Salih İnsanlarla Beraber Olmak

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
"Ey iman edenler! Allah’tan ittikâ edin ve sadıklarla beraber olun!" (et-Tevbe, 119) Kalbin mâsivâdan muhafaza edilmesi ve dâimâ hayır telkînlerine muhatap kılınması için, ruhaniyetlerinden feyiz alınabilecek gönül ehli sâlih ve sâdıklarla ünsiyet zarûrîdir. Çünkü her uzuvda bir irâde bulunmasına rağmen, yalnız kalpte irade yoktur ve kalp, çevresinden gelen tesirlerin kendisine telkîn ettiği istikâmete tâbî olmak temâyülündedir.

Kalp, içinde bulunduğu vasatın rengine, şekline ve âhengine bürünür. Ancak, bu hâl kalpte belli tesirlerin kök salıp yerleşmesindeki başlangıç hâlidir. Sonradan vâkî olan müspet veya menfî tesirler, evvelkilere benzerlik veya zıtlık sebebiyle müspet de olabilirler, menfî de. Lâkin kalp, başlangıçta iyi tesirlere tâbî kılınıp belli bir kıvâma getirilmedikçe, büyük bir tehlikeye mâruzdur. Zîrâ haricî tesirlere muhatap olan kalp, muhabbeti ölçüsünde onların etkisi altında kalırken; nefreti nispetinde de onları reddedici bir rol oynar. İşte bu sebepledir ki, insanın mânen yükselip alçalmasında, muhabbet ve husûmetin yerinde kullanılması pek mühim bir müessirdir. Gerçekten muhabbeti layığına, husûmeti de müstahakkına tevcîh edebilmek, sâhibini âbâd eder. Bunun aksine, muhabbeti lâyık olmayana, husûmeti ise gayr-ı müstahakkına tevcih ise, sahibini, bu tevcîhlerdeki isâbet ve şiddeti nispetinde bedbaht kılar.

Bu hakikat göz önünde tutulduğunda, mânevî terakkî için Allâh'ın sâlih kullarıyla berâber olup, onların tesir dâiresi içinde yaşamanın lüzûm ve ehemmiyeti, bâriz bir şekilde ortaya çıkar. Ancak, bu takdîrde de istifâde, muhâtaba duyulan muhabbet nispetinde gerçekleşir. Yoksa rûhî derinliğe bîgâne olarak kuru kuruya bir berâberlik, az çok bir fayda sağlasa da, matlup olan netîceyi hâsıl etmez. Bu hususta Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh-'tan nakledilen şu kıssa pek ibretlidir:

Müridlerinden biri Bâyezîd'e: "Efendim, kürkünüzden bir parça verseniz de teberrüken üzerimde taşısam!.." der. Bâyezîd ise cevâben: "- Oğlum, sen istikamet üzere olmadıktan sonra Bâyezîd'in kürküne değil, derisini yüzüp içine girsen bile fayda vermez!.." buyurur.

Bütün kâinatta bir aynîleşme temâyülü mevcûddur. Bu, varlığın aslının tek olmasından doğan bir keyfiyettir. Üstelik bu umûmî aynîleşme temâyülü, hem fizikî keyfiyetler hem de rûhî hâller için geçerlidir. Meselâ; bir odanın her hangi bir köşesinde keskin bir kokunun şişesi devrilse, bundan etrâfa yayılan râyiha, odayı dolduran havanın bütün zerrelerinde eşit hâle gelinceye kadar, o râyihayı fazlaca emmiş olan hava zerrelerinden diğer zerrelere doğru bir sirâyet (geçiş) cereyân eder. Sıcak soğuk gibi bütün zıt tecellîler için de aynen geçerli olan bu keyfiyet, bir fizik kânunudur. Ancak bu kânunun, beşerî hayâtta tezâhür edebilmesi için, aynîleşmeyi sağlayacak bir vâsıtaya ihtiyâç vardır ki, o da muhabbettir.

Halk lisanında bu nükteyi ifade maksadıyla "Kalpten kalbe yol vardır." şeklinde bir söz meşhûr olmuştur. Ekseriyetle güçlü ve enerjik şahsiyetler, zayıflara ilhâm kaynağı olagelmiştir. Esâsen insan tabiatında mevcut temâyüllerden biri de, taklit hissidir. Bir çocuk başlangıçta bütün fiil ve hareketlerini bu his ile tanzîm eder. Lâkin bu temâyül, hayat boyu az veya çok dâimâ mevcut olur. Bu bakımdan sâlih ve sâdıkların ibâdetlerindeki huşû, ahlâklarındaki yüksek seviye, şefkat, merhamet, rûhî incelik ve derinlikleri etrâfındakilerde bu hâli taklit ve takip hissi uyandırır. Nitekim mâzîsi cahiliye insanı olan sahabeler de, eşsiz bir nümûne şahsiyet olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e karşı duydukları bu his ile zirveleşmişlerdir.

Bizler, zahiri âlemdeki müşahedelerimizden biliriz ki, herhangi bir dersin hocası talebelerine kendisini sevdirirse, o ders talebeye kolay gelir ve huzûr verir. Çünkü muhabbet, zahmetleri rahmete inkılâp ettiren sihirli bir rol oynar. Sevilen bir meşgale ne kadar ağır olsa da kolaylıkla deruhte edilirken; sevilmeyen bir işin külfeti, gerçekte olduğundan kat be kat daha ağır gelir. Rûhta muhabbet vâkî olunca, yirmi rekâtlık teravih namazı hafif gelirken, muhabbetsiz kılınan dört rekâtlık sabah namazı ağır gelir. Bunun gibi davranışlardaki ağırlık ve tembellik de muhabbetsizliğin bir netîcesidir. İşte bu misâller tahlîl edildiğinde görülür ki, sâlih ve sâdıklarla berâberlikte muhabbet hisleriyle dolu olmak, mâneviyât yollarındaki nice güç yokuşları bertaraf eden rûhânî ve âdetâ sihirli bir tesiri haizdir.
 

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
Kalbî huzurun muhâfazası için de gâfil ve fâsıklarla ünsiyetten şiddetle sakınmak gerekir. Zîrâ taaffün etmiş (kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr, onların mülevves kokularını alarak etrâfa yayar, nefesleri tıkar ve rûhları daraltır. Şeyh Ubeydullâh Ahrâr -kuddise sirruh-, bu hususta yaranına şöyle nasihat eder: "- Ağyar ve biganelerle berâber olmak, kalbe fütûr, ruha dağınıklık ve gönle perişanlık verir." Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî bir gün, içinde böyle bir perişanlık ve huzursuzluk hissetti. Bir türlü kendisini o hâlden kurtaramadı. Meclisindekilere: "- Hele bir bakın, aramızda yabancı biri var mı?" dedi. Araştırdılar, kimseyi bulamadılar. Fakat Bâyezid-i Bistâmî ısrar etti: "- Hele iyi araştırın. Asaların olduğu yere de bakın." dedi. Tekrar araştırdılar ve gafil birinin asasını buldular. O asayı dışarı çıkardılar; Bayezid-i Bistâmî'nin gönül huzuru da yerine geldi.

Yine bir gün Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, huzuruna gelen yakınlarından birine: "- Senden yabancılık kokusu geliyor." dedi ve ilâve etti: "- Galiba sen, yabancı birinin elbisesini giymişsin." O kimse hayretle: "- Evet öyle." dedi ve o elbiseyi değiştirip tekrar geldi.

Menfi hâllerdeki bu sirayet özelliği, müspet hâllerde de aynen geçerlidir. Bunun en güzel misali, Yusuf -aleyhisselâm- ile babası Yâkûb -aleyhisselâm- arasında vaki olmuştur. Hazret-i Yâkûb, oğlu Yusuf’ta kendi hususiyetlerini görünce, ona diğer çocuklarından daha fazla meyletti. Bu muhabbetle öyle aynîleşme oldu ki, daha sonra Yusuf’un gömleği Mısır'dan kendisine getirilirken, Yâkûb -aleyhisselam- Ken'an ilinde olduğu hâlde gömleğin kokusunu almaya başladı. Hâlbuki ondan başka hiç kimse hatta gömleği getiren oğlu Yehûda bile, o kokudaki sırrı hissetmemekteydi. Ne zaman ki gömlek Hazret-i Yâkûb'un yüzüne sürüldü, o vakit gözleri açıldı ve görmeye başladı. Bu hâl, eşyaya bile sirayet eden ruhaniyet ile rabıtanın bir tezahürüdür.

Manevi hâllerin eşyaya bile sirayet etmesi karşısında, eşyadan daha hassas olduğunda şüphe bulunmayan insan kalbini, ne denli titizlikle muhafaza etmek gerektiği ortadadır. Yine büyükler bu hususta derler ki: "Halkın amel ve ahlâkından cansız varlıklar bile inikâs alır. Bu itibarla türlü çirkinliklerin irtikâp edildiği bir yerdeki ibadetle, amel-i sâlih ve hayırlara mekân olmuş bir yerdeki ibadet, kıymetçe birbirinden çok farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe hareminde kılınan bir namaz, sair yerlerde kılınanlardan kat be kat üstündür."

Bu gibi mübarek mekânlardaki feyiz ve ruhaniyete mukabil öyle mekânlar da vardır ki oralardan da kasvet sirayet eder. Nitekim bin bir meşakkat dolu Tebûk Seferi'nden dönüşte ashâb-ı kirâm, gölgelenmek ve su temin edebilmek için Hicr Vadisi’nde Semûd Kavmi'nin taşları oyarak yapmış olduğu köşklere girmişlerdi. Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Bu mekânda Cenâb-ı Hak Semûd Kavmi'ni helâk etti. O kahırdan bir hisse gelmemesi için buralardan su almayınız." buyurdu. Ashâb: "- Yâ Rasûlallâh! Kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık." deyince Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Suları boşaltın ve hamurları develere yedirin!" emrini vermiştir. (Buhârî, Enbiyâ, 17)

Bu ve benzeri hâdiseler, hâlet-i rûhiyenin, cemadata (cansız varlıklara) dahi sirayet ve inikâsını gösteren canlı birer misaldir. Kalbî meziyetlerin inkişafı ve irtifâ kazanması için sâlih ve sâdıkların güzel hâllerinden feyiz (mânevî enerji) almaya gayret etmelidir. Böyle müspet inikâsın en güzel şekli mânevî sohbetlerde gerçekleşir. Nitekim Lokman -aleyhisselâm-'ın oğluna yaptığı şu tavsiyeler de bu hususa dikkat çekmektedir: "Yavrum! Âlim kimselerle berâber ol ve onların sohbetinden ayrılmamaya çalış! Zîrâ Allâh Teâlâ, yağmurla toprağı canlandırdığı gibi, hikmet nûruyla da kalpleri canlandırır." (Ahmed b. Hanbel, Kitâbü'z-Zühd, hd. no: 551)

Sohbetlerin ehemmiyetini ve mümine kazandıracağı mânevî dereceleri şu hadîs-i şerîf ne güzel ifade eder: "Allah’ın evlerinden birinde, Allah’ın kitâbını okumak ve aralarında müzâkere etmek için toplanan bir cemaatin üzerine mutlakâ sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler onları kuşatır. Allâh onları kendi yanındakiler arasında zikreder." (Ebû Dâvûd, Vitr, 14; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

Ebû İdrîs el-Havlânî de şöyle anlatıyor: Şam'da Ümeyye Camii’ne girdim. Bir de baktım ki parlak dişli, güler yüzlü bir genç oturuyor. Etrafında insanlar toplanmış, bir şeyler hakkında konuşuyorlar. İhtilâfa düşünce de o gence müracaat ediyorlar ve onun sözünü kabul ediyorlardı. Oradakilerden onun Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- olduğunu öğrendim.

Ertesi gün erkenden mescide gittim. O benden de erken gelmiş, namaz kılıyordu. Namazını bitirmesini bekledim. Sonra huzuruna gittim, selâm verdim ve dedim ki: "- Vallahi, ben seni Allah için seviyorum." Muâz -radıyallâhu anh- üç kez: "- Gerçekten Allah için mi?" dedi. Ben de her seferinde: "- Evet, Allah için." dedim. Bunun üzerine elbisemden tuttu ve beni yanına çekerek şöyle dedi. "- Sana müjdeler olsun! Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in, Rabbinden rivayetle şöyle buyurduğunu işittim: "Benim rızam için birbirini seven, bir arada oturan, birbirini ziyaret eden ve kendilerini benim rızama adayan kimselere muhabbetim vacip olur." (İmâm Mâlik, Muvattâ, Şaar, 5)

Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Allâh'tan ittikâ edin ve sâdıklarla berâber olun!" (et-Tevbe, 119) Hâllerdeki sirayet, yukarıda temas edilmiş olduğu üzere muhabbet ve ünsiyet nispetinde gerçekleşir. Kâmil bir mümin olabilmek için, sâdık ve sâlihlerle ünsiyet hâlinde bulunmak, yâni onları sevmek ve onlara yakın bulunmaya çalışmak, bu temâyülün kuvvetlenip arzu edilen netîceyi hâsıl etmesi için şarttır.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de sâdıklarla berâber olmanın ehemmiyetini şu misâlle ne güzel ifade buyurur: "İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sâhibi ya sana kokusundan ikrâm eder veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince, o, ya senin elbiseni yakar yahut da onun pis kokusu sana sirâyet eder." (Buhârî, Buyû, 38)

Hayatta iken sâlihlerle beraberlik ehemmiyetli olduğu gibi, kabirde bile onların kabirlerine komşu olmanın önemini Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifâde buyurur: "Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz." (Deylemî, Müsned, I, 102)

İhtiyaçların dahi sâlihler vasıtasıyla temin edilmesinin ehemmiyetini şu hâdise ne güzel sergiler: İbnü'l-Firâsî'nin anlattığına göre, babası: "- Ey Allah’ın Rasûlü! (ihtiyacımı başkasından) isteyeyim mi?" diye sormuş, -aleyhissalâtu vesselâm- Efendimiz de: "- Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalırsan, hiç olmazsa sâlihlerden iste!" buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Zekât, 28; Nesâî, Zekat, 84)

Bâyezîd-i Bistâmî'ye mürâcaat eden bir derviş: "- Beni Allah’a yaklaştıracak bir amel tavsiye et." deyince Bâyezîd -kuddise sirruh-, ona şu nasihatte bulunmuştur: "- Allah’ın veli kullarını sev! Sev ki onlar da seni sevsinler. Onların gönlüne girmeye çalış! Çünkü Allâh Teâlâ, o âriflerin kalplerine her gün 360 defâ nazar eder. Bu nazarlar esnâsında seni de orada bulsun!.."

İşte bu sebeple tasavvufî terbiyede, salikin mensup olduğu yere ve sâdıklara âit muhabbetini tâze ve zinde tutabilmesi maksadıyla "râbıta", dâimî bir temrin hâlinde kâideleştirilmiştir. Düşünmelidir ki, günah ve mâsiyet yolundaki bir insan, bu kalbî bağlılığın güzel tesirleriyle, belki telâfîsi mümkün olmayan pek çok mânevî kayıptan kurtulabilir. Yine bunun yanında, kalbî râbıtanın bereketiyle hayır yolunda nice mânevî kazançlara nâil olabilir.
 

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
Rabıta, muhabbetin şiddetiyle, kalbî duyuş ve hissedişte yüksek bir mânevî hat vücûda getirir. Bu hattın iki ucundaki şahsiyetlerde "aynîleşme" istikâmetinde bir rûhî alışveriş başlar. Bu alışverişte alıcı durumundaki müminler terakkî ederken, verici durumundaki sâlih ve sâdıklar belli ölçüde zarar görebilir. Feyiz kaynağı olan sâlihlerin, huzurlarına manen bin bir kir pas ile gelenleri arındırmaları demek olan bu hâl, âdetâ kirli bir işçi tulumunu yıkamaya benzer. Ancak, irşâd salâhiyetine sâhip olan sâlih zâtlar, terbiyesiyle mükellef oldukları insanlardan gelen mânevî kir ve pasları, engin bir deniz mesâbesinde bulunan gönül âlemlerinde, eritip yok ederler. Böyle zâtlar -tâbir câizse- toplulukta bir tasfiye cihâzı gibi rol oynarlar. Tıpkı çürüyüp kokuşmuş, gübre hâline gelmiş birtakım maddeleri, rengârenk çiçeklere, lezzetli meyvelere inkılâb ettiren nebatlar gibi. Durum böyle olmakla birlikte, irşâda salâhiyeti bulunan her sâlih ve sâdık zâtın hayâtında, uzun veya kısa bir uzlet devresi vardır. Bu, sâdece Rabbe yakınlık arzusundan değil, aynı zamanda hayatın çirkinliklerinden belli bir müddet âzâde kalmak ihtiyacından ileri gelmektedir.

Ünsiyetle takviye edilen muhabbet, sonunda o hâle gelir ki, seven, sevdiğinin varlığında âdetâ yok olur. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, ancak aşk netîcesinde gerçekleşen bu hâli şu sözleriyle ifade eder: "Denize kavuşan bir nehirde nehirlik biter, girdiği denizin bir parçası olur. Yediğimiz bir ekmek, bünyemiz içinde erir ve vücûdumuzun bir parçası hâline gelir. Seven bir kimsenin varlığı da, duyduğu muhabbetin şiddeti kadar sevdiğinde kaybolur."

Hazret-i Mevlânâ devamla, bu aynîleşme ve ifnâ hâlindeki hâlet-i rûhiyeyi de şöyle beyan eder: "Aşk geldi, kan gibi damarlarıma, derime doldu. Beni benden aldı, varlığımı sevgiliyle doldurdu. Vücûdumun bütün cüzlerini dost kapladı. Benden bana kalan, ancak bir isim. Ötesi hep O…"

Tasavvufta, "fenafillâh" ve "bekâbillâh"1 denilen keyfiyet işte budur. Ancak, muhabbetullâh istikâmetinde bu derecede ilerleyebilmek için, kalbin ona tahammül edecek bir liyâkat ve kifâyet kazanması lâzımdır. Bu ise, beşerî muhabbet temrinleriyle elde edilebilir.

Kalp için bir hazırlık teşkîl etmesi sebebiyledir ki, meşrû ölçüler dâhilindeki beşerî aşka müsâmaha nazarıyla bakılır ve o, "aşk-ı mecâzî" adıyla yâd olunur. Tıpkı bir kişinin âilesine olan muhabbeti gibi. Ancak aşkın mânâ ve seviyesini tâyinde, yine Hazret-i Mevlânâ'nın şu sözlerinin muhtevâsı içinde bulunmak gerekir. Hazret-i Mevlana şöyle buyurur: "İnsaf et, aşk iyi bir şeydir. Onu zedeleyen ise senin kötü huyundur. Sen şehvete aşk adını koymuşsun. Âh! Bir bilebilsen; şehvetle aşk arasında ne uzun bir mesafe var!.." "İlâhî aşk ve vecd, mümini uyanık tutar. Dünyevî ve şehevî aşklar ise insanı ahmak ve sersem eder. Aşk, su ve topraktan yaratılmış insanın yanışı ve çırpınışıdır. Damarlarda kanın dolaşması, yâni hayâtın devâm etmesi değil, ciğerin aşkla kavrulması mühimdir."

Beşerî aşkın zirvelerinde, seven, muhabbetindeki şiddet nispetinde sevdiğiyle bir aynîleşmeye muvaffak olur. Tasavvufta mürîdin, mürşidine muhabbette bu noktaya ulaşıp, şeyhinin varlığında -âdetâ- yok olduğu makâma "fenâ fi'ş-şeyh" tâbir olunur.

Hazret-i Ebu Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizle her yeni buluşma ve sohbetinde, ayrı bir vecd ve istiğrâk hâli yaşardı. Huzurlarındayken bile O'na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyadeleşirdi. Nitekim bir gün Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-: "Ebu Bekir'in malından istifade ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım." buyurdu.

Allah Rasûlü'nün aşkıyla benliğinden geçip artık Rasûlullâh'ın varlığında vücûd bulmuş olan Hazret-i Sıddîk ise, bu nebevî iltifat karşısında bir "muhâtap" kabul edilmenin zımnında mevcut olan ağyârdan biri olarak görüldüğü hissine kapıldı. Bu his ile rûhunun derinliklerinde firkat ateşlerine benzeyen yakıcı bir ızdırap duydu. "Gayr"dan telakki edilme endişesi içerisinde: "- Ya Rasûlallâh! Ben ve malım sâdece ve sâdece sana âit değil miyiz, yâ Rasûlallâh!.." dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)
____________________________________
1.Bu ıstılahların tasavvufî kaynaklarda muhtelif târifleri yapılmıştır. Bunlardan biri de şudur:
Fenafillâh: Allah’ta fani olmak demektir ki bütün dünyevî alâkalardan kalben sıyrılarak nefsani vasıflardan arınmaktır.
Bekâbillâh: Nefsani vasıflardan arınan kulun, Allâh'ın ahlâkıyla ahlâklanmasıdır. Bu hâl ise Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Kur'ân-ı Kerîm'in ahlâk ve ruhaniyetine bürünmekle tahakkuk eder.

Hazret-i Mevlana’nın dilinde: "Altın ne oluyor, can ne oluyor... İnci mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra…" manalarıyla ifade bulan hakîkat, sanki onun bu hâlini resmediyordu.

Yine bir gün gönüller sultanı Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in rahatsızlandığını duyan Hazret-i Sıddîk, üzüntüden kendisi de yatağa düşmüştü. Bu aynîleşme sebebiyledir ki Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: "- Ebu Bekir bendendir, ben de ondanım. Ebu Bekir dünyâda ve âhirette kardeşimdir." (Deylemî, Müsned, I, 437) buyurarak mânâ âlemindeki beraberliği ve kalpten kalbe vaki olan hâl akışını te'yîd buyurmuştur.

Yine Hazret-i Ebu Bekir'in bu hâli karşısında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ölüm döşeğinde iken: "Bütün kapılar kapansın; yalnız Ebu Bekir'inki kalsın!" (Buhârî, Ashâbü'n-Nebî, 3) iltifâtıyla, karşılıklı kalbî akımı ne güzel ifâde buyurmuşlardır.

Şeyh Sadi Şirazi de, hâllerdeki sirayet husûsiyetini şöyle ifâde eder: "Ashâb-ı Kehf'in köpeği, sadıklarla berâber olduğu için büyük bir şeref kazandı. Nâmı Kur'ân-ı Kerîm'e ve târihe geçti. Lût Peygamberin karısı ise fâsıklarla berâber olduğu için küfre dûçâr oldu."

Ehl-i gaflet ile ünsiyetin kalbe vereceği zararı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifade buyurur: "(Ahir zamanda) ümmetimden bir kısım insanlar dinde fakih olduklarını iddiâ edecek, Kur'ân okuyacak ve şöyle diyecekler: "- Biz idarecilere gider, onların dünyâlıklarından nasiplenir ve onları dînimize karıştırmayız." Hâlbuki böyle olmayacak. Nasıl diken ağacından sadece diken toplanabilirse, onlara yakın olanlar da ancak onların menfîliklerini tahsîl edecektir." (İbn-i Mâce, Mukaddime, 23)

Salih ve sadıklarla ünsiyetle meydana gelen hâl sirâyeti ve netîcesindeki "aynîleşmeyi "Gülistan" adlı eserinde Şeyh Sâdî temsîlî bir şekilde şöyle hikâye eder: "Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir rayiha yayılır. Adam kile sorar: "-A mübarek! Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi, söyle, sen misk misin, amber misin?" Kil ona cevaben şöyle der: "- Ben misk de amber de değilim. Bildiğiniz, alelâde bir toprağım. Lâkin bir gülfidanının altında bulunuyor ve gül goncalarından süzülen şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte hissettiğiniz gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âittir.""

İşte bu misaldeki mananın da işâret ettiği üzere, samîmiyet, teslîmiyet ve tevâzû ile gönüllerini Hak dostlarının önüne serenler, tâlibi oldukları güzelliğin akislerine bir tecellîgâh hâline gelirler. Tıpkı gökteki ayın, zâtına âit bir ziyâsı olmamasına rağmen, güneşe bakan yüzünün, aldığı nûr huzmelerini aksettirmek sûretiyle, güneşin bir husûsiyetinden hisse alması gibi böyleleri de beşeriyetin zulümât ile kararmış gecelerine -âdetâ- parlak birer kandil olurlar.
 
Üst Alt