Hz.Muhammed(sav) 'ın açıkladığı ALLAH

MURATS44

Özel Üye
13
SONSUZ-SINIRSIZ TEK’TE “ÇOKLUK” NEREDEN MEYDANA GELDİ?
Evet, “Allâh” adıyla işaret edilen ve yanı sıra başkası olmayan, TEK olduğuna göre, algılamakta olduğumuz sayısız çokluktaki varlıklar nasıl meydana geldi?..
Varlık, orijini itibarıyla o sonsuz-sınırsız Tek’te, ilminde mevcut! Öyleyse çokluk nasıl meydana geldi?..
Bu “hayal” adını verdiğimiz “varsayımlar ortamı ve varsayılan varlıklar” nasıl meydana geldi?..
Bunu son derece basite ve herkesin anlayabileceği bir hâle getirebilmek için misal vereyim… Bu misal, “Allâh” adıyla işaret edilene uygulanmaz elbette; ama, konuya yaklaşım sağlayabilmek için böyle bir misal veriyorum.
İster şimdi, ister gece yatağa girdiğinizde düşünün...
Bir dünya düşünün, o dünyanın üzerinde bir tane zengin, bir tane fakir; bir tane güzel, bir tane çirkin; bir tane yakışıklı, bir tane yakışıksız sanal insanlar yaratın kafanızda; onlara, kendi kapasitenize göre belli özellikler bahşedin!.. Sonra, bunları birbirleriyle kapıştırın...
Peki... O kafanızda yarattığınız dünya ve üzerindeki insanlar, kendi başlarına müstakil bir varlığa sahip midirler?
Hayır! Varlıklarını nereden alıyorlar? Sizden alıyorlar; siz kendiniz onları kafanızda yarattınız! Peki, onlardaki bu özellikler, görülen-algılanan bu özellikler kime aittir? Size aittir! Siz, onları da, onlardaki bu özellikleri de meydana getirdiniz! Peki, onlardaki bu özelliklere bakarak ben; “Onları meydana getiren sen bu özelliklerden ibaretsin” diyebilir miyim? Hayır! Sen, onlarda bu özellikleri meydana getirdiğin gibi; bir başkalarında da bunlarla hiç alâkası olmayan başka özellikler meydana getirirsin...
Hem düşün ki, onların varlığı sana aittir; senin varlığın dışında onların hiçbir varlığı yoktur; onlardaki bütün özellikler sana aittir! O özellikleri de sen meydana getirmişindir! Onların kendi başlarına varlıkları olmadığı gibi, senden bağımsız özellikleri de yoktur!
Buna karşın, onlara ve onların bu özelliklerine bakarak, seni de bunlarla kayıtlayamam; “Sen bu özelliklerle varsın” diyemem!.. “Sen bu özelliklerden ibaretsin” diyemem!
İşte, âlemin varoluşunu, kâinatın ve içindeki “çok”ların özelliklerini bu şekilde anlamaya çalışalım...
“Allâh” adıyla işaret edilip, “sonsuz-sınırsız ilim ve kudret sahibi” olarak tanıtılan mutlak varlık, kendi ilminde, nasıl ben sana diyorum ki kendi şuurunda yaratmış olduğu sayısız özelliklerle bu çokluk âleminin sayısız varlıklarını meydana getirmiştir!
Bizler, “Allâh” adıyla işaret edilenin ilminde yaratılmış birimleriz!
Bizim bütün varlığımız, bütün özelliklerimiz, her şeyimiz “Allâh”a aittir; ama buna karşın, “Allâh” adıyla işaret edilen, bizim varlığımızdaki bu özelliklerle kayıtlanmaktan, tarif ve tasnif edilmekten münezzehtir, berîdir, ötedir!
Eğer bu misal ile size istediklerimi anlatabildiysem şunu kavrayacak, şuraya geleceksiniz;
“Biz Allâh indînde bir HİÇ’iz!”
Resim, ressamı ne kadar ihâta eder?
Ressam bir an düşünür, “şöyle bir resim yapacağım” der… Oturup birkaç saat çalışır veya birkaç gün çalışır, bir resim ortaya çıkarır. Ortaya çıkan resim, aslında ressamın bir anlık düşüncesinin eseridir. Ressamın çok kısa süreli bir tasavvurunun, şekillendirmesinin bir eseridir o resim!..
O resim ressamı ne kadar anlatır, yansıtır?..
Bütün bu var olmuş olan kâinat; ilk insanlar değil, tüm insanların üzerinde yaşamakta olduğu Dünya ve Dünya’da var olmuş canlılar değil; bütün Güneş sistemi değil; Güneş sisteminin içinde bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil; milyarlarla galaksiden var olduğunu hissettiğimiz, algıladığımız kâinat, ucu bucağı, başı sonu olmayan kâinat, esas itibarıyla Allâh’ın indîndeki bir “AN”lık bir düşüncenin hâsılasıdır!
Tasavvufta, İnsan-ı Kâmil veyahut da “Ruh-u Â’zâm” veyahut da “Akl-ı Evvel” diye hakikat itibarıyla anlatılan; bizim “KÂİNAT” adını verip, o şekilde algıladığımız, sonsuz-sınırsız olarak değerlendirdiğimiz, tüm yaratılmışlardan oluşan evren, Allâh indîndeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!
Bu bir anlık yaratışın sonunda sonsuz olduğunu kabullendiğimiz ve evren olarak tanımladığımız yapı ve içindekilerin hepsi var olmuştur!
Tek bir hücreden bir insan bedeni nasıl meydana gelmişse, tek bir düşünce anından da evren öylece meydana gelmiştir! Tek hücrede bedenin tüm oluş programı, sistem ve düzeni nasıl mevcutsa, evrendeki her şeyin oluş planı ve programı da o ilk “AN”daki seyirde öylece mevcuttur… Ki “KADER” de buna denir gerçekte!
Oysa, o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz sınırsız kâinat gibi nice sayısız kâinatlar dahi “Allâh” indînde mevcuttur!
Şimdi düşünün şu anlatacağım üzerinde… “K” harfini hatırlayın... “K” harfi... Önce bir uzun çizgi... Bu çizginin, düşünün ki üstü sonsuz, altı sonsuz... “K” harfini oluşturan çizgideki bir noktadan açılan bir açı var!.. Bu açı, bu çizgi üzerinde, bir noktadan çıkar!..
Allâh’ın sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini “K”daki ana dikey çizgi gibi düşünsek; bunun bir “AN”ında, bir “NOKTA”dan meydana gelen bu açı!.. “Üçgen” demiyorum, dikkat edin, “açı”! Zira, üçgen dersem, bir yerde kapanacak, kâinatın sonu vardır anlamı çıkar; oysa kâinatın boyutsal olarak sonu yoktur! Allâh’ın bir AN’lık ilminde var olmuş sonsuz halk edilmişler!.. Halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir “an”dır.
Bunun gibi sayısız “an”lardan, “NOKTA”lardan oluşan sayısız kâinatlar vardır! Yani, “K”nın dikey çizgisi aslında sayısız noktalardan oluşmuştur ki, algıladığımız her şey ve tüm evren, o dikey çizgi görülendeki noktalardan tek bir “nokta”nın açılımından ya da seyrinden başka bir şey değildir! Bu sayısız kâinatların her birisi, “Allâh” adıyla işaret edilenin sonsuz yaratıcılık ilminin eseridir!
Bizim bu konuda söyleyebileceğimizi, Kur’ân açık-net bir şekilde söylüyor, meleklerin dilinden:
“Allâh’ım, bize izhar etmiş olduğun ilim kadarıyla biz seni bilebiliriz.”
“Bize izhar ettiğin ilim, şuur-anlayış ne kadarsa biz o kadarıyla Seni bilebiliriz; Seni bilmemiz asla mümkün değildir!”
Allâh ilminde, bizim bu kâinat ve bizler ve algıladığımız her şey, hayalî sûretleriz; ve bunun gibi nice sayısız ilmî sûretler vardır!
Bu sûretlerden aşikâr olan her şey, Allâh’ın yaratması ile meydana gelir.
“Hâlbuki sizi de yaptıklarınızı da Allâh yaratmıştır!” (37.Sâffât: 96) âyeti bunu vurgular.
Bunu anlaması zor değil!.. Biraz önce misalini verdim. Kafanızda yarattığınız o insanları birbiriyle karşılaştırın...
O insanlar birbirleriyle karşılaşıp, birbirlerine çeşitli davranışlar ortaya koyduğu zaman, onların müstakil bağımsız varlığı var da onlar mı bunu koyuyorlar?
Yoksa, sizin yaratışınıza göre, onlarda meydana gelen o özelliklerin sonucu olan o davranışlar mı ortaya koyuluyor? Elbette ki, ikincisi! Öyleyse, bizim her birimiz, Allâh’ın yarattığı varlıklar olmamız hasebiyle; her an “O”nun hükmünün aşikâre çıkmasına, “O”nun dilediği özelliklerin ortaya saçılmasına aracı olan varlıklarız.
Ve bu yaptığımız iş, “Hakiki anlamda Kulluk”un tâ kendisidir!
Ben seni, sen beni ne kadar bilebilirsin? Ben seni kendim kadar bilebilirim! Sen de beni kendindeki kadarıyla bilebilirsin. Bende, sende hiç olmayan bir özellik varsa, Sen onu, hiç bilemezsin! Sende, bende hiç olmayan bir özellik varsa, ben de onu bilemem!
Bu kâinatın bünyesinde, bizim algılayamadığımız özelliklerle var olmuş bir başka evren varsa; onu, bu kâinata ait hiçbir varlık bilemez! İşte bu noktadan hareket ederek olayı düşünürsek…
“Allâh” adıyla işaret edilenin, o “sonsuz varlığı” dediğimiz varlık dahi, bizde izharı kadarıyla, bu mânâlara “göre sonsuz sınırsızlık” kavramıdır. Yoksa hakikati itibarıyla “Allâh” adıyla işaret edilen, sonsuz-sınırsız kavramından da münezzehtir!
Ben, anlatma sadedinde “K” diye verdim misali...
“K”daki açının meydana geldiği “NOKTA”nın üzerinde var olduğu çizgiyi de tek bir çizgi diye anlama!
Bunu, sınırsız bir platform olarak düşün!.. Bu sınırsız platformun bir noktasından meydana gelen bir açı olarak algıla! Bir çizgi olarak alırsan, nihayet belli açılardır.
Kolay anlaşılsın diye ben böyle söyledim. Esasında bunu sınırsız bir platform olarak düşün, öyle bir geometrik şekil düşün ki sonsuz olsun! O sonsuzda bir “nokta”dan meydana gelen bir açı diye düşün...
Şimdi, bunun biraz daha ilerisine gidelim... O noktadan meydana gelen açının içinde -o açı, boyutsal olarak sonsuz bir açı- meydana gelen sayısız “NOKTA”lardan oluşan sonsuz açılar düşün! O Tek açının içinden meydana gelen sonsuz açılar, “halk edilmişler”dir işte!..
 

MURATS44

Özel Üye
14
“NOKTA” İLMİ
Bir deyişe göre;
“Nokta’da başlayan, Elif’de biter”!
Yani, her şey, “Ahadiyet”teki bir “nokta”dan başlamış ve “Vâhidiyet” “Elif”inde son bulmuştur.
Tecelli, tek bir tecellidir; ki, o da “Tecelli-i Vâhid” olarak anlatılmak istenilmiştir.
Ya da;
“Nokta’da başlayan, Siyn’de biter.” “Siyn”, “İnsan”dır!.. Nokta, Ahad’dandır!.. Kur’ân, Besmele’nin “B”siyle, “B”nin altındaki Nokta’dan başlar.
“B”deki “Nokta”nın uzamışı “Elif”dir!.. “Elif”i yayıp uzatmışlar...
Nereden?..
“Nokta”dan!..
Bir çizgi çizmek istediğiniz zaman nokta ile başlarsınız. Önce, nokta oluşur, sonra noktayı uzatırsınız, noktalar sıralanır ve çizgi meydana gelir. Yatık bir çizgi ve onun kaynağı olan nokta...
Besmele’nin başı “B” harfi!.. “Nokta” hep nokta!.. Hiç açılıp saçılmamış! Harfler ise “Elif”in uzayıp çeşitli şekillere bürünmesiyle oluşmuş!.. Ve de her bir harf “nokta”ların bir araya gelmesiyle meydana gelmiş... Öyle sık bir araya gelmiş ki noktalar, biz noktaları hiç fark etmeyip, çizgiler, harfler varsanıyoruz!
“Ben ‘Ba’nın altındaki noktayım” diyen, Hazreti Âli kerremallâhu veche... (Hem “Hiç”im, hem “Hep”im, hem de “Elif”im mi demek istiyor bunu diyen acaba?) Kurân’ın son sûresi olan “Nâs”... “Nâs”... Yani, “Nâs=İnsanlar”! “Siyn” harfi de “İnsan”a tekabül eder. “Yâ-Siyn”deki; “Yâ Siyn”, “Ey İnsan” anlamındadır. Öyle veya böyle, mühim olan, “Nokta”dan “insan”a ulaşan bir yarım daire; sonrasında insanın bilinç boyutundaki seyahati ile ulaşılan tekrar O Nokta!.. Gerçek mânâda Allâh’a vuslat, Allâh’a vâsıl olmak, Allâh’a ermek; insanda açığa çıkan “Nokta ilmi” ile mümkündür!.. İnsanda oluşan Nokta ilmi, “Nâs”ı ortadan kaldırır mı, kaldırmaz mı?.. “Nâs”, varlığı ve gerçeği itibarıyla, bağımsız olarak “var” değil ki, varlığı ortadan kalksın da “yok” olsun!..
Dünya...
Dünya adlı uydunun tâbi olduğu, kendinden 1.333.000 defa daha büyük olan Güneş...
Güneş gibi, 400 küsur milyar yıldızdan oluşan bir galaksi...
Bu galaksi gibi milyarlarla galaksiyi barındıran, varlığını algıladığımız evren...
Algılama boyutumuza hitap eden bu evren gibi sayısız algılama boyutuna hitap eden evren içre evrenler...
Ve nihayet bu sayısız evrenlerin içinde yer aldığı açının yaratıldığı TEK NOKTA, TEK AN… “DEHR!”
İndînde sayısız noktalar-anlar ve o noktalardan meydana gelen açılar içinde sayısız evren içre evrenler yaratan varlığa işaret amacıyla kullanılan “ALLÂH” ismi!
 

MURATS44

Özel Üye
15
“İSİM”
“ALLÂH” kelimesi bir isim!..
“İSİM” ise bir işaret kelimesi!..
“ALLÂH” kelimesi ise, bir tanrıya işaret eden isim, hiç değil!
Evet, “Tanrı” kavramına işaret amacıyla kullanılan bir isim hiç değil, “ALLÂH” kelimesi!..
Bizim dikkatlerimiz bu isim ile, bir noktaya yönlendirilmek isteniyor… “ALLÂH” isminin işaret ettiği üzerinde derin derin düşünmemiz ve bazı gerçekleri görmemiz isteniyor…
Şimdi, şöyle düşünelim bir…
“Hulûsi’yi tanır mısın?” diye soruyorlar size… Siz de birkaç kitabını okumuşsunuz ya da bir yerde resmini görmüşsünüz...
“Tanırım Hulûsi’yi!..” derseniz bu ne kadar gerçekçi olur?.. Hulûsi’nin yaşamının çok kısa bir bölümündeki bazı düşüncelerini yansıtan birkaç kitapla bir resim, size onu ne kadar tanıtabilir?.. İnsanlar yirmi-otuz yıllık sürekli beraberliklerden sonra bile, birbirlerini tanımazlarken!..
Sizin burada en fazla bileceğiniz şey, Ahmed Hulûsi’nin bir düşünür, bir “sûfi” kişi olduğu yolunda kanaat edinmenizi sağlayan kitapları ile dış görünüşüdür!..
Bir resim, bir tablo bir ressamı ne kadar anlatabilir?.. Gördüğünüz bir resim, ressamın kısa bir süre içindeki hayal ya da görüşünün tabloya yansımasıdır; hepsi o kadar! Ya o resmi yapan ressam nasıl biridir?..
Meçhul!..
“Hulûsi” ismi, nasıl yalnızca bir işaret kelimesi ise; bu kitaplarını okuduğunuz kişiye yalnızca işaret anlamı taşıyorsa; ancak bu isim ile de onu tanımak asla mümkün değilse…
Aynı şekilde, “ALLÂH” ismi ile de, o ismin işaret ettiği varlığı tanımak kesinlikle mümkün değildir!
Eğer “ALLÂH” kelimesinin yalnızca bir isim olduğunu; ve bize bir gerçeği fark ettirmek amacıyla kullanıldığını fark ettiyseniz; sıra gelmiştir, o isim ile bize işaret edilmek isteneni anlamaya…
Düşünürseniz Kelime-i Tevhid’i, “lâ ilâhe illâ ALLÂH” cümlesini, burada ilk bölümde tanrı ve tanrılık kavramının yok oluşunun vurgulandığını va daha sonra da sadece “ALLÂH” ismiyle işaret edilenin var olduğunun açıklandığını hatırlayacaksınız...
Bu durumda ortaya şu sonuç çıkmaktadır:
İnsanoğlunun, algıladığı ya da algılayamadığını fark ettiği her şey, yani tüm göresel ya da mutlak evrenler, “ALLÂH” ismiyle işaret edilen “O”nun, kendisine göre olan bir “an”ındaki eseridir! Yani, “HÛ”nun kendisine göre sayısız olan “an”larından yalnızca bir “an”ındaki eseri!
Tüm yaratılmışların algıladığı ya da algılayamadığı; fark ettiği ya da fark edemediği; tasavvur ya da tahayyül ettiği her şey hep bu “ALLÂH” isminin işaret ettiği varlığın bir “an”ındaki eseridir!
Ki bu “an”, “HÛ”nun indînde bir “nokta”dır!..
Bize göreyse çıkış “nokta”sıdır!..
“Nokta”dan meydana gelmiştir, insan-cin-melek tanımlamalarıyla anlatılan her şey ve dahi evren içre sayısız -algılayana göre- evrenler!..
Sonsuzda bir “nokta”nın yerini düşünün!..
“Nokta” olarak yaratılmış; ilmi yönüyle “Akl-ı Evvel”, hayatiyeti yönüyle “Ruh-u Â’zâm”, hüviyeti yönüyle “Hakikat-i Muhammedî” ve nihayet kişiliği itibarıyla aldığı isim de “İnsan-ı Kâmil” olan evrensel varlığı düşünüyor; ve biz ona da “HÛ” ismiyle işaret ediyoruz.
Oysa…
Bu bahsettiğimiz Zât, “ALLÂH” ismiyle işaret edilenin ilminde yalnızca bir “ilmî sûret” olup; vücudu ise varlığını “HÛ”nun Esmâ’sından alır!.. Bu sebepledir ki, “nokta”nın, gayrı bir bağımsız varlığı ve vücudu söz konusu olmaz!..
“Nokta”dan meydana gelen bu varlığın -mutlak evrenin- algılanan Sıfatları ve Esmâ’sı ve müşahede edilen Efâl’i, “HÛ”nun her an yeni bir “şan”da oluşundan kaynaklanır!..
“ALLÂH İsmiyle İşaret Edilen”in indîndeki sayısız “an”dan ya da bir diğer ifadeyle “nokta”dan yalnızca biri olan “İnsan-ı Kâmil” adıyla işaret edilen “NOKTA” bilinci ise, “Mardiye nefs” bilincine sahip kılınanın ilminden münezzehtir!.. (muhalefet lil havâdis)
“Sınırsız-sonsuz” kavramları dahi, “İnsan-ı Kâmil”de açığa çıkan “HÛ”nun Esmâ ve Sıfatı yönünden geçerli olup; “nokta” dışında geçerliliği kalmaz!..
“Nokta” içre var olmuş “İnsan”ın, “nokta”da (DEHR) varlığı yoktur!..
“Nokta” ötesine işaret edip, “ÖTE” indîndeki sayısız “nokta”ları fark ettirme amacıyla işaret kelimesi olarak kullanılan “ALLÂH” isminin günlük yaşamdaki yerini buyurun siz düşünün!..
 
Son düzenleme:

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
16
“NOKTA” ASILDIR; PROJEKSİYONU İSE HAYAL!
Her dönen şey mutlaka bir merkezin çevresinde döner… Yani, dönen her şeyin merkezinde görünmeyen bir NOKTA vardır!..
Makro ya da mikrokozmozda her şey dönmektedir!
Bu “SUBHANALLÂH” sözcüğünün işaret ettiğidir.
Şimdi, karşıdan baktığın zaman bir “daire” görürsün, bir de ortasında merkez NOKTA’yı… Yani, bir yapı, “iki” algılanır karşıdan baktığında…
Oysa…
İşin aslı, “daire ve nokta” değil; “NOKTA’dan oluşan KONİ”dir!..
Nokta’nın projeksiyonuyla oluşmuş daire vardır gerçekte!..
NOKTA asıldır, projeksiyonla oluşmuş daire ise hayal!.. Yani bir tür, NOKTA’dan, Nokta’nın ilmiyle, ilminde oluşmuş projeksiyon!
Karşıdan bakan, daire ve merkez ikileminden çıkamaz!.. Şirkten kurtulamaz görüş olarak…
Varlığını kaldıran ise, Nokta’da seyredenle seyreder projeksiyonu!.. Tek Nokta, kendi hayalini seyretmiş olur... Şirk kavramına yer kalmaz burada!
Daire ve merkezde nokta fikri göz yanılgısıdır!.. Şuuru, organına tâbi olanların hâlidir bu!.. Salt şuur olarak algılayan ise, SALT ŞUUR olarak projeksiyonu seyreder… Organa göre çizgi vardır! Şuurda ise, yalnızca noktalar vardır, çizgiyi oluşturan…
NOKTA!.. Projeksiyon… Projeksiyonda noktalardan oluşan çizgiyle oluşmuş daireler… Dönenler… Dönmede sanılan nokta’lar…
Fe SUBHAN ALLÂH!..
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
17
“HÛ” İSMİYLE İŞARET EDİLİP, FARK EDİLMESİ GEREKEN GERÇEK
Arapça’daki “HÛ” kelimesi, varlığın özündeki bir boyutsal öteliğe işaret eder; niteliksiz ve niceliksiz bir yolla!
“HÛ”nun mânâsı; “çokluk” görüntüsünün ardındaki, Öz’deki Teklik boyutudur. Hatta… “HÛ” ismi, “Nokta”nın var olduğu Ahadiyete işaret eden isimdir!
“HÛ” ismi, cüzün özündeki Teklik boyutu değil mi?..
İşte O, Teklik boyutu, her an birimlerdeki tasarrufu oluşturmakta... Oluşumun kaynağı O!..
Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği enerji ve kan ile kaîm!.. Bu parmağın hareketini, bu hareketi, koldan gelen hareket simgesinin neticesi oluşturuyor. “HÛ” kelimesinin mânâsı bir anlamıyla “O” demektir!.. Bir diğer anlamıyla da “Zât’ın hüviyetine” işaret eder.
Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, “zâhir” kelimesi kapsamına girer... “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey!
Bunların, sana göre tümü, “O”dur!.. Yani, bunların hepsi de -ki bu çokluk kavramı sana göredir- “O” dediğin varlıktır! Yani, “HÛ”!.. Düşünmeye çalışalım…
“Ben” dediğimiz özümüzü fark etmeye çalışalım… Maddenin özüne yönelip “zoom”lama yapalım...
Molekül-atom-nötron-nötrino-kuark-kuanta boyutlarına inip, düşünebildiğimiz her şeyi parçacık-dalga boyutunda hissetmeye zorlayalım kendimizi…
İşte bu yaptığımız, bir boyutsal “zoom”lama veya “Mi’râc”dır! Şunu fark edelim ki;
Bize göre sonsuz olan evren, bir anda, “nokta”dan var olmuş bir açı, “<”! Sonsuzluk düzleminde, bir noktadan meydana gelmiş bir “<” -açı-! “Evren” kelimesiyle ya da “evren içre evrenler” tanımlamasıyla anlattığımız her şey bu açıda –“<”- yer almakta!.. Bu “<” açı ve dayandığı “nokta” ise, anlarından bir andaki yaratışı “HÛ” ismiyle işaret edilenin!..
Sayısız “an”lardaki, sayısız “nokta”lardan, yalnızca bir “an”daki bir “nokta”dan yaratılmış “evren içre evrenler”den birindeyiz!..
“İnsan-ı Kâmil” ya da “Hakikat-i Muhammedî” isimleriyle işaret edilen ise o “nokta”dan var olan varlık! “NOKTA” ise bir “nükte”!.. Sayısız “nokta”ların Hâlık”ı olup; “nokta”lar, indînde, “nükte” olan “HÛ” adıyla işaret edilen!.. İlminde, “nokta”dan yani heyulâdan yarattıklarını, hayal hammaddesiyle var kılan “HÛ”!.. Ve bütün bunlardan “ĞANİYY” olana işaret eden, “HÛ”!.. İşte “HÛ” ismiyle işaret edilip, müslümanların fark etmesi istenen Hakikat!..



18
BEYNİN FONKSİYONLARI HAKKINDA
Şimdi gelelim her şey hakkında değerlendirmelerimizi yapan beyine!..
Her şeyi değerlendirme mekanizmamız olan “beyin”, mevcut, algılaya geldiğimiz terkibi itibarıyla kimyasal bir bileşimdir.
Bu kimyasal bileşim, bir biyoelektrik faaliyet ile çeşitli fonksiyonlar ortaya koyar ve varlığımızda görülen tüm oluşları meydana getirir.
Kimyasal bileşimi meydana getiren moleküler yapı ve özellikle DNA ve RNA dizini, bir yandan yapısı itibarıyla hücre biyokimyası ile biyoelektrik iletişim hâlinde iken; diğer yandan da atomaltı boyutun canlıları olan kozmik ışınımlar ile etkileşim içindedir.
Eğer, bilinen bir misal vermek gerekirse, Güneş füzyonundan yayılan bir tür kozmik ışınımdan bahsedebiliriz... Bu ışınlar, 8 dakikada Güneş’ten Dünya’ya ulaşıp, bizim her zerremizden, her hücremizden ve bunun çok daha alt yapılarından, belirli etkiler oluşturarak, saliselerle bahsedilecek bir zaman içersinde geçmektedir... Gene bu ışınlar tüm Dünya’nın da içinden geçtikten sonra uzayda yolculuklarına devam ederler... Ve bizler, tüm yaşamımız boyunca, her salise, kesintisiz bir biçimde, bu ışın yağmuru gibi; uzaydaki çeşitli takımyıldızlardan, eski adıyla “burçlardan” gelip, her an Dünya’ya ve üzerinde yaşayanlara ulaşarak, onların tüm yapılarından geçmekte olan ve bu arada onların içlerinde belli etkiler oluşturan nice ışınsal kozmik tesirlere maruz kalmaktayız...
Ne yazık ki, insanlık bilimi bu oluşumu çözmekte, deşifre etmekte henüz son derece “ilkel” bir düzeydedir.
Evet, “beynimiz”, dışarıdan gelen bu ışınları, gerek göz, kulak, burun, koku, dil ile ve gerekse de henüz tespit edemediğimiz diğer alıcıları ile alıp değerlendirmek suretiyle bir yoruma gider.
Beyin ilk temel programlanmaya ana rahminde iken maruz kalır... Hatta bundan evvel, erkek-kadın birleşmesi sırasında, onların beyin faaliyetleri sperm ve yumurtada ilk ön programlamayı yapar, diyerek henüz hiç farkında olmadığımız bir noktaya işaret edenler dahi vardır. Ancak genel konumuz dışında kaldığı için bu hususa burada daha fazla girmek istemiyorum. Beynin bu programlanışı konusunda daha geniş bilgi isteyenler “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızı tetkik edebilirler.
Beyin, tümüyle bir değerlendirme merkezidir... Esasen beyin içinde görüntü, ses gibi nesneler mevcut değildir...
Bunun en iyi misali bir televizyonun ya da bilgisayarın içidir.
Televizyonun içinde ses ya da görüntü diye bir şey yoktur.
Televizyona dışarıdan gelen 220 volt elektrik, insanın yiyip içtikleri gibi enerji teminine dönüktür. Televizyonun içinde bulunan transistörlar, diodlar, entegreler, mikroçipler ise gelen bilgilerin değerlendiği merkezdir... Dışarıdan, antenden ya da herhangi bir kablolu yayından gelen dalga adını verdiğimiz ışınsal mesaj, bu merkezde değerlendirilerek görüntü ya da ses oluşturacak bir biçimde ekran veya hoparlöre yansıtılır.
Beyin de aldığımız gıdalarla, glikozdaki oksijenlerle yaşam enerjisini temin ederken; Güneş’ten yayılan hayat enerjisi olan “CAN”la beslenir ve gelişir.
Bu arada beyinde oluşan tüm faaliyetler, dalgaya çevrilerek, “RUH” adıyla bilinen “holografik dalga bedenimize” yüklenir. Daha önce detaylı bir şekilde “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda yazdığımız üzere, bireysel “RUH” yani kişilik sahibi ruh, ana rahminde 120. günden itibaren oluşur... Ki bu yüzden 120. günden itibaren çocuk aldırmak dinde çok büyük suçtur!..
Melekût ve evrenin kendisinden oluştuğu esas “RUH” ise tasavvufta “RUH-U Â’ZÂM” ismiyle bilinir... Evren var olmadan önce var olan “RUH”, “mânâ” anlamındadır ki, Esmâ terkibidir, ilk yaratılmış varlıktır! Nesnel anlamda bir ruh değildir burada bahse konu olan RUH!.. Diğer isimleri ise, sahip olduğu ilim yönüyle “Akl-ı Evvel”, hüviyeti itibarıyla “Hakikat-i Muhammedî”dir.
“RUH” konusunda şimdiye kadar kitaplarımızda yazdıklarımızdan daha fazla bir şeyi burada yazmak istemiyoruz; çünkü maalesef bu konu kolay kolay hazmedilemiyor ve birtakım cahiller, “Hz.Muhammed’in bile bilmediği RUH’tan
sen nasıl söz edersin” diyerek bizi ithama kalkışıyorlar!.. Oysa... Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Size, RUH hakkında az bir ilim verilmiştir” hitabı, İslâm Dini’ni kabul edenlere değil, “yahudi”leredir.
Nitekim değerli İslâm âlimi ve velîsi İmam Gazâli, “İHYA-U ULÛMİD’DİN” isimli kitabının 1.Cilt Rubul ibadet bölümünde “RUH” konusunda şöyle der:
“Yoksa sanma ki, Rasûlullâh Efendimiz RUH’un hakikatini bilmiyordu!.. Zira, RUHUNU bilmeyen kendini bilmemiş olur!.. Kendini bilmeyen ise nasıl Rabbini bilebilir?.. RUHUN hakikatini Nebi ve Rasûller bildiği gibi, bazı velîler ve âlimlerin bilmesi dahi uzak değildir!..”
“RUH” konusundaki bu hususu belirttikten sonra, gene biz dönelim beyin faaliyetine...
Beyin hücreleri, az önce de bahsettiğimiz gibi, bir biyoelektrik akışla faaliyet gösterirken, aynı zamanda kozmik yağmura da maruz kalmakta ve böylece bütün bu etkiler, girdiler sonucunda çeşitli aktiviteler ortaya çıkmaktadır.
Her biri, tüm diğer hücrelerin yaptığı görevleri yapabilecek kabiliyette ve 16.000 (onaltı bin) hücre ile bağlantı hâlinde 120 milyar hücre, beyin!.. Ve günümüz bilimine göre bu kapasiteye sahip beynin sadece yüzde yedi ila yüzde onikisini kullanabilen insanlar!..
Biz, bu yüzde yedi ile oniki arasında değişen oranı kullanırken, gerçekte, kelimelerle ifade ettiğimiz pek çok olay olmuyor beynimizde!..
Mesela, görüyoruz, diyoruz... Oysa, beyinde görüntü ya da ses yoktur!.. Gerçekte, beyin içinde görüntü yoktur!.. Beyin içinde sadece hücreler arasında bir biyoelektrik akış söz konusudur.
Kozmik yağmur ile de etkilenen beynin, küçüklükten itibaren aldığı çeşitli programlamalar istikametinde yaptığı değerlendirmelere biz “görüyoruz” demişiz... “Görüyoruz”un gerçek ifadesi, “beynimizin değer yargısıdır”!.. Bir diğer ifadeyle “görüyorum”un anlamı “algılıyorum”dur!.. Ve gerçekte, doğrusu da bu ifadedir.
Çünkü, görme aracı ve kapasitesi değiştikçe “algılama” da değişir, algılamanın getirdiği değer yargısı da değişir!..
Esasen, beyin, bir yönüyle çeşitli frekanstaki dalgaları, kozmik ışınımı değerlendirerek, programı istikametinde yorumlayan değerlendirme mekanizmasıdır.
Beyin, bu değerlendirmeyle birlikte, tüm verileri bir yandan üretmekte olduğu holografik dalga bedene yüklerken, diğer yandan da tıpkı bir radyo vericisi gibi gücü nispetinde dışarı yayar. Bu dışa yayılan dalgalar, her kişinin kendi beyin şifresine göre sanki bir kitap gibi atmosferde muhafaza olur. Eğer bunu alıp çözebilecek bir cihaz gerçekleştirilebilirse, kişilerin tüm yaşamları bu dalgaları çözecek cihazın ekranında seyredilebilir.
Nitekim, kıyametten sonra herkesin bütün yaptıklarının yazılı olduğu kitaplar(?)ın havada uçuşarak herkesin eline geçeceğini belirten dinî kaynaklar, ruhtaki, bu dalgaları çözücü özelliğe dikkat çekmek ister!..
Evet, çok düşük bir kapasite ile kullandığımız beynimizin algılama gücünü arttırabilmek iki şekilde mümkündür; ya beynin beş duyu aracılığıyla algılama kapasitesini genişletecek yeni araçlar geliştirmek; ya da beyindeki ekstra algılama devrelerini belli çalışmalar ile -ki bunların başında ZİKİR gelir- devreye sokmak ve bunları güçlendirmek...
İşte bu durumda göremediklerimizi görür(?) hâle gelecek, yeni algıladığımız sahayı genişletip güçlendirmiş olacağız.
Burada esas anlamamız gereken husus şudur; beyin, dıştan gelen çeşitli dalga boylarındaki kozmik ışınları alır ve programlanışı sırasında bilgilendirilmediği konularda, algıladıkları olsa dahi onları değerlendiremez. Ayrıca kendisinin açılmamış alanlarının değerlendireceği sayısız dalga boylarını dahi değerlendiremez.
Oysa, gerçekte her biri ayrı bir mânâ ihtiva eden evrendeki her bir dalga boyu, ışın sürekli olarak beynimizi bombardıman etmektedir... Ne var ki bizim bu mesajları çözmemiz, bu canlı anlamlı varlıklarla iletişime girmemiz mümkün olmamaktadır!..
Ve eğer anlatabildiysek...
Tüm evren, her kesimiyle, tamamen canlı-şuurlu bir varlık hâlinde yaşamına devam etmektedir... Ki algılayabilene ne mutlu!..
İşte, tamamıyla sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren içre evrenler, eğer o boyutun algılama aracıyla bakabilirsek, TEK bir yapıdır!..
Ve bizim de “hayal” dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!.. Ve de gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi mahrum etmekte!..
Evet, evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!..
İşte, “KADER” denen olgu bu husustan kaynaklanmaktadır.
Peki öyle ise Hazreti Muhammed (aleyhisselâm) “KADER”i nasıl anlatmıştır? İslâm Dini’nin kaynaklarına göre “KADER” konusu nasıl açıklanmaktadır?.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
19
KADER KONUSUNDA BİLGİLER
İnsanların başlarına gelen ve gelecek olan her şeyin ezelde takdir edilmiş olduğunu belirten sayısız âyetler ve hadisler mevcuttur; ki bu konuyu en geniş ve gerçekçi şekliyle “İNSAN ve SIRLARI” ile “AKIL ve İMAN” isimli kitaplarımızın “KADER NEDİR” bölümünde tetkik edebilirsiniz.
Burada kısaca “KADER” olayını vurgulayan bazı âyet ve hadislere değinmek istiyorum:
“ALLÂH DİLEMEDİKÇE SİZ DİLEYEMEZSİNİZ!” (76.İnsan: 30)
“HÂLBUKİ SİZİ DE YAPTIKLARINIZI DA ALLÂH YARATMIŞTIR!” (37.Sâffât: 96)
“MUHAKKAK Kİ BİZ HER ŞEYİ KADERİYLE (yazılı - programlanmış) YARATTIK!” (54.Kamer: 49)
“…HAREKET EDEN HİÇBİR CANLI YOKTUR Kİ ONUN ‘Bİ’NASİYESİNDE (alnında-beyninde var olarak/beyninden) TUTMUŞ OLMASIN (fâtır’ın beyni programlaması)...” (11.Hûd: 56)
“DE Kİ: “HERKES YARATILIŞ PROGRAMI (fıtratı - şâkılesi) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYAR!” (17.İsra’: 84)
“ARZDA (bedeninizde - dış dünyanızda) VE NEFSLERİNİZDE (iç dünyanızda) SİZE İSÂBET EDEN HİÇBİR MUSÎBET YOKTUR Kİ, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, BİR KİTAPTA (ilim boyutunda oluşmuş) OLMASIN!..” (57.Hadiyd: 22)
“(Bunu bildiriyoruz) Kİ ELİNİZDEN KAÇANA ÜZÜLMEYESİNİZ VE SİZE VERDİĞİ İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAYASINIZ!..” (57.Hadiyd: 23)
Şimdi de sıra geldi “KADER” ile ilgili Rasûlü Ekrem’in açıklamalarına;
“ALLÂH, mahlûkatın KADERLERİNİ, semâları ve arzı yaratmasından elli bin sene evvel yazmıştır!”
Tâvûs şöyle anlattı:
Ben Rasûlullâh’ın (sallâllâhu aleyhi vesellem) sahabîlerinden birçok insanlara eriştim... Onlar, ‘HER ŞEY KADER İLEDİR’ diyorlardı... Ben, Abdullah İbni ÖMER’den şöyle işittim:
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu;
− HER ŞEY KADER İLEDİR!.. Hatta, âcizlik ile zekâ ve beceriklilik bile!..
* * *
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan rivayet edilmiştir: Rasûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki, Âdem ile Musa delil göstererek münakaşa ettiler. Musa;
− Yâ Âdem! Sen o kişisin ki, ALLÂH seni eliyle yaratıp, ruhundan sana ruh üfledi; ve sen, insanları ayarttın; onları cennetten çıkardın! dedi.
Âdem de dedi ki;
− Sen de ALLÂH’ın konuşmak için seçtiği Musa’sın! Gökleri ve yeri yaratmadan önce ALLÂH’ın bana yazdığı bir işi işledim diye beni ne hakla kınıyorsun?..
Rasûlü Ekrem; “Âdem Musa’ya delil ile gâlib geldi” buyurdu.
* * *
Abdullah (r.a.);
− ŞAKÎ anasının karnında ŞAKÎ olan; SAÎD de başkasından ibret alandır, dedi.
Bunu işiten bir adam, Huzeyfe (r.a.)’a gelip, bunu anlattı ve;
− Nasıl bir adam, hiçbir iş işlemeden (daha anasının karnında) ŞAKÎ olur? diye sordu. Huzeyfe (r.a.) cevap verdi:
− Buna ne şaşıyorsun? Rasûlulah (sallâllâhu aleyhi vesellem)’i işittim, şöyle diyordu:
“Nutfenin (ana rahmine girdiği andan) kırk iki gece geçince, ALLÂH nutfeye bir melek gönderir. Melek ona şekil verir; göz kulak verir; derisini, etini ve kemiklerini meydana getirir. Sonra:
Yâ Rabbi erkek mi, dişi mi olsun? diye sorar. Rabbin de dilediğini hükmeder; melek de yazar. Sonra:
Yâ Rabbi, ömrü ne kadar olsun? diye sorar. Rabbin dilediğine hükmeder, melek yazar. Sonra:
Yâ Rabbi, rızkı? der.
Rabbin dilediğine hükmeder, melek yazar. Sonra elindeki sahife ile, emr olunduğuna bir şey ilave etmeden ve bir şey eksiltmeden çıkar.”
* * *
Enes (r.a.) demiştir ki:
Rasûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak Allâh, her rahime bir melek memur etmiştir. Bu melek:
− Yâ Rabbi, bu nutfedir, yâ Rabbi bu alakadır (pıhtılaşmış kan), yâ Rabbi, bu mudgadır (lokma hâli) der.
ALLÂH bunu yaratmaya hükmetmek istediği vakit, melek:
− Yâ Rabbi, erkek mi, dişi mi; mutlu mu, mutsuz mu; rızkı ne, ömrü ne kadar? diye sorar. Ve böylece (hepsi) anasının rahminde yazılır.” (Buhari, Müslim)
* * *
Âli (r.a.) şöyle demiştir:
“Bir gün Rasûlullâh oturuyor ve elindeki bir ağaç parçası ile yeri çiziyordu. Aniden başını kaldırdı ve:
− Sizden bir tek kimse yoktur ki, cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın, buyurdu. Yanındakiler:
− Yâ Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şu hâlde ne diye çalışıyoruz, her şeyi bırakıp tevekkül etmeyelim mi? dediler. Rasûlullâh (s.a.v.):
− Hayır, çalışınız, herkes ne için yaratıldı ise, onun için hazırlandırılır!.. buyurdu ve sonra da;
“(Yoksulların hakkını) veren, (ALLÂH’tan) sakınan ve Kelime-i Tevhid’i tasdik eden kimseye gelince, biz onu cennete hazırlarız. ALLÂH’ın hakkını yoksullara vermeyen, sevabından istiğna gösteren ve (Kelime-i Tevhid)’i tekzip edeni de cehenneme hazırlarız.”
âyetlerini okudu.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tırmızî)
* * *
Denildi ki:
− Yâ Rasûlullâh, sanki şimdi yaratılmışız gibi bize dinimizi açıkla!..
− Bugün yaptığımız işler önceden takdir edilmiş ve yazılmış işler midir, yoksa vukuundan sonra mı bize takdir edilmişlerdir?
Rasûlullâh (s.a.v.):
− Hayır, bilakis, yaptığınız işler önceden takdir edilmiş ve yazılmış olan işlerdir!.. buyurdu.
− Şu hâlde iş yapmanın ve çalışmanın ne önemi var? diye sordu.
Rasûlullâh (s.a.v.):
− Hayır iş yapan, kendi işine hazırlanır!.. buyurdu.(Müslim, Tırmızî)
Tırmızî’nin lafzı şöyledir:
Ömer (r.a.) sordu:
− Yâ Rasûlullâh, ne buyurursun, yaptığımız işler yepyeni oluşmakta bir şey midir; yoksa önceden takdir edilmiş bir iş midir? diye sordu.
Rasûlullâh (s.a.v.):
− Önceden takdir edilmiş olan işlerdir, ey Hattabın oğlu!.. HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN FİİLLERE HAZIRLANMIŞTIR... Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekavet ehlinden olan da şekavet için çalışır!.. buyurdu.
İmran b. Husayn (r.a.) şöyle dedi:
Müzeyne kabilesinden iki kişi Rasûlullâh’a gelip, dediler ki:
− Yâ Rasûlullâh, ne buyurursun, insanların bugün işledikleri ve uğraştıkları şeyler önceden kendilerine takdir edilmiş ve hükmedilmiş bir şey midir, yoksa bu işler, işlendikten sonra mı takdir edilirler?
Rasûlullâh (s.a.v.):
− Hayır, bilakis bunlar önceden kendilerine takdir edilmiş bir şeydir. Yüce ALLÂH’ın kitabında bunu şu âyetle; ‘Nefse ve onu düzenleyene ve ona hayr ile şerri işlemeyi gösteren’ (91.Şems: 7-8) doğrulamaktadır!.. buyurdu.
* * *
Abdülvahid b. Süleym (radıyallâhu anh) şöyle demiştir: Mekke’ye geldim, Ata b. Ebi Rebah’la buluştum ve:
− Ey Ebu Muhammed, Basralılar, kader (yani önceden takdir edilmiş bir şey) yoktur diyorlar, dedim.
Ata (r.a.);
− Evlatçığım, sen Kur’ân okur musun? dedi.
− Evet!.. dedim. Ata (r.a.):
− Şu hâlde “Zuhruf”u oku!.. dedi. Ben de;
“Hâ-mim! Açıklayan kitaba yemin ederim. Biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kur’ân yaptık. Muhakkak o, nezdimizdeki ana kitapta çok yüce, çok hikmetlidir.” (43.Zuhruf: 1-4)
âyetlerini okudum. Ata (r.a.):
− “Ümmü’l-Kitab - Ana Kitap” nedir, bilir misin?.. diye sordu.
− Allâh ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Ata (r.a.):
− O, bir kitaptır ki, ALLÂH gökleri ve yeri yaratmadan önce onu yazmıştır. Orada Firavun’un cehennemlik olduğu vardır; orada “Tebbet yeda Ebi Lehebin-Ebu Leheb’in iki eli kurusun” vardır, dedi.
* * *
Ata (r.a.) demiştir ki:
Rasûlullâh’ın arkadaşı Ubade b. Samit’in oğlu Velid’i bulmuştum. Babanın ölüm anındaki vasiyeti ne idi? diye kendisine sordum. Şöyle dedi:
Babam çağırdı ve bana:
− Ey oğulcağızım, ALLÂH’tan kork, bil ki; Allâh’a; kadere, hayr ile şerrin hepsine iman etmedikçe, Allâh’tan sakınmış olmazsın... Bundan başka bir inanç üzere ölürsen cehenneme girersin.
Muhakkak ben Rasûlullâh’ı işittim, şöyle diyordu:
− Allâh önce “kalemi” yarattı. Yaz! dedi. Kalem:
− Neyi yazayım? diye sordu. Allâhû Teâlâ:
− Kaderi, olanı ve ebediyete kadar olacak olanı yaz!.. buyurdu. (Tırmızî, Ebu Davud)
* * *
Abdullah b. Feyruz ed- Deylemi şöyle demiştir: “Ubeyy b. Ka’b (r.a.)’ın yanına geldim ve kendisine:
− Zihnimi kader ile ilgili bazı sözler karıştırdı. Bana bu hususta bir şey anlat; belki Allâh bu vesveseleri kalbimden giderir dedim.
Ubeyy b. Ka’b şöyle konuştu:
− Eğer Allâh, göklerinde ve yerinde bulunanların (hepsine) azap verseydi, zâlim olmazdı; onların hepsine rahmeti ile muamele etseydi, rahmeti onlara, onların yaptığı işlerden daha hayırlı olurdu.
Allâh yolunda Uhud dağı kadar altın harcasan kadere iman etmedikçe, başına gelenin şaşmayacağına, gelmeyenin de asla sana isâbet etmeyeceğine iman etmedikçe, Allâh bunu senden kabul etmez.
Bundan başka bir inanç üzerine ölürsen, cehenneme girersin!”
Abdullah Deylemi der ki: “Sonra Abdullah b. Mes’ud’a gittim. O da aynı şeyi söyledi.
Huzeyfe b. Yeman’a gittim, aynı şekilde konuştu. Sonra da Zeyd b. Sabit’e gittim; o da aynı şeyi Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem)’nden nakletti.” (Ebu Davud) (Lüzum’s Sünen)
* * *
Abdullah b. Amr (r.a.) söylemiştir:
“Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem)’i işittim, şöyle diyordu:
− Muhakkak yüce Allâh yarattıklarını (önce) bir karanlık içinde yarattı; sonra onlara nûrundan saçtı! Bu nûrdan nasibini alan kimse hidâyete erdi!.. Nasibini alamayan da dalâlete saptı!..
Bunun için, ALLÂH’ın ilmine göre kalem kurudu!.. Yani işlerin takdiri son bulmuş ve kalemin yazacağı bir şey kalmamıştır” derim. (Tırmızî - İmam b. Hasan senetle)
* * *
Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk. O kadar kızdı ki, yüzü kıpkırmızı oldu. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı ve ;
− Bununla mı emr olundunuz, bununla mı ben size gönderildim. Sizden önceki ümmetler ancak bu mesele hakkında münakaşaya giriştikleri vakit, helâk oldular. Yemin ediyorum, bu hususta nizâ etmemeniz için, yemin ediyorum size!.. buyurdu. (Tırmızî)
* * *
Cabir (r.a.)’dan:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Kadere, hayrına ve şerrine iman etmedikçe, başına gelenin asla şaşmayacağına, başına gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğini bilmedikçe, hiçbir kul iman etmiş sayılmayacaktır. (Tırmızî)
* * *
Aişe (r.a.)’dan:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Lânet ettiğim altı kişi vardır ki, onlara Allâh ve gelmiş geçmiş her Nebi ve Rasûl lânet etmiştir. Bunlar:
Allâh’ın kitabına ilave yapan,
Kaderi tasdik etmeyen,
Allâh’ın zelil kıldığı (günahkârları) yükseltmek, azîz kıldığı (sâlih) kulları alçaltmak için ceberût ile insanların başına musallat olan,
Mekke hareminde yasak olanı işleyen,
Ehl-i beytime zulmeden, bir de sünnetimi terk eden kişidir. (Tırmızî)
* * *
Ümmü Habibe (r.a.):
− Ey Allâh’ım, bana uzun ömür vermek suretiyle beni zevcim Rasûlullâh’tan, babam Ebu Süfyan’dan ve kardeşim Muaviye’den faydalandır!.. dedi.
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) kendisine:
− Sen Allâh’tan kesinleşmiş eceller ve zaruri olan birtakım şeyler ve taksim edilmiş rızıklar hakkında birtakım talepte bulundun ki; Allâh onlardan hiçbirini ne vakitten önceye alır, ne de sonraya bırakır!.. Eğer, Allâh’tan seni cehennemdeki azaptan ve kabirdeki azaptan kurtarmasını isteseydin senin için daha hayırlı olurdu... buyurdu.
Bunun üzerine bir adam:
− Yâ Rasûlullâh, şu maymunlar ve hınzırlar, (hani şu azap maksadıyla insanların) çevrildiği maymunlar ve hınzırlardan mıdır?.. diye sordu.
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle cevap verdi:
− Muhakkak ki, yüce Allâh hiçbir kavmi helâk veya azaba çarpmadı ki, sonra onların neslini devam ettirsin. Bugünkü maymunlar ve hınzırlar, önceden mevcuttular. (Müslim)
* * *
Hâlid el-Hazza (r.a.) şöyle dedi: “Hasan Basri’ye dedim ki;
− Anlat bana, Âdem gök için mi, yeryüzü için mi yaratıldı? Hasan Basri:
− Yeryüzü için, dedi.
− Ne dersin, korunup da malûm ağaçtan yemeseydi?.. dedim.
− Ondan yemek zorundaydı (çünkü bu mukadderdi)... diye cevap verdi.
− Allâhû Teâlâ’nın “Siz onun aleyhinde (kimseyi) fitneye sürükleyecek kudrette değilsiniz. Meğer ki o cehenneme girecek kimse olsun” (37.Sâffât: 162-163) âyeti hakkında bana malûmat veriniz.. dedim.
Hasan Basri:
− Şeytanlar onları dalâlete saptırmaya muvaffak olamazlar, ancak Allâh’ın cehennemlik olduklarına hükmettiği kimseler müstesnadır, diye cevap verdi.” (Ebu Davud)
* * *
Hâlid el- Hazza (r.a.) Hasan Basri’den:
− Yüce ALLÂH’ın “Bunun için onları yarattı” (11.Hûd: 119)
âyeti hakkında sordu. Hasan Basri:
− Onları cennet, ötekilerini de cehennem için yarattı, diye cevap verdi.
* * *
(Ebu Davud) Enes (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) sık, sık:
− Ey kalpleri çeviren Allâh, kalbimi dinin üzerine sâbit kıl! diye dua ederdi. Biz de kendisine:
− Yâ Rasûlullâh, sana ve getirdiklerine iman ettik, bizim için (hâlâ) korkuyor musun? diye sorduk.
− Evet, çünkü kalpler, ALLÂH’ın parmaklarından ikisinin arasındadır; dilediği gibi onları çevirir, buyurdu.” (Tırmızî)
Müslim’in lafzı şöyledir:
− İnsanoğullarının kalplerinin hepsi bir tek kalp gibi, Rahmân olan Allâh’ın iki parmağı arasındadır; dilediği gibi onu çevirir.
* * *
Ebu Hüreyre (r.a.)dan: “Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Her doğan, ancak fıtrat dini üzerine doğar; sonra ana ve babası onu yahudi ve hrıstiyan ve mecûsi yaparlar.
Tıpkı bütün uzuvları tamam olarak hayvan yavrusunu dünyaya getirdiği gibi; siz o yavruda bir eksiklik görür müsünüz?!!
Sonra Ebu Hüreyre (r.a.):
− İsterseniz, “Yüzünü ALLÂH’ın o fıtratına çevir ki; insanları, o fıtrat üzerine yaratmıştır.” (30.Rûm: 30) meâlindeki âyeti okuyunuz dedi. (Buhari, Müslim, Ebu Davud-Tırmızî)
Cennetteki uzun boylu adam, İbrahim a.s.’dır. Etrafındaki çocuklara gelince, onlar fıtrat üzerine ölen her çocuktur. Müslümanlardan biri:
− Yâ Rasûlullâh, müşriklerin de küçük çocukları buna da dâhil mi? diye sordu.
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Evet müşriklerin de çocukları, buyurdu. (Buhari)
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
− Rasûlullâh’a (sallâllâhu aleyhi vesellem) müşriklerin küçük yaştaki çocukları hakkında (âhiretteki durumları nedir, diye) sordular.
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Onların (çocukken ölmeselerdi) ne amel işleyeceklerini ALLÂH en iyi bilir, buyurdu. (Buhari, Müslim, Tırmızî)
Aişe (r.a.) şöyle demiştir:
− Bir küçük çocuk öldü. Ben de, ne mutlu ona, cennet serçelerinden bir serçe! dedim. Rasûlullâh (s.a.v.):
− Bilmiyor musun ki, ALLÂH cennet ve cehennemi yarattı; birincisi için birtakım insanlar yarattığı gibi, ikincisi için de birtakım insanlar yarattı!..
Bir diğer nakilde;
“Allâh cennet için birtakım insanlar yarattı ve bunlar babalarının omurga kemiğinde iken daha cennetlik yaptı. Cehennem için de birtakım insanlar yarattı ve bunları da babalarının omurga kemiğinde iken (daha) yarattı...” (Müslim-Ebu Davud)
Aişe (r.a.) şöyle demiştir:
− Yâ Rasûlullâh müminlerin küçük yaşta ölmüş olan çocuklarının (âhiretteki durumu) nedir? diye sordum.
− Onlar babalarındandır, buyurdu.
− Hiçbir amel yapmadan nasıl olur? dedim.
− Onların ne amel işleyeceklerini ALLÂH en iyi bilir, buyurdu.
− Yâ Rasûlullâh, ya müşriklerin küçük çocuklarının durumu ne olacak? diye sordum.
− Onlar da babalarına bağlıdır, buyurdu.
− Hiçbir amel işlemeden mi? diye sordum.
− Allâh onların, yaşasalardı, ne amel işleyeceklerini en iyi bilir, buyurdu. (Ebu Davud)
Allâhû Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“BİR RASÛL GÖNDERMEDEN HİÇBİR KAVMİ HELÂK EDER OLMADIK!” (17.İsra’: 15)
* * *
Enes (r.a.)’dan:
Adamın biri:
− Yâ Rasûlullâh, babam nerededir? diye sordu. Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Baban cehennemdedir!.. diye cevap verdi.
Soruyu soran adam gidince, Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Benim babam ile senin baban ateştedirler!.. buyurdu. (Ebu Davud)
Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle demiştir:
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) Neccar oğullarına ait bir bahçede, devesi üzerinde iken, biz de yanında bulunuyorduk. Deve birdenbire ürküp kaçtı...
Neredeyse Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem)’i üzerinden atacaktı. Birden orada altı, yahut beş veya dört kabir bulunduğu anlaşıldı.
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Bu kabir sahiplerini bilen var mı? diye sordu. Bir adam:
− Ben bilirim, dedi. Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Bunlar ne zaman öldüler? dedi. Adam:
− Şirk hâlinde iken öldüler, diye cevap verdi. Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Bu Muhammed ümmeti kabirlerinde sorguya tâbi tutulur (fitne ve azaba düçar olurlar); ölülerinizi gömmekten çekineceğinizden korkmasam, şu kabirlerden işittiğim azabı, ALLÂH’ın size de işittirmesine dua ederdim, buyurdu. (Müslim, Nesei)
* * *
Sehl (r.a.)’dan:
“Müslümanların büyük zengin ve yardımcılarından bir adam, Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) ile birlikte iştirak ettiği bir savaşta, Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) kendisine baktı ve:
− Kim cehennemlik bir adam görmek istiyorsa, şu adama baksın!.. dedi. Bunun üzerine cemaattan biri, zenginin peşine düştü.
Bu, o hâli ile müşriklere en şiddetli bir şekilde saldıranlardan biri idi.
Nihayet yaralandı. Dayanamadığından daha çabuk ölmeyi arzu ettiği için, kılıcının ucunu iki memesi arasına dayadı ve vücüdunun bütün ağırlığı ile kılıca yüklenince kılıç (sırtından) iki omuzu arasından çıktı (bu suretle intihar etti).
Bunu gören o adam, koşarak Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem)’ın yanına geldi ve ;
− Senin gerçekten Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. (Yani bu adam hakkında verdiğin haber doğru çıktı) dedi.
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Ne oldu? dedi. Adam:
− Filan kişi için; kim cehennemlik olan bir adamı görmek isterse, şu adama baksın, buyurdun. Hâlbuki bu adam Müslümanlara en çok yardım edenlerimizden biri idi. (Sen söyleyince) bu adamın (göründüğü gibi) böyle (yani bu hâli üzerine) ölmeyeceğini anlamıştım. Adam yaralanınca, hemen ölmek istedi ve kendini öldürdü.
Bunun üzerine Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Muhakkak ki kul, (Allâh’ın ilminde) cennet ehlinden olduğu hâlde cehennemliklerin yaptığı işleri yapar. Cehennem ehlinden olduğu hâlde de cennetliklerin amellerini yapar. Amellerde itibar, insanların ömrünün sonlarında yaptığı amelleredir!.. buyurdu.” (Buhari)
* * *
Abdullah b. Amr. (r.a.) şöyle demiştir:
“Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) elinde iki kitap olduğu hâlde çıkıp geldi ve;
− Şu iki kitap nedir, bilir misiniz?.. diye sordu. Biz:
− Bilmiyoruz yâ Rasûlullâh, ancak sen bize anlatırsan öğreniriz?.. dedik.
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) sağ elindeki kitap için:
− Bu, Âlemlerin Rabbi tarafından (yazılmış) bir kitaptır. Burada cennetlik olan insanların isimleri ile babalarının ve kabilelerinin isimleri vardır, dedi. Sonra sonuncusuna kadar bunların vasıflarını anlattı.
− Bundan sonra, artık ebediyen bunların arasına ne bir ilave yapılır, ne de biri hariç bırakılır, buyurdu. Bunun üzerine orada bulunan sahabiler:
− Eğer bu, olmuş bitmiş bir mesele ise, amelin ne önemi var? diye sordular. Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Zira, cennet ehli, sonunu cennetliklerin amelini işleyerek getirir. Cehennemlik olan kişi de, sonunda cehennemliklerin amelini işlemekle hayatını sona erdirir, dedi.
Sonra elleri ile bir şey atar gibi bir hareket yaptı ve;
− Allâh, kullarının işini karara bağlamıştır: Bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemdedir!.. buyurdu.”
* * *
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
“Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− İnsanın sabah mümin, akşam kâfir; sabah kâfir, akşam mümin olduğu için küçük bir dünya menfaati karşısında dinini sattığı ve karanlık gecenin dalgaları gibi fitnelerin vuku bulduğu zamanda sâlih amellere koşunuz!” (Müslim, Tırmızî)
* * *
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan: Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Yedi şeyden önce sâlih amele sarılın. Zira şu aşağıdaki şeylerden birini ancak beklemektesiniz:
Ya aniden gelen fakirlik, ya sizi taşkınlığa sevkeden zenginlik, ya vücut sağlığınızı bozan hastalık, ya sizi şaşkın şekilde konuşturan ihtiyarlık, ya aniden gelen ölüm, ya Deccal, ya Kıyamet, ki bu her şeyden şiddetli ve zordur.(Tırmızî)
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan: Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Altı şeyden, yani Güneş’in batıdan doğmaya başlamasından veya Duhan’dan veya Deccal’dan veya Dabbetu’l-arz’dan veya (ölümünüzde) yahut sizi başkası ile meşgûl olmaktan alıkoyan bir fitneden veya Kıyamet’in vukuundan önce sâlih amel işlemeye koşun. (Müslim-İmam Ahmed)
Allâhû Teâlâ şöyle buyurmuştur: “BENDEN KORKUN, EĞER ALLÂH’A İMAN EDENLERDEN İSENİZ!” (3.Âl-u İmran: 175)
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan: Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
− Cehennem, nefsin arzuları, cennet de nefse hoş gelmeyen şeylerle perdelenmiştir. (Buhari, Müslim, Tırmızî)
Abdullah (r.a.)’dan:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Cennet, sizden birinizin nalınlarının tasmasından kendisine daha yakındır, cehennem de aynı böyledir. (Buhari, İmam Ahmed)
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Âhir zamanda öyle birtakım adamlar çıkacaktır ki, bunlar Âhiret işleri karşılığında dünyayı isteyecekler.
Yumuşak görünmek için koyun postuna bürünecekler, dilleri şekerden tatlı olacak, fakat kalpleri, kurt kalpleri (gibi kaskatı) olacaktır.
Allâhû Teâlâ (bunlar hakkında) der ki:
“Bunlar, beni gâfil mi sanıyorlar, beni istihfaf mı ediyorlar? Büyüklüğüme yemin ederim ki, onlara aralarından öyle bir fitne göndereceğim ki, onların hâlini şaşkına çevirecektir.” (Tırmızî)
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan: Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Ölen bir kimse yoktur ki, pişman olmasın. Eğer iyi işler yapmışsa, fazla yapmadığına, günahkâr ise, tövbe etmediğine pişman olur. (Tırmızî)
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Kim (düşmanından) korkarsa, geceleyin yolculuğunu yapar ve yerine ulaşıp, rahat ve emniyete kavuşur. Dikkat edin! Allâh’ın malı, cennettir. (Tırmızî)
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− ALLÂH korkusu ile ağlayan kişi; süt, çıktığı meme deliğine girinceye kadar (ki bu hiçbir zaman mümkün olmaz) cehenneme girmeyecektir. Ve ALLÂH yolunda kaldırılmış toz ile cehennem dumanı asla birleşmeyecektir. (Yani ALLÂH yolunda cihad eden Cehennem’e girmeyecektir.) (Tırmızî)
* * *
Hâni şöyle demiştir:
Osman (r.a.) bir kabir yanında durduğu vakit, sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı.
Bunun üzerine kendisine:
− Cennet ve Cehennemi hatırlarsın ağlamazsın da, şu kabir önünde ağlarsın! denildi.
Osman (r.a.) buna şöyle cevap verdi:
− Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu ki;
“Kabir; âhiret konaklarının ilkidir. İnsan bundan kurtulursa, sonraki daha kolay olur. Bundan kurtulamazsa, sonrakinden kurtulmak daha güç olur. Kabirden daha korkunç bir manzara daha görmedim!” (Tırmızî)
* * *
Ebu Zerr (r.a.)’dan:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Ben, sizin görmediğinizi görüyor, işitmediğinizi işitiyorum.
Gök gıcırdadı ve gıcırdamasında haklıdır. Çünkü dört parmaklık bir boş yeri yoktur ki, orada alnı ile Allâh’a karşı secdeye kapanmış bir melek bulunmasın.
Vallahi, benim bildiğimi bilseniz az güler, çok ağlardınız. Kadınlarınızla yataklarınızda zevklenmeyi bırakıp Allâh’dan imdat dilemek üzere dışarıya fırlardınız. (Bu manzaralar karşısında) kesilip, (bir varmış bir yokmuş) hâline gelecek bir ağaç olmak isterdim! (Tırmızî)
Allâhû Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“KİM ALLÂH’A TEVEKKÜL EDERSE, ALLÂH, O’NA KÂFİDİR!” (65.Talâk: 3)
* * *
İbni Abbas (r.a.)’dan:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Ümmetimden yetmiş bin kişi soru-sualsiz cennete girecektir. Bunlar hastalarını okutmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Allâh’a tevekkül eden kimselerdir. (Buhari, Müslim, Tırmızî)
Ömer (r.a.)’dan:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
− Eğer ALLÂH’a gerektiği gibi tevekkül etseydiniz, sabah aç olarak çıkıp, akşam tok olarak yuvasına dönen kuşlar gibi (kolaylıkla) rızkınıza kavuşurdunuz! (Tırmızî, İmam Ahmed, Hâkim)
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Enes (r.a.)’dan: Adamın biri Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem)’e:
− Yâ Rasûlullâh (devemi) bağlayıpta mı tevekkül edeyim, yoksa serbest bırakıpta mı tevekkül edeyim?..dedi. Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
− Bağla da (öyle) tevekkül et, buyurdu. (Tırmızî)
Abdullah (r.a.)’dan: Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
− Fakru zarurete uğrayıp da, bunu gidermek için insanlara müracat eden kimsenin hiçbir zamanda ihtiyacı giderilmeyecektir. Fakru zarurete uğrayıp da, Allâh’a müracat eden kimseyi ALLÂH, er veya geç, bir rızk ile ihtiyacını defeder, veya çabuk bir ölümle, bu kimseyi fakirlikten kurtarır. (Tırmızî)
* * *
Enes (r.a.) şöyle demiştir:
Allâh Rasûlü (sallâllâhu aleyhi vesellem) zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri, bir kazanç için uğraşmaz, Rasûlullâh (s.a.v.)’in meclisine devam eder, öteki ise kazançla meşgûl olurdu.
Bu ikincisi, (çalışıp kazanmıyor diye) kardeşini Rasûlulah’a (s.a.v.) şikâyet etti. Rasûlullâh (s.a.v.):
− Belki de sen, O’nun yüzü suyu hürmetine kazanıyorsun, buyurdu. (Tırmızî)
* * *
Muaviye, Aişe (r.a.)’a yazdı:
“Bana, içinde kısaca tavsiyelerde bulunacağın bir yazı gönder!”...
Hz. Aişe’de kendisine şöyle yazdı:
“Selâm sana! İmdi Rasûlullâh’ı (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle derken işittim.
− Kim, insanların öfkesine rağmen, Allâh’ın rızasını ararsa (yani Allâh’ın razı olacağı tarzda iş yaparsa), Allâh onu insanların şerrinden korur.
Kim, Allâh hoşnut olmasa dahi, insanların razı olacağı işler yaparsa, Allâh onu insanlara terk ediverir (ve bu suretle, o kişi her sahada helâka uğrar).” (Tırmızî)
* * *
“Sana fayda verene haris ol (çalış), ALLÂH’tan yardım iste, âciz olma.
Eğer sana bir şey isâbet ederse, ‘şöyle yapsaydım, şöyle olurdu’ deme!.. Lâkin, ‘Allâh’ın kaderidir; Allâh dilediğini yapar!’ de.” (Mecmu’atu’r-Resaili’l-Kubra)
* * *
“Hiçbir nefs yoktur ki Allâh onu cennet veya cehennemde yerini yazmamış olsun (şakî ve saîd olduğu)” (Ravi dedi)...
Bir adam kalktı:
− Yâ Rasûlullâh o hâlde yazgımıza itimat edip ameli terk etmeli miyiz?
Rasûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki:
− Saadet ehlinden olan, saadet ehlinin ameline gidecek, şekavet ehlinden olan da şekavet ehlinin ameline gidecek. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, İbni Hanbel)
“Siz amel ediniz, herkes yaratılmış olduğu fiiller için kolaylaştırılmıştır.” (Buhari)
“SİZİ RAHİMLERDE (ana karnında - Rahıymiyetinde - varlığınızı oluşturan Esmâ mertebesinde) DİLEDİĞİ GİBİ ŞEKİLLENDİREN (oluşturan - programlayan) “HÛ”dur!..” (3.Âl-u İmran: 6)
* * *
“Allâh, yaratıklarını bir karanlık içinde yarattı. Ve kendi nûrundan onlara saçtı. Kime o nûrdan isâbet etti ise hidâyete erdi, kime de isâbet etmediyse o sapıttı.” (Hakaik) (Tırmızî)
“ŞÜPHESİZ Kİ ALLÂH VAADİNDEN DÖNMEZ.” (3.Âl-u İmran: 9)
* * *
“Allâh ezelî ilminde vadettiği saadet ve şekaveti, ne bir zâhidin zühtü, ne de bir fâsıkın fıskı yüzünden değiştirmez.” (Hakaik)
Yusuf:
“BUGÜN AZARLANACAK DEĞİLSİNİZ, ALLÂH SİZİ AFFEDER… O, MERHAMETLİLERİN MERHAMETLİSİDİR!” dedi. (12.Yûsuf: 92)
Bu âyeti Ebu Osman şöyle izah ediyor:
“Günah işleyen, günahından dolayı tekdir edilmez.”
Yusuf kardeşlerine:
“Ben sizi nasıl tekdir ederim ki benim zindana girmemi ALLÂH ezelde dilemişti. Nitekim ben de kusur edip (zindan-dan kurtulan arkadaşıma) beni efendinin yanında hatırlat demiştim. Şimdi ben nasıl benim yaptığım günahı unutu-rum da sizi tekdir ederim? diyerek bunların takdire bağlı olduğunu ifade ediyor.” (Hakaik)
Şah İbni Şuc’a da şöyle diyor:
“İnsanlara Hak gözüyle bakan onlara muhalefetten kurtulur. İnsanlara kendi gözüyle bakan, günlerini insanlarla çekişmekle geçirir. Görmez misin, Yusuf ezeli kazaya vâkıf olunca nasıl kardeşlerinin özürünü kabul edip ‘Bugün azarlanacak değilsiniz’ dedi.” (Hakaik)
* * *
“EĞER RABBİN DİLESEYDİ, YERYÜZÜNDE KİM VARSA, ELBETTE HEPSİ TOPTAN İMAN EDERDİ...” (10.Yûnus: 99)
“KENDİSİNİ YARATAN ALLÂH ESMÂ’SININ BİLEŞİMİ ELVERMEDİKÇE, BİR NEFS İÇİN İMAN ETMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR!..” (10.Yûnus: 100)
“ALLÂH DİLEDİĞİNİ ORTADAN KALDIRIR VE (dilediğini de) SÂBİT KILAR. O’NUN İNDÎNDEDİR ÜMMÜL KİTAP (ana BİLGİ - Esmâ mertebesinin her an nasıl bir şe’nde olacağının ilmi)!” (13.Ra’d: 39)
“BENİM KATIMDA HÜKÜM DEĞİŞTİRİLMEZ!..” (50.Kaf: 29)
“ALLÂH KİME HİDÂYET EDER İSE, ODUR HAKİKATE EREN!..” (7.A’raf: 178)
“…ALLÂH DİLEDİĞİNİ YAPAR!” (14.İbrahiym: 27)
“ALLÂH KİME HİDÂYET EDERSE, KİMSE ONU SAPTIRAMAZ!..” (39.Zümer: 37)
* * *
Kasânî şöyle diyor:
“Halkın fiilleri, Hakk’ın fiillerine nispetle ruhla ceset gibidir.
Fiilin masdarı ruh ise de zuhur ettiği yer, cesettir. Bunun gibi fiilin yaratıcısı Hak’tır; ama, halk ile zâhir olur.” (Te’vilat)
* * *
Abdullah İbn Mesûd (radıyallâhu anh)’dan rivayete göre demiştir ki:
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) bana (insanın oluşumundan) haber verdi ki; o doğru söyler ve kendisine de doğru bildirilir, buyurdu ki;
− Sizin birinizin ana-baba maddeleri kırk gün ana karnında toplanır, sonra o maddeler o kadar zaman içinde (ikinci kırk) katı bir kan pıhtısı hâlini alır, sonra yine o kadar zaman (üçüncü kırk) içinde mudge-bir çiğnem ete tahavvül eder. (120. gün sonunda) ALLÂH bir melek gönderir ve tekâmül eden mudgeye (şu) dört kelime yazması emrolunur;
‘Onun işi, rızkı, eceli, saîd veya şakî olduğunu yaz’ denilir.
(İbni Mesud demiştir ki; Abdullah hayatı yed’i kudretinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Melek bunları yazdıktan sonra) ona ruh üflenir (cenin canlanır).
İmdi sizden bir kişi (bu fıtratı icabı) iyi iş işler de hatta kendisiyle cennet arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (Meleğin ana karnında yazdığı) yazı gelir; o kişiyi önler. Bu defa o, cehennemliklerin işini işlemeye başlar (da cehenneme girer).
Sizden bir kişi de (fena) iş işler. Hatta kendisiyle cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (Meleğin yazdığı) kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi ehli cennetin işini işler (cennete girer). (Buhari-Tecrid 1324)
* * *
İmran bin Husayn (radıyallâhu anh)’dan rivayete göre, şöyle demiştir:
“Bir kere Rasûlü Ekrem’e bir kimse (İmran’ın kendisi) şöyle sordu:
− Yâ Rasûlullâh, ehli cennet, cehennemliklerden (Allâh’ın kaza ve kaderiyle) bilinir, (ayırt edilir) mi? Rasûlullâh:
− Evet, ayırt edilir!..
− Öyle ise (cennetlik, cehennemlik ezelde belli olduğuna göre) hayır işleyenler, ibadet edenler niçin işlemeli? Rasûlullâh buyurdu ki;
− Herkes niçin yaratıldıysa onu işler, kendisi için (ezelde) ne müyesser kılındıysa onu yapar... buyurdu.” (Buhari-Tecrid 2062)
* * *
Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh)’dan rivayete göre Nebi (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
− Âdemoğluna nezri (adağı) tahmin etmediği bir şeyi getirmez. Lâkin Allâh’ın takdiridir ki; Âdemoğlunu sürükler.
Ben bir şeyin (verilmesini) oranlarım. Bu takdirimle o şeyi (o malı) cimriden çıkarmak isterim. (Buhari-Tecrid 2066)
“Ey iman edenler... Sizi, sizi dirilten şeye (hakikat ilmine) çağırdığında, Allâh ve Rasûlünün davetine uyun! İyi bilin ki (davet edildiğinize uymazsanız) Allâh (beynindeki var olan sistemiyle) kişinin bilinci ile kalbi arasına girip engel olur... Siz O’na haşrolunacaksınız.” (8.Enfâl: 24)
Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın açıklamalarında görüldüğü üzere, evren daha var olduğu andan, sonsuza dek olacak her şey bellidir!..
Kimse ve hiçbir şey kendi yazgısını değiştiremez!..
Herkes kendi kaderini yaşamak zorundadır!.. Nitekim konumuz olan “ALLÂH’ın AHAD oluşu” dahi ister istemez bu olguyu ortaya açık seçik koymaktadır.
“ALLÂH” ismiyle işaret edilenin TEK oluşu ve “O”nun dışında hiçbir şeyin var olmadığının anlaşılmaması, “KADER” konusunda sayısız tartışmalara yol açmış ve bu yüzden pek çok yetersiz görüşler meydana gelmiştir.
Oysa “KADER” konusundaki bu gerçeği, Hazreti MUHAMMED (aleyhisselâm) tebliğ ettiği âyetler ve kendi beyanlarıyla açık seçik, pek çok defa, kesinkes vurgulamıştır.
İnsanın başına gelen her şeyin istisnasız “KADER” hükmünden ileri geldiğini vurgulayan pek çok İslâm âliminden biri de İmam Gazâli’dir.
“İhya-u Ulûmid’din” isimli kitabının 2. kitap, 2. bâbında, “Hakikat ve Şeriat” başlığı altında şöyle der:
“Çünkü biz, ‘bütün fenalıklar, isyan, zina ve hatta küfür Allâhû Teâlâ’nın kazası, iradesi ve dilemesiyledir; ve bütün bunlar haddı zâtında hakdır’ deriz.”
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
20
“HAYAL” NEDİR?
ŞİMDİ de evrenin ve içindekilerin “HAYAL” olarak tanımlanmasının nedenleri ve nasılları üzerinde duralım biraz…
Evren adını verdiğimiz, gerçekte Tek tümel yapı, kendi programı içinde her an yeni olmak üzere sayısız özelliklerini ortaya koymaktadır. İşte, evrenin bu ışınsal ana yapısı; bizim kendimizi madde zannedişimize ve madde dünyamıza nispetle, “HAYAL” olarak nitelendirilmiştir.
Nitekim, madde âleminin, gerçekte, bir “sanış” olduğunu ve gerçek yapının, “ışınsal yapıdan başka bir şey olmadığını” açıklayan Hazreti Muhammed, madde yapının ve yaşantının bir “RÜYA” hükmünde olduğunu vurgulayarak şöyle demiştir:
“İNSANLAR UYKUDADIR; ÖLÜNCE UYANIRLAR!..”
Bu işaretin birinci mânâsı şudur:
Madde bedenle yaşayan ve beş duyu sınırları içinde hapis olan insan, madde ötesi ışınsal yaşam boyutuna geçince, uykudan uyanmış şekline girer ve tüm dünyada yaşadıkları “rüya” hükmünde olur... Buna karşılık içine girdiği ışınsal yaşam boyutu ise onun hakiki dünyası olur... Ki bu da kıyamete kadar sürer. Kıyametten sonra üçüncü defa yeni bir bedenle bâ’s olur ki bu da mahşer yaşamı boyunca kullanacağı bedenidir.
Bu işaretin ikinci anlamı da şudur:
“Ölmeden önce öl” hadîs-î şerîfindeki işaret üzere; fizik ölümle ölmeden yani bedeni ve beyni terk etmeden evvel, kendinizi, beden kabul etmeyi terk etmek ve “düşünsel bir varlık” kabul etmek suretiyle madde ötesi yaşama hazırlanınız!.. Çünkü beden, beyin elden çıktıktan sonra, “RUH”un dünyada iken elde edebileceği şeyleri orada temin etmesi mümkün olmaz!
Bu işaretin bir üçüncü mânâsı dahi şudur:
“Nefsim” dediğin şeyin yani “Ben”liğinin gerçekte var olmadığını idrak suretiyle “öl” ki, varlığını teşkil eden Mutlak “Ben” ile diriliğe kavuşasın!.. Zira, “BEN’lik ancak ALLÂH’a mahsustur!..”
“BEN” diyecek TEK varlık “ALLÂH” adıyla işaret edilendir; ki, O’ndan gayrı ikinci bir “benlik” de asâleten mevcut değildir!.. Şayet böyle bir şey olsa idi, o da bir TANRI olurdu!.. Oysa hemen Kelime-i Tevhid’i hatırlayalım;
“TANRI YOKTUR, SADECE ALLÂH VARDIR.”
İşte “ALLÂH”, kendisinden başka hiçbir şey olmayan “ALLÂH”, “İLMİNDE”, bütün varlık sûretlerini, eğer tâbiri câiz ise, düşündü. Veya anlaşılması daha kolay olsun diye şöyle söyleyelim, “hayal etti”.
Tekrar ediyorum; esasen, “ALLÂH” için “düşündü” veya “hayal etti” gibi tâbirler kullanmak mahzurludur; çünkü gerçeği yansıtmaz; ve “ALLÂH”ın Ulûhiyetine eksiklik getirir. Ancak biz burada, bir hususu anlatabilmek, okuyanları bir hedefe yaklaştırabilmek amacıyla, ifade zorluğundan dolayı bu tâbirleri kullanmak zorunda kalıyoruz.
Evren ve içinde bulunan bütün varlıklar, işin özüne ermiş en yüksek dereceli evliyaullâhın, “bütün âlemlerin aslı hayaldir” diyerek ittifak ettikleri bir biçimde meydana gelmiştir!..
“ALLÂH” ve yaşamın boyutları-varlıkları konularını en büyük vukuf ile “İnsan-ı Kâmil” isimli eserinde anlatan öze ermişlerden Abdülkerîm el Ciylî, “âlemlerin hepsinin aslının hayal” olduğunu oldukça geniş bir şekilde izah eder.
Peki, bu “hayal” nedir?..
“Hayal” kelimesinin anlamı nedir?..
Bu “hayal” nasıl meydana gelmiştir?..
Ve biz, nasıl oluyor da bu “hayal”i gerçekmiş gibi algılıyoruz?..
Bu sorulardan bir kısmının cevabını az önce vermiştik.
Şimdi de cevabını vermediklerimizin izahlarını sunalım:
“HAYY” olan “CAN”ın ta kendisi, dirilik, hayatiyet gibi özellikleri olan bu varlık; “ALİYM” isminin işaret ettiği “İLMİ” ile; yani daha iyi anlatabilmek için misal yollu söyleyeyim, basit mânâda, “şuuruyla”; sahip olduğu sayısız özelliklerin farkında!..
“ALLÂH”, kendisinde mevcut olan sayısız, sınırsız-sonsuz özellikleri biliyor.
“ALİYM”, bu bildiği sayısız, sonsuz-sınırsız özellikleri; “MÜRİYD” olduğu için, yani, “irade” olduğu, dileme ve dilediğini meydana getirme gücü olduğu için; bunun sonucunda da kendisindeki bu mânâları seyretmeyi diliyor.
Ve “KAADİR” isminin işaret ettiği biçimde, “kudretiyle” bu kendisindeki mânâları seyretmeye başlıyor...
“Kudret”, “kendindeki mânâları seyretme gücüdür”!..
İlim mertebesinde, kendindeki bütün mânâlara karşı bilgi sahibi!..
“MÜRİYD” isminin işaret ettiği “iradesini” kullanarak, kendindeki sayısız mânâları “KAADİR” isminin işaret ettiği bir şekilde, “kudretiyle” seyir hâline sokuyor. Ve seyir hâline girdiği anda, “KELİYM” isminin mânâsı olarak, sayısız nesneleri yani kelimeleri, şeyleri, seyretmeye başlıyor!..
“ALLÂH”ın kelimeleri yedi deniz mürekkep olsa, bir o kadarı daha olsa yazmakla bitmez!.. Biter mi?.. Sonsuz olan! Yedi deniz, yedi galaksi, yetmiş yedi evren ne eder “Sonsuz”un yanında!!?
Rakama vurulan her şey, ne kadar rakamla ifade edilirse edilsin, sonsuzun yanında çok bir değer ifade etmez.
İşte bu seyrettiği “kelimelerin” yani mânâların her birinin durumuna, bizâtihi kendisi olarak “VÂKIF” yani “SEMİ”dir. Zaten, kendisi, kendindeki mânâları seyrediyor; onlara vâkıf olmaması mümkün mü?..
Ve “BASIYR”... İdrak edici... Değerlendirici!.. Nasıl olmasın ki!.. Gene kendisi yapıyor!.. Peki, bütün bunlar nerede olup bitiyor?.. Bütün bunlar, “Allâh’ın ilminde” olup bitiyor!.. Eğer tâbiri câiz ise, çok yetersiz, noksan bir ifade ama, başka türlü de izah imkânı olmadığı için, söylüyoruz: “ALLÂH” adıyla işaret edilenin hayalinde yani ilminde olup bitiyor tüm sonsuz olup bitenler!.. Şayet buraya kadar anlattıklarımız anlaşıldıysa, şimdi de ikinci bir önemli hususa gelelim;
İş yukarıda anlattığımız gibi olduğuna göre, “BEN” neyim?.. “Dünya” ne?.. “Âhiret” ne?..
“Cennet ve cehennem” ne?..
Hesap ne; kitap ne; kabir azabı ne?..
Teklif eden kim; mükellef kim; teklif ne?..
Evet biraz da bu soruların cevaplarını araştıralım...
Ama konuya girmeden önce de, çok değerli hakikat ehli zâtlardan olan Muhyiddini Arabî’nin, şu meşhur mısralarına bir göz atalım:
Hazret, varlığın “TEK”liğini müşahede coşkusu içinde şöyle diyor:
“Kul Hak’tır!.. Rab Hak’tır!..
Ah, bileydim kimdir mükellef?..
Kuldur dersen, o ölüdür!..
Rab’dır dersen, Rab nasıl olur mükellef?!!”
Gene aynı konuda, Muhyiddini Arabî’den çok daha önce yaşamış olan çok değerli İslâm âlimi ve ârifi ünlü mutasavvıf İMAM GAZÂLİ dahi bakın neler söylüyor varlığın “TEK”liği hakkında “Mişkâtül Envâr” adlı eserinde:
“... İşte ârifler buradan mecaz çukurundan hakikatin zirvesine yükselir, mi’râclarını tamamlar, açık bir müşahede ile görürler ki, varlıkta ALLÂH’tan BAŞKA BİR ŞEY YOK!
İşte bu kaynak, AHAD olan ALLÂH’tır, O’nun ortağı yoktur!.. Bütün diğer nûrlar O’ndan istiare’dir!.. Hakiki olan yalnız O’nun nûrudur. Hepsi O’nun nûrundandır.
Belki HEPSİ O’DUR!.. Doğrusu, var olan O’dur... Gayrın varlığı, ancak mecaz yoluyladır. “O’ndan başka O yok” sözü seçkinlerin tevhididir... Ve sahibini TEK birliğe götürür, sırf BİR’liğe götürür!..
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Mahlûkatın mi’râcının son noktası FERDANİYET memleketidir. Çünkü, bunun ötesinde daha bir merdiven yoktur. Zira, yüksek, ancak çoklukta düşünülebilir...
Kesret kalkınca BİR’lik gerçekleşir; izafet(görelik) bâtıl olur; işaret kalkar... Artık, yüksek, alçak, inen-çıkan kalmaz; terakki muhal olur, urûc muhal olur. A’lânın ötesinde ulüvv (yükseklik) yoktur.
Vahdet ile beraber kesret yoktur! Kesretin kalkmasıyla urûc da kalkar!.. Bunu bilen bilir, bilmeyen inkâr eder. Bu ilim, ancak ALLÂH’I BİLENLERE verilmiş olan hususi mahiyetteki gizli bir ilimdir. Onlar, bunu açıkladıkları zaman, ALLÂH’a karşı mağrur olanlardan başkası inkâra kalkmaz.” (1)
**(1) “MİŞKÂTÜL ENVÂR” isimli eser İMAM GAZÂLİ’nin yazmış olduğu konunun hakikatini anlatan çok kıymetli bir eserdir... Bu eseri avama değil derin tefekkür sahibi seçkinlere yazdığını ve bu hakikatleri ancak ender kişilerin idrak edebileceğini belirten İMAM GAZÂLİ’nin “MİŞKÂTÜL ENVÂR”ı dilimize Sayın Süleyman ATEŞ tarafından kazandırılmış olup, BEDİR Yayınları arasında Mehmed Şevket Eygi tarafından basılmıştır.
Şu ana kadar anlattığımız gerçek istikametinde düşünürsek, var olan sadece “ALLÂH”tır!.. Öyle ise, O’nun dışında ikinci bir varlık da yoktur!..
Peki bu durumda, teklif nedir, mükellef kimdir?..
Bu anlatılan öyle bir hakikat ki; bu hakikat Güneş’inin ısısı, buzdan meydana gelmiş varlıklar âleminde tek bir su damlası dahi bırakmıyor!..
Bu TEK’lik gerçeğine karşılık, Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın, insanın geleceğine dönük olarak bildirdiği tüm hususları da asla gözardı edemeyiz... Zira, TEK’lik ne kadar kesin bir gerçekse; insanın gelecekte karşılaşacağı sonuçlar da o kadar kesin olarak, kendinden çıkan davranışların getirdiği sonuçlar olacaktır.
Evet... “ALLÂH” ismiyle işaret edilen indînde biz, “İLMİNDE” var olmuş “ilmî sûretleriz”!..
Bize GÖRE biz, kesin, açık, sade, basit bir evrenin içinde yaşayan varlıklarız...
Ama gene de gerçekte biz, O’nun ilminde, bir “İlim” den ibaretiz!..
Ancak içinde yaşadığımız âlem, bize göre kesin, mutlak, açık, çok yönlü bir yaşantıdır.
İşte bu yüzden şu çok hassas değerleri gözden kaçırmayalım.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
21
YAŞAM SİSTEMİ
İçinde yaşamakta olduğumuz bu sistemin gereği şudur;
Bizi yukarıdan yöneten bir TANRI yoktur!.. Bir İLÂH yoktur!..
Herhangi bir yıldız veya gezegen veya galaksi veya takımyıldız yani “BURÇ”, asla TANRI değildir ve olması da mümkün değildir!.. Böyle bir şeyi düşünmek korkunç yanılgıdır!
Biz, içinde yaşadığımız boyutta, bizden ortaya çıkan ALLÂH’ın isimlerinin mânâları gereğini yerine getirmek suretiyle gerçek “kulluğumuzu” ifa etmek için varız!..
Yaşadığımız boyutun gereği ve sistemi ise şudur:
Güneş sistemi içinde yer alan Dünya; Dünya üzerinde yaşamakta olan insanlar...
Bu insanlar, “ALLÂH”ın kendi vasıflarıyla, dilediği gibi bezediği ve yarattığı varlıklardır!..
“ALLÂH” dilediği özelliklerini, insan beyinlerinde açığa çıkacak biçimde, insanın yapısında düzenlemiştir.
Kendini et-kemik sanarak ve bu yolda şartlanarak yaşayan insan, tüm yaşantısını bu şekilde sürdürdüğü takdirde, bu yaşam tarzının sonucu olarak sayısız azap ve ıstıraplara düşecektir.
Kendisindeki üst düzey özellikleri haber verene inanıp, kendisindeki üstün özellikleri ortaya çıkartmak için çalışmalar yapan ve bunları ortaya çıkartan insan da, ilâhî vasıflara ve özelliklere kavuşmuş bir fert olarak, sınırsız güzellikleri yaşama ortamına ulaşacaktır.
Ya kendini çürüyüp gidecek et-kemik ZAN etmenin ve buna dönük yaşamanın sonucunda seni bekleyen süresiz azap ortamı; ya da, özündeki ilâhî özellikleri vasıfları ortaya çıkartarak bunun güzel sonuçlarını yaşayacağın ebedî huzur ve zevk ortamı...
Bu sebeple Hazreti MUHAMMED (aleyhisselâm), sanki, karşımızda şunları söylüyor:
“Sen, ‘ALLÂH’IN YERYÜZÜNDE HALİFESİ’ olarak yaratıldın... ‘ALLÂH’ın bütün isimlerinin mânâları ile bezendin... Şimdi sen kendini bu madde dünyasında bulman hasebiyle, sonunda çürüyüp yok olacak bir beden olarak düşünme; ve böyle düşünmek suretiyle ‘nefsine zulmetme’!.. Kendindeki güçleri ‘israf’ etme!.. Dünya’nın ve dünyevî değerlerin şartlanması içinde, Dünya’da bırakıp gideceğin şeyler için, kendindeki o sınırsız üstünlükleri mahvetme!..”
Bak âyetlerde nasıl uyarılıyorsun:
“İyi bilin ki dünya hayatı sadece bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür; aranızda bir büyüklenme ve mallarda ve evlatta çoğalma yarışıdır!..” (57.Hadiyd: 20)
“Dostların birbirini arayacak hâli kalmaz! Birbirlerine gösterilirken insanlar... Suçlular, o sürecin azabından kendini kurtarmak için oğullarını fidye olarak (ateşe) vermeyi düşünür... Karısını, kardeşini; aralarında yaşadığı tüm yakınlarını; yeryüzünde yaşamış olanların tümünü (fidye verse) de kendini kurtarsa! Hayır, asla! Muhakkak ki o Leza’dır (dumansız alev).” (70.Me’aric: 10-15)
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!..” Dolayısıyla, dünya hayatı, geçtiğiniz âlemde, sizin için bir rüya gibi olacaktır... Öyle ise ölmeden önce öl; ki, uykudan Dünya’da iken uyan!.. Gerçekleri gör ve o gerçeklere göre yaşamını düzenle!..
Dünya’da bırakıp gideceğin, öbür âlemde senin için hiçbir değer ifade etmeyecek şeylere enerjini boş yere harcayıp, sonradan telâfi edemeyeceğin israfın yüzünden pişmanlıklara düşme!.. Kendini bu beden kabul edip, sadece bedene dönük bir biçimde yaşamak hüsrandan başka bir şey getirmeyecektir... Oraya gidip gerçekleri gördükten sonra, “keşke dünyaya geri dönüp, yapmadıklarımızı yapma imkânımız olsa!” dersiniz, ama bu asla mümkün olmaz!..
 
Üst Alt