Sıddık Süleyman Hakkında Yazdığı Mektup

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
olan eyyam olduğu gibi zîhayatın vücuduna mazhar olmuş zamandan itibaren, küre-i arzın ömrü ise merkez-i irtibatı olan güneşin mihveri üstündeki hareketi ile hasıl olan eyyam iledir. Ve dünyanın ömrü ise Şemsü’ş-şümusun hareket-i mihveriyesi ile hasıl olan eyyam iledir ki, şu halde nev’-i insanın ömrü yedibin sene eyyam-ı arzî ile olsa küre-i arzın hayatına menşe olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı şemsiye ile ikiyüzbin seneyi geçer ve Şemsü’ş-şümusa tabi âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü, Şemsü’ş-şümusun işarat-i Kur’aniye ile her bir günü elli bin sene olmasıyla yedi bin sene o eyyam ile ne kadar ettiğini kıyas et. Takriben yüz yirmi altı milyar senedir.(Haşiye1) Demek eyyam-ı şer’iye tabir ettiğimiz eyyam-ı Kur’aniyede bunlar dahildir. Evet semavat ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslisi ve en mükemmel ahir meyvesi olan bir zata hitabında, o eyyamları istimal etmek, Kur’an’ın ulviyetine ve muhatabının kemaline yakışır ve ayn-ı belâgattır. 1
barla_109_1.gif

2
barla_109_2.gif


Said Nursî
***

(Ehl-i bid’anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır.)
Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memurları, çok adamlar onu tenkid ediyorlar. “Lüzumsuz sözleri Hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor.” derler. Sana çoktanberi hizmet ediyor; mahiyeti nedir, bildir?
Elcevab: Süleyman sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak,
Haşiye 1- Bu hesap Şamlı Hafız, Kuleönü’nden Mustafa ve arkadaşı Hafız Mustafa’nın şehadeti ile bir dakika zarfında ezber yapılmıştır. (Sene üç yüz altmış gün hesabına göredir, kusur varsa bakılmamak gerektir.)

1- Her şeyin bilgisi Allah katındadır ve Kitab’ının sırlarını en iyi şekilde Allah bilir.
2- Ey Rabbimiz! Şayet unutursak veyahut hata edersek bizi bununla sorgulama (Bakara Suresi: 286)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
kendi işini bırakıp kemal-i sadakatle lillâh için hizmeti bu köyce malumdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilâyet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk, bu zamanda bulunması, medar-ı ibrettir. Ben, hem garip, hem misafirim. Benim istirahatımı temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş’u ve Muhacir Hafız Ahmed’i ve Abdullah Çavuş*u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakka şükrediyorum. Bunlar, bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup, onlara her zaman dua ediyorum. Sadakatça Süleyman’dan geri kalmayan Mustafa Çavuşla Muhacir Hafız Ahmed, şimdilik hücuma maruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman’dan bahsedeceğiz. Şöyle ki: Süleyman, benim her hususi işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile, minnet etmeyerek, mukabilinde bir şey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatle yapmış. Hattâ o derece hizmeti safi ve halis, lillâh için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum, “Benim arzu-yu kalbimi bu işitiyor mu?” Anladım ki o, istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikram-ı ilâhî olarak o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi, sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem’alarını çok gördüm.
Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işaalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki, “Sana bu sû’-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemal-i sürur ve ciddi bir surette o teselliyi kabul etti.
Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zat bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için mümkün olduğu kadar cevaz da olsa söylemiyor. Ve bilhassa Ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zaten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işaasına sebep, bu kadar olmuş: Birisi sormuş, “Hoca Efendi, filan adama şöyle demiş mi?” O da geldi bana aynı sözü söyledi ki, o adama cevab versin. Halbuki o sözde ne gıybet var, ne de bir şey.




 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Her ne ise.. Ben bu köyde ümid etmiyordum ki, benim en ziyade itimad ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkid etsinler. Zannederdim ki, ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki, köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkid ededursunlar, o tenkidlerden ne çıkar. Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir. Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilâkis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman’a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat’iyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhahıma karış istinkâf ediyordu. Ne için böyle yapıyorsun, derdim. “Hizmetimize maddî faide girmeyip, fisebilillâh, ihlâslı olmak istiyoruz.” derdi.
Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit, hiçbir misafir bu iki zata bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman’ın küçük kızına bir kaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman -bildiğime göre- bir kaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun, hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir. Bunun bu ahlâkı zatında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi bir şey kabul etmiyor. Hattâ, yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor. Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim. “Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun.” dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana -değirmende öğüterek- getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.
İşte bu zatın hakiki hali bu surette iken, insafsız insanlar bunun hakkında işaa ediyorlar ki; Said’in sayesinde yaşıyor. O da kemal-i iftiharla dedi: “Evet Üstadımın sayesinde, kanaatı ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır.. ihlâsa sevk eder.” dedi.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt