Tasavvuf Eğitiminin Temel Esasları

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Tasavvuf ehlinin büyüklerinden Abdülhâlık Gucdevânî -kuddise sirruh-Hazretleri'nin tespit ettiği bâzı prensipler vardır. Husûsan Nakşî yolunun takip ettiği seyr u sülûk usûlünde, yâni ham vasıflardan kurtulup, kâmil insan hüviyetine ulaşmayı hedefleyen mânevî terbiyede bu prensiplere riâyet, müstesnâ bir ehemmiyeti hâizdir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  • Hûş der dem: Her alınıp verilen nefeste mânen uyanık bulunmak.
  • Nazar ber kadem: Gözün ayakucuna bakması.
  • Sefer der vatan: Her adımda Hakk'a yürümek.
  • Halvet der encümen: Halk içindeyken bile Hâlık ile beraber olmak.
  • Yâd-kerd: Kalbin zâkir hâle gelmesi.
  • Bâz-geşt: Matlup ve maksûdun ancak Allâh rızâsı olması.
  • Nigâh-dâşt: Şeytânî ve nefsanî havâtırdan korunmak.
  • Yâd-dâşt: Kendini dâimâ Allâh'ın huzûrunda bilmek.
  • Vukûf-i zamânî: Her an kendini yoklamak ve zamanı iyi değerlendirmek.
  • Vukûf-i adedî: Zikir sayısına dikkat ve riâyet etmek.
  • Vukûf-i kalbî: Kalbin dâimâ zikr-i ilâhî ile meşgûl olması ve zikirde kalbe yönelmek.
Hûş der dem:

Her alıp verilen nefeste manen uyanık bulunmaktır. Mevlana Sâdeddin Kaşgarî bu ölçüyü; "Bir nefesten diğer bir nefese geçerken bile asla gaflete düşmemek ve dâimâ Allâh ile huzurda olmak." şeklinde târif eder.

Her nefeste uyanık olmak, zâkirin gerek zikir esnâsında ve gerekse sâir zamanlarda, Allâh'tan gâfil olmaması demektir. Nefesleri gafletten kurtarmak, kalbe huzur bahşeder. Her nefes alıp-verişte kalbin Allâh ile huzurda olması; Allâh'a itaat bereketiyle nefesleri ihyâ etmeye bağlıdır. Bir insanın kalbi Allâh ile beraberliğin huzûr ve şuuruna erişince, buna bağlı olarak diğer hâl ve tavırlarında da düzelme görülür.

Nazar ber kadem:


Ayakucuna bakarak yürümek demektir. Sâlik, gözünün ve ona bağlı olarak da gönlünün etrafa fazlaca takılıp kalmaması için, yolda ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir. Çünkü lüzûmunu aşan mâsivâ alâkaları kalbî huzûru dağıtır, Hak ile araya perde olur.

Hadd-i zâtında bu usul, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yürüyüş tarzını tatbikten ibârettir. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yürürken gerekmedikçe etrafına bakınmaz, umûmiyetle ayaklarının ucuna bakarak, sanki yokuştan iniyormuş gibi serî ve vakarlı yürürlerdi. Yâni bu prensip, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in örnek ahlâkından muktebestir.

Hakikaten göz nereye bakarsa, gönül de oraya akar. Gözün âdetâ bir kamera gibi çektiği filimler, kalbi çoğu zaman lüzûmsuz yere meşgul eder. Bu bakışlar gönül arşivinde lüzûmsuz yer işgâl eder. Bu sebeple gönlün dağınıklıktan ve perişanlıktan sâlim kalabilmesi, bir bakıma oraya akseden görüntülerin keyfiyetine bağlıdır.

Çünkü sâlikin kalbi mâsivâya takılınca vesveseler başlar. Şâyet gâfillerle ihtilât ederse, onların katı kalplerinin kasveti, kötü huyları, bozuk fikirleri kalbine akseder. Bu ise son derece tehlikelidir.

Bu sebeple sâlikin, tevazu ehline yakışan edep ve üslup ile mümkün olduğunca ayakuçlarına bakarak yürümesi gerektiği gibi, sâir zamanlarda da bakışlarına dikkat etmesi icap eder. Yürürken ayakuçlarına bakmakta; tevazu, edep, haddini bilmek, gözü haramdan korumak ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sünnetine bağlılık vardır.

Sefer der vatan:

Bir mürşid-i kâmile varabilmek kastıyla çıkılan yolculuğun yanı sıra, sâlikin, kötü ahlâktan ve günahların kesâfetinden arınıp güzel ahlâk ve latîf duygulara, yâni aslî hüviyetine yönelmesini ifâde eder. Sâlik hiçbir zaman içinde bulunduğu mânevî hâli kâfî görmeyip, daha güzel bir hâle ulaşmaya çalışmalıdır. Yahut bir makamdan, daha yüksek diğer bir makama sefer gayretinde olmalıdır.

Ebû Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuşlardır ki: "Sâlik, hevâ ve hevesini terk edip Allâh'a ibâdet ve tâata dönmelidir. "Sefer der vatan" sözüyle kastedilen, bir memleketten diğer bir memlekete yolculuk etmek değil, insanın kendi iç âleminde Allâh -celle celâlühû-'ya vuslatıdır. Sâlik, bir mürşid-i kâmil bulduğu zaman zâhirî yolculuğu bırakıp bâtınî yolculuğa başlar."

Seyr u sülûkte bu düstûr ile sâlik, "Ben Rabbime gidiyorum." (es-Saffat, 99) diyen İbrahim -aleyhisselâm- gibi, her adımda Rabbine gitmekte olduğunun idrakine ulaşır.

Halvet der encümen:


Halk içindeyken bile Hâlık ile beraberlik şuurunu muhâfaza edebilmektir. Yâni sâlik zâhiren insanlarla ihtilat hâlindeyken ve günlük işleriyle meşgulken bile, bâtınen Hak Teâlâ ile berâber olma dirâyetine erişmelidir. Bu sâyede etrâfına hissettirmeksizin Rabbiyle beraberliğini sürdürmüş ve aynı zamanda beşerî hayatın îcaplarını da aksatmamış olur. Nitekim "el kârda, gönül yarda" kelâm-ı kibârı, bu hâli pek veciz bir sûrette ifâde eder.

Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim’de bu kalbî dirâyete sâhip kullarını şöyle tavsif buyurur: "Onlar, ne ticaretin ne de alış-verişin kendilerini Allâh'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar." (en-Nûr, 37)

Nakşîlikte sohbet ve ictimâîleşmek esastır. Bu sebeple de tek başına tenhâ bir yerde halvete girmek değil, zâhiren kalabalıklar içinde bulunulsa bile kalben Hak Teâlâ ile halvet hâlini sürdürebilmek daha makbûl görülmüştür.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Yâd-kerd:

Kalbin zâkir hâle gelmesidir. Nefy ü isbât yoluyla (Lâ ilâhe illallah zikriyle) kalpte bir nevi put hâline gelmiş bulunan bütün mâsivâ kirleri çıkarıldıktan sonra, yegâne maksûdun Allah olduğu fikri kalpte sabitlenir.

Zikrin latif hararetinin kalpten bütün vücuda yayılması netîcesinde, insanın şuuraltında meknuz bulunan ulvî duyguları canlanıp bir şuur hâline gelerek, davranışlara aksedecek kıvâma ulaşır. Zîrâ zikri ve fikri Allâh ile olan bir insanın merhamet, sabır, sehâvet ve affedebilme gibi ilâhî ahlâktan nasipsiz kalması düşünülemez. Bütün bunlar ise kâmil bir insan olabilmenin mecbûrî şartlarındandır. Bu sebeple kalbin zikirle intibâha getirilmesi, tasavvufun en mühim prensiplerindendir.

Bâz-geşt:


Matlup ve maksudun ancak Allah rızası olmasıdır. Nefy-ü isbât zikrinin sonunda; "Allah’ım, maksudum ancak Sen'sin ve matlubum ancak Sen'in rızandır", denilerek yapılan zikrin tefekküründe derinleşmektir. Bu, nefy-ü isbâtın manasını te'kîd edip, tevhîd sırrının kalpte gerçek manada yerleşmesi içindir.

Böylece Allah ile arada perde olan bütün gâye ve arzular nefyedilerek kalbî itminan hâsıl olur. Diğer taraftan zikir gibi mânevî bir temrin ile mertebeler aşmak, kerâmetlere nâil olmak gibi gönle gelebilecek muhtemel vesveseler de tamâmen reddedilip, asıl gâyenin Allâh'ın rızâsını kazanmak olduğu düşüncesi gönle bir kez daha nakşedilir.

Bu suretle yapılan zikrin mânâsı şuura iyice yerleşip hayata aksedince de artık fânî ve îzâfî takıntılar gözden düşüp her şeyde ilâhî tecelliler müşahede edilmeye başlanır.

Nigâh dâşt:

Nefsanî ve şeytani havâtırdan korunmaktır. Gözü uygunsuz şeylere bakmaktan, aklı kötü düşüncelere dalmaktan muhâfaza etmek ve Hakk'ın tecellîgâhı olan kalbi dâimâ kontrol altında tutarak, mâsivânın orayı istîlâ etmesine mânî olmaktır.

Tasavvufun bir hedefi de, kalbi menfî havâtırdan ve fâsid fikirlerden muhafaza etmektir. Kalbi bunlardan muhafaza etmek ise çok zor bir iştir. Buna muvaffak olan kimse tasavvufun gerçek semeresini elde etmiş olur.

Yâd dâşt:

Kulun daima Cenâb-ı Hakk'ın mânevî huzûrunda bulunmakta olduğunu hatırında tutması ve bu şuurla hareketlerine dikkat etmesidir. Buna "murâkabe" de denilir. Ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak: "Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız." (el-Kâf, 16) buyurmaktadır.

Bu sebeple ihsan duygusunu, yâni Cenâb-ı Hakk'ın, kulunu her an görmekte ve her hâlini bilmekte olduğu şuurunu hiçbir zaman kaybetmemek icap eder. Hakîkaten bu duygu, günahlara karşı sağlam bir zırh gibidir. Zîrâ bir insan, kendini ilâhî huzurda bilmekteyken ve kalbi Allâh ile berâberken nasıl günah işleyebilir?

Vukûf-i zamânî:

Her geçirilen saati "huzur" veya "gaflet" nokta-i nazarından muhâsebeye tâbî tutmak ve zamanı iyi değerlendirmektir. Sâlik, içinde bulunduğu vaktin kıymetini iyi bilmeli ve lüzûmsuz şeyleri terk edip zamânını en kıymetli şeye hasretmelidir. Zamânı ne derecede değerlendirebildiği husûsunda da sık sık nefsini hesâba çekmelidir.

Diğer bir mabada vukûf-i zamânî, sâlikin her an kendi hâlinden haberdâr olması ve hâlinin şükür mü yoksa özür mü gerektirdiğini bilerek mûcibince amel etmesidir. Hakîkaten sâlik, her gece ve gündüz işlediği amellerini birer birer muhâsebe etmeli, sâlih amelleri kendine müyesser kılan Allâh'a şükredip daha ötelere varmağa gayret göstermeli, hataları için tövbe ve istiğfâr edip pişmanlıkla Allâh'a yönelmelidir. Ömrün son derece kıymetli olan her ânını ve hâssaten Cenâb-ı Hakk'ın husûsî bir bereket bahşettiği müstesnâ demleri bir fırsat ve ganîmet bilmeli, bütün gücü ile mânevî uyanıklık içinde idrâk ve ihyası için gayret göstermelidir.

Velhâsıl her an ve her hâlin muhâsebesini yaparak huzûrda geçirdiği ânına ve hâline şükredip, gafletle tükettiği zamanlar için tövbekâr olmalıdır. Bir başka ifâde ile kabz hâlinde istiğfâra, bast hâlinde ise şükre devam etmelidir. Bu sûretle her hâlükârda gafletten sakınan bir kimse, gereksiz mâzî endişesinden ve istikbâl telâşından kurtularak, yaşamakta olduğu hâlin ihyâsıyla meşgûl olur ki tasavvuftaki "Sûfî, ibnü'l-vakt olmalıdır." prensibi de bunu ifâde eder.

Vukûf-i adedî:


Zikrin adedine dikkat ve riâyet etmektir. Mürşid-i kâmiller, sâlikin mânevî hâline göre belli miktarda zikir verirler. Çünkü zikrin de umulan netîceyi hâsıl edebilmesi için, belli bir tekrar sayısı, tâbir câizse bir dozajı vardır. Bu sebeple sâlikin zikir esnâsında dikkatinin dağılıp gönlünün vesveseye düşmemesi için, mürşidinin söylediği ölçülere ve verdiği sayıya riâyet etmesi gerekir. Zîrâ zikirde her ne kadar evveliyatla keyfiyet mühimse de, zikrin kemmiyeti, yâni muayyen bir hudûdu ve ölçüsü olmadığı zaman bazen zihnî ve kalbî huzursuzlukların görülmesi de muhtemeldir. Bu durum her şeyde olduğu gibi, zikirde de ifrat ve ölçüsüzlükten doğabilecek hatâların bir neticesidir. Bu sebeple zikri hem keyfiyet ve hem de kemmiyet itibâriyle en güzel bir sûrette îfâ etmeye gayret göstermelidir. Zîrâ zikirde sayıya riâyet, mücerret olarak sayı saymak değil, sayı çerçevesi içinde "kalbî zikri" derinleştirmektir. Bunun ise zikrin keyfiyetine mânî olmadığı gibi, aslında onu takviye eden bir şart olduğu açıktır.

Hakikaten zihin, muhtelif düşüncelerle dolu ve kalp de çeşitli endişelerle huzursuz bir hâlde iken yapılan zikirde, adede riâyet de çoğu zaman mümkün olmaz. Bu sebeple aklı dağınıklıktan koruyup, zikir esnâsında dikkati zikrin mânâsı üzerinde teksîf etmekle berâber, zikrin adedine de riâyet etmek, aynı zamanda bu işe gösterilen ciddiyetin bir ifadesidir.

Vukûf-i kalbî:


Kalbin daima zikr-i ilâhî ile meşgul olmasıdır. Bu, ihsân duygusunun dâimî bir şuur hâline gelmesi demektir. Sâlik her fırsatta kalbini yoklamalı, onun ne hâlde olduğuna bakmalıdır. Zîrâ zikirde asıl matlup, kalbin zikredilenden haberdâr olmasıdır. Zikir, ağızdan kalbe inmeyen kuru lafızların tekrarından ibâret değildir. Bu sebeple zikir esnâsında murâkabe hâlinde olmalı, bütün dikkati zikredilene teksîf etmeye çalışmalıdır. Sâdât-ı kirâm hazerâtı, vukûf-ı kalbînin, yâni dikkati kalbe yöneltmenin zikirde şart olduğunu söylerler. Zikrin gerçek muhtevâsını tadabilmek için, bütün varlığın ve husûsan kalbin de Allâh'a yöneltilmesi icap eder.

Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hak: "Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla O'na yönel." (el-Müzzemmil, 8) buyurur.
 
Üst Alt