Kastamonu ve Emirdağ'da İken Yazdığı Mektuplar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz

Bundan Sonraki Kısım, Bediüzzaman Hazretlerinin Kastamonu ve Emirdağ’da İken Yazdığı ve Elyazması Nüshalarda Dercedilen Mektuplarıdır.
1
barla_172_1.gif

2
barla_172_2.gif

3
barla_172_3.gif


Aziz, sıddık kardeşlerim!
Onuncu Şua namında yazdığınız Fihriste’nin ikinci kısmı, bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zaif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için, bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi edilmiş tahmin ediyordum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri, kaydetmek için teşebbüs ettim ise de, çalıştırılamadım.
Evet, Risale-i Nur, size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur’an Kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair, müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hakeza mükemmel bir izah ve haşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-ı âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazen izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi, bana geliyor.


1- Onun (Allah’ın) adıyla.
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44)
3- Yazdığınız ve yazmakta olduğunuz risalelerin harfleri sayısınca Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci mektubları telif ile ve Dokuzuncu Şuanın dokuz makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimi, halis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî size baki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir. Buradan oraya gelen mektubları mübareklerin heyeti bir risale şeklinde toplamasını ve Husrev’de, cüz’î ve hususî bazı cümlelerini ve lüzumsuz bazı fıkralarını tayyetmeyi Hafız Ali ve Sabri’ye havale etmiş olduğunu yazıyorsunuz. Mübarek Husrev’in Risaletü’n-Nur hakkında, kerametli ve dikkatli ve isabetli ve keskin nazarı doğrudur. Baki bir eserde, muvakkat ve cüz’î ve hususî kelimeler tayyedilse daha iyidir. Bu defaki mektubunuzda kerametkârane üç nokta gördük.
Birincisi: Buranın bir Husrev’i olacak derecede ihlâs ve irtibat ve iktidarı gösteren “Küçük Husrev” Mehmed Feyzi* isminde Risaletü’n-Nur’un çalışkan bir talebesi askerden gelip, daha ikinci defa görüşüldüğü vakit, mektubunuzda Feyzi ismini gördük, dedik: Bu Risaletü’n-Nur’un şakirdleri, birbirinden ne kadar uzak olsa da, birbirine pek yakındır ki, böyle birden hissedip yazdılar.
İkincisi: Bu Küçük Husrev Feyzi, bu ahirlerde İstanbul’da iken, Risale-i Nur hesabına zihnime dokundu. Müteessir oluyordum. “Acaba rahatsızlığı var mı?” Birden zihnim yüzünü ondan çevirdi; Hafız Ali ile şiddetli meşgul oldum. Anladım ki teessür verecek var. Fakat Risale-i Nur’un faal merkezi olan Hafız Ali cihetinde olacak. Hafız Ali’nin şifa duasına başladım, devam ettim. Ve mektub gelmeden evvel Feyzi’den sordum: “Sen bir hastalık çektin mi?” O dedi: “Yok.” Dedim: “Öyle ise, Isparta’da Risale-i Nur’un ehemmiyetli ve kuvvetli bir rüknünün bir rahatsızlığı var.” Fakat, hayalim hakikatın suretini şaşırmış.” Sonra mektubunuz geldi, hakikat anlaşıldı...
Üçüncüsü: Bundan yirmi gün evvel, eyyam-ı mübarekeden sonra, hatırıma geldi ki; vazifedarane kalemi her gün istimal etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmalisinde, her yirmi dört saatte yüz defa hissedar olmak yeter diye, hususi isimlerle has şakirdler dairesi içinde, bir kısmın isimleri muvakkaten tayyedildi. Kardeşimiz Hakkı Efendi de onların içinde idi.


 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bir kaç gün öyle devam etti. Sonra birden hiç sebep hissetmeden, yine Hakkı, Hulûsi’ye arkadaş oldu. İsmi ile, resmi ile has dairesine girdi. Hakkı’nın beni duadan unutmasın diye, mektubunuzdaki fıkranın yazıldığı aynı zamanda, hususi duayı kazanmış hesabıyla tahmin ettik. Hattâ, bu günlerde bunun gibi inayetin çok lem’aları var. Emin bunları, havadis-i yevmiye diye, bir fıkra yazacak. Belki size de gönderecek. Risale-i Nur’un küçük talebeleri ve istikbalde çalışkan, kıymettar şakirdleri olanlar, şimdi de talebeler dairesinde olarak hissedardırlar.
İstanbul’da Mehmed Feyzi, Eski Said’in risalelerini ararken, aynı günde kahraman Rüşdü, bir dükkânda mevcudunu toplamış almış idi. Küçük Husrev müteessir olarak, başka yerde aramış, İşaratü’l-İ’caz’ı bulmuş, tahminen demiş ki, bana sebkat eden, herhalde benden ilerideki Ispartalı kardeşlerimdir.
Her neyse, bu İşaratü’l-İ’caz nüshasını Hafız Ali ve Sabri’deki nüshalarda bulunan keramet-i tevafukıyeyi yazdırmak istiyor. En kolay bir çaresi, küçük bir defterde, her sahifesinde tefsirin bir sahifesine mukabil, huruf-i hecanın (Elif ve tâ ve saire) kaydederseniz, gönderirsiniz iyi olur. Kolayını bulmazsanız kalsın.
Umum kardeşlerime birer birer ve bilhassa risaleler ile çok meşgul olanlara selâm ve dualar ederim ve dualarını beklerim.
Kardeşiniz
Said Nursî


NOT: Emin ve Küçük Husrev ve Hafız Tevfik selâm ve arz-ı hürmet ederler. Tahsin askere gitmiş.

***
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Sizin ile pek çok alâkadar ve görüşmeye pek çok müştakım. Vaziyetinizi merak ederim. Hayalen sizin ile görüşürken bir iki nokta hatıra geldi, beyan ediyorum:
Birincisi: On Dokuzuncu Sözün ahirinde Kur’an’daki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur:
Herkes her vakit Kur’an’a muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’an’ı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun sûrelerde dercedilerek; her bir sûre küçük bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiçbir kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve Kıssa-i Musa (a.s.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim; neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi o da mütalâasını tekrar eder.
İkinci Nokta: Ayetü’l-Kübra’dan çıkan Virdü’l-Ekber namındaki Arabî risaleciğin ahirinde, Risale-i Münacat’ın başındaki ayetin tefsiri diye Arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa münasibdir. Biz de nüshamızda yazdık.


1- Allah’ın adıyla.
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44)
3- Ayrılık dakikalarının aşireleri sayısınca Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncüsü: Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu, “Neden İmam-ı Ali* (r.a.) Risale-i Nur’a ve bilhassa Ayetü’l-Kübra Risalesine ziyade ehemmiyet vermiş?” diye sırrını beklerdim. Lillâhilhamd ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:
Risale-i Nur’un mümtaz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan, bu hâsiyet Ayetü’l-Kübra Risalesinde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasıl ki, gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun her bir neferine karşı, cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Meyus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlûb edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Kâinatı dağıtamayan onu dağıtamaz. Senin şimdilik mağlûbiyetinin bir sebebi, bir cemaata ve bir şahs-ı maneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, her bir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevi ve bir cemiyet hükmüne geçsin.” dedi ve tam kanaat verdi.
Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor. Her bir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusane çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunu (Haşiye1)
gösterip ve ondan mukavemet-sûz maddî, manevî imdat getirmek hizmetinde harika bir
Haşiye 1- Kâinatı dağıtamayan bir kuvvet, o orduyu bozamaz.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
emirber nefer olarak Ayetü’l-Kübra Risalesini İmam-ı Ali* (r.a.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş. Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hülâsası görünsün.
Umum kardeşlerime birer birer selam
Said Nursî
***
1
barla_177_1.gif

2
barla_177_2.gif

3
barla_177_3.gif


.

Kardeşlerim,
Bugünlerde biri Risale-i Nur talebelerine, diğeri bana ait iki mesele ihtar edildi. Ehemmiyetine binaen yazıyorum.
Birinci Mesele:Birinci Şuada iki üç ayetin işaratında, Risale-i Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gireceklerini ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim, çoktan beri muntazırdım. Lillâhilhamd, iki emare birden kalbime geldi:
Birinci Emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: “Sekerat vaktinde şeytan, vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.” Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.


1- Her türlü noksanlıktan beri olan Allah’ın adıyla.
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44)
3- Kur’an’ın sırları sayısınca Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bu iman, iman-ı tahkikînin vusûlüne vesile olan bir yolu, velâyet-i kâmile ile keşf ve şuhudî hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir. İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, bürhanî ve Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedahet derecesine gelen ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i Nur’un esası, mayesi, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü’n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.
İkinci Emare: Risaletü’n-Nur’un sadık şakirdleri, hüsn-ü akıbetlerine ve iman-ı kâmil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimî dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.
Ezcümle: Risaletü’n-Nur’un bir hâdimi ve bir tek şakirdi, yirmi dört saatte, Risaletü’n-Nur talebelerinin hüsn-ü akıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına yüz defa Risaletü’n-Nur talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-ü akıbetlerine ve imanla kabre girmelerine, aynı duayı, en ziyade kabule medar olan şerait içinde ediyor.
Hem Risaletü’n-Nur’un talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz iman hususunda, birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, masum lisanlarıyla dualarının yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza, mecmuu itibariyle reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i iman ile kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünkü her bir dua umuma bakar.
İkinci Mesele:Yirmi sene evvel tab edilen Sünuhat risalesinde, hakikatli bir rüyada, âlem-i İslâmın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevî meclis demiş ki: “Bu Alman mağlûbiyetiyle neticelenen bu harpte Osmanlı Devleti’nin mağlubiyetinin hikmeti nedir?”
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevaben Eski Said demiş ki: “Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslâm, hususan Haremeyn-i Şerifeyn* gibi mevaki-i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet-i ilâhiye ile onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi.”
Bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, “Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faidesiz bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?” diye sual benden oldu.
Gelen cevap, manevî canipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi sene evvel manevi suale verdiğin cevap, senin bu sualine aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi, yine mimsiz medeniyet namına galibane, mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejim âlem-i İslâma, mevaki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslâmın selâmeti için bu zâhir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.”
Said Nursî
***
1
barla_179_1.gif

2
barla_179_2.gif

3
barla_179_3.gif



Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: Geçen mübarek leyle-i berâtınızı ve gelecekRamazan-ı şerifinizi tebrik ederiz. Bu sene berât gecesi, Nurcular hakkında çok bereketli ve kerametli olduğuna bir emaresini hayretle gördük. Şöyle ki: Ben berât


1- Her türlü noksanlıktan beri olan Allah’ın adıyla.
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44)
3- Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
gecesinden az evvel Asâ-yı Musa tashihi ile meşgul iken, bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben de dedim: “Müjde mi getirdin?” İçeriye girdi. Güya eskiden dost idik gibi, hiç ürkmedi. Asâ-yı Musa üstüne çıktı. Üç saat oturdu. Ekmek, pirinç verdim; yemedi. Tâ, akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Tâ, sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi. Allah’a ısmarladık nev’inden başımı okşadı, sonra uçup gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken yine geldi, bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş, hem Asâ-yı Musa, hem berâtımızı tebrik etmek istedi… Said Nursî
***

 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt