ÜÇÜNCÜ MAKALE (Unsuru'l-Akide)

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
o da, iştirak etmek.. o da, teavün etmek.. o da, sa'yin semeratını mübadele etmesini iktiza etmekle beraber kuva-yı insaniyedeki inhimak ve tecavüz sebebiyle adalete ihtiyaç.. o da, her aklın adalete adem-i kifayetine binaen onu muhafaza edecek kavanin-i külliyenin vaz'larına ihtiyaç.. o da, tesirini muhafaza etmek için icra edecek bir mukannine.. o mukannin dahi zâhiren ve bâtınen hâkimiyetini muhafaza etmek için maddeten ve manen tefevvuka.. hem de Sâni-i âlem'in tarafından bazı umur ile muhassas olmasıyla bir imtiyaz ve kuvvet-i nisbete, hem de evamirine olan itaatı temin ve tesis eden azamet-i Sâni'in tasavvurunu zihinlerde idame edecek bir müzekkire-i mükerrere olan ibadete muhtaçtır. O ibadet dahi Sâni'in canibine efkârı tevcih eder. O teveccüh ise inkıyadı tesis, o inkıyad dahi, nizam-ı ekmele îsal eder. O nizam-ı ekmel dahi, sırr-ı hikmetten tevellüd eder. Sırr-ı hikmet dahi ademü’l-abesiyeti ve Sâni'in hikmeti, masnudaki teennuku kendine şahid gösterir. İşte eğer insanın hayvandan şu cihat-ı selâse ile olan temayüzünü derk edebildin; bizzarure netice veriyor ki: Nübüvvet-i mutlaka, nev-i beşerde kutub, belki merkez ve bir mihverdir ki; ahval-i beşer onun üzerine deveran ediyor. Şöyle ki:
Cihet-i ûlâda dikkat et! Bak nasıl sevkü’l-insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i kifayeti ve nazarın kusuru ve tarik-i akıldaki evhamın ihtilâtı, nasıl nev-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid Peygamberdir.
İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâyetenahîlik ve tabiatındaki meylü’t-tecavüz ve kuva ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meylü’l-istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meylü’t-terakkinin semeresi
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
hükmünde olan kamet-i namiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki, tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telâhukuyla vücuda gelen o kavanin-i beşer, şu semere-i istidadın çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin sebebiyle; maddeten ve manen iki âlemde saadet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının büyümesiyle tevessü edecek, zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı ilâhiyeye ihtiyaç gösterir. İşte şeriatı getiren Peygamberdir. Eğer desen: "Biz görüyoruz ki, dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzamadırlar."
Elcevap: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya, esas ve maddeyi vaz' etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakime ise, çok cihattan maile ve münhaniyedir. Yani: Ne kadar sureten ve maddeten ve lâfzen ve maaşen muntazamadır; fakat sîreten ve maneviyaten ve manen faside ve muhtelledir.
Ey birader!.. İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et! Şöyle: Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise abesiyeti intac eder. Ve şu abesiyet ise; kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle, âlemde hükümfermalığı bedihî olan hikmet-i ilâhiyeye münakızdır.
Vehim ve tenbih: "Meleke-i marifet-i hukuk" dedikleri, her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan "meleke-i riayet-i hukuk" dedikleri emri, şeriat-ı ilâhiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriattan istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zâhir olmadı. Bilakis mehasinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ve aldatıcı bir şekle giriyor. Evet nasıl ki nevamis-i hikmet, desatir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtır. İşte şöyle mevhume olan meleke-i tadil-i ahlâk, kuva-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nafiz olan mizan-ı adalet-i ilâhiyeyi tutacak bir Nebi'ye muhtaçtır. İşaret: Binlerce enbiya, nev-i beşerde nübüvveti iddia ederek binlerce mucizatla müddeayı isbat etmişlerdir. İşte o enbiyanın cemi mucizatları lisan-ı vahid ile nübüvvet-i mutlakayı ilân eder. Bizim şu suğramıza dahi bir bürhan-ı katı'dır. Buna tevatür-ü bi’l-mana veya ne tabir ile diyorsanız deyiniz, metin bir delildir.
Tenbih: Şu muhakematın cihetü’l-vahdeti budur ki: Eğer cemi fünun ele alınırsa ve fünunların kavaidinin külliyetleriyle keşfettikleri ittisak ve intizama temaşa edilirse, hem de mesalih-i cüz'iye-i müteferrikanın mayesi ve ukde-i hayatiyesi hükmünde olan bir lezzeti veya bir muhabbeti veya bir emr-i âheri içine atılmakla –ekl ve nikâhtaki gibi– perişan olan umur ve ef'al o maye ile irtibat ve ittisal ettiklerini, inayet-i ilâhiye nokta-i nazarında nazar-ı dikkate alınırsa; hem de hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet ve adem-i ihmali mütalâaya alınırsa, istikra-i tâmla netice veriyor ki: Mesalih-i külliyenin kutub ve mihveri ve maden-i hayatı hükmünde olan nübüvvet, nev-i beşerde zarurîdir... Faraza olmazsa, perişan olan nev-i beşer; güya muhtel bir âlemden şu muntazam âleme düşüp cereyan-ı umumînin ahengini ihlâl ettiği kabul olunursa, biz insanlar sair kâinata karşı ne yüzümüz kalacaktır?..
Tenbih: Ey birader! Eğer bürhan-ı Sâni'in suğrası senin sahife-i zihninde intikaş etmiş ise, hazır ol!. Kübrası olan nübüvvet-i Muhammed’in bahsine geçiyoruz:
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşaret ve İrşad: Kübra sadıktır. Zira sahife-i itibar-ı âlemde menkuş olan âsâr-ı enbiyayı mütalaa etsen ve lisan-ı tarihte cereyan eden ahvallerini dinlersen ve hakikatı, yani cihetü’l-vahdeti tesir-i zaman ve mekân ile girdiği suretlerden tecrid edebilirsen göreceksin ki: İnayet-i ilâhiyenin ziyası olan mehasin-i mücerredenin şulesi olan hukukullah ve hukuk-u ibadı; enbiya, düstur-u hareket ettiklerini ve nev-i beşer tarafından enbiyaya karşı keyfiyet-i telakkileri ve ümeme karşı suret-i muameleleri ve terk-i menafi-i şahsiye ve sair umurlar ki onlara nebi dedirmiş ve nübüvvete medar olmuş olan esaslar ise; evlâd-ı beşerin sinn-i tekemmül ve kühûlette olan üstadı ve medrese-i ceziretü’l-Arab'da menba-ı ulûm-u âliye ve muallimi olan Zat-ı Muhammed'de daha ekmel ve daha azhar bulunur.
Demek oluyor ki: İstikra-i tam ile, hususan nev-i vahidde, lâsiyyema intizam-ı muttarid üzerine müesses olan kıyas-ı hafînin ianesiyle ve kıyas-ı evlevînin teyidiyle nübüvvet-i Muhammed'i netice vermekle beraber, tenkihü’l-menat* denilen hususiyattan tecrid nokta-i nazardan cemi enbiya lisan-ı mucizatlarıyla vücud-u Sâni'in bir bürhan-ı bâhiresi olan Muhammed*in sıdkına şehadet ederler.
İtizar: Kısa cümlelerle söylemiyorum muğlakça oluyor. Zira şu hakaik her tarafa derin köklerini attıklarından mesele uzunlaşıyor. suret-i meseleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakikatı incitmek istemiyorum. Hem de hakikatin etrafına bir daireyi çekmek istiyorum, tâ hakikat mahsur kalıp kaçmasın. Ben tutmazsam başkası tutsun. Beni mazur tutsanız, febiha... Ve illâ hürriyet var, tahakküm yoktur. keyfinize...

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Mukaddime Peygamberin delil-i sıdkı; her bir hareket, her bir hâlidir... Evet her bir hareketinde adem-i tereddüd ve muterizlere adem-i iltifat ve muarızlara adem-i mübalât ve muhalif olanlardan adem-i tahavvüfü, sıdkını ve ciddiyetini gösteriyor. Hem de evamirinde hakikatin ruhuna olan isabeti, hakkıyetini gösterir.
Elhasıl: Tahavvüf ve tereddüd ve telaş ve mübalât gibi hile ve adem-i vüsuku ve itminansızlığı îma eden umurlardan müberra iken, bilâ-perva ve kuvvet-i itminanla en hatarlı makamlarda olan hareketi ve nihayette olan isabeti ve iki âlemde semere verecek olan zîhayat kaideleri harekâtıyla tesis ettiğine binaen, her bir fiil ve her bir tavrının iki taraftan yani bidayet ve nihayetten ciddiyeti ve sıdkı, nazar-ı ehl-i dikkate arz-ı didar ediyor. bahusus mecmu-u harekâtının imtizacından ciddiyet ve hakkıyet şule-i cevvale gibi ve in'ikasatından ve muvazenatından sıdk ve isabet, berk-i lâmi' gibi tezahür ve tecelli ediyor.
İşaret: Zaman-ı mazi ve zaman-ı hâl, yani asr-ı saadet ve zaman-ı istikbal tazammun ettikleri berahin-i nübüvvet lisan-ı vahid ile maden-i ahlâk-ı âliye olan Zat-ı Muhammed'de (aleyhissalâtü vesselâm) dâi-yi sıdkı ve dellâl-i nübüvveti olan bürhan-ı zatînin nidasına cevab ve hemdest-i vifak olarak nübüvvetini i'lâ ve ilân ettiklerini kör olmayanlara gösterdiler. Şu hâlde kitab-ı âlemden olan fasl-ı zamanın sahife-i selâsesini mütalâa edeceğiz. Hem de o kitabdan mesele-i uzma ve münevvere olan Zat-ı Muhammed'i (a.s.m.) temaşa ve ziyaret edeceğiz. Müddeamız olan bürhanın kübrasını onun ile isbat edeceğiz.
İşte bu noktaya binaen mesalik-i nübüvvet dörttür. Beşincisi meşhur ve mesturdur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Birinci Meslek
Yani, mesele-i âliye-i zatiyeyi temaşa etmekte dört nükteyi bilmek lâzımdır:
Birincisi: 1
muhakemat_124_1.gif
kaidesine binaen sun'î ve tasannuî olan şey, ne kadar mükemmel olsa da, tabiî yerini tutmadığından heyetinin feletatı, müzahrefiyeti îma edecektir.
İkincisi: Ahlâk-ı âliyenin, hakikatin zeminiyle olan rabıta-i ittisali ciddiyettir. Ve deveran-ı dem gibi hayatlarını idame eden ve imtizaçlarından tevellüd eden haysiyete kuvvet veren, heyet-i mecmuasına intizam veren yalnız sıdktır. Evet şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye kurur ve hebaen gidiyor.
Üçüncüsü: Umur-u mütenasibede temayül ve tecazüb ve mütezadde olan eşyalarda tenafür ve tedafü kaide-i meşhuresi, maddiyatta nasıl cereyan ediyor; maneviyat ve ahlâkta dahi cereyan eder.
Dördüncüsü: 2
muhakemat_124_2.gif
Şimdi gelelim maksada: İşte âsâr ve siyer ve tarih-i hayatı... Hattâ a'dânın şehadetleriyle, Zat-ı Peygamber'de vücudu muhakkak olan ahlâk-ı âliyenin kesret ve ihata ve tecemmu ve imtizacından tevellüd eden izzet ve haysiyetten neşet eden şeref ve vakar ve izzet-i nefs ile ferişteler, devlerin ihtilât ve istiraklarından tenezzühleri gibi sırr-ı tezada binaen, o ahlâk-ı âliye dahi hile ve kizbden tereffu ve tenezzüh ve teberri ederler. Hem de hayat ve mayeleri makamında olan sıdk ve hakkıyeti tazammun ettiklerinden, şule-i cevvale gibi nübüvveti aleniyete çıkarıyor.


1- Suni şekildeki karagözlülük, doğuştan olan karagözlülük gibi olmaz.
2- Bütün için geçerli olan hüküm, her fert için geçerli olmaz.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Tenbih: Ey birader! Görüyorsun ki: Bir adam yalnız şecaatle meşhur olursa, o şöhret ona verdiği haysiyeti ihlâl etmemek için, kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Nerede kaldı ki, cemi ahlâk-ı âliye birden tecemmu ede...
Evet mecmuda bir hüküm bulunur, ferdde bulunmaz.
İşaret ve Tenbih: Görüyoruz: Bu zamanda sıdk ve kizbin mabeynleri ancak bir parmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Fakat her bir zamanın bir hükmü var. Hiçbir zamanda asr-ı saadet gibi sıdk ve kizbin ortasındaki mesafe açılmamıştır. Şöyle ki: Sıdk kendi hüsn-ü hakikisini kemal-i haşmetle izhar ve onun ile temessük eden Muhammed'i (a.s.m.) âlâ-yı illiyyîn-i şerefe i'lâ ve âlemde inkılab-ı azimi ika ettiğinden şarktan garba kadar kizbden bu'd derecesini göstermekle kıymet-i âliyesini i'lâ etmek cihetiyle sûku ve metaını gayet nâfık ve râic etmiştir. (Haşiye1) Ve kizb ise; teşebbüsat-ı azimeyi murdarların lâşeleri gibi ruhsuz bıraktığı için nihayet-i kubhunu izhar ve onun ile temessük eden Müseylime* ve emsali, esfel-i sâfilîn-i hıssete düşürdüğü cihetle, meta-ı zehr-âlûdu ve sûku gayet muattal ve kesad etmiştir. (Haşiye2) İşte ehl-i izzet ve tefahur olan kavm-i Arab'ın tabiatlarındaki meylü’r-râic saikasıyla müsabaka ederek o kâsid kizbi terkedip ve râic sıdk ile tecemmül ederek adaletlerini âleme kabul ettirmişlerdir. İşte sahabelerin aklen olan adaletleri bu sırdan neşet eder.
İrşad ve İşaret: Tarih ve siyer ve âsâr nokta-i nazarından dikkat olunursa; Muhammed aleyhissalâtü vesselâm dört yaşından kırk yaşına kadar, lâsiyyema şe'ni, ahlâkı ve hileyi dışarıya atmakta olan hararet-i gariziyenin şiddet-i iltihabı zamanında, kemal-i istikametle ve kemal-i metanetle ve tamam-ı ıttırad-ı ahval ile ve müsavat ve muvazenet-i etvar ile ve nihayet-i iffet ile ve
Haşiye 1- Şimdiki hürriyet gibi.
Haşiye 2- Menfur casusluk gibi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
hiçbir hâli mesturiyeti muhafaza etmeyen -lâsiyyema öyle ehl-i inada karşı- bir hileyi îma etmemekle beraber yaşadığı nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkının zamanı olan kırk seneden sonra o inkılâb-ı azîm nazara alınırsa; haktan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmezse, nefsine levmetsin... Zira zihninde bir sofestaî gizlenmiş olacaktır. Hem de en hatarlı makamlarda -gar'da gibi- tarik-i halâsı mefkud iken ve haytü’l-emel bihasebi'l-âde kesilirken, gayet metanet ve kemal-i vüsuk ve nihayet-i itminan ile olan hareket ve hâl ve tavrı, nübüvvet ve ciddiyetine şahid-i kâfidir ve hak ile temessük ettiğine delildir.
İkinci Meslek
Yani; sahife-i ûlâ, zaman-ı mazidir. İşte şu sahifede dört nükteyi nazar-ı dikkate almak lâzımdır:
Birincisi:Bir fende veyahut kasasta, bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini ahzederek müddeasını ona bina ederse, o fende hazakat ve meharetini gösterir.
İkincisi: Ey birader!.. Eğer tabiat-ı beşere ârif isen; küçük bir haysiyetle, küçük bir davada, küçük bir kavimde, küçük bir hilâfın serbestiyetle irtikâb olunmadığına nazar edersen; gayet büyük bir haysiyetle, nihayet cesim bir davada, hasra gelmeyen bir kavimde, hadsiz bir inada karşı, her cihetten ümmîliğiyle beraber, hiçbir cihetle akıl müstakil olmayan meselelerde, tam serbestiyetle bilâperva ve kemal-i vüsuk ile alâ ruûsi’l-eşhad zikir ve nakilden güneş gibi sıdkın tulû edeceğini göreceksin.
Üçüncüsü: Bedevilere nisbet çok ulûm-u nazariye vardır; medenîlere nisbeten lisan-ı âdât ve ef'alin telkinatıyla, ulûm-u mütearifenin hükümlerine geçmişlerdir. Bu nükteye binaen bedevilerin hâllerini muhakeme etmek
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
için, kendini o bâdiyede farzetmek gerektir. Eğer istersen İkinci mukaddimeye müracaat et, zira şu nükteyi izah etmiştir. Dördüncüsü: Bir ümmî, ulema meyanında mütedavil bir fende beyan-ı fikir ederse, ittifak noktalarda muvafık olarak ve muhtelefün-fîha olan noktalarda muhalefet edip, musahhihane olan söylemesi, onun tefevvukunu ve kesbî olmadığını isbat eder.
Şu nüktelere binaen deriz ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm malum olan ümmîyetiyle beraber güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek mazinin a'mak-ı hafasına girerek, hazır ve müşahid gibi enbiya-yı salifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle; bütün enzar-ı âleme karşı öyle bir dava-yı azimede -ki, bütün ezkiya-i âlemin nazarlarını dikkate celbeder- bilâ-perva ve nihayet vüsuk ile müddeasına mukaddime olarak o esrar ve ahvalin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütüb-ü salifenin ittifak noktalarında musaddık ve ihtilaf noktalarında musahhih olarak kısas ve ahval-i enbiyayı bize hikâye etmesi, sıdk ve nübüvvetini intac eder.
Teznib:Cemi enbiyanın delâil-i nübüvvetleri, sıdk-ı Muhammed'e (a.s.m.) delildir ve cemi mucizatları, Muhammed'in bir mucize-i maneviyesidir (aleyhimüsselâm). Bunda dikkat edersen anlayacaksın.
İşaret: Ey birader!.. Bazen kasem, bürhanın yerini tutar. Zira bürhanı tazammun eder. Öyle ise:




1
muhakemat_127_1.gif



1- Kıssadan hisse alınması için ona bu kıssaları eden, ruhunu geçmiş zamanın derinliklerinde ve gelecek zamanın yüksek tepelerinde gezdiren ve cereyan eden olayların karanlık köşelerindeki bilinmeyen sırları ortaya çıkarıp gösterene yemin olsun ki, onun (Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın) keskin olan gözü kendisini aldatmayacak kadar dikkatli ve onun hak olan mesleği de insanları aldatmaktan uzaktır.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Evet, neam. Onun nur-u nazarına hayal, kendini hakikat gösteremiyor ve hak olan mesleği telbisten müstağnidir.

Üçüncü Meslek
Yani; zaman-ı hâlin, yani asr-ı saadetin sahifesinde dört nükte, bir noktayı nazar-ı dikkate almak gerektir:
Birincisi: Küçük bir âdet, küçük bir kavimde veya zayıf bir haslet, kalil bir taifede; büyük bir hâkimin, büyük bir himmetle kolaylıkla kaldıramadığını nazara alırsan; acaba gayet çok, tamamen müstemirre, nihayet derecede me'luf ve çok da mütenevvia, tamamen rasiha olan âdât ve ahlâk, nihayet kesir ve me'lufatına gayet mutaassıb ve şedidü’ş-şekîme olan bir kavmin a'mak-ı ervahından az fedakârlıkla, kısa bir zamanda kal' ve ref' ettiğini ve o âdât-ı seyyienin yerine başka âdât ve ahlâk fidanlarını gars etmesi ve def'aten nihayet derecede tekemmül ettiklerini nazara alırsan ve dikkat edersen, harikulâde olduğunu tasdik etmezsen; seni sofestaî defterinde yazacağım.
İkincisi: Şahs-ı manevî hükmünde olan bir devletin nümüvv-ü tabiîsi hükmünde olan teşekkülü ise, mütemehhildir. Ve devlet-i atikaya galebesi –ki ona inkıyad, tabiat-ı sâniye hükmüne girdiği için– tedricîdir. Öyle ise maddeten ve manen hâkim, hem de gayet cesim bir devleti kısa bir zamanda teşkili, hem de düvel-i râsihaya def'î gibi galebe etmesi; maneviyat ve ahvalde cari olan âdâtın bizzarure harikulâde olduğunu görmezsen körler defterinde yazılacaksın.
Üçüncüsü: Tahakküm-ü zâhirî, kahr ve cebr ile mümkündür. Fakat efkâra galebe etmek, hem de ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, hem de hâkimiyetini vicdanlar üzerine daima muhafaza etmek; hakikatin hassa-i farikasıdır. Bu hassayı bilmezsen, hakikatten bîganesin.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt