Hakkı Efendi'nin Yazdığı Mektuplar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Mevlâna Halid senin evlâdındır, kabul et. Şah-ı Geylânî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlâna Halid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlâna Halid birden parlamış... Bu vakıa; ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hadise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüya ile görmüşler.” Üstadımın sözü burada hitam buldu. İkinci fark şudur ki:Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlâna Halid’in şahsiyeti ise kutbü’l-irşad, mercii’l-has ve’l-âmm olmuştur.
Üçüncü fark: Hazret-i Mevlâna Halid, zülcenaheyndir. Fakat, zamanın muktezasıyla ilm-i tarikatı ve sünnet-i seniyyeyi esas tutmak cihetiyle tarikatı daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise, şu dehşetli zamanın muktezasıyla ilm-i hakikatı ve hakaik-ı imaniye cihetini iltizam ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.
Elhasıl: Baştaki hadis-i şerifin, “Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor,” müjdesinin ihbarına müvazi olarak Hazret-i Mevlâna Halid, -ekser ehl-i hakikatin tasdikiyle- 1200 senesinin yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki, -nass-ı hadis ile- Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’an-ı Hakîmin feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyor.”
Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum.
Şamlı Hafız Tevfik
***
(Şu fıkra, hakiki ve birinci bir kardeşimiz olan Hakkı Efendi’nindir.)
Mükerreren mütalâa ve kıraat ederek, arş kadar yüksek eserleriniz hakkında mütalâa serdine bir kelime, hattâ bir nokta ilâvesine kendimde cür’et ve kudret bulamadığımdan dolayı bu babda bir mütalâa dermeyanına imkân göremiyorum. Yalnız çok yüksek, cihan kadar kıymettar mübarek

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Sarıbıçak Mustafa'nın Yazdığı Mektup 348
eserleri okuyup cehaletimiz hasebiyle idrak edebildiğimiz kadar istifade ve istifazaya çalışarak müstefid olabilmek bizim için pek büyük bir nimettir. Hakkı
***

(Bu fıkra dahi Hakkı Efendi’nindir.)
İşbu cihan değer kıymet eserin mütalâasında nasıl bulduğumuz istifsar buyuruluyor. Dekaik-ı hikmet ve hakaik-ı ilmiye ile tezyin ve tarsin edilmiş olan yüksek eser hakkında bir mütalâa serdetmek, bidaamın fevkindedir.
Hakkı
***

(Biraderzadem merhum Abdurrahman’ın vefatını müteakip yanıma gelip, kuvvetli emarelerle Abdurrahman’ın yerine bana gönderildiği kalbime ihtar edilen, gayet çalışkan ve halis kardeşlerimizden, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa* Hulûsi’nin, on fıkra yerine geçecek tek birinci fıkrasıdır.)
1
barla_348_1.gif

2
barla_348_2.gif

3
barla_348_3.gif



Ey benim muhterem Üstadım!
Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazen şarka, bazen cenuba, bazen garba, bazen şimale, bazen semaya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak


1- Her türlü noksanlıktan beri olan Allah’ın adıyla.
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44)
3- Kur’an’ın harfleri ve sırları adedince Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
üzere iken bana ilham olundu ki, “Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O Zatın Risale-i Nur’u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem zülkarneyn’dir, hem ahirzamanda gelecek İsa aleyhisselâmın vekilidir, yani müjdecisidir.” denildi. Bunun üzerine Üstad-ı muhteremin nezdine vardım. Risaleleri, bize yazmak için emir verdi. Ben de on beş kadar Sözlerden yazdım ve okuyorum. İstidadım kısa, fikrim müşevveş olduğundan, risalelerden hakkıyla istifade ve istifaza edemiyordum. Bilâhare, Yirmi İkinci Mektubu verdiniz, yazdım. Bir-iki defa arkadaşlarımla okudum. Âciz talebenizin maddî ve manevî on beş yaşından beri, mazide birikmiş olan küflü yaralarını tedavi etti. Elhamdülillâh. Bunun üzerine bir rüya gördüm. Rüya budur:
“Menamda, kıbleye karşı bir vilâyete gittim. O vilâyette gezerken, iki büyük acib fabrikaya rast geldim. Bu fabrikalar, dünyadaki fabrikalara benzemiyor ve hem de, bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim diye, ona sahib oldum...” Bunun üzerine bir rüya daha gördüm:
“Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. Ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzreyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takva Süleyman isminde bir genç vardı. Ve sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binaen, ale’t-tahmin yüz kadar gençler, o fırının dairesinde sağımda ve solumda ayak üzre idiler. Hayret ettim. Bunun üzerine büyük bir zat geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Bilâhare, o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyordum; o mendilden üzüm ve ekmek tükenmiyordu. Hayret ettim. Bana denildi ki, bu mübarek zat, Said Nursî’dir. Ben de anladım ki; bu harika iş aktablarda bulunur.” dedim, uyandım.
Bunun üzerine risaleleri devam üzre yazmakta iken, Allah’ın tevfiki ve Üstad-ı muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhare, bütün o rüyamda gördüğüm gençler, etrafıma toplandı. Her birisi bana arkadaş ve Kur’an’a talebe oldular. Ve bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarikat ve ehl-i takvadır. Memleketimizde zâhir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
evham içinde boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, şeytan-ı lâin ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennemin dibine atıyordu. Risaleleri okurken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı. “Bu koca Bedi’, bu lü’lü-misal bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?” diye birbirimize çok defa diyorduk. Lisanına baksan, bir şey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki, söyledikleri hep hikmettir. Nazarımıza dehşet veriyor, nur serpiyor(Haşiye1) diye, tekrar tekrar iştiyakla okuyorduk. Bunun üzerine, “Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, okuyanlara bir iksir-i âzamdır.” diye hükmettik.
Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan bu yüzer arkadaşlarımın yaralarını, risaleler tedavi ediyor. Hattâ, bazen bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler; âciz talebeniz bir risale okursam evhamını kaldırır giderlerdi. Cenab-ı Hak, Feyyaz-ı Mutlak ve Hallâk-ı Azîmüşşan mevcudat ve camidat ve zerreler adedince sizden razı olsun, âmin...
Yarın mahşerde, herkesten evvel Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i muhterem efendimiz Hazretlerinin şefaatine mazhar ol, inşaallah.. âmin. Bu gençlerin her gün, her saat duasını alıyorsunuz ve her bir risaleyi okurken, en aşağı sekiz-on kadar arkadaş bulunuyor. Halbuki bu fitne-i ahirzamanda, bu gençlerin bir araya gelip hak söz dinlemeleri pek mühimdir ve medar-ı şükrandır.
Bu âciz talebeniz Arabî görmemiş ve medrese hiç görmemiş. Eskiden yazılmış Türkçe kitabları okurdum, maddî ve manevî yaralarımı tedavi edecek ilâç bulamazdım. Ruhum ve kalbim çok çırpınıyordu. Öyle bir dereceye gelirdim ki; her saat kendimi intihar etmeğe karar verirdim. Acaba halim nedir ve ne olacak? Mürşid-i kâmil nerede bulabilirim diye çok merak eder ve yeis içerisinde kalırdım. Cenab-ı Hak, nasıl ki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı halk eder ve her zamana lâyık çareleri icad eder ve her yaraya muvafık ilâcı ihsan eder; öyle de, bu medresesiz zamanımızda bizim gibi yaralılara -Üstad-ı muhterem vasıtasıyla- risaleleri Türkçe olarak telif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim? Lâ yuad velâ yuhsâ Cenab-ı Hakka şükürler olsun ve Üstad-ı muhteremi de Kur’an hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin, âmin.
Haşiye 1- Evet Mustafa kardeşim, Said’in üç şahsiyetinden ikisini tamam fark etmiş. Said’deki Üstadını, ders verdiği vakit âlî görüyor. Biçare dostu olan Said’i, hakikatte olduğu gibi âdi görüyor ve gördüğü doğrudur... (Said)

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ben hiçbir Arabiyat görmeden, medresede iki diz üzerine gelip beş-on sene okumadığım halde; yalnız risaleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise; bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil terbiyesi görmüş insanlar, geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar, iki diz üzerine gelip, “Risale okuyuver.” diyorlar. Eğer sesim erişse, olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: “Risaleleri ciddi okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan faiktir ve daha menfaatlidir.” Medresede okumaktaki maksad; evvelâ kendini kurtarıp, saniyen Ümmet-i Muhammed’i (a.s.m.) kurtarmağa çalışmak değil mi? Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım. Ve her bir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi genç, bir risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, daire-i inkıyada geliyor, ıslâh oluyor. Herhangi bir maddiyyun bir risaleyi alıp okursa, iman etmezse de hiç bir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam manasıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa, “Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz.” diyor. Risale-i Nur, lisan-ı hâl ile Avrupa meftunu bulunan tek gözlü deccala, “Ya iman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın.” diyor.
Şimdi aziz ders kardeşlerim, bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel ve kutub ararken, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla, keremiyle, lütfuyla, rahmetiyle, Üstad-ı muhteremin sa’yi ile yüz on dokuz mürşid-i ekmel ve kâmil buldum. Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, yüz on dokuz adediyle, her birisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.
Ey maddî ve manevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarikat kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlâna Halid Zülcenaheyn (radıyallahu anhüm, kaddesallahü esrarehüm) Hazretlerinin derece-i kemalâtları, meratib-i imanları Risalelerde ve Mektubat’ta vardır. (Haşiye1)

Haşiye 1- Merhum büyük kardeşim Mustafa, Risalenin şakirdleriyle velâyetin şakirdlerini ve birbirinin arasındaki dereceyi anlatmak istiyor. Bu meseleyi Risale-i Nur halletmiş. Hem tevhid-i amî ile tevhid-i hakikiyi göstermiş. Hem gözü kapalı olarak gitmenin ve gözü açık olarak gitmenin farkını Risale-i Nur beyan etmiş. Hem âlem-i yakaza ile âlem-i menamı Risale-i Nur keşfetmiş. Hem âlem-i misal ile âlem-i şehadeti birbirinden Risale-i Nur ayırmış. Hem velâyet-i kübrayı, velâyet-i vustayı, velâyet-i suğrayı ve birbirinin farkını; tamamıyla Risale-i Nur göstermiş. Bir sohbette, bir kademde -Sahabelerin meseli gibi- zahirden hakikata geçmenin sebeplerini anlatmış. Hem tarikat şeyhlerinin ve eimme-i erbaanın caddelerini Risale-i Nur beyan etmiş. Hem ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn ile elde edilen imanın farklarını Risale-i Nur göstermiş. Hem Hazret-i Ebubekir-i Sıddîk (r.a.) ve Hazret-i Ömer (r.a.) ve Hazret-i Osman’ın (r.a.) meşrebini Risale-i Nur takib etmiş. Hem İmam-ı Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevîsi olduğunu, Celcelutiye’yi tefsir ile Risale-i Nur’un kıymetini ve vazifesini, Risale-i Nur göstermiş. Hem Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselamın Mehdi ve İsa aleyhisselam ve Deccal ve Ye’cüc-Me’cüc ve Sedd-i Zülkarneyn hakkındaki müteşabih hadisleri Risale-i Nur tevil etmiş, esas maksadı anlatmış.
İmam-ı Ali (r.a.), Şah-ı Geylânî (r.a.), Sekizinci, On Sekizinci, Yirmi Sekizinci Lem’alar ile ve Sekizinci Şua ile keramat-ı evliya hak olduğunu ve yerde iken arş-ı âzamı müşahede ettiklerini Risale-i Nur beyan etmiş. Hem umum müçtehidler, “Mütekellimînden birisi gelecek hakaik-ı imaniyeyi ve bütün mesaili vazıh bir surette beyan edecek.” diye müjdelerini, Risale-i Nur, hadisat-ı âlem ile isbat etmiş. Hem bütün her asırda gelen mebuslar, veliler keşfiyatlarında, “Birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek.” diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini ve Üstadımın şahs-ı manevîsini ve talebelerin şahs-ı manevîsini görüp, bütün Ümmet-i Muhammed’e (a.s.m.) Risale-i Nur’un faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerine azab-ı kabirden ve ahirzamanda gelecek fitneden, deccalın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddî ve manevî tahribatını Risale-i Nur tamir yaptığını görmüşler. Müjdeler, beşaretler, işaretler, remizler ile haber verdiklerini, Risale-i Nur, Eskişehir, Denizli, Afyon, İstanbul gibi hadisat-ı âlem ile göstermiş...
Elhasıl: Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zat, Risale-i Nur imiş. Hattâ Üstadın kendisi de bir zaman böyle bir zatın geleceğine muntazır imiş. Halbuki, ne ağabeyim Mustafa’nın ve ne de benim haddim değil ki; Risale-i Nur’un kıymetini ve vazifesini beyan edeyim, heyhat!
Risale-i Nur, Kur’an’ın has tefsiri olduğundan Kur’an’a bağlıdır. Kur’an ise arş-ı âzama bağlıdır. Onun için, Risale-i Nur’u Kur’an medh ü sena edebilir. Birinci Şua’da otuz üç ayetiyle işaret etmiş.
Bunu yazmaktan maksadım; ağabeyim Mustafa’ya, Risale-i Nur’dan medet ve Kur’an’dan şefaat ve Üstadımdan dua istemektir.
Talebeniz
Küçük Ali
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ey kardeşlerim ve ey halifeler! Tarikatın ve hakikatın müntehasını anlamak isterseniz; Risaleleri ciddiyetle okuyun. Bâlâdaki zatların arkasında gidersiniz ve yüksek imanlarına yaklaşırsınız.
Ey ehl-i tarikat kardeşlerim, bilhassa sizlere çok rica ediyorum, Risaleleri bir defa okuyunuz. Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nur’un her bir satırında, bir kitabın tesirini bulamazsanız, bana ne dersiniz deyiniz, kabul ediyorum.
Tekrar çok tavsiye ediyorum, okuyun, okudukça, Risaleler feyz-aver
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
nurları saçıyorlar. Okudukça iştiyak getiriyorlar, usanç vermiyorlar. Başka kitabları bir-iki, beş-on defa okusan, insana usanç veriyor. Halbuki Risaleler öyle değil, okudukça başka başka iman halleri telkin ediyorlar... Döneceğim bâlâdaki rüyanın tabirine; aklım yetiştiği kadar tabir edeceğim, Allah hayretsin:
Biri büyük, biri küçük fabrikadan, büyük fabrika ise; Üstad-ı muhteremdir. Fabrikanın içerisinde bulunan acib ve garaib-i bedi’ aletler ise, bu zamana kadar hiçbir imamın söylemediği kelimeleri ve iman telkinatlarını yapan Risale-i Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise; Risale-i Nurları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedi’ aletler ise, Risale-i Nur’un düsturları, hakikatleri ve mesail-i imaniyedir; okuyan ve yazan insanlar; öyle kuvvetli, sarsılmaz imanları bulacaklardır. Fabrika hareketi ise, Risaleleri okuyup yazan adamların kemal-i şevk ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum vilâyet ise; velâyet-i kübra yollarını gösteren Risale-i Nur’dur. Bu rüyayı takviye için, bir rüya daha söyleyeceğim: “Menamda, İstanbul’a yaya olarak iki defa gittim. İstanbul’a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sahipleri yok, dükkânların içinde -torbalarda, sandıklarda- büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine manevî rahmet yağarken, İstanbul’dan yaya olarak avdet ettim...”
1
barla_353_1.gif

bunun tabiri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de Risaleler ve Mektubatü’n-Nur velâyet-i kübra yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatın bürhanlarını satışa çıkaran ve her Risale bir kudsî dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nuranîdir. O sergide, imanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velâyet-i kübra yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatım gelmiştir.
İkinci gördüğüm rüyanın tabiri, Allahu a’lem böyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, manevî, Allah’a asker olan gençlerin Isparta vilayetindeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zat ise, Üstad-ı muhterem Said Nursî’dir. Ve ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususi medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise; Risaleleri okuyup, lezzetini anlayan benim gibi ve arkadaşlarım gibi 2
barla_353_2.gif
diyenlerdir.


1- En iyisini Allah bilir.
2- Daha yok mu? (Kaf Suresi: 30)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Evet Üstad-ı muhterem, insanlara manevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin imanî risaleleri okuyup imanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise, her şeyden daha tatlı i’caz-ı Kur’an esrarına ve imanın envarına işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunduğum ise: gençlere ihsan-ı ilâhî, ikram-ı ilâhî ve Üstad-ı muhteremin himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işarettir, inşaallah... Benim aklım bu kadar eriyor. Bu kadar tabir edebildim. Rüyalarımın ıslâh ve tabirini rica ederim.
Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölünün kenarında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said (r.a.) bulunuyor. Bu esnada eline büyük, bir kırmızı kaplı kitab alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden o kitabı -yani okuduğu hutbeyi- istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: “Bu ana gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiçbir imam okumamıştır.” diyerek, o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım. Allah hayretsin.
Bu rüyayı da bildiğim kadar tabir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-i Muhammediye (a.s.m.)dir. O çadır ise Isparta vilayetidir. O hutbe ise, Mektubatü’n-Nur’dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya Şeyh-i Geylânî (r.a.) ya İmam-ı Rabbanî’dir (r.a.). Risaleler makam-ı mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, şu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.
Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı mehdi Hazretlerinin pişdarı ve müjdecisi Üstadımın neşrettiği Risale-i Nur’dur. Ey benim kardeşlerim! Benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstadıma ne sual açabilirim? Kaç kitab okudum da sual açayım ve mesele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?
Dünyada çok kitablar vardır ve o kitabları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitabların hepsini de anladınız mı? Alâ küllî hâl anlayamadığınız meseleler çoktur. Ey ehl-i ilim ve ey mürşidler! Üstadıma sual açınız, meydana ilim çıksın ve iman hakikatı çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt