Şefkat Tokatları Bahsi

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
(ONUNCU LEM’A)
Şefkat Tokatları Risalesi
1
barla_158_1.gif


ayetinin bir sırrını hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor. Hizmet-i Kur’aniyenin bir silsile-i kerameti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i ilâhi ile nezaret eden ve himmet ve duasıyla yardım eden Gavs-ı Âzam’ın bir nevi kerameti beyan edilecek. Tâ ki, bu hizmet-i kudsiyede bulunanlar, ciddiyetlerinde, hizmetlerinde sebat etsinler.
Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevidir.
Birinci nevi: O hizmeti ihzar etmek ve hâdimlerini o hizmete sevk etmek cihetidir.
İkinci kısım:Mânileri bertaraf etmek ve muzırların şerrini def edip onları tokatlamaktır.
Bu iki kısmın hadiseleri çoktur, hem çok uzundur.2 Başka vakte talikan, en hafif olan üçüncü bir kısımdan bahsedeceğiz.


1- O gün her nefs, yapmış olduğu iyilikleri ve işlemiş olduğu kötülükleri önünde hazır bulacaktır. (İnsan o gün) işlemiş olduğu kötülüklerle kendisi arasında uzak bir mesafenin bulunmasını diler. Allah sizi, emirlerine karşı gelmemeniz hususunda uyarıyor. Şüphesiz Allah, kullarına karşı çok şefkatlidir. (Âl-i İmran Suresi: 30)
2- Meselâ, din muhaliflerinin Nur Talebelerine verdikleri azap ve sıkıntı ve ihanetlerden kendileri dünyada daha ziyade cezasını çektiler, aynını gördüler.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncü kısım şudur ki: Hizmette halisen çalışanlara fütur geldiği vakit şefkatli bir tokat yerler, intibaha gelerek yine o hizmete girerler. Bu kısmın hadisatı yüzden fazladır. Yalnız yirmi hadiseden on üç, on dördü şefkatli tokat yemişler, altı yedisi zecr tokatı görmüşler.
BİRİNCİSİ: Bu biçare Said’dir. Her ne vakit hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususî, nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatim geliyor ki, ihmalimden tokat yedim. Çünkü, hangi maksadım beni iğfale sevk etmişse, onun aksi ile tokat yerdim. Sair halis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede, benim gibi, hangi maksat için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlarını yediklerinden, kanaatimiz gelmiş ki, o hadiseler hizmet-i Kur’aniyenin kerâmetindendir.
Meselâ, bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı* zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm, ahiretimi kurtarmak için erek dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler. Burdur’a getirildim. Orada yine hizmet-i Kur’aniyede bulunduğum miktarca –o vakit menfîlere çok dikkat ediliyordu; her akşam isbat-ı vücud etmekle mükellef oldukları halde– ben ve halis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit isbat-ı vücuda gitmedim, hükûmeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşa*ya şikâyet etmiş. Fevzi Paşa demiş: “Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz.” Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’aniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız ahiretimi düşünmek fikri bana galebe etti, hizmet-i Kur’aniyede muvakkat fütur geldi, aksi maksadımla tokat yedim. Yani, bir menfâdan diğerine, Isparta’ya gönderildim. Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla, “Belki bu vaziyeti hükûmet hoş görmeyecek. Bir parça teennî etsen daha iyi olur” dediler. Bende, tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman, halklar gelmesin” dedim. Yine o menfâdan dahi üçüncü nefiy olarak Barla’ya verildim. Barla’da ne vakit bana fütur gelmiş ise, yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet bulmuş ise, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, münafıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hadiseyi, kendi başımdan geçtiği için hikâye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyorum.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ey kardeşlerim! Başıma gelen şefkat tokatlarını söyledim. Sizlerin de başınıza gelen şefkat tokatlarını, izin verseniz ve helâl etseniz, söyleyeceğim. Gücenmeyiniz. Gücenen olursa ismini tasrih etmeyeceğim.
İKİNCİSİ: Öz kardeşim ve en birinci ve yüksek ve fedakâr bir talebem olan Abdülmecid’in Van’da güzel bir evi vardı. İdaresi yerinde, hem muallim idi. Hizmet-i Kur’aniyenin daha revaçlı bir yeri olan hududa gitmekliğim için arzumun hilâfına olarak teşebbüs edenlere, içtihadınca, güya menfaatim için iştirak etmedi, rey vermedi. Güya, ben hududa gitseydim, hem hizmet-i Kur’aniye siyasetsiz, sâfi olmayacak, hem onu Van’dan çıkaracak idiler diye iştirak etmedi. Maksadının aksiyle şefkatli bir tokat yedi. Hem Van’dan, hem o güzel evinden, hem memleketinden ayrıldı. ergani’ye gitmeye mecbur kaldı.
ÜÇÜNCÜSÜ: Hizmet-i Kur’aniyenin pek mühim bir âzâsı olan Hulûsi Bey, eğirdir’den memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece, sırf uhrevî olan hizmet-i Kur’aniyede fütura yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü, hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki hizmet-i Kur’aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlâs ile, ciddiyetle hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.
İşte, Hulûsi’nin kalbi çendan layetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i maneviyesindeki ciddiyete tam manasıyla sarıldı.
DÖRDÜNCÜSÜ: Muhacir Hafız Ahmed*dir. O kendisi söylüyor:
“Evet, ben itiraf ediyorum ki, hizmet-i Kur’aniyede ahiretim nokta-i nazarında içtihadımda hata ettim. Hizmete fütur verecek bir arzuda bulundum. Şefkatli, fakat şiddetli ve keffaretli bir tokat yedim. Şöyle ki: Üstadım yeni icadlara1 taraftar olmadığı için –benim câmiim onun komşusudur; şuhûr-u selâse geliyor– camiimi terk etsem, hem ben çok sevap kaybediyorum, hem mahalle namazsızlığa alışacak. Yeni usul yapmazsam men edileceğim. İşte bu içtihada göre, rûhum kadar sevdiğim Üstadımın muvakkaten


1- Yani, Türkçe ezan gibi şeair-i İslâmiyeye muhalif bid’atlardır.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
başka bir memlekete gitmesini arzu ettim. Bilmedim ki, o yerini değiştirse, başka bir memlekete gitse, hizmet-i Kur’aniyeye muvakkaten fütur gelir. Tam o sıralarda ben tokat yedim. Şefkatli, fakat öyle dehşetli bir tokat yedim ki, üç aydır daha aklım başıma gelmedi. Fakat, lillâhilhamd, Üstadımın kat’î ihbarıyla, ona ihtar edilmiş ki, o musibetin her dakikası bir gün ibadet hükmünde olduğunu rahmet-i ilâhiyeden ümitvar olabiliriz. Çünkü o hata bir garaza binaen değildi. Sırf ahiretimi düşünmek noktasında o arzu geldi.” BEŞİNCİSİ: Hakkı Efendi*dir. Şimdi burada olmadığı için, Hulûsi’ye vekâlet ettiğim gibi ona da vekâleten derim ki: Hakkı Efendi talebelik vazifesini hakkıyla ifa ederken, ahlâksız bir kaymakam geldi. Hem Üstadına, hem de kendine zarar gelmemek için, yazdıklarını sakladı. muvakkaten hizmet-i Nuriyeyi terk etti. Birden, bir şefkat tokadı manasında, bin lirayı vermeye mükellef olacak bir dava başına açıldı. Bir sene o tehdit altında kaldı. Tâ geldi, burada görüştük, avdetinde hizmet-i Kur’aniyeye talebelik vazifesine girdi. Şefkat tokadının hükmü kalktı, tebrie etti.
Sonra Kur’an’ı yeni bir tarzda(Haşiye1) yazmak hususunda talebelere bir vazife açıldı. Hakkı Efendiye de hisse verildi. Elhak, o hissesine sahip çıktı. Bir cüz’ü güzel yazdı. Fakat derd-i maişet zaruretiyle kendini mecbur bilip, gizli dava vekâletine teşebbüs etti. Birden bir şefkat tokadı daha yedi. Kâlemi tutan parmağı muvakkaten kırıldı. “Bu parmakla hem dava vekâleti yapmak, hem Kur’an’ı yazmak olmayacak” diye, lisan-ı mana ile ihtar edildi. Dava vekâletine teşebbüsünü bilmediğimiz için parmağına hayret ediyorduk. Sonra anlaşıldı ki, kudsî, safî hizmet-i Kur’aniye, gayet temiz, kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor. Her ne ise... Hulûsi Beyi kendim gibi bildim, ona bedel konuştum. Hakkı Efendi de aynen onun gibidir. Eğer benim vekâletime razı olmazsa, kendi tokadını kendi yazsın.
ALTINCISI: Bekir Efendi*dir. Şimdi hazır olmadığı için, ben, kardeşim Abdülmecid’e vekâlet ettiğim gibi, onun itimat ve sadâkatine itimadım ve Şamlı Hafız* ve Süleyman Efendi* gibi bütün has dostlarımın hükümlerine, bildiklerine istinaden diyorum ki: Bekir Efendi Onuncu Sözü tab etti. İ’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Sözü yeni huruf çıkmadan tab etmek için ona gönderdik. Onuncu Sözün matbaa fiyatını gönderdiğimiz gibi,
Haşiye 1- Tevafuk mucizesini gösterir bir surette demektir.



 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı hâlimi düşünüp, matbaa fiyatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülâhaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı; tab edilmedi. Hizmet-i Kur’aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuz yüz lirası hırsızların eline geçti. Şefkatli ve dehşetli bir tokat yedi. İnşaallah, zıya’a giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti. YEDİNCİSİ: Şamlı Hafız Tevfik’tir. O kendisi diyor: Evet, itiraf ediyorum ki, ben bilmeyerek ve yanlış düşünerek hizmet-i Kur’aniyede fütur verecek harekâtım sebebiyle iki şefkatli tokat yedim. Şüphem de kalmadı ki, bu tokat o cihetten geldi.
Birincisi: Lillâhilhamd, benim hatt-ı Arabiyem Kur’an’a bir derece uygun bir tarzda ihsan edilmişti. Üstadım en evvel üç cüz bana yazdırmakla sair arkadaşlarıma taksim etti. Kur’an yazmak iştiyakı, risalelerin tebyiz ve tesvidindeki hizmetime arzumu kırdı. Hem Arabî hattı bulunmayan sair arkadaşlara tefevvuk edeceğim diye gururkârane bir tavırda bulundum. Hatta Üstadım yazıya ait bir tedbir bana söylediği vakit, “Bu iş bana aittir,” o vakit dedim.
“Ben bunu biliyorum, ders almaya ihtiyacım yoktur” gibi mağrûrane söyledim. İşte bu hatama göre, fevkalâde, hiç hatıra gelmeyen bir tokat yedim. En az Arabî hattı olan bir kardeşime (Husrev’e) yetişemedim. Bizler bütün hayret ettik. Şimdi anladık ki, o bir tokattır.
İkincisi: Ben itiraf ediyorum ki, hizmet-i Kur’aniyedeki kemal-i ihlâs ve sırf livechillâh için hizmeti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünkü ben bu memlekette garip hükmündeyim, garibim. Hem, şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet etmediğimden, fakr-ı hâle maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilâta mecbur olduğumdan –Cenâb-ı Hak afvetsin– mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki, Kur’an-ı Hakîmin ruh-u hizmetine zıt olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber, hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu. İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli –fakat inşaallah şefkatli– bir tokat yedim. Şüphemiz kalmadı ki, bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar Nurlardan istifade edemedim.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bu hâle hayret ettik. Ben de ve Üstadım da, “Bu neden böyle oluyor?” diye esbab arıyorduk. Şimdi kat’î kanaatimiz geldi ki, o hakaik-ı Kur’aniye nurdur, ziyadır. tasannu, temellûk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için, bu nurların hakikatlerinin meâli benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu. Cenâb-ı Haktan niyaz ediyorum ki, bundan sonra Cenâb-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlâs ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak kardeşlerimden dua ricâ ediyorum. Pür-kusur
Şamlı Hafız Tevfik

SEKİZİNCİSİ: Seyranî*dir. Bu zat, Husrev gibi Nura müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrar-ı Kur’aniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevafukata dair Isparta’daki talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları kemal-i şevkle iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni de kat’î bildiğim hakikatten vazgeçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. “Eyvah!” dedim, “bu talebemi kaybettim.” Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mana daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib, bir halvethanede (yani hapiste) bekledi.
DOKUZUNCUSU: Büyük Hafız Zühtü’dür. Bu zat, Ağrus’taki Nur talebelerinin başında nazırları hükmünde olduğu bir zaman, sünnet-i seniyyeye ittiba ve bid’alardan ictinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle, mühim bir bid’anın muallimliğini deruhte etti. Tamamıyla mesleğimize zıt bir hata işledi. Pek müthiş bir şefkat tokadını yedi. Hanedanının şerefini zir ü zeber edecek bir hadiseye maruz kaldı. Fakat, maatteessüf, Küçük Hafız Zühtü, hiç tokada istihkakı yokken, o elîm hadise ona da temas etti. Belki, inşallah, o hadise onun kalbini dünyadan kurtarıp tamamıyla Kur’an’a vermek için bir ameliyat-ı cerrahiye-i nâfia hükmüne geçer.
ONUNCUSU: Hafız Ahmed (r.h.) namında bir adamdır. Bu zat, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârane bir surette bulunuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya zaif bir damarından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti. Belki o cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin ve bir nevi mevki kazansın ve dar
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
olan maişetine bir suhulet olsun. İşte, hizmet-i Kur’aniyeye o suretle, o yüzden gelen fütur ve zarara mukabil iki tokat yedi. Biri: Dar maişetiyle beraber beş nüfus daha ilâve edildi, perişaniyeti ehemmiyet kesb etti. İkinci tokat: Şeref ve haysiyet noktasında hassas ve hatta bir tek adamın tenkid ve itirazını çekemeyen o zat, bilmeyerek bazı dessas insanlar onu öyle bir surette kendilerine perde ettiler ki, şerefi zîr ü zeber oldu, yüzde doksanını kaybetti ve yüzde doksan adamı aleyhine çevirdi. Her ne ise... Allah afvetsin, belki inşaallah bundan intibaha gelir, yine kısmen vazifesine döner. ON BİRİNCİSİ: Belki rızası yok diye yazılmadı.
ON İKİNCİSİ: Muallim Galib*dir (r.h.). Evet, bu zat, sadıkane ve takdirkârane, risalelerin tebyizinde çok hizmet etti ve hiçbir müşkilât karşısında zaaf göstermedi. Ekser günlerde geliyordu, kemal-i şevkle dinliyordu ve istinsah ediyordu. Sonra kendine otuz lira ücret mukabilinde umum Sözler’i ve Mektubat’ı yazdırdı. Onun maksadı, memleketinde neşretmek ve hem hemşehrilerini tenvir etmekti. Sonra bazı düşünceler neticesinde, risaleleri tasavvur ettiği gibi neşretmedi, sandığa bıraktı. Birden elîm bir hadise yüzünden bir sene gam ve gussa çekti. Risalelerin neşri ile ona adavet edecek resmî bir kaç düşmanlara bedel, zalim, insafsız çok düşmanları buldu, bir kısım dostlarını kaybetti.
ON ÜÇÜNCÜSÜ: Hafız Halid*dir (r.h.). Kendisi der:
“Evet, itiraf ediyorum, Üstadımın hizmet-i Kur’aniyede neşrettiği âsârın tesvidinde hararetli bir surette bulunduğum zaman mahallemizde bir cami imamlığı vardı. Eski kisve-i ilmiyemi, sarığı bağlamak niyetiyle muvakkaten o hizmete fütur verip, bilmeyerek çekildim. Maksadımın aksiyle şefkatli bir tokat yedim. Sekiz dokuz ay imamlık ettiğim halde, müftünün çok vaadlerine rağmen, fevkalâde bir surette, sarığı saramadım. Şüphemiz kalmadı ki, o kusurdan bu şefkatli tokat geldi. Ben Üstadımın hem bir muhatabı, hem bir müsevvidi idim. Benim çekilmemle tesvid hususunda sıkıntı çekmişti. Her ne ise... Yine şükür ki, kusurumuzu anladık ve bu hizmetin de ne kadar kudsî olduğunu bildik. Ve Şâh-ı Geylânî gibi, arkamızda melek-i sıyanet gibi bir üstad bulunduğuna itimad ettik.”
Ed’afü’l-ibad
Hafız Halid

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ON DÖRDÜNCÜSÜ: Üç Mustafa’nın küçücük üç tokat yemeleridir. Birincisi: Mustafa Çavuş* (r.h.) sekiz senedir bizim hususî küçük camie, hem sobasına, hem gazyağına, hem kibritine kadar hizmet ediyordu. Hatta gazyağını ve kibritini sekiz senedir kendi kesesinden sarf ettiğini sonra öğrendik. Cemaate, hususan cuma gecelerinde gayet zaruri bir iş olmayınca geri kalmıyordu. Sonra ehl-i dünya onun safvet-i kalbinden istifade ederek dediler ki: “Sözler’in bir kâtibi olan Hafız’ın sarığına ilişecekler. Hem gizli ezan muvakkaten terk edilsin. Sen kâtibe söyle, cebir görmeden evvel sarığı çıkarsın.” O bilmiyordu ki, hizmet-i Kur’aniyede bulunan birisinin sarığını çıkarmaya dair sözü tebliğ etmek, Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır. Onların sözlerini tebliğ etmiş. O gece rüyada ben görüyordum ki, Mustafa Çavuş’un elleri kirli, kaymakam arkasında olarak odama geldi. İkinci gün ona dedim: “Mustafa Çavuş, sen bugün kim ile görüştün?” “Seni elin mülevves bir surette kaymakamın arkasında gördüm.” Dedi: “Eyvah! Bana böyle bir söz, muhtar söyledi, ‘Katibe söyle.’ Ben arkasında ne olduğunu bilmedim.”
Hem aynı günde bir okkaya yakın gazyağını camie getirmiş. Hiç vuku bulmayan, o gün kapı açık kalmış, bir keçi yavrusu içeriye girmiş, büyük bir adam gelmiş, keçi yavrusunun seccademe yakın bıraktığı muzahrefatı yıkamak için, ibrikteki gazyağını su zannedip bütün o gazyağını, temizlik yapıyorum diye caminin her tarafına serpmiş. Acaiptir ki, kokusunu duymamış. Demek, o mescid lisan-ı hâl ile Mustafa Çavuşa diyor: “Senin gazyağın bize lâzım değil. Ettiğin hata için, gazyağını kabul etmedim” diye işaret vermek için o adama koku işittirilmedi. Hatta o hafta içinde, cuma gecesinde ve birkaç mühim namazda o kadar çalıştığı halde cemaate yetişemiyordu. Sonra ciddî bir nedamet, bir istiğfar ettikten sonra safvet-i asliyesini buldu.
İkinci Mustafa’lar: Kuleönü’ndeki kıymettar, çalışkan, mühim bir talebem olan Mustafa ile, onun çok sadık ve fedakâr arkadaşı Hafız Mustafa’dır (r.h.). Ben bayramdan sonra, ehl-i dünya bize sıkıntı verip hizmet-i Kur’aniyeye fütur vermemek için, “Şimdilik gelmesinler,” diye haber göndermiştim. “Şayet gelecek olurlarsa birer birer gelsinler.” Halbuki bunlar, üç adam birden, bir gece geldiler. Fecirden evvel hava müsait ise gitmek niyet edildi. Hiç vuku bulmadığı bir tarzda, hem Mustafa Çavuş, hem Süleyman Efendi*, hem ben, hem onlar, zâhir bir tedbiri düşünemedik, bize unutturuldu. Her birimiz ötekine bırakıp ihtiyatsızlık etti. Onlar fecirden
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
evvel gittiler. Öyle bir fırtına onları iki saat mütemadiyen tokatladı ki, bu fırtınadan kurtulmayacaklar diye telâş ettim. Şimdiye kadar bu kışta ne öyle bir fırtına olmuş ve ne de bu kadar kimseye acımıştım. Sonra Süleyman’ı, ihtiyatsızlığının cezası olarak arkalarından gönderip sıhhat ve selâmetlerini anlamak için gönderecektim. Mustafa Çavuş dedi: “O gitse o da kalacak. Ben de onun arkasından gidip aramak lâzım. Benim arkamdan da Abdullah Çavuş* gelmek lâzım.” Bu hususta 1
barla_166_1.gif
dedik, intizar ettik. Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur’aniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur’aniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?
Elcevap: 2
barla_166_2.gif
sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur’aniyeye zıddiyeti, mümanaatı, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar. Nasıl ki, küçük kabahatleri işleyenlerin nahiyelerde cezaları verilir, büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de, ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için, kısmen dünyada ve sür’aten verilir. Ehl-i dalâletin cinayetleri o kadar büyüktür ki, kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, mukteza-yı adâlet olarak âlem-i bekadaki Mahkeme-i Kübraya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.
İşte, hadis-i şerifte 3
barla_166_3.gif
mezkûr hakikate dahi işaret ediyor. Yani, dünyada şu mü’min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için, dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli ahiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, madem cehennemden çıkmayacaklar, hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada


1- Allah’a tevekkül ettik.
2- Küfür devam eder ama zulüm devam etmez.
3- Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
gördükleri ve büyük seyyiatları tehir edildiği cihetle, onların ahiretine nisbeten dünya, cennetleridir. Yoksa, mü’min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mesuddur. Adeta mü’minin imanı, mü’minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir cehennemi ateşlendiriyor. 1
barla_167_1.gif

***



1- Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Şüphesiz Sen her şeyi hakkıyla bilen ve her şeyi hikmetle yapansın. (Bakara Suresi: 32)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt