Kalbin Tasavvufi Önemi

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Dinin temel gayesi, Hakk'a kul olduğunun idrâk ve şuurunda olan zarif ve derin insanlar yetiştirmektir. Bu maksadın hâsıl olması, ancak ve ancak, Hakk'a kulluğun lâyıkıyla idrâk ve îfâ edilmesine bağlıdır. İnsanın olgunlaşarak mânen yüksek bir seviyeye ulaşması, kalp âlemindeki ulvî heyecan, lâhûtî ürperiş ve kutsi kıpırdanışlar nispetinde gerçekleşir.

Kalp, bedenî ve ruhani âlemimizin merkezidir. Onun bedenî hayâtın devâmında merkezî bir rolü vardır. Gerçekten insan vücûdundaki milyarlarca hücreden herhangi birine tâze kan ulaştırılması, âzamî dört saniyeden daha uzun bir müddetle kesintiye uğrarsa, o hücre hayâtiyetini kaybeder. Bedenî hayât için böyle ehemmiyetli olan kalp, aynı zamanda insandaki tahassüs kudret ve kâbiliyetinin merkezini teşkîl eden mânevî bir cevherdir. Buna göre kalp, hem uzviyet ve hem de mâneviyât cihetiyle insan varlığının sultânı mesâbesindedir. O derecededir ki, bir tefekkür merkezi olan beyin bile, ondan sâdır olan hissiyâtın tesiri altında fikir üretir. Bu demektir ki kalp, sahip olduğu tahassüs kâbiliyetiyle, dimâğ da dâhil olmak üzere bütün uzviyete hâkim olan aslî bir rol oynar. Heyecanlanan birinin eli titrer, kalp çarpıntıları artar. Herhangi bir hâricî tesirin tahrîk ettiği merhamet, öfke, muhabbet gibi hislerin tefekküre, irâdeye ve netîcede hareketlere yön verişi, beşerî bütün davranışlarda müşâhede edilebilen bir gerçektir.

Kalp, manevi yönü itibariyle bir hak ve hakîkat pusulasıdır. Bu vazîfe ona, Cenâb-ı Hakk'ın tâyini ile yüklenmiştir. Lâkin o, yaratılış maksadının aksine bir şartlandırılma ile bu fıtrî yörüngeden uzaklaştırıldığı zaman, menfîliklere sürüklenmekten kurtulamaz. Bu takdîrde sahibini dünyâ ve âhirette âbâd etmek yerine berbat etmenin âmili olur. Bu sebepledir ki onu, yaratılış gâyesine göre yönlendirecek tesirlere tâbî kılmak ve ilâhî gâyeye mâtuf temâyüllerini takviye edip geliştirmek, beşerî terbiyede pek ehemmiyetli bir meseledir.

Ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak, kalbin dünyevî lezzetlere aldanarak, sâhibinin ebedî âlemde mahrûmiyet içinde kalmaması için, biz kullarını ikaz sadedinde: "Ey insanlar! Allâh'ın vaadi elbette ki haktır. Sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın! Hîleci şeytan, Allâh'a karşı sizi kandırmasın!" (Fâtır, 5) buyurmuştur.

Hazret-i Mevlana -kuddise sirruh- da, insanın aslî gâyesinden sapmaması için nefsanî arzularını dizginlemesi gerektiğini şöyle ifade eder: "Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur." "Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsanî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor." "Ruha manevi gıdalar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin."

Lokman Hekim de oğluna gafletten îkâz sadedinde şu nasihatte bulunur: "Yavrum! Dünya, dipsiz bir deryâdır. Ârif olmayan âlimler ve pek çokları bunda helâk oldular. Bu deryâda senin gemin, Allah’a mutmain bir kalp ile iman etmek olsun. Geminin donanımı ise takvâ ve ibâdet olsun. Denizlerde seyr-ü sefer ettiren bu geminin yelkeni de tevekkül olsun. Umulur ki ancak bu sûretle kurtuluşa erebilirsin." (Beyhakî, Kitâbü'z-Zühd, 73)

Bir yönüyle bedenin, diğer yönüyle ise maneviyatın merkezi olan kalp, beden için ne derecede lüzûmlu ve ehemmiyetli ise, rûhânî hayat için de o ölçüde büyük bir ehemmiyet taşır. Lâkin insanı insan yapan, sûretten ziyâde rûhî yapısı olduğundan, kalbin mânevî rolü, uzvî rolünden her yönüyle üstündür. Bu mânevî vasfı itibâriyle ve kendisindeki pek ince sır ve hikmetler sâyesinde insanın "insanlık" mânâ ve fazîletine kavuşmasını sağlayan yegâne müessir kalptir. Bu hikmete mebnidir ki îmân "dil ile ikrâr"dan önce, "kalben tasdîk" ile vücut bulur. Câlib-i dikkattir ki burada zihnen veya fikren kabullenişten ziyâde, kalbe âit bir "tasdîk" kâfî görülmüştür.

Nasıl ki, kâinatın özü kabul edilen insanda hayır ve şer, ulviyyât ve süfliyyâta dâir istidat ve temâyüller, fıtraten bir arada mevcut ise, aynen bunun gibi insanın özü olan kalpte de bu zıt istidat ve temâyüller bir aradadır. Gerçekten o, melekî tasarruflar kadar şeytânî müdâhalelere de açıktır. Denilebilir ki kalp, hayır ve şerrin, takvâ ve fücûrun yâni melekî ve şeytânî güçlerin bir mücâdele sahasıdır. Kalpler, bir ömür boyu bu melekî ve şeytanî tecellî ve temayüllerle çalkalanır durur.

Melek ve şeytanın kalplerdeki tasarruf şekline gelince: Melekî vasıf ona, îmân, güzel huylar, amel-i sâlih, mahlûkâta şefkat, ibâdetleri huşû ile îfâ etmek gibi rûhânî hâller ile tasarrufta bulunur. Şeytânî vasıf ise küfür, şüphe, kötü ahlâk, şehevât, hevesât ve hevâiyyât gibi kötü hâlleri kalbe aşılar.

Şeytanın kalpten uzaklaştırılması, ancak ibadet ve zikrullâh sâyesindedir. Kalpler zikrullâh ile huzûr ve sükûna kavuşur. Zikirle huzur ve sükûn bulan kalp, kendisinde imanın kökleşip sağlamlaşmasıyla mümkün olan en ulvî itmi'nân derecesine yükselir. Bir an gelir ki kalp, bir panjur gibi açılır ve sâhibine lâhut (idrâk ve müşâhede edilemeyen) ve nâsût (idrâk ve müşâhede sahâsına giren) âlemlerinin sırları ayân olur. Bütün esrârıyla kâinât, okunmaya hazır bir kitap hâline gelir.

Melekî ve şeytani vasıfların mücadele sahası olan kalp, bu mücadelede galip olan tarafın saflarına giren, onun vasfına bürünen, hareketli ve "değişken" bir yapıya sâhiptir. Kalp, beşerî iradeye itaat ve teslim olma husûsunda diğer uzuvlardan farklıdır. Kalbin hayra da şerre de meyletmek husûsundaki fıtrî istîdâdı, dâhilî tesirlerden daha çok hâricî tesirlerle harekete geçer. Yâni hisler, "sünûhât" adı verilen ve kalbe kendiliğinden doğan havâtırdan (düşüncelerden) ziyâde, hâricî sebepler ile vücut bulur. Bu hususiyetiyle kalp, -adeta- bulunduğu kabın şekil ve rengini alan suya benzer. Gönül ehliyse, tercih dirayetini, kalpteki müspet temayüllerden yana kullanarak selâmet iklîmine kavuşur.

Ayet-i kerimelerde buyurulur: "Ey iman edenler! Allâh'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (et-Tevbe, 119) "(Ey Rasûlüm!) Âyetlerimiz hakkında ileri-geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğuyla oturma." (el-En'am, 68) "… Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ya da onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuyu değiştirinceye) kadar kâfirlerle berâber oturmayın; yoksa sizler de onlar gibi olursunuz." (en-Nisâ, 140)

İrade, ona tesir edecek müspet veya menfî müessirlerin başlangıçta tâyin, tespit ve tercihinde kullanılır. Bu hâliyle kalp, maruz kaldığı tesirlere göre şekillenişiyle bir çocuk oyuncağı olan "rüzgâr gülleri"ne benzer. Zaten "kalp" kelimesinin lügatlerdeki karşılığına bakıldığında görülecek olan, "bir şeyi zıddına çevirme, şekil ve renk değiştirme" mânâları da, insanın en merkezî uzvu olan kalpteki bu hususiyeti te'yîd eder mâhiyettedir.

Hadis-i şerifte buyurulur: "Kalp, bomboş bir arazide rüzgârların oraya buraya savurduğu bir kuş tüyüne benzer." (İbn-i Mâce, Mukaddime, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 408)

Asr-ı saadette cereyan eden şu hâdise, kalpteki bu "değişme" hususiyetini gâyet açık bir surette ifade eder: Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bir gün Hanzala -radıyallâhu anh-'a rastladı. Hâl ve hatırını sordu. Hanzala -radıyallâhu anh- büyük bir teessür ve endîşe içinde:

"Hanzala münâfık oldu, ey Sıddîk!" dedi. Hazret-i Ebû Bekir: "Sübhânallâh! Bu nasıl söz böyle?" deyince, Hanzala -radıyallâhu anh- şöyle devâm etti: "Biz, Hazret-i Peygamber'in sohbetinde iken, O bize cennet ve cehennemi hatırlatıyor, hattâ onları gözle görüyormuş gibi bir hâle bürünüyoruz.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in huzûrundan çıkıp çoluk-çocuğumuz ve dünyevî maîşetimizle meşgûl olmaya dalınca da, duyduklarımızın pek çoğunu unutuyoruz. (O'nun sohbetindeki feyiz ve ruhaniyetimizi kaybediyoruz.)" dedi.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh: "Vallâhi, buna benzer hâller bizde de oluyor." dedi. Bunun üzerine ikimiz kalkıp doğru Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin huzûruna vardık ve durumu kendisine arz ettik. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: "Canım kudret elinde olan Allâh'a yemîn ederim ki, benim yanımdaki hâlinizi devâmlı muhâfaza edip, zikr-i dâimî üzere olabilseydiniz, yatakta yatarken de, yollarda yürürken de melekler sizinle musâfaha ederlerdi. (Üç defâ tekrarlayarak): "Yâ Hanzala! Bâzen öyle, bâzen de böyle olur!" buyurdu." (Müslim, Tevbe, 12) Yâni hem âhiretin hakîkat ve sırlarıyla dolarak kulluk, hem de hayatın devâmı için dünyevî meşgale bir arada yürümelidir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kalpteki "telvîn", yani bir hâlden diğer bir hâle geçme husûsiyetini bu sûretle îzâh buyurmuşlardır. Tasavvufun başlıca hedeflerinden biri de, kalpteki bu "telvîn" hâlini, sohbet ve zikrin bereketiyle olabildiğince "temkîn" (istikamette istikrar) hâline dönüştürmektir. Yâni kalbi, ilâhî istikâmete yönlendirip o minvâl üzere sâbitleştirmektir. Sahabe arasında Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bu hâlin en güzel misâlidir. Miraç hâdisesinde sergilediği kalbî sarsılmazlık ile hiçbir tereddüt göstermeksizin, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i aynen tasdîk edişi, ancak kalbinin kazandığı temkin ile izah olunabilir.

Nitekim müşrikler, Miraç hâdisesi üzerine derhal bir yalanlama furyası başlatmışlardı. Maksatları, müminlerin kalbine şüphe ve vesvese tohumları ekerek onları îmândan çevirmekti. Bu sebeple pek çok sahabeye gittikleri gibi Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-'a da gittiler ve ona müstehzî bir tavırla:

"Duydun mu, seninki semâlara çıktığından bahsediyormuş. Peki ya buna ne diyeceksin?" dediler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise büyük bir îmân vecdi içinde, müşriklerin kulaklarına daha önce hiç duymadıkları ve bedbahtlıklarını bir kat daha katmerleştiren şu dâsitânî sadâkat cümlelerini nakşetti: "O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O, aslâ yalan söylemez! Ben O'nun her getirdiğine peşînen inanırım!" (İbn-i Hişâm, es-Sîret, II, 31) Şirkin temsilcileri, iğvâ ve vesvese teşebbüslerinin akîm (başarısız) kalmasıyla, kendilerine kahrederek bir kez daha elleri boş döndüler.

Melekler, sırf hayra istidatlı olarak yaratılmışlardır. Şeytanlar, sâdece şer ve iğvâya çalışan varlıklardır. İnsanlar ise, bu ikisi ortasında bir mevkîye yerleştirilmiştir. Bu sebeple insan, ifrat ve tefritten kalbini muhâfaza ederek, ne şeytânî bir hâlete düşmeli ve ne de beşer tâkatinin güç yetiremeyeceği nispette kendini melekiyyete zorlamalıdır. Fıtratının gereği olan muvâzene ve ölçüyü muhâfaza etmelidir.

İnsanoğlunun hayatta en mühim vazîfesi ve en ciddî meşgalesi, mutlak ve sonsuz bir istikbâl olan "ölüm ötesi"ne hazırlanmak olmalıdır. Bu ise ancak, kalbin hakîkatini bilerek, onu kötülüklerden korumak ve rûhânî tesirlere tâbî kılmakla mümkün olur. Zîrâ dünyâda denge ve selâmet, âhirette huzur ve saâdet; kalb-i selîm sahibi olmaya bağlıdır. Böyle bir kalp ise "selîm", yani yaratılıştan gelen temiz ve fıtrî husûsiyetlerini kaybetmemiş, selâmet-i dîniyye üzere olan kalp demektir. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin mübarek dudaklarından: "Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana-babası onu (inançlarına göre) ya Hıristiyan, ya Yahûdî, ya da Mecûsî... yapar." (Müslim, Kader, 22) mânâsıyla ifâdeye dökülen bu hakîkatin gösterdiği gibi kalbin fıtrî ve selîm yapısı, "İslâm" üzeredir. Ancak kalp, ne zaman ki menfî tesirlere mâruz kalır, işte o zaman selîm yapısı bozularak istikâmetini kaybetme ihtimâli doğar.

Manevi iklimlerin feyizli havasını teneffüs ede ede rûhânî tecellîlerle dolan kalplerde ise; güzel ahlâk, amel-i salih ve mânevî hâller husûle gelir. Kul, ancak bu sûretle fıtratındaki "ahsen-i takvîm"1 sırrına nâil olur. Hâdiselere ve varlıklara bakışta bir derinlik ve firâset kazanır ki bu da, varlığına âyetlerde işâret edilen "kalp gözü"2 nün önündeki perdelerin kalkarak mâverâyı (ötelerin ötesini) görür hâle gelmesi demektir. Hiç şüphesiz ki bu görüş, baş gözünün görüş sahâsının ötesindeki hakîkatler için mevzubahistir.

Kalp gözü açılmaya istidatlı kimseler, terbiye ve irşâd olunmayı cân u gönülden arzulayıp, Hak yolunda ilerlemek için ciddî bir gayret sarf ederler. Fakat bunu samîmiyetle arzu etmeyenler, yakin mertebesine varmak arzusundan gâfil bulunanlar, enbiyâ ve evliyânın telkînlerine kulak vermezler. İnat edip tekebbür göstererek, zulmet ve kasvet bataklıkları içinde fâsıklaşırlar. Gideceği yönü ve yolu tâyin edemeyecek bir hâldeki âmâlara acırlar da, bizzat dûçâr oldukları mânevî körlüğün felâketinden bîhaberdirler.

İnsan, ilâhî emir ve nehiylerin teklîf edildiği bu imtihân âleminde, yalnız müspete değil, menfîye de temâyül edebilecek şekilde, fiillerinde irâde ve ihtiyâr sahibi kılınmıştır. İrâde ve ihtiyârın ne şekilde tezâhür edeceğini tâyin eden, umûmiyetle kalbin sâhip olduğu müspet veya menfî istikâmet çizgileridir. Kalbin ise birçok hâricî müessirlerin ve nefsanî temâyüllerin tesiri altında kalarak, zaman zaman yaratılış gâyesinden uzaklaştığı ve sâhibinin ebedî istikbâlini tehlikeye düşürecek bir hâle geldiği de, inkârı kâbil olmayan bir hakîkattir.

Nefsaniyetin sultasındaki kalpler, küfür, şirk, ahlâksızlık, şehevî ihtiraslar ve vesvese huylarıyla doludur. Böyle kalpler, yaratılış gâyesinin tersine, ulviyyâta karşı körelmiş, süfliyâta karşı iştihalaşmıştır. Yine böyleleri, Kur'ânî tâbirle "Bel hüm edall” 3 yâni hayvandan da aşağı bir derekeye düşerek, dünyâ hayâtını gaflet serapları içinde ziyân ederler. Bu tip kalpler, illetli ve tedâvîye muhtaç durumdadır.

-----------------------------------------------------------------
1. Ahsen-i takvîm: En güzel bir sûret ve kıvamda yaratılmış insan.
2. Bkz. Hac Sûresi, 46. âyet-i kerîme.
3. Bkz. Furkan Sûresi, 44. ayet-i kerime
 
Üst Alt