14- Îcaz İle Beyan İ'câz-ı Kur'an

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
İcaz İle Beyan, İ'caz-ı Kuran
Biz zaman rüyada gördüm ki, Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları aleme dağıttı; sarstı cihanı.
Füceten bir adam yanımda peyda oldu. Dedi ki: "Icaz ile beyan et, icmal ile icaz et bildiğin enva-ı icaz-ı Kuranı!"
Daha rüyada iken tabirini düşündüm. Dedim, şuradaki infilak, beşerde bir inkılaba misal. İnkılapta ise elbet hüda-yı Furkani,
Her tarafta yükselip, hem de hakim olacak. İcazının beyanı, zamanı da gelecek! O saile cevaben dedim: "İcaz-ı Kurani, yedi menabi-i külliyeden tecelli, hem yedi anasırdan terekküb eder:
Birinci Menba: Lafzın fesahatinden selaset-i lisanı; nazmın cezaletinden, mana belagatından, mefhumların bedaatından, mazmunların beraatından, üslupların garabetinden birden tevellüd eden barika-i beyanı.
Onlarla oldu mümteziç, mizac-ı icazında acib bir nakş-ı beyan, garip bir sanat-ı lisanı. Tekrarı hiçbir zaman usandırmaz insanı.
İkinci Unsur ise, umur-u kevniyede gaybi olan esasat, İlahi hakaikten gaybi olan esrardan, gaybi-yi asumani.
Mazide kaybolan gaybi olan umurdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvalden birden tazammun eden bir ilmül-guyub hızanı.
Alemül-guyub lisanı, şehadet alemiyle konuşuyor erkanı, rumuz ile beyanı, hedef nev-i insani, icazın bir lema-i nurani.
Üçüncü Menba ise, beş cihetle harika bir camüyet vardır. Lafzında, manasında, ahkamda, hem ilminde, makasıdın mizanı.
Lafzı tazammun eder pek vasi ihtimalat, hem vücuh-u kesire ki, herbiri nazar-ı belagatta müstahsen, Arabiyece sahih, sırr-ı teşrii layık görüyor anı.
Manasında, meşarib-i evliya, ezvak-ı arifıni, mezahib-i salikin, turuk-u mütekellimin, menahic-i hükema, o icaz-ı beyanı
Birden ihata etmiş, hem de tazammun etmiş. Delaletinde vüsat, manasında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün ne geniştir meydanı.
Ahkamdaki istiab; şu harika şeriat ondan olmuş istinbat, saadet-i dareynin bütün desatirini, bütün esbab-ı emni.
 

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
İçtimai hayatın bütün revabıtını, vesail-i terbiye, hakaik-ı ahvali birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyanı.
İlmindeki istiğrak; hem ulum-u kevniye, hem ulum-u ilahi, onda ıneratib-i delalat, rumuz ile işarat, sureler surlarında cem etmiştir cenanı.
Makasıd ve gayatta, muvazenet, ıttırad, fıtrat desatirine mutabakat, ittihat; tamam müraat etmiş, hıfzeylemiş mizanı.
İşte lafzın ihatasında, mananın vüs atinde, hükmün istiabında, ilmin isti rakında muvazene-i gayatta camüyet-i pürşanı!
Dördüncü Unsur ise, her asrın derece-i fehmine, edebi rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidat, rütbe-i kabiliyet nisbetinde; ediyor bir ifaza-i nurani.
Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nazil oluyor o Kelam-ı Rahmani.
İhtiyarlandıkça zaman, Kuran da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdani.
Nur-u Tevhidi, her dem, her ayetten fışkınr; şehadet perdesini gayb üstünden kaldırır. Ulviyet-i hitabı dikkate davet eder o nazar-ı insanı; ki, o lisan-ı gaybdır; şehadet alemiyle bizzat odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar: Harika tazeliği bir ihata-i ummani!
Tenis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlahi tenezzülat. Tenzilin üslûbunda tenevvüü, mûnisliğidir mahbub-u ins ü canı.
Beşinca Menlıa ise, nakil ve hikayatında, ihbar-ı sadıkada esasi noktalardan hazır müşahit gibi bir üslub-u bedi-i pürmaani.
Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulatı şunlardır: İhbar-ı evvelini, ahval-i ahirini, esrar-ı Cehennem ve Cinanı.
Hakaik-ı gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahi, revabıt-ı kevniye dair hikayatıdır hikayet-i iyani.
Ki, ne vaki reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semavi kitapların ki, matmah-ı cihani.
İttifaki noktalarda musaddıkane nakleder, ihtilafı yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle nakli umurlar, bir "Ümmi"den sudûru, harika-i zamani.
Altıncı Unsur ise, mutazammın ve müessis olmuş din-i İslama. İslamiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekanı!
Arzımızı senevi, yevmi dairesinde şu hayt-ı semavidir; tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş. Bırakmıyor isyanı.​
 

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
Yedinci Menba ise; şu altı menbadan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizaç. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nurani.
Şundan çıkan bir zevktir; zevk-i icaz bilinir, tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kasırdır; görünür de, tutulmaz, o nücum-u asumani.
On üç asır müddette meylüt-tehaddi varmış Kuranın adasında; şevk-i taklit uyanmış Kuranın ahbabında. İşte icazın bir bürhanı.
Şu iki meyl-i şeditle yazılmıştır; meydanda. Milyonlarla kütüb-ü Arabiye, gelmiştir kütüphane-i vücuda. Onlar ile tenzili, düşerse bir mizanı.
Muvazene edilse, değil dana-i bimüdani, hatta en ami adam, göz kulakla diyecek:
"Bunlar ise insani, şu ise asumani."
Hem de hükmedecek: "Şu, bunlara benzemez; rütbesinde olamaz. Öyle ise, ya umumdan aşağı; bu ise, bilbedahe malum olmuş butlanı."
Öyle ise, umumun fevkındedir, mazmunları o kadar zamanda; kapı açık beşere vakfedilmiş; kendine davet etmiş ervahıyla ezhanı.
Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları ile yine Kurana karşı çıkmamış, hiçbir zaman çıkamaz; geçti zaman-ı imtihanı.
Sair kitaplara benzemez, onlara makis olmaz; zira yirmi sene zarfında müneccemen hacetlere nisbeten nüzulü; müteferrik mütekatı, bir hikmet-i Rabbani.
Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede esile mütekerrir, mütefavit; hadisat-ı ahkamı müteaddit, mütegayyir. Muhtelif, mütefank nüzulünün ezmanı.
Halat-ı telakkisi mütenevvi, mütehalif; aksam-ı muhatabı müteaddit, mütebaid. Gayat-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binai, hem beyani;
Cevabi hem hitabi. Bununla da beraber, selaset ve selamet, tenasüb ve tesanüd kemalini göstermiş; işte onun şahidi: Fenn-i beyan-ı maani.
Kuranda bir hassa var; başka kelamda yoktur. Bir kelamı işitsen, asıl sahib-i kelamı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslup, ayine-i insani.
Ey sail-i misali! Sen ki icaz istedin; ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde. Sinek seyretmez asumanı.
Zira o kırk enva-ı icazından yalnız bir tekini, ki cezalet-i nazmıdır; İşaratül- İcazda sığışmadı tibyanı.
Yüz sahife tefsirim ona kafı gelmedi. Senin gibi ruhani ilhamları ziyade; ben istiyorum senden tafsil ile beyanı!​
 

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
b597.gif
.
Kamilin insanların zevk-i mealisini hoşnut eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süfli, sefih, hem nefsi ve şehvani içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhiyi bilmez.
Avrupadan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvari nazarla, Kur'an'da olan letaif-i ulviyet, mezaya-i haşmeti göremez, hem tadamaz,
Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse, hamaset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez,
Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kainata sanat-ı İlahi sGretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmani suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini, aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalaletten neşet eden ruhun ıztırabatına, o edebsizlenmiş edeb (müsekkin, hem münevvim), hakiki fayda vermez.
Tek bir ilacı bulmuş; o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış, dünyaya bir alufte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi karie ihtar eder. Zahiren der: "Sefahet fenadır; insanlara yakışmaz."
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki, sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hakim kalamaz;
Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbar-ı hevakâr-ı dehâdar · Deb-i edeb-i ebed-müddet-i Kur'ân-ı ziyabar-ı şifakar-ı hüdadar. İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz dinlemez. Kur'an'daki edebse, hevayı karıştırmaz;​
 

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
Kainata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir sanat-ı İlahi, bir sıbga-i Rahmani noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.
Marifet-i Sâniin nurunu telkin eder, herşeyde ayetini gösterir. Her ikisi, rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.
Avrupazade edebse, fakdül-ahbaptan, sahipsizlikten neşet eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvi hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar, alemi bir vahşetzar tanır; başka çeşit göstermez.
O surette gösterir, hem de mahzunu tutar; sahipsiz de olarak yabaniler içinde koyar; hiçbir ümit bırakmaz.
Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhada kadar gider, tatile kadar yol verir; dönmesi müşkül olur, belki daha dönemez.
Kuranın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, aşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firaku l-ahbaptan gelir; fakdü l-ahbaptan gelmez.
Kainatta nazan, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir sanat-ı İlahi onun medar-ı bahsi; tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahi ona medar-ı beyan; Onun için, kainat, vahşetzar sûret giymez;
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında, oluyor bir cemiyet-i ahbap. Her tarafta tecavüb, her canipte tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istinas, o cemiyet içinde mahzunu vaz ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvi verir; gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir. O yabani edebin verdiği bir şevk ile, nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; rûha ferah veremez.
Kuranın şevki ise, ruh düşer heyecana; şevk-i meali verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) lehviyatı istemez;
Bazı alat-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helal diye izin verip. Demek, hüzn-ü Kurani veya şevk-i tenzili veren alet, zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimi veya şevk-i nefsani verse, alet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez.
 
Üst Alt