemezler. Sekizinci Meselenin Tenbihinde bir-iki misal daha gelecektir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Yedinci Mesele
Kur'an'da zikrolunan: 1
muhakemat_64_1.gif
ve 2
muhakemat_64_2.gif
ve 3
muhakemat_64_3.gif
ve 4
muhakemat_64_4.gif
ve emsalleri gibi; bazı ehl-i zâhir tağlit-i ezhan için, onlar ile temessük ederler. Lâkin müdafaaya biz muhtaç değiliz. Zira müfessirîn-i izam, âyatın zamairindeki serairleri izhar eylemişlerdir. Bize hacet bırakmamışlar.. fakat bir ders-i ibret vermişler ve sermeşk yazmışlar.
5
muhakemat_64_5.gif

Malûmdur: malumu ilâm, bahusus müşahed olursa, abestir. Demek içinde bir nokta-i garabet lâzımdır, tâ onu abesiyetten çıkarsın. Eğer denilse: Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha ve size mehd olmuştur, denizin tasallutundan kurtulmuş. Veyahut nasıl şems, istikrarla beraber tanzim-i maişetiniz için cereyan ediyor. Veyahut nasıl binler sene ile uzak olan şems, ayn-ı hamiede gurûb ediyor. Maani-i âyat kinayetten sarahate çıkmış oluyor... Evet şu garabet noktaları, belâgat nükteleridir.

Sekizinci Mesele
İşaret: Ehl-i zâhiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuata karıştırmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: "Böyle olsa, kudret-i ilâhiyede mümkündür. Hem ukulümüzce azametine daha ziyade delâlet eder. Öyle ise bu vaki olmak gerektir..." Heyhat!.. Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu


1- Yeri yayıp döşedi. (Naziat Suresi: 30)
2- Yayılmış. (Gaşiye Suresi: 20)
3- Yeri yayıp döşedik. (Zariyat Suresi: 48)
4- Güneş, hararetli ve çamurlu siyah bir balçıkta gurub eder.. (Kehf Suresi: 86)
5- Velâkin benden önce ağladılar; ağlamak için beni de heyecanlandırdılar. Heyhat! Bu ağlamalarıma acıyan merhamet sahipleri nerede?
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
cüz'î aklınız ile hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira' kadar bir burun altundan olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur. Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zatî, yakîn-i ilmîye münafidir. O hâlde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüd ettiklerinden lâedrî*lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki; mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüd edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı da şeker ile örtülmüş bala inkılâb etsin. Veyahut o ikisi bazı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise, deniz ve Sübhan, eski hâlleriyle bâki olduklarını tasdik etmemek gerektir. Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel taziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.
Dördüncü belâ ki,ehl-i zâhiri teşviş eder: İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir. Halbuki imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklidden tevellüd ile safsatatevlid ettiğinden, delilsiz olarak her biri bedihiyatta "belki", bir "ihtimal", bir "şekk"e yol açar. Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin za'f-ı a'sabından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir. Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni olmayan bir maddede, vücud ve ademe bir delil-i kat'iye dest-res olmayan bir emirde tereddüd etmektir. Eğer delilden neşet etmiş ise makbuldür. Yoksa muteber değildir. Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki; bazı vehhamlar diyor: Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir. Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe'ni bürhan üzerine gitmektir. Evet akıl her bir şeyi tartamaz, fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o meselede çocuk gibi mükellef değiliz.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Tenbih:Ben zâhirperest ve nazar-ı sathî sahibi tabiriyle yâd ettiğim ve tevbih ve ta'nif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem; ağleb-i hâlde ehl-i tefrit olan ve cemal-i İslâmı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyete bakan hasm-ı dindir. Fakat bazen, ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenalık eden dinin cahil dostlarıdır.
Beşinci belâ: Ehl-i tefrit ve ifrat olan biçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de; her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir. Evet mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşv ü nema bularak sünbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir...
Altıncı belâ: Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zâhire olan kasr-ı nazardır. Demek ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meali tutulur. Bu sırra binaendir: Ayet ve hadisin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsn ve belâgatı gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatin imtinaıdır. Halbuki karine-i mania, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî.. daha başka çok şeyler ile de olabilir. Eğer istersen Cennetü’l-Firdevs gibi olan Delâilü’l-İ'caz*ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir. Göreceksin: O koca Abdülkahir* gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.
Yedinci belâ: muarrefi münekker eden biri de: hareke gibi bir arazı, zatiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, "gayr-ı men hüve leh" olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arabların üslûblarına hiç nazar etmemişlerdir ki; nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu.. ilh... Miftah-ı Sekkakî*de beyan olunduğu gibi; pek çok yerlerde sanat-ı beyaniye*den olan kalb-i hayali, esrar-ı beyaniye için istimal etmektedirler. Bu ise deveran sırrıyla mağlata-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir. Şimdi sermeşk olarak iki misal-i mühimmeyi beyan edeceğim. Tâ ki o minval üzerine işleyesin. Şöyle:
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt