Musaffa Bir Kalp İle Aleme Bakış

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Kalp, tasfiye edile edile, beşerî ve tasavvufî temrinlere munzam (ilâve) olan Allâh'ın lutf u keremiyle, yolun nihâyetinde öyle bir hâle gelir ki, sâhibini sûreten insan bırakmakla berâber, sîreten âdetâ melekiyet derecesine yükseltir. Bu durumda olanlardan bâzıları, fezâdaki sonsuz yıldızlardan herhangi biri gibi, kendi âlemlerinde ve dışa karşı tam bir meçhûliyet içinde yaşarlar. Böyleleri bilinemez. Bunlardan diğer bazıları ise uhdelerine verilmiş olan ictimâî vazîfeler dolayısıyla -belli ölçüde- bilinirler ve kendi zamanlarından geleceğe doğru bir hidâyet meşalesi olarak, beşerî hayatta memuriyetlerini devâm ettirmek üzere bekâ sırrından nasip alırlar. Hâdiselerin arkasında bulunan sebepler zincirindeki nihâî sebebi, yâni murâd-ı ilâhîyi kavrarlar. Bundan dolayı hikmete vukûfiyetin huzur ve sükûnu içinde yaşarlar. Telâş ve endîşe gibi birçok beşerî zaaftan masûndurlar (korunmuşlardır).

Onlar için artık "abes" yoktur. "Yaratılanı hoş gör Yaratan'dan ötürü." ölçüsüyle başlayan mânevî terakkîde, hikmete îtibâr ile âlemin kâffesini ibret, muhabbet ve hayret hisleriyle dolu olarak seyre başlarlar. Kudret-i ilâhiyyenin tecellileri olarak; doğan güneşe, ışık huzmelerinin gurûbda resmettiği rengârenk tablolara, hayrete gark olmuş bir sûrette bakarlar. Onlar, bir yılana bile bu gözle nazar ettiklerinden, başkalarının duyduğu ürküntü yerine, bu hayvanın derisindeki hârelere, ayakları bulunmamasına rağmen hareketlerindeki sürat ve cevvaliyete meftûn olurlar. Bu Hak dostları, mahlukata muhabbet ve hikmet nazarıyla baktıklarından, vahşî hayvanların tasallutundan bile sâlimdirler. Çünkü muhabbet, muhâtabını itaatkâr kılma husûsunda, zamânımızda keşfedilmiş radyasyon gibi bir tesir icrâ eder.

Diğer insanlardaki kainat harikalarını alelâde görme hâli, onlarda bulunmaz. Gerçekten sıradan bir insan, bir ressamın tabiatı taklit ederek vücûda getirdiği tabloları takdîrle temâşâ ederken, kâinât ve onun Hâlık'ı karşısında aynı takdîr hissini duyamaz. Bütün hârikaları "ef'âl-i âdiye" (sıradan işler) olarak telâkkî eder. Musaffa kalp sahibi olan Hak dostları ise, ressamın sırf nâmını devâm ettirmek için vücûda getirdiği bu tablolar yerine, asıl sanatkâr ve O'nun eserleri karşısında hayret ve heyecân duyan bir kalp ile yaşarlar. Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücûda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler. Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine, ancak bir iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarındaki hârika desenlere, insanın yaratılışındaki hârikulâdeliğe nazar ederler ve gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların "lisân-ı hâl" denilen sırlı beyânlarına dikkat eder, kulak kabartırlar.

Böyleleri için bütün bir kâinât, artık okunmaya müheyyâ (hazır) bir kitap gibidir. Bunlar, satırdaki ilimleri aşmışlar, sadırdaki ilme ulaşmışlardır. Tıpkı bir zamanlar Selçuklu Medresesi'nde kitaplarına gömülmüş kendi hâlinde bir müderris iken, gönlü aşkla dolu Şems adlı meczup bir dervişin irşâd nazarlarıyla kıvılcım alıp, aşk ateşiyle yanmaya başlayan Mevlânâ gibi. O Mevlânâ ki, bu sûretle aşk iklîmine yeniden doğduktan sonra, zâhirî ilme âit kitaplar gözünden düşmüş, artık kâinâtın esrar ve nakışlarını okumaya başlamıştır. Ancak bundan sonradır ki, insan, kainat ve Kur'ân'daki sır ve hikmetleri fâş eden bir feryadnâme olan Mesnevî adlı şâheser vücûd bulabilmiştir.

İşte bu gibi hâllerle mütehallî olabilmek, ancak müminin kalbindeki aşk, istidat ve iktidârını inkişâf ettirdiği nispette mümkündür. Böyle kalpler, artık tecellîgâh-ı ilâhî olmak yönünden âdetâ zirveleşmiştir. Hazret-i Mevlânâ, bu derecede musaffâ (arınmış) bir kalbin değerini -muhtemelen onun husûlünde beşerî irâde bulunduğu için- tekrîm ederek:

Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Azer'est
Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber'est

Yani, "Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh'ın nazargâhıdır." buyurmuştur.

Sûfîlere ait menâkıb kitaplarında gönlün Kâbe'ye teşbîhine sıkça rastlanır. Bu keyfiyet, zübde-i kâinât (kâinâtın özü) olan insandaki kalbin, kâinât içinde Kâbe'nin mevkîine benzemesinden dolayıdır. Gerçekten her ikisi de tecelligâh-ı ilâhî olmak yönünden merkezî bir durumdadır. İlâhî tecelliyâtın birer temerküz (merkezîleşme) noktalarıdır. Bu menkıbelerde bazen gönlün Kâbe'ye tercîh olunan bir üslup ile takdîmi, kısmen âşıkâne bir coşkunluk ve kısmen de gönlü bu hâle getirmenin ehemmiyetini anlatmak ve bu husustaki gayretlere rağbet ettirmek içindir.

Gönlü tecellîgâh-ı ilâhî hâline gelenler hakkında İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın Kâbe-i Muazzama'ya hitâben söylediği şu sözler çok câlib-i dikkattir: "Sen ne büyüksün (ey Kâbe!). Senin şânın ne yücedir. Fakat gerçek bir müminin Allâh katındaki şerefi senden de üstündür." (Tirmizî, Birr, 85) Kalp, imanın mahallidir. Kâmil bir mümin kalbinin Kâbe'den efdal olduğu, İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın bu ifâdesinden de anlaşılmaktadır.

Nitekim Hazret-i Mevlana, -adeta bu hakîkati te'yîd sadedinde- şöyle buyurmuştur: "Eğer sende basiret varsa, gönül Kâbe'sini tavâf et! Topraktan yapılmış sandığın Kâbe'nin asıl mânâsı gönüldür." "Cenâb-ı Hak, görünen, bilinen sûret Kâbe'sini tavaf etmeyi, mâsiyetten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe'si elde edesin diye sana farz kılmıştır." "Şunu iyi bil ki sen, Allâh'ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe'ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günâhını dengeleyemez."

Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri ise bu yüceliğin şartını şöyle ifade eder: "Gönül, ancak mâsivâdan arınmış, mârifetullâh tâliplerine Kâbe olur." Bu hususta İsmail Hakkı Bursevî de şöyle der: "Kalbe giren kimse Kâbe'ye giren kimseden daha üstündür. Bu sebeptendir ki sâlih kullara ve Allâh dostlarına: "Bizi de gönlünüzden çıkarmayınız." derler ve böylece istimdâd-ı feyz ve taleb-i himmet ederler."

İmam-ı Rabbani -kuddise sirruh- Hazretleri, insanın bir "küçük kâinât" olduğu gerçeğini şöyle ifade eder: "İnsan, âlemin küçültülmüş bir hülâsasıdır. Binâenaleyh âlemde var olan her şeyin bir nümûnesi de insanda mevcûddur."

Bu, yukarıda birçok kereler ifâde ettiğimiz üzere, insanın "hayır" ve "şer" olmak üzere iki kutupluluk gerçeğine işârettir. Dînin emirleri ve bunlara ilâveten tasavvufî temrinlerin gâyesi, şer temâyülleri mümkün olduğunca tesirsiz hâle getirerek, insan benliğine hayrın galebesini sağlamaktır. Bunun için bütün uzuvları ilâhî emirlere itaat çerçevesinde kullanmak gerekir. Lâkin bu hususta kalple alâkalı ameller ve temrinler, her şeyden daha ehemmiyetlidir. Çünkü bir hissiyat merkezi olan kalp, tefekküre, tefekkür ise irâdeye yön verir. Bu demektir ki, bütün irâdî fiillerin temel saikı kalptir. Orada yerleşip kök salan hislerdir. Kalp ise irade karşısında en müstakil bir uzuvdur. Onun ilâhî emirler çerçevesine oturtulması, diğer uzuvlardan daha ehemmiyetli ve daha güçtür. Yukarıda hasta kalpler için işâret ettiğimiz tedâvî yollarına âit güçlükler, bu keyfiyeti ispat için kâfîdir. Ancak elde edilen her netîcenin değeri, ona ulaşabilmek için katlanılan güçlükler nispetinde olduğundan, kalbin zabt u rabt altına alınmasının da ind-i ilâhîdeki değeri pek büyüktür. Bunda muvaffak olanlara Cenâb-ı Hakk'ın melekiyet ve bazen da ondan daha üstün hasletler lütfetmesi bu hikmete mebnidir.

Kalp ve onun manevi varlığının adı olan gönül, insanın saâdet ve selâmetini teminde bu kadar ehemmiyetli olduğu içindir ki, başkası tarafından incitilmesi bütün tasavvuf erbâbınca çok ağır bir cürüm sayılmıştır. Nitekim Hazret-i Mevlânâ gönül incitenleri şöyle ikaz eder: "Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsî'den de, Levh'ten de, Kalem'den de!.. Hor bile olsa gönlü hakîr tutma! O, horluğuyla gene de üstünler üstünüdür. Yıkık gönül, Allâh'ın nazar ettiği varlıktır. Onu yapan can ne mubârektir. Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü tâmir etmek, Allâh katında birçok hayır hasenâttan daha yeğdir... Sus! Her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatılamaz."

İnsan vücudundaki sultani mevkii sebebiyle ilâhî tecellîlerin muhâtabı ve akis mahalli olarak, kalp tercih edilmiştir. Nitekim yukarıda başka vesîlelerle temâs etmiş olduğumuz üzere, imanın vücudu için "kalp ile tasdik" şartı aranır. Âyet-i kerîmede vahye mâkes ve muhatap olmak üzere de bir tefekkür merkezi olan dimağ değil, tahassüs merkezi olan kalp zikredilmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur: "(Ey Rasûlüm!) Uyarıcılardan olasın diye Rûhu'l-emîn (Cebrâil) onu (Kur'ân'ı), apaçık Arap diliyle, senin "kalbine" indirmiştir." (eş-Şuarâ, 193-195)

Kalp terbiyesinde mesafe kat etme -diğer bütün faâliyetlerde olduğu gibi- beşerî gayretlere Allâh'ın nusret, lütuf ve keremlerinin inzimâm etmesiyledir. Zîrâ beşerî gayret ve amel-i sâlihler, mânevî bir zemin teşkîl etmekle berâber ilâhî lütuf ve yardımlara birer vesîle mesâbesindedir. Bu itibarla kul, bu yola girdiği takdîrde Allâh'ın lütuf ve keremine ümit bağlamalıdır. O ilâhî lütuflar kendisini -az veya çok- mutlakâ bir yere getireceği cihetle her hâlükârda kazanç muhakkaktır. Elverir ki Cenâb-ı Hakk'ın kuluna lütuf ve ikramda bulunmak için beklediği gayretler -imkân nispetinde- ortaya konulabilsin.

Eskiler, "Bir şeyin tamâmı elde edilemiyorsa, elde edilebilen kısmından da vazgeçmek gerekmez." derlerdi. Kalp terbiyesinde de böyle düşünmeli ve elden gelenin gerçekleştirilmesinde ihmâlkârlık gösterilmemelidir.

Tasavvufta yaygın bir darb-ı mesel vardır: "Baba himmet! Evlat gayret!" derler. Yâni üstâdından himmet bekleyen biri, az çok bir gayret sâhibi olmalıdır. Lütuf ve keremi sonsuz olan Cenâb-ı Hakk'ın kalp terbiyesi hususunda da bir kuldan beklediği, "Nefsini bilen Rabbini tanır." hakîkatinin muktezasınca, ilâhî azamet önündeki acziyyet ve "hîç"liğini idrâk ederek samîmî ve hâlisâne gayretlerde bulunmasından ibârettir. Zîrâ bu nefis mücâhedesinde gayret kuldan, tevfîk ise Allâh'tandır. Muhakkak ki Cenâb-ı Hakk'ın bir kuldan soracağı hesap da, onun üzerinde gerçekleşmiş olan ilâhî lütuflar nispetindedir. Mühim olan, bir kulun nâil olduğu nîmetler nispetinde hakka ve hayra istikâmetlenmesidir.

Ya Rab! Bizlere gönül aynamızda hakîkat parıltılarını, iki cihânın sır ve hikmetlerini seyrettirerek, gözlerimizi ve gönüllerimizi öyle nurlandır ki öbür âlemde cemâlinle müşerref olalım!
 
Üst Alt