Hz.Muhammed(sav) 'ın açıkladığı ALLAH

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Nitekim bak Kur’ân-ı Kerîm bunu nasıl anlatıyor:
“(İşte) o süreçte, cehennem de getirilir (Dünya’yı kuşatır)! (İşte) o süreçte, insan hatırlayıp düşünür... (Fakat) Zikra’nın (hatırlamanın) ona nasıl faydası olur (beden - beyin yok artık ruhu geliştirecek)? “Keşke hayatım (şu yaşamım) için önceden yararlı şeyler yapsaydım!” der.” (89.Fecr: 23-24)
“Doğrusu biz sizi yakın bir azap (ölüm) ile uyardık! O gün kişi, ellerinin (kendine) ne takdim ettiğine bakar; hakikat bilgisini inkâr eden de şöyle der ‘Keşke toprak olsaydım!’” (78.Nebe’: 40)
“ALLÂH”ın vasıfları ile vasıflanmış, O’ndaki mânâlarla bezenmiş olarak; var sandığın izafî-göresel “benliğini”, yani var kabul ettiğin “vehmi benliğini” terk et, şuurundan kaldır ki; gerçek “BEN”liğine eresin!..
Şayet, var kabul ettiğin, var ZANnettiğin, şartlanmalar dolayısıyla “var” diye düşündüğün benliğini, belli bir ilim ile kaldırabilirsen, “Benlik” perdesinden kendini kurtarabilirsen, bunun ardındaki gerçek “BEN”liğe erebilirsin!..
Bu meâldeki uyarıları yapan Hazreti Muhammed (sallâllâhu aleyhi vesellem) paralelinde, evliyaullâh da şöyle demiştir:
“Kaldır ‘ben’liğini aradan, ortaya çıksın Yaradan!..”
Aslında bu ifade;
“Nefsine ârif olan Rabbine ârif olur” hadisinin açıklamasından başka bir şey değildir.
Şimdi içinde bulunduğumuz sistemi ve insanın bu sistem ile bağlantısını hatırlayalım... Bu madde dünyasında görüp bildiğimiz her şey, Dünya’nın yerçekimine, manyetik çekim alanına bağımlıdır. İnsan da bu madde dünyasında var olmuş bir birim olarak Dünya’nın manyetik çekim alanına bağımlıdır.
“…Her diri şeyi sudan (H20’dan) oluşturduk” (21.Enbiya’: 30)
dendiğine; ve Dünya üzerinde bulunan her canlı sudan var olduğuna göre, insan da sudan meydana gelmiş bir varlıktır!..
İnsan, bu Dünya’da var olduğuna ve Dünya’nın çekim alanına tâbi olduğuna göre; insan beyninin ürettiği “holografik dalga beden” yani bilinen ismiyle “RUH” da bu Dünya’nın manyetik çekim alanına bağımlıdır!..
Öte yandan yine insan beyninde öyle bir özellik mevcuttur ki, şayet bu özellik faaliyete geçerse, o kişi neticede Dünya’nın ve Güneş’in çekim alanından uzaklaşarak, uzaydaki sayısız yıldızların boyutsal derinliklerinde oranın şartlarına uygun bir bedenle “cennet” yaşamına ulaşabilir.
Kişinin, şayet beynindeki antiçekim dalgası üreten devre açılmış ise, “NÛR”lu bir dalga bedene, yani “Işınsal bedene” sahip olacak; ve böylece de “nûru” yani “enerjisi” nispetinde hızlı bir şekilde kurtuluşa erecektir.
Eğer bu kişinin beyni, antiçekim dalgalarını üretip ruhuna yükleyemez ise, “nûr”u yetersiz olduğu için, önce Dünya’nın daha sonra da cehennemin güçlü çekim alanından kendini kurtaramayacak ve ebedî olarak Güneş’in içinde kalacaktır!..
Zaten daha sonraki safhada Güneş, Mars dâhil yörüngesindeki beş gezegeni yutacak ve bundan sonra da büzülerek bir nötron yıldızı hâline gelecektir.
Bu sebeple de içinde kalan nesnenin dışarıya kaçması imkânsız olacaktır. Bu olayı çok daha tafsilâtlı olarak “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda okuyabilirsiniz.
“Cehennem” vasfıyla tarif edilen Güneş’te yaşayan canlı varlıklara, yani dindeki tâbiriyle “zebânî”lere gelince... Ellerine düşenleri perişan edici, aşağılayıcı, azaplandırıcı, dolayısıyla “zebûn edici” vasfıyla isimlenen “zebânîlere” gelince...
Nasıl, Dünya üzerinde insanlar veya Dünya’da ve uzayda yaşayan cinler var ise; onlar gibi her gezegende ve yıldızda da yaşayan varlıklar vardır!.. Dolayısıyla Güneş’in de kendine has ışın yapılı sâkinleri mevcuttur. İşte bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de “zebânî” diye tarif edilmişlerdir... Bu isimle adlandırılmışlardır!..
Bizler nasıl Dünya üzerinde yaşayan varlıklar olarak, elimize düşen güçsüz varlıklara istediğimizi yapıyorsak; aynı şekilde Güneş’in içine gidecek insanlara da, Güneş’in canlıları olan “zebânî”ler, oranın şartları içinde dilediklerini yapacaklardır... Ki bu davranışlar insanlara eziyet olacaktır.
“RUH”, yani “holografik ışınsal beden” Güneş’in içine gittiği zaman, oradaki yüksek radyasyonun etkisiyle deforme olur, eğrilir, büzülür, yanar(!), fakat yok olmaz!.. Bunun misali, rüyada, bedeninin ezilip-büzülmesi, kırılması, yaralanması, parçalanması ertesinde yeniden yaşamına aynen devam etmesidir.
İşte “cehennem” denen Güneş’in (1) içindeki yaşantıda da, dalga beden tahrip olur, ezilir, uzar, genişler, yassılaşır, yıpranır, yanar ve akabinde eski hâline döner... Ve bu durum tekrar tekrar sürer gider.
**(1) Bu konudaki hadisler ve bilgiler “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda tetkik edilebilir.
“Azabı daha fazla hissetmeleri için derileri (dışsal bağlılıkları dolayısıyla) yandıkça yerine yeni deriler (dışsallıklar) oluşturacağız.” (4.Nisâ’: 56) meâlindeki âyeti kerîme işte bu anlattığımız olayı teyid eder.
Esasen burada çok iyi anlaşılması gereken bir husus vardır...
GÜNEŞİN “CEHENNEM” OLUŞU, ATOMALTI BOYUTU İTİBARIYLADIR!
Nasıl bizim bir biyolojik, maddi, atomüstü boyuta ait bir bedenimiz varsa ve buna karşılık bu bedenin dalga, atomaltı boyuta ait “İKİZİ” mevcutsa; aynı şekilde Güneş’in de bir atomaltı boyuta ait ışınsal ikizi mevcuttur ki, işte esas “CEHENNEM” oluşu o boyutu itibarıyladır.
Ve bu sebepledir ki biz şu anda bu bedenin duyularıyla cehennemi göremeyiz!.. Tıpkı atomaltı boyuta ait ışınsal türler olan insan ruhlarını, cinleri ve melekleri göremeyişimiz gibi!
Buna karşın, madde beden yaşamından “ruh beden=dalga beden” yaşamına geçmiş kişiler ise hem ortamlarına geçmiş oldukları ruhları görürler, hem o ortamda yer alan cinleri görürler, hem de o boyutun meleklerini görürler.
Ve dahi cehennemi, içindeki canlıları tıpkı yanıbaşlarını seyrediyormuşcasına seyrederler. Çünkü ruh görüşünde mesafe kavramı yoktur!
İşte dinde bahsedilen, ölümü tatmış kişilerin kabir âlemlerinde cehennemi seyretmeleri olayı bu şekilde gerçekleşir... Bu konunun tafsilini “İNSAN ve SIRLARI” kitabımızda bulabileceksiniz inşallâh...
Keza, “Samanyolu” dediğimiz yıldızlardaki cennetler dahi, bu görünen madde yanları itibarıyla değil; algıladığımız madde yapılarının atomaltı boyutunu teşkil eden dalga ikizleri itibarıyladır!
Ne var ki, bugün bizim madde beden algılayıcılarımıza göre içinde bulunduğumuz ortam nasıl madde kabulümüzü oluşturuyorsa; aynı tarzda, o boyutta da içinde bulunduğumuz ortam -şu an bize GÖRE dalga boyut olmasına rağmen- bize madde ortam olarak gelecektir.
Buna karşılık “cennet”ler denilen sayısız gezegenlere giden holografik dalga bedenler (ruhlar) ise kendi türünden olan oradaki sayısız varlıklarla görüşüp konuşmak, ilişki kurmak; orada kendisindeki üstün güçler dolayısıyla dilediği gibi tasarruf edebilmek imkânına kavuşacaklardır!..
Âdeta tâbiri câizse, o gittiği gezegenlerin tanrısı (!) gibi olacaktır!
Zira, kendisi, ALLÂH’ın yeryüzündeki Halifesi olarak meydana getirilmiş ve sayısız İlâhî güçlerle donatılmış ve bezenmiştir.
Hâlbuki o gezegenin kendine has varlıkları, insanda bulunan bu toplu güçlerden yoksundur.
Dolayısıyla, “cennet”e gidenler, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin söylemediği nimetlere kavuşacaktır... Bizim bu konudaki bütün tahayyülümüz yetersiz kalır.
O cennetlere giden kişiler yaş mefhumundan berîdirler. Orada, dede-nine, anne-baba, kardeş-evlât-torun gibi mefhumlar yoktur... Herkes aynı yaştadır.
O gidilen ortamda benzeri güçte veya ilim seviyesinde olanlar bir arada olacaklar; o ilim veya enerjiye daha az ölçülerle ulaşmış olanlar da kendi ortamlarında yaşayacaklardır.
Belki bu Dünya’da çok sevdiğin, yakınında olan bir kimse öbür dünyada çok uzak düşecektir.
Bir gün evvel neleri yaşarsan yaşa... Bir gece evvel uyku sırasında gördüğün rüyada neleri yaşarsan yaşa; sabah uyandığın zaman, hele üstünden birkaç saat geçtikten sonra, o gördüklerin senin için ne ifade ediyor?..
Dün dünde kalıyor, gece gecede kalıyor! Şayet hapiste işkence görüyorsan, gece en güzel rüyayı görsen de, uyandığın ortamda bu ne ifade eder?..
İşte bu madde dünyasına gözlerini kapattığın anda, yeni ortamında gözlerini açacaksın ve bu dünya yaşantısı senin için az evvel yaşadığın bir rüya gibi olacak... Uykudan kalkmışçasına, Dünya’da yaşadıkların bir değer ifade etmeyecek ve içinde bulunduğun ortamın şartları ile başbaşa kalacaksın!
Öyle ise bütün mesele senin, sadece bu Dünya’da bırakıp gideceğin şeyler için değil; yetecek ölçüde, ölüm ötesi yaşantıda sana lazım olacak şeyler için çalışma yapmandır... Bu dünya tarlasında, ruhuna ne ekersen, ölüm ötesindeki yaşantıda da onun mahsulünü toplayacaksın!
Eğer bu Dünya’da yaşarken, sana verilmiş bu İlâhî güçleri, beynine bahşedilmiş bu İlâhî özellikleri keşfedip kullanamazsan, ölümü tattıktan sonra bir daha bunları ortaya çıkarabilmen kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de tekrar edilen birçok âyet bu hususa işaret eder:
“Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: “Rabbim beni (dünya yaşamına) geri döndür. Tâ ki (önemsemeyip) uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile çıkarmadıklarımda) sonsuz geleceğime yararlı çalışmalar yapayım!”...
“Hayır (geri dönüş asla mümkün değil)! Öyle bir şey söyler ki geçerliliği yoktur (sistemde yeri yoktur)! Arkalarında yeniden bâ’s olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal farklılık) vardır (geri dönemezler; reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı} mümkün değildir)!” (23.Mu’minûn: 99-100)
“Yanma aşamasına geldikleri zaman: “Keşke geri döndürülsek, Rabbimizin delillerini yalanlamasak ve iman edenlerden olsak (Rabbanî özelliklerimizi, Esmâ’dan kaynaklanan kuvvelerimizi değerlendirsek)” dediklerini bir görsen!
Hayır, önceden gizliyor oldukları (kendilerine verilmiş hakikat bilgisi şimdi) kendilerine zâhir oldu! Eğer geri döndürülseler elbette (gene) yasaklandıklarına geri dönerlerdi! Şüphesiz ki onlar yalancılardır!
Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başkası yoktur! Yaşamımız devam etmeyecektir!”
Rablerini müşahede sürecinde (hakikatlerindeki Esmâ kuvvelerini fark ettiklerinde) bir görsen! “İşte, Hak bu değil miymiş!” dedi... “Evet, Rabbimizmiş!”dediler... “Öyle ise, hakikat bilgisini inkâr eden olmanızdan dolayı şimdi tadın azabı!” buyurur.” (6.En’am: 27-30)
Evet, söz “ÖLÜM”e gelmişken, halk arasında tamamıyla yanlış bilinen bu mevzuyu da elimizden geldiğince açıklayalım...
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
22
“ÖLÜM” NEDİR? ÖLÜMÜN İÇYÜZÜ
Ne yazık ki günümüzde “ÖLÜM” olayı gerçeğine uygun bir biçimde bilinmemekte, genelde ÖLÜM’ün bir “son” olduğu zannedilmektedir!
Oysa, ÖLÜM, bir “son” olmayıp; madde âlemden, madde ötesi âleme geçişten başka bir şey değildir! Yani bir dönüşümdür!..
İnsan, ÖLÜM denen olayla, madde bedeni terk ederek, “RUH” denilen “holografik ışınsal” yapılı bedeniyle ya mezarda ya da mezar dışında yaşamına devam eder!
Yani ÖLÜM, madde bedenle yaşamın sona erip, RUH bedenle devam etmesidir.
İslâm Dini’nin esaslarını bildiren KUR’ÂN-I KERÎM, ölüm olayına şöyle açıklama getirir:
“HER BİLİNÇ, ÖLÜMÜ (biyolojik bedensiz yaşamayı) TADACAKTIR!” (3.Âl-u İmran: 185)
ÖLÜM denen olay, biyolojik madde bedenin terk edilerek, RUH bedenle mikrodalga âlem yaşamına geçilmesidir.
Beynin durmasıyla birlikte, vücuda yayılan biyoelektrik enerji kesildiği için; beden, ruhu kendisine bağlı tutan elektromanyetik gücünü yitirir ve böylece, RUH bedenden bağımsız yaşam biçimine geçer. İşte bu olay “ÖLÜM” kelimesiyle anlatılır.
Yaşam boyunca kişinin beyninden geçen tüm faaliyetler, ses ve görüntü dalgalarıyla yüklenmiş televizyon dalgaları gibi, RUH’a, yani bir tür holografik ışınsal bedene yüklenmiş olduğu için, kendisinde hiçbir değişiklik hissetmeden, ruh boyutunda yaşama geçiliverir... Ve kişi, RUH olarak, aynen bedende olduğu gibi yaşamına devam eder!
Ancak bir farkla…
O bedende, tamamıyla canlı ve şuurlu olmasına karşın, madde bedenini kullanamaz! Sanki bitkisel hayata girmiş, canlı, şuurlu bir kişi gibi!.. Dışarıda olup-biten her şeyi görür, duyar, algılar fakat kendisinden dışarıdakilere hiçbir mesaj ulaştıramaz!
Nitekim büyük İslâm âlimi Erzurumlu İbrahim Hakkı, “MARİFETNAME” isimli eserinde, Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in ağzından ölüm olayını şöyle nakleder:
“Meyyit (ölümü tadmış kişi), bedenini kimin yıkadığını, kimin kefenlediğini, namazını kimlerin kıldığını, ardından kimlerin geldiğini, lahde kimlerin indirdiğini ve kimlerin telkin verdiğini bilir.”
“Meyyitin yanında haykırıp, saçınızı başınızı yolmayın, ona eziyet edersiniz” uyarısı da, gene meyyitin sizi görüp hâlinizden üzüntü duymasından ileri gelir.
“Ölüm” denen madde bedeni kullanamama hâlini tatmış kişinin mezarda “ruh olarak” diri, aklı-şuuru yerinde ve dışardan gelen hitapları algılar bir hâlde olduğunu bize en iyi idrak ettirecek olan BUHARİ isimli hadis kitabında mevcut olan şu hadisi Rasûlullâh’a dikkat edelim:
Talha radıyallâhu anh şöyle anlatmıştır:
“Bedir savaşı günü Nebi (sallâllâhu aleyhi vesellem) Kureyş eşrafından yirmidört kişinin cesetlerinin bir araya kaldırılmasını emretti de bunlar Bedr kuyularından pis bir kuyuya atıldılar. Bu suretle pis kuyu yeni pislikleri toplamış oldu.
Rasûlullâh düşman bir kavme galip gelince onun açık sahasında üç gün konaklamak âdeti idi.
Bedr savaşının üçüncü günü olunca da Rasûlullâh devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı.
Sonra Rasûlullâh yürüdü. Ashab da peşinden yürüdüler... Bu arada birbirlerine, herhâlde Rasûlullâh bir hâcet için gidiyor, diye konuştular.
Nihayet, Rasûlullâh Efendimiz maktûllerin atıldığı kuyunun bir tarafında durdu ve onlara kendi ve babalarının adlarıyla seslendi:
− Yâ filan ibn-i filan, Yâ Ebâ Cehil İbn-i Hişam, Yâ Utbe İbn-i Rebîâ... Siz ALLÂH’a ve Rasûlüne inanıp itaat etseydiniz şimdi sevinir miydiniz?.. Ey maktûller!.. Biz, Rabb’imizin vadetmiş olduğu zaferi gerçekten bulduk. Siz de Rabbinizin vadettiği zaferi gerçek üzere buldunuz mu?..
Bu hitap üzere Ömer (r.a.) sordu:
− Yâ Rasûlullâh... Hayatı olmayan cesetlere ne diye konuşursun?
Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle cevap verdi:
− Muhammed’in nefsi elinde olana yemin ederim ki, söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitmezsiniz!”
Görüldüğü gibi, Buhari’den nakledilen bu olayda, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) büyük bir yanlış anlamayı tashih etmekte...
“İnsanlar, mezara ölmüş olarak konur ve sonra da onlar kıyamette dirilirler” şeklindeki gerçek dışı inanışı, bundan daha iyi düzeltecek bir hadis olamaz.
İnsanlar, aynen şu andaki kadar aklı-şuuru yerinde olarak mezarlara konurlar ve dışarıdan kendilerine yapılan hitapları dışarıdaymışçasına rahatça işitirler.
Üçüncü halife Osman bin Affan (r.a.) bir mezar başında durduğu zaman, sakalını ıslatıncaya kadar ağlardı. Bu sebeple kendisine;
− Sen cenneti ve cehennemi anıyorsun, ağlamıyorsun da; bundan, yani kabir korkusundan dolayı ağlıyorsun, denildi. Osman cevap verdi:
− Rasûlullâh’dan duydum ki;
“Muhakkak mezar, âhiret konaklarının ilkidir!.. Eğer kişi ondan kurtulursa, ondan sonrakilerden de kolay kurtulur. Şayet kişi ondan kurtulamazsa, ondan sonrakiler ondan şiddetli olur!”
Sonra Osman (r.a.) şöyle devam etti:
“Rasûlullâh şöyle buyurdu:
− Mezar kadar KORKUNÇ hiçbir feci manzara görmedim!”
İslâm’ın en önde gelen şehîdlerinden olup, Hz. Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) tarafından cesedi toprağa verilen Sa’d bin Muâz’ın kabri başında ise Allâh Rasûlü şöyle buyuruyordu:
− Şu seçkin kul ki, arş O’nun için titremiş, gök kapıları açılmış ve binlerce melek yeryüzüne inmiştir. O bile mezarında öylesine sıkıldı ki, az kaldı kemikleri çatırdayacaktı!.. Eğer kabir azabından ve ölüm sonrası sıkıntılarından kurtuluş olsaydı, bu önce Sa’d’e nasip olurdu!.. O, ulaştığı mertebe itibarıyla bu sıkıntılardan hemen çıkartıldı; hepsi o kadar!
Şimdi düşünelim... Kişi, mezarda “diri” yani “şuuru yerinde” olarak mevcut olmasa, böyle bir azap söz konusu olur mu hiç?..
Soruluyor Allâh Rasûlü’ne;
“Yâ Rasûlullâh, müminlerin hangisi daha akıllı, şuurludur?”
− Ölümle başına geleceği en çok hatırlayan ve ölüm ötesi hayatı için en güzel şekilde hazırlananı... İşte onlar en akıllışuurlu olandır.
Gene bir başka ifadesinde şöyle buyuruyor:
− En şuurlu, ileri görüşlü insan odur ki, nefsini ilâhî hükümlere tâbi kılar, ölümden sonra yararını göreceği fiilleri yapar... Âciz de nefsinin arzularına tâbi olur, sonra da bir şeyler umar, ALLÂH’tan!..
Gene Rasûlullâh (s.a.v.)’ın ashabından İbni Mes’ud, kabirde görülen azap hakkında:
“Mutlaka günahkâr olanlar, kabirlerinde azap olunurlar. Hatta hayvanlar onların seslerini işitir... dediğini Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem)’den işittim.”
Ebu Said el Hudrî anlatıyor: “Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu:
− İnkârcıya mezarında kendisini kıyamet gününe kadar sokup ısıran doksandokuz ejderha musallat edilir. Eğer bunlardan bir tanesi yeryüzüne üflemiş olsa, hiçbir yeşil ot yeşermez!..”
İbn-i Ömer radıyallâhu anh anlatıyor; “Rasûlullâh buyurdu:
− Sizden birisi ölünce, cennetlik olsun, cehennemlik olsun akşam sabah kendisine makâmı gösterilir. Burası yerindir. Kıyametteki “bâ’s”ına kadar buradasın.”
Burada bir de şu hususa dikkat çekelim. Âmentü’de okunan şu cümleye bir bakın...
“Vel bâ’sü ba’del MEVT”...
Dikkat ediniz!..
“Vel bâ’sü ba’del KIYAMET” denmiyor!..
Yani, “bâ’s” kelimesiyle anlatılan olay, KIYAMET’ten sonraki değil, ÖLÜMÜ TATTIKTAN sonrakidir!..
Dünya’da, bildiğimiz madde bedenle ve bu arada bu madde beynin ürettiği ruh bedenle yaşarız.
Nitekim büyük İslâm âlimi ve mutasavvıfı İMAM GAZÂLİ, “Esmâ ül Hüsnâ Şerhi” isimli eserinde “El BÂİS” ismini açıklarken bakın ne diyor:
“İnsanlardan birçokları bu hususta yanlış vehimlere kapılırlar... Bunu da çeşitli şekillerde izaha çalışırlar, derler ki; ölüm yokluktur, bâ’s yok olduktan sonra yeniden dirilmektir, aynen birinci dirilme ve canlandırma gibi...
Bir kere onların ölümün yokluk olduğunu zan etmeleri yanlıştır! İkinci diriltmenin de birinci gibi olduğunu sanmaları dahi yanlıştır.
Ölümün yokluk olduğunu sanmak bâtıldır! Çünkü, kabir, ya ateş çukurlarından bir çukurdur, ya da cennet bahçelerinden bir bahçe...
İşin içyüzüne vâkıf olan Erbâb-ı Basîret, insan varlığının ebediyet için halk olduğunu bilir ve anlar... Ona yokluk atfedilmez.
Evet, bazen cesetle ilgisi kesilir de kendisi hakkında öldü derler... Bazen cesede iade edilir de hakkında diriltildi der-ler.
Dirilmenin, ilk yaradılış gibi ikinci bir yaratılış olduğunu sananlar da bu zanlarında yanılmışlardır! Çünkü diriltmek ilk canlandırılışlarına uymayan yepyeni bir yaratma fiilinden ibarettir.
Aslında insanoğlunun birçok dirilmesi vardır; onun dirilmesi iki defadan ibaret değildir.”
Ölümü tadınca, madde beden çözülür; ve RUH bedenle bâ’s olmuş olarak kabirde kıyamete kadar yaşamımız devam eder.
Sonra “Kıyamet” denen, Dünya’nın Güneş ısısında bozunumu devresinde, bugünkü karakteristiği istikametinde yeniden bâ’s olur!..
Ve nihayet, son defa bu bedenler de gittiği ortama göre yeniden bir bâ’s ile oluşurlar. Kabirde, şu andaki mevcut aklımızla, algılama-değerlendirme mekanizmamızla mı olacağız?..
Bu konuda Abdullah bin Ömer (r.a.) anlatıyor... Hz.Ömer, Münkir ve Nekir adlı iki meleğin kabirde gelip sual sorması hususunu Hz.Rasûlullâh ile konuşurken sordu:
− (Kabirde) aklımız başımızda olacak mı Yâ Rasûlullâh?..
− Evet!.. Aynen bugünkü gibi!
Evet, ölümü tatmış, aklı-şuuru yerinde, fakat bedeni kullanım dışı kalmış diri kişi mezara konulunca ne olur?
Bunu da Enes radıyallâhu anh’ın ağzından dinleyelim... “Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
− Kul kabre konulduğunda, kabirden uzaklaşanların ayak seslerini işitir... Onlar uzaklaşırken iki melek gelir ve onu oturtup şöyle sorarlar:
“Muhammed denen adam hakkında ne dersin?..” Kişi eğer müminse...
“Şehâdet ederim Muhammed ALLÂH’ın kulu ve Rasûlü’dür.” Bunun üzerine,
“Şu cehennemdeki yerine bak! ALLÂH onu cennettekine tebdil etti...”
O, artık hem cehennemdeki yerini, hem de cennette gideceği yeri görür.
İnkârcı veya gösterişte müslüman ise şöyle der:
“Bu konuda kesin bir düşüncem yok. İnsanların konuştuklarından başka!..” Ve ona şöyle denilir:
“Onu tanıyamadın ve bilemedin!”
Sonra ona öyle bir tokmakla vurulur ki, feryadını insanlar ve cinler dışındaki her şey işitir!..”
Nihayet şu hadisle konuya son verelim;
“Ölümü tadmış kişi, yakınlarının ağlaması sebebiyle azap görür.”
Bu konuda daha pek çok Rasûlullâh uyarısı vardır, ilgili hadis kitaplarında okunabilir.
Netice şudur ki:
KİŞİ ÖLMEZ, “ÖLÜM”Ü TADAR!..
Ölümü tatmak denilen olay, kişinin madde bedenin kumandasını yitirip, “ruh” adı verilen bir tür holografik ışınsal bedenle yaşamına kaldığı yerden devam etmesidir.
Bu hâl dolayısıyla, kabre konan her kişinin şuuru yerindedir!
Kıyamete kadar da şuurlu olarak yaşamına devam eder.
Kıyamette de o günün şartlarına göre, yeni bedene kavuşur.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
ÖLÜM tadıldıktan sonra neler olup bitiyor?.. Şimdi de kısaca bunu anlatalım; ÖLÜM tadıldığı anda kişi bir süre çevresindeki Dünya’yı algılamaya devam eder... Çevresinde olup bitenleri, yapılan konuşmaları, üzüntü ve feryatları aynen biyolojik bedenle yaşıyormuşçasına algılar.
Bu devrede âdeta bitkisel hayattaki bir insan gibidir.
Dışarıda tüm olup bitenleri algılıyor, fakat dışarıya hiçbir mesaj veremiyor durumdadır.
İşte bu anda sıra cenazenin yıkanmasına gelir...
Cenaze niçin yıkanıyor?..
Cenazenin yıkanmasının bilebildigimiz kadarıyla hikmeti, henüz hücresel canlılığı devam eden biyolojik bedenin sudan ozmos yoluyla biyoelektriksel takviye almasıdır... Böylece kişi, kısa bir süre daha beden aracılığıyla yaşamış olduğu Dünya ile iletişimini tek yanlı da olsa sürdürebilecektir.
ÖLÜMÜN TADILDIĞI andan itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam boyutuna BERZAH âlemi denilir.
Ölümle başlayan ve mahşer evresine kadar sürecek olan hayat üçe ayrılır;
A- KABİR yaşamı
B- KABİR âlemi yaşamı
C- BERZAH âlemi yaşamı
A- KABİR YAŞAMI
Bu devre kişinin ölümü tadıp, ruh yani holografik ışınsal bedenle bâ’s olmasından sonra başlayıp, kabir içinde maddeyi algılar biçimde yaşamı devam ettikçe sürer.
Gerek kabire konmadan ve gerekse kabire konduktan sonra çevresinde olup biten her şeyi bu süre içinde algılamaya devam eder.
Bu hâlin misali şu dünya yaşamımızdaki henüz uyumadan evvel yataktaki hâlimize benzer.
Yatağa yatan kişi nasıl henüz uyanıktır ve çevresinde olup bitenleri fark etmektedir; yatağın sert veya yumuşaklığını hissetmektedir; işte aynı şekilde mezara konan kişi de ilk aşamada çevresinde ve mezar içinde olup biten her şeyi seyretmektedir.
Yatağa girmiş uyumaya hazırlanan kişi nasıl yarı uyur vaziyette hem dışarıda olup bitenleri fark eder hem de rüya türünden şeyleri görmeye başlarsa, kabirdeki kişi de aynı şekilde hem madde mezarın dışında ve içinde olanları algılamaktadır; hem de yavaş yavaş KENDİ KABİR ÂLEMİNE girmeye hazırlanmaktadır...
İşte bu süreç içinde, İslâm Dini’nde bahsedilen iki sorgu meleği gelir ve “RABBİN kim, NEBİN kim, KİTABIN ne?” diye sorarlar...
DİKKAT!..
KABİRDE asla, kişiye, “sen hangi mezheptensin?” ya da “hangi tarikattansın?” diye sorulmaz!.. Burada, asla, kişinin mezhep veya tarikat imamından söz edilmez!
BUNLARIN ölümü tadana kabirde SORULACAĞINDAN SÖZ EDENLER, DİNİ BİLMEYENLERDİR!
Ne KURÂN’da ne de ALLÂH RASÛLÜ’NÜN HADİSLERİNDE, “mezhep ya da tarikatın ne?” diye sual SORULACAĞINA DAİR hüküm vardır!
MEZHEP ve TARİKATLAR, Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın berzaha intikâlinden sonra oluşturulmuş dünyasal kurumlardır; ki, berzah âleminde bunların yeri yoktur!
Evet, bu sorgulamanın ertesinde kişi ya KABİR ÂLEMİNE intikâl eder, ya da BERZAH ÂLEMİNE.
“KABİR ÂLEMİ” ile “BERZAH ÂLEMİ” arasındaki fark nedir? ...
B- KABİR ÂLEMİ YAŞAMI
Bu âlem, aynen rüya alemine benzer; ne var ki, kişi rüya gördüğünün farkında değildir ve yaşamını aynen Dünya’da yaşıyormuşçasına değerlendirir.
Nasıl Dünya yaşamını gerçek yaşammış gibi algılarsa kişi Dünya’da yaşarken; aynı sekilde, kendi kabir âlemine geçen kişi de o boyutu gerçek yaşam gibi hisseder... Bu ya “Kabir cenneti” denilen şekilde son derece huzur ve zevk verici rüyalar şeklinde devam eder; ya da “Kabir cehennemi” denilen biçimde kâbus türünden son derece korkunç, ıstırap verici görüntüler içinde sürer.
Bu devre kıyamete kadar böylece devam eder. Bu, kabir içindeki kişinin, kabir âleminin yaşantısıdır. “Kişinin kabri ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur” hadîs-î şerîfiyle Allâh Rasûlü bu duruma işaret eder. Bununla beraber bir de “BERZAH âlemi yaşamı” vardır...
C- BERZAH ÂLEMİ YAŞAMI
“Berzah âlemi yaşamı”, “FİYSEBİLİLLÂH” ALLÂH yolunda ŞEHÎD olmuş kimseler ile, “ölmeden ölmüş” diye tarif edilen Evliyaullâh ve Nebilerin, kabir âlemi kısıtlamalarından kurtulmuş olarak, “RUH BEDENLERİYLE” serbest dolaşım şeklinde süren yaşam şeklidir.
BERZAH YAŞAMINDA; ŞEHÎDLER, EVLİYAULLÂH ve NEBİLER Berzah âlemi içinde serbestçe gezerler, dolaşırlar ve mertebelerine göre de birbirleriyle iletişim kurarlar.
Ayrıca, Berzah âlemi içinde dahi bir hiyerarşi vardır; ve bu hiyerarşi içinde oradakilerin idaresi söz konusudur.
“İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızın “RİCALİ GAYB-GAYB ERLERİ” bahsinde bu konuda geniş bilgi vardır.
BERZAH âlemindeki velîlerden Dünya’da iken “FETİH” sahibi olmuş olanlar, Dünya’dakilerle iletişim kurabilirler. Buna karşın, Dünya’da “KEŞİF” sahibi olmuş fakat “FETİH” elde edememiş Evliyaullâh ise, o âlemdeki tüm serbestilerine karşın, Dünya’dakiler ile direkt iletişim kuramazlar.
“FETİH” ve “KEŞİF” konularında daha geniş bilgiyi “DUA ve ZİKİR” isimli kitabımızda yazdık... Arzu edenler oradan daha geniş bilgiyi elde edebilirler.
Kişi, ÖLÜMÜ TATTIKTAN sonra ya kendi Kabir âleminde ya da mertebesine göre Berzah âleminde yaşamına devam eder.
İşte, herkesi, böyle bir yaşam bekliyor!
Dileyen, bu konuyu, ilgili yerlerden araştırarak söylediklerimizin doğruluğunu teyid edebilir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
23
“İBADET”, KİŞİNİN KENDİSİ İÇİNDİR!
Eğer söylediklerimiz doğru ise...
Böyle bir yaşam gerçeğine ne ölçüde hazırsınız, lütfen bu soruya cevap veriniz?..
Nasıl, cevabınız sizi tatmin etti mi?..
Şayet, vermiş olduğunuz cevap sizi tatmin etmediyse, bu durumda demektir ki, ölüm ötesi yaşama gereken biçimde hazır değilsiniz!
Öyleyse, hazırlanmak için işe bir yerden başlamak icap edecek...
Yani, dinî tâbiriyle, zamanınızın bir miktarını da “ibadet” adı verilen bu tür çalışmalara ayırmak zorunluluğu ile karşı karşıyasınız.
“İbadet” adı verilen bütün çalışmaların, tamamıyla, beynin biyoelektrik ve biyoşimik yapısıyla ilgili olduğundan söz etmiştik...
İbadetlerin bir kısmı, bilindiği üzere, bedenin ihtiyaç duyduğu biyoelektrik enerjiyi temine dönük olarak yapılmaktadır.
Bu enerji beyin tarafından değerlendirilerek, dalga bedene; ilim ve güç olarak yüklenir... İşte bu sebeple de, beyin durup, devre dışı kaldıktan sonra, yani “ölüm tadıldıktan” sonra, artık ölüm ötesi yaşamda ibadetler kalmaz!.. İşte bu yüzden ölüm ötesinde şeriatın teklifleri geçerliliğini yitirir!.. Zira, zâhirle ilgili bütün bu teklifler, hep beynin biyoelektrik ve biyoşimik yapısıyla ilgili olarak düzenlenmiştir!
Bu arada fark etmemiz gereken çok önemli bir husus daha vardır;
İSLÂM DİNİ öncelikle kişinin “ALLÂH”ı bilip; elden geldiğince tanıması, ve bunun yanı sıra da ölüm ötesi yaşama hazırlanma çalışmaları olan ibadetlerini yapması gayesiyle gelmiştir.
Allâh Rasûlü insanlara, İslâm’ın öngördüğü kurallara göre yaşamasını tavsiye etmiş ve bu kurallara uyulmaması hâlinde de, o nispette kişinin bundan zarar göreceğini vurgulamıştır.
Ancak ne var ki, kişinin yaşamakta olduğu devletin rejim şeklinden dolayı kişinin hesaba çekileceği yolunda hiçbir hüküm yoktur.
Kişinin müslümanlığı devletin rejimine bağlı değildir!
Eğer öyle olsaydı, şu anda yeryüzünde İslâmî rejim olmaması dolayısıyla, kimsenin de müslüman sayılmaması gerekirdi...
“Benden sonra hilâfet 30 yıldır” hadisi iyi düşünülmelidir. Ayrıca unutulmamalıdır ki;
DİN, FERDE GELMİŞTİR ve ölüm ötesi yaşamda devlet değil fert vardır!
İnsanlar ellerinden geldiğince İslam’ı anlamak, tatbik etmek ve başkalarına da anlayacakları şekilde tavsiye etmek zorundadırlar.
Kesinlikle bilelim ki, herkes elleriyle yaptıklarının neticesine katlanacaktır.
Ve gene şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, “ibadet” adı altında yapılan bütün çalışmalar, tamamıyla, kişinin ölüm ötesi ruh yaşantısı için gerekli materyali temin etme amacına yönelik faaliyetlerdir.
Burada bir parantez açarak, “ibadet” denen faaliyetlere kısaca bir göz atalım;
A- Kendini tamamıyla bu beden kabullenmeye ve sırf bedene dönük yaşamaya engel olmak üzere düzenlenmiş ibadetler,
B- Beynin biyoelektrik enerjisini en yararlı şekilde elde etmeye yönelik olarak düzenlenmiş ibadetler,
C- Beynin mevcut biyoelektrik enerjisini, dalga enerjiye çevirerek “RUH” adı verilen bir tür holografik ışınsal bedene yükleme faaliyetlerine dönük ibadetler,
D- “ALLÂH’ın ahlâkıyla ahlâklanma” şeklinde özetlenen, tasavvufta “ALLÂH’a vâsıl olma” veya “ALLÂH’a erme” diye izaha çalışılan, evrensel kozmik bilinçle özdeşleşmeye yönelik ibadetler.
Dört ana madde şeklinde toparlamaya çalıştığımız, kısaca “ibadet” denen bütün bu faaliyetler, görüldüğü üzere hep “BEYİN” ile ilgilidir.
Beyin, ihtiyacı olan biyoelektrik enerjiyi alır ve bunu mikrodalga enerjiye dönüştürerek ruha yükler. Aynı anda da belirli anlamlar ihtiva eder bir biçimde Dünya’ya gücü nispetinde yayınlar.
Şayet, beyinde doğum anında bir devre açılmış ise bu beyin ürettiği dalgaya ilaveten, antimanyetik bir enerjiyi daha yükler ki; bu bir tür antiçekim dalgasıyla yüklü dalga bedenler, kıyamet denen olayla birlikte Dünya ve Güneş’in manyetik çekim alanlarından kendini kurtararak galaksi içindeki sayısız yıldızlara ulaşabilirler.
Eğer beyin bu bir tür antiçekim dalgalarını, “RUH” denilen holografik ışınsal bedene yükleyemezse, bu takdirde Dünya’nın ve dolayısıyla Güneş’in manyetik çekim alanından kendisini kurtaramaz ve ebedî olarak Dünya ile birlikte içine girdiği Güneş’te yaşamına devam eder.
“SÜNNETULLÂH’TA BİR DEĞİŞME ASLA BULAMAZSIN!” (35.Fâtır:43)
âyeti, bu sistemin bütün insanlar için geçerli olduğunun açık göstergesidir. Bu durumda göz önüne alınması gerekli olan şey şudur: Sistem, milyarlarla sene öncesinde kurulmuş ve çalışmaktadır! Bu şartlar altında, kişinin önünde iki şık vardır; ya kendini sistemin düzenine göre ayarlayarak, gene sistemin şartlarından yararlanmak suretiyle, geleceğe dönük birtakım yararlar sağlayacak çalışmalarla dünya hayatını değerlendirecek...
Ya da geleceğini ve sistemin düzenini hiç düşünmeden, tamamıyla bedene dönük faaliyetler içinde yaşayarak bu dünya hayatını tamamlayacaktır!
İşte “DİN” adı verilen “ölüm ötesi yaşama hazırlanma sisteminin” altındaki bu sırrı çözememiş kişiler, olayı yanlış bir değerlendirme sonucu “toplum nizamını” sağlamak amacıyla dinin geldiği kanaatine vararak olayı bağlamışlardır...
Tabii bu da neticede, devlet rejimlerini konu almaya kadar uzanmıştır!
Oysa, tekrar ediyoruz, “DİN”deki “ibadetler” bütünü dünya yaşam rejimleriyle ilgili olarak değil, kişinin ölüm ötesi yaşam gerekleriyle ilgili olarak gelmiştir.
Nitekim, Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın bütün yaşamı boyunca bize açık seçik vurgulamak istediği hususlar şunlardır:
A- “ALLÂH”, tapınılacak bir TANRI değildir ve “ALLÂH”a TAPINMAK muhaldir!
B- Kişinin yaptığı ve yapacağı bütün çalışmalar “tapınma” değil, “kulluk” gereğidir... Zorunludur!
C- Kişinin bütün ibadetleri, gökteki muhayyel bir tanrıya yaranmak için olmayıp; kendi geleceğine, ebedî hayatına dönük kazançlar temin etmek gayesine dönüktür.
D- Kişi, kendi özü, orijini, YARATICISI, aslı olan “ALLÂH”ı tanımak ve “vehmettiği” yani “var” ZAN ve kabul ettiği muhayyel “benliğinden” arınmak için; “ölmeden önce ölmek” zorundadır!
Aksi hâlde, “perdeli” olarak madde ötesi âleme geçer ki, ondan sonra da daha evvel anlattığımız sebepler yüzünden bir daha asla “perdelilikten” kendini kurtaramaz.
İşte gerek bundan önceki kitaplarımızda ve gerekse bu kitabımızda hep, çok değişik yön ve boyutları ile, yukarıda saydığımız dört maddenin izahını yapmaya çalıştık.
Kesin olarak idrak edelim veya iman edelim ki, Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH” ve O’nun bildirip açıkladığı İSLÂM DİNİ, bugüne kadar halk arasında veya dinî mahfillerde, hikâyeler ve hurafelerle karıştırılarak anlatılan “Din” anlayışından çok ötedir.
Ve bu gerçek “ALLÂH” anlayışı ancak ilerideki toplumlar tarafından çok daha iyi anlaşılabilecektir.
Nitekim, anlattıklarımızın gerçek olduğunu, yapacağınız en ufak bir kaynak araştırması ve bu araştırma üzerinde kuracağınız tefekkür sistemi, size idrak ettirecektir!
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
24
NİÇİN ZİKİR?
Evet, “Din”, dünya saltanatı için değil; kişinin ölüm ötesi saltanatı ya da Hz. İSA’nın deyimiyle, “göklerin krallığına ulaşabilmesi” için gelmiştir... Ki bu da ancak kişinin kendi hakikatine ermesiyle mümkün olabilecektir.
Bu biliş neyle temin edilecektir?..
Elbette beyin ile!
Beynimizi ne düzeyde, ne kapasitede kullanıp değerlendirebilirsek, kazancımız o nispette olacaktır!
O nispette, geniş düşünebilme kabiliyetini elde edecek; o nispette objektif bakış açısına ulaşacak; o nispette ruhumuzu güçlendirecek; o nispette “ALLÂH”ı daha fazla tanıma fırsatını bulacağız.
Peki, beyindeki bu gelişmeler nasıl olacak?..
“DUA ve ZİKİR” isimli kitabımızda çok detaylı olarak izah ettiğimiz bir biçimde, yani “ZİKİR” denilen çalışmayla!
Evet, bütün bunları sağlamanın anahtarı “ZİKİR”dir!
“İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda bu konunun sistemini detaylı olarak izah ettiğim için, burada, bu konudan kısaca bahsetmek istiyorum...
ZİKİR, birinci anlamda, “ALLÂH”ın belirli isimlerini ya da belirli duaları tekrar etme diye anlaşılır. ZİKİR, ikinci anlamıyla ise, hatırlama, anma, üzerinde durma şeklinde anlaşılır.
Daha üst boyutta “ZİKİR” ise tefekkürü yani derin ve kapsamlı düşünceyi doğuracak bir biçimde konunun üzerine eğilme olarak anlaşılır.
İşte “ZİKİR”in önemi hakkında Kur’ân-ı Kerîm’den bazı uyarılar:
“Ey iman edenler... Mallarınız da evladınız da sizi Allâh’ın zikrinden (Hakikatinizi hatırlamaktan) meşgûl edip (gereğini yaşamaktan) alıkoymasın! Kimler bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir!” (63.Münafikun: 9)
“(Tapındıkları nesneler) dediler ki: “Subhansın sen! Senin dûnundan velîler edinmek bizim için mümkün değil! Ne var ki, sen onları ve atalarını yararlandırınca, bedensel zevklere dalıp; nihayet, hakikat bilgisini hatırlamaz oldular! Sonunda mahvoldular!” (25.Furkan: 18)
“Kim (dünyevî - dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur! Muhakkak ki bunlar onları (hakikate erme) yolundan alıkoyarlar da, onlar hâlâ kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler!” (43.Zuhruf: 36-37)
“Şeytan (yalnızca beden olma fikri) onlara yerleşti de, onlara Allâh’ın zikrini (hatırlatılan hakikatlerini, bedeni terk edip Allâh Esmâ’sıyla var olmuş yapılarıyla {şuur} sonsuza dek yaşayacaklarını) unutturdu! İşte onlar Hizbüş Şeytan’dır (şeytanî fikir yandaşları - kendini yalnızca beden sananlar)... Dikkat edin, muhakkak ki Hizbüş Şeytan (kendini yalnızca beden sananlar) hüsrana uğrayanların ta kendileridir!” (58.Mücâdele: 19)
Zikir yapmamak, genelde çoğumuzda mevcut bulunan, en büyük eksikliktir... Zikir gücünden mahrum beyinler ise kolaylıkla CİN’lerin etkilerine açık duruma gelmektedirler.
İnsanın, şeytana tâbi olması, ifadesiyle anlatılan bu olay zannedildiğinden çok çok daha büyük boyutlarda önemli olan bir durumdur.
İnsanların EKSERİYETİNİN, cinlerin hükmü altında olduğunu şöyle vurgulamaktadır Kur’ân-ı Kerîm:
“(Allâh) onları topluca haşrettiği gün: “Ey cinn topluluğu, gerçekten insanların çoğunluğunu hükmünüz altına aldınız (hakikatten uzaklaştırdınız)!” (der)...” (6.En’am: 128)
Günümüzde kendilerini “UZAYLI VARLIKLAR” olarak insanlara takdim eden ve genelde “UZAYLILAR” olarak kabul edilen “CİN” adı verilmiş varlıklara karşı insanın yegâne savunma mekanizması “zikir”dir! Cinnî etki altında olanların en belirgin özelliği ise, mantıksal bütünlükten yoksun konuşmaları, konuşmalarının bir kısmının diğer kısmına çelişkili olmasıdır.
Onlara karşı okunacak “ZİKİR” yani “DUALAR” ise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle öğretilmektedir:
“Rabbi inniy messeniyeş şeytanu Bi nusbin ve azâb; Rabbi eûzü BiKE min hemezâtiş şeyâtıyn ve eûzü BiKE Rabbi en yahdurûn. Ve hıfzan min külli şeytanin mârid.” (38.Sâd: 41 – 23.Mu’minûn: 97-98 – 37.Sâffât: 7)
SİGARA... Günümüzde, cinlerin en önde gelen duman gıdalarından biri olan ve bu yüzden de sigara içenlerin yanından hiç ayrılmayan cinlere karşı, insanın yegâne kendini koruma yolu zikir ve duadır.
DUA ve zikirle beyninde kendini koruyucu türden kalkan dalga üreten kişi, kısmen cinlerin beynine yolladığı impalsları zayıflatmakta ya da tamamıyla engelleyebilmektedir.
Çünkü zikrin faydalarından biri de, üzerinde çalışılan zikir konusuna göre, kişinin çevresinde, kişinin beyninden yayılan bir koruyucu alan oluşturmasıdır.
Evet, beynin zikir yoluyla gelişmesi ve hem kendisini hem de çevresini tanıyabilmesi, insanın ana gayesi olmalıdır... Zira, beynimizde hayal dahi edemeyeceğimiz çok üstün güçler mevcut bulunmaktadır, iş ki kullanabilelim!..
Zira ancak böylelikle, insanın ve varlığın yapısını, çalışma sistemini, kişide ne özellikler bulunduğunu, bunların nasıl değerlendirileceğini anlar, daha sonra da gerekli zikir çalışmalarını yaparak bunları elde ederiz!


25
ŞARTLANMALAR “PERDESİ”
Bilelim ki...
Bizi tüm hedeflerimizden alıkoyan, “perdeli” bir hâlde yaşatan en önemli engel ŞARTLANMALARDIR!
Şartlanmalarımız yüzünden, gözlüğünü alnına kaldırıp da, sonra ömrünü çevrede gözlüğünü aramakla tüketen adam durumuna düşeriz!
Evet, kesinlikle bilelim ki...
Kişi, şartlanmalarından; şartlanmalarının getirdiği değer yargılarından; şartlanmalarının getirdiği değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmadığı sürece “ALLÂH” ismiyle işaret edileni idrak edemez! Bunu gerçekleştirmediği sürece, benliğinin hakikatini bilemez ve Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH” ismiyle işaret edileni tanıyamaz!
Bu şekilde yaşamı boyunca, “ALLÂH” der; ama bu ismi, kafasında şartlanmalarına göre hayal ettiği TANRIYA vererek, ömrünü boş yere harcar!
Hazreti Muhammed’in açıkladığı “ALLÂH” adıyla İŞARET EDİLENİ anlamamış, idrak etmemiş kişinin; şartlanmalar ve içgüdüleri istikametinde yaşarken, kafasında bunlar doğrultusunda hayal edip yarattığı tanrıya “ALLÂH” adını takması ona hiçbir şey kazandırmaz... Çünkü,
“ŞİRK şüphesiz ki en büyük ZULÜMDÜR!”
Hazreti Muhammed’in açıkladığı “ALLÂH” adıyla işaret edileni anlayıp idrak etmeyen insanın; bilincinin orijinini tanımasına, kozmik bilinç boyutuna sıçrama yapmasına, evreni gerçek değerleri ile değerlendirmesine asla imkânı yoktur!
Çünkü kafasında yarattığı muhayyel TANRISI dolayısıyla; onun, kozasından çıkıp da, gerçekleri görebilmesi imkânsızdır!
Kişinin, şartlanmalar yoluyla örülmüş kozasından çıkabilmesi, ancak hakikata dair ilmin kendisine ulaşması; ve onun da bu gerçekler üzerine tefekkür edebilmesi ve dahi gereğini yaşamasıyla mümkündür!
Oysa biliriz ki toplum, genelde derin düşünce gücünü kullanmasını bilmediği, hep ezbercilikle yetiştirildiği için derinlik isteyen konularda düşünmez ve düşünmeyi de sevmez.
Ve bu yüzden de davranışlarını çevresindekilere yani “herkese” göre düzenler! “HERKES” ne diyorsa, ne yapıyorsa, o da onları taklit eder! Böylece, âdeta “HERKES PUTUNA” tapınır olur! Kişi daha küçük yaşlardan itibaren, büyüklerim doğru yapar, diye düşünerek; onların davranışlarını şartlanma yollu kabul eder ve bunları tatbike başlar... Böylece de onların değer ölçülerini sanki kesin gerçeklermiş gibi benimser!
İşte şartlanma yollu benimsenen bu değerler ve davranışlar, neticede gerçeğe tamamen aykırı olan bir zan içine sürükler kişiyi...
Ve neticede, bu vehim ipiyle örülmüş kozada hapis kalan insan artık şöyle düşünmeye başlar:
“Bütün hayatımı Tanrıya ibadetle niye geçireyim ki... Sonunda nasıl olsa bir iyilik yapar, Tanrının gözüne girer paçayı kurtarırım!”
Bütün bunlar, gerçeğe dayanmayan, şartlanmalar yoluyla elde edilmiş yanlış bilgilerden meydana gelmiş isâbetsiz ZANLARdır!
Oysa, şartlanmalara bağımlı kalarak, gerçeğe uymayan ZANlar ile yaşamanın ne kadar üzücü sonuçlar vereceğini Kur’ân-ı Kerîm şöyle bildirmektedir:
“...Onlar, ancak zanna ve nefslerin hoşlandığı kuruntulara uyarlar... Andolsun ki kendilerine Rablerinden hakikat ilmi gelmiştir!” (53.Necm: 23)
“Oysa bu hususta onların bir ilmi (delilleri) yoktur... Onlar ancak zanna uyuyorlar! Muhakkak ki zan, gerçeği yansıtmaz!” (53.Necm:28)
“İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu yanlış zan sizi uçuruma mahvetti de hüsrana uğrayanlardan oldunuz.” (41.Fussilet:23)
İşte bu yüzden, bize, gerçeğe uymayan şartlanmaların verdiği zararı hiçbir şey veremez!
Ve çevremizin oluşturduğu bir biçimde; kendimizi et-kemik bedenden ibaret ZANNEDEREK, yukarıda, gökte bir TANRI var sanır; bu beden kişiliğiyle o gökteki TANRI’ya tapınma yolunu tutarız!
O TANRIYA kızar, o TANRIYI yargılar, o TANRIYI eleştirir, çoğu zaman da o TANRIYI zamansız ve yersiz işler yapmakla suçlarız...
Hiç fark etmeyiz gökte öyle bir TANRININ olamayacağını! Gökte böyle bir TANRI olmadığı yolundaki, Hazreti Muhammed’in uyarısını hiç dikkate almayız. Ve bu yüzden, sonra, asla telâfi edemeyeceğimiz çok büyük yanlışlar yapmakta devam eder gideriz...
Hâlbuki en azından şöyle düşünsek; Dünya’nın üzerindeki bir insanın yeri nedir?..
Bütün Dünya yüzeyi üzerinde, sadece bir tek insanın varlığını, yerini düşünün...
Dünya kadar bir tanrı olsa, onun yanında bu insanın yeri ne olur?..
Sonra Dünya’dan bir milyon üçyüzonüç bin defa daha büyük olan Güneş’i düşünün.. Onun yanında Dünya’nın yeri nedir?
Onun yanında, yani Dünya’dan 1.313 bin defa büyük olan Güneş’in yanında bir insanın büyüklüğü, yeri nedir?.. Sanki, bir insan bedenine nispetle, bir hücre içindeki kromozom!
Veya Güneş gibi 400 milyar yıldızdan oluşan galaksinin içinde Güneş’in yeri nedir?..
400 milyar Güneş’in akıl almaz boyutlarda oluşturduğu GALAKSİ, şayet bir TANRI olsa, onun azameti yanında Güneş’in yeri nedir?..
Ve düşünelim, Güneş, o TANRIYA tapınsa, onu övse, yüceltse ne olur; reddetse, kızsa, sövse ne olur!!!
Ya, o varsayalım galaksi büyüklüğündeki TANRI yanında, bir insanın yeri nedir?..
Lütfen bunu gerçekçi bir biçimde düşünelim?..
Eğer bu hususu idrak edersek, fark ederiz ki, dinde bahsedilen, “ibadet” adı altındaki çalışmalar, dıştaki bir TANRI’ya tapınma, ya da o İlâha yaranma gayesiyle oluşturulmamıştır!
Nitekim eskilerden bu durumu şöyle duymuşuzdur:
“Yaptığın ibadetlerin hiçbirine ‘ALLÂH’ın ihtiyacı yoktur!.. Sen bunları kendin için, kendi geleceğin için yapmak zorundasın!”
Evet, “ibadet”e, “ALLÂH”ın değil, senin ihtiyacın var!
Şayet ibadet adı verilen çalışmalara gereken önemi vermezsen, “nefsine” hakkı olan sayısız özellikleri ve güçleri kazandıramadığın için “zulmetmiş” olursun.
Nefsinin hakikatini tanıman ve ondaki sayısız özellikleri keşfetmen, cennet yaşamına onu ulaştırman senden çıkacak olan çalışmalara bağlıdır!
Sen, kendin için, kendi menfaatin için bu çalışmaları yapmak zorundasın...
Eğer bu çalışmaları yapmazsan, kaybedecek olan yegâne varlık sensin! Zira ötede veya öteNde bir TANRI yok!.. Ve sen de O’na yaranmak için bu çalışmaları yapacak değilsin.
Burayı çok iyi anlamamız lazım...
“ÖteMde bir TANRI yok” diyerek, bunu idrak ederek, tapınma diye bildiğin çalışmalarını terk edersen, çok büyük bir zararla karşı karşıyasın demektir!
Zira, o tapınma sandığın çalışmalar, gerçekte, senin geleceğin için çok büyük önem taşıyan çalışmalardır! Asla ihmale gelmez!
Ancak burada senin bir yanlış anlayışın söz konusu...
ZAN ediyorsun ki, “ibadet” dediğimiz bu çalışmaları o TANRI’ya yaranmak için yapıyorsun... Hâlbuki bütün bu çalışmalar, ötedeki ya da ötendeki TANRI için değil, bizzat kendi geleceğin içindir!
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
26
ÂYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN LAFINA BAKILMAZ!
Kesinlikle bilelim ki...
Ne “ALLÂH”ın senin ibadetine ihtiyacı vardır; ne de Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın, senin kendisine inanmana ihtiyacı vardır!
Bunu bir misal ile açmaya çalışalım...
“Bir yolcu gemisi ile seyahate çıkmışsın... Kaptanla da çok iyi ahbap olmuşsun... Fakat yolculuk sırasında gemi bir buzdağına çarpıp batma durumuna geliyor. Kaptan anons ettiriyor:
− Gemi batmak üzere!.. Herkes acilen can yeleği veya can simidi edinsin!
Bu uyarıyı bir kısım yolcu dikkate alıp derhâl can simidi veya can yeleği ediniyorlar. Biri de diyor ki:
− Ben kaptana inanıyorum, onu seviyorum!.. Ama ne can yeleği arıyor, ne de can simidi ediniyor! Derken gemi batıyor ve herkesle beraber o kişi de kendini suda buluyor!.. Boğulma durumunda... Suya batıp çıkıyor!.. Bir yandan da denize sesleniyor:
− Deniz deniz beni boğma!.. Ben kaptana inanıyordum, onu çok seviyordum! Deniz de ona lisanı hâl ile cevap verir:
− Kaptana inansaydın, can yeleği edinir bu duruma düşmezdin!
Burada kaptana inanman değil, dediklerine uymuş olman yarar sağlardı. Kaptana iman etmen sana gemideyken fayda verirdi...
Burası, yaptıklarının karşılığını alma yeridir ki, artık kaptana inanıp inanmamanın tartışması yapılmaz!
Eğer gerçekten sen kaptana inansaydın, onu sevseydin, gemideyken onun dediklerini yapar, şimdi de bu duruma düşmezdin!”
İnsanlar günümüzde maalesef büyük bir bilgisizlikle, “Ben ALLÂH’a, Rasûlü’ne inanıyorum” diyorlar... Ama hiçbir çalışma da yapmıyorlar!
Hatta bu konuyu araştırma gereğini bile duymuyorlar!.. Oysa onlardan istenen, “inanıyorum” kelimesini tekrar etmeleri değil ki!..
“Ne ‘ALLÂH’ adıyla işaret edilenin, ne de Allâh Rasûlü’nün inanılmaya ihtiyacı vardır.”
Ama insanların Rasûlullâh’ın gösterdiği biçimde, birtakım çalışmalar yaparak, belirli güçleri elde etmeye zorunlu ihtiyaçları vardır... Ki karşılaşacakları ortamda, bu özelliklere ve güçlere eriştikleri için, belli sıkıntı ve azaplardan kendilerini korusunlar!..
Şayet Allâh Rasûlü’ne inandığın için, onun gösterdiği yolda, tarif ettiği tarzda belirli çalışmalar yaparak, kendindeki bu güçleri ortaya çıkartabilirsen, neticede kendini “Cehennem” diye bahsedilen ortamdan kurtarabilirsin.
Fakat, ne kadar inandığını söylersen söyle; Allâh Rasûlü’nün gösterdiği yolda, O’nun tarif ettiği biçimde, zorunlu olan çalışmaları yapmazsan, sana o şartlarda gerekli olacak güçleri ve özellikleri elde edemeyeceğin için neticede kendi kendini cehenneme atmış olacaksın!
“Her birinin, yaptığı amellerinden (oluşan) dereceleri vardır. Tâ ki onlar, haksızlığa uğratılmaksızın amellerinin karşılığını tam görsünler.” (46.Ahkaf: 19)
“Bu, senin ellerinle takdim ettiğinin sonucudur! Muhakkak ki Allâh kullara zulmedici değildir.” (22.Hac: 10)
Öyle ise aklını başına toplayıp, sana verilen bu beyin hazinesini, enerjisini, ömrünü, ölümü tattığın anda bu Dünya’da bırakacağın, gittiğin ortamda sana hiçbir yararı olmayacak şeyler için “israf” etmek suretiyle “nefsine zulmetme”!
“Şüphesiz ki ALLÂH israf edenleri sevmez” âyeti, elindeki üç-beş kuruşu çarçur eden için söylenmemiştir! “Nefsini israfta bulunan” anlamınadır. Nefsinde, benliğinde var olan “hilâfete” sebep olan o İlâhî güçleri gerektiği gibi
kullanmayarak “israf etme” denilmektedir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli yerlerde çeşitli Nebi ve Rasûllerin ağzından tekrarlanan;
“Ben nefsime zulmettim…”
beyanlarının dahi anlamı bu yolda olup, “Nefsimdeki hilâfet özelliklerinin hakkını vermeyerek, kendi kendime zulmettim” denmek istenmektedir. Dünya’da bırakıp gideceğin şeyi, bir süre önce israf etsen ne olur, etmesen ne olur!
Ama sana ebediyen lazım olacak bir şeyi, bir daha asla ele geçiremeyeceğin bir şeyi “israf” edersen, neticede kendi kendine öyle bir “zulümde” bulunmuş olursun ki, bunun getireceği pişmanlıkların azametini burada anlatabilmem asla mümkün değildir.
Öbür dünyada sana âdeta tanrısal güçler ve yaşam verecek olan “nefsinin” hakkını vermemen, seni sonu gelmeyen bir hüsran içine atacaktır.
Öbür dünyanın gerçekleri buradan tamamıyla ayrıdır! Zaman kavramının farklılığını izah için basit bir misal verelim;
Güneş’in kendi merkezi çevresinde ki turu 255 milyon sene!.. Bu ne demektir düşünebilir miyiz?.. Ölüm ötesi yaşam boyutunda, bir günün, bizim senemizle bin sene olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade ediliyor:
“…Muhakkak ki Rabbinin indînde bir gün, size göre bin yıl gibidir!” (22.Hac: 47)
“Kendi aralarında şöyle fısıldaşırlar: “(Dünya’da) sadece on (saat) kaldınız.” (20.Tâhâ: 103)
Oysa belki de, mezardaki canlı yaşamınız milyonlarca ve milyonlarca yıl sürecek.
“Sıratı insanların geçiş süresi 3000 senedir!”
diyor Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)…
Bir günü Dünya senesi ile 1000 sene olan, 3000 sene!..
Evet, kıyamet ile birlikte Dünya üzerinde serbest kalan ruhların, Güneş’in çekim alanından kendilerini kurtarıp cennetlere ulaşmaları anlamına gelen sıratı geçiş süreleri bu kadar uzun bir zaman!.. Bu, o boyutun 3000 senesi!.. Bizim zaman boyutumuz ise tamamıyla iptal!
Kıyamete kadar daha ne süre geçecek?..
Ölümü tadanların mezarlardaki, canlı, diri yaşamları acaba kaç milyon veya milyar sene sürecek?..
Sonra Dünya’nın, cehennemin hararetiyle eriyip düz bir tepsi gibi olması kaç milyar sene alacak?.. Sonra orada toplanan insanların, “sıratı geçme” diye ifade edilen “kaçışları” kaç yüz milyon sene tutacak?.. Ve nihayet ondan sonraki “ebedî” diye nitelenen yaşam kaç milyarlar kere milyarca seneyi kapsayacak?!.
Düşünün ki, bütün bu evreleri tek başınıza geçeceksiniz!
Milyarlara ulaşacak bir süre, mezarda canlı, şuurlu bir şekilde hapis kalacak, bedeninizi oradaki hayvanların yemelerini seyredeceksiniz...
Sonra Dünya’da sahip olduğunuz ya da kullanmaya alıştığınız şeylerin yokluğunun ıstırabını çekeceksiniz... Tâ kıyamete kadar sürecek bir azap bu!
Ve de kıyamet ile birlikte başınıza gelecekleri seyrederek! Bu işin sadece mezardaki yanı... Daha sonraki aşamalarına hiç geçmeyeceğim. Arzu edenler çeşitli hadis kitaplarından bundan sonraki devreleri ve buralarda karşılaşacakları şeyleri öğrenebilirler.
Demek ki, insan, Dünya’da yapacağı çalışmalar ile yarın karşılaşacaklarını oluşturacaktır!
Ya, bu gerçeği göz önüne alarak bilinçli bir şekilde dünya hayatımızı değerlendirecek ve ona göre, düşünce sistemimize, yaşantımıza yön vereceğiz; ya da bütün bunları bir yana koyarak, dünya zevk ve acıları içinde ömrümüzü tüketeceğiz...
Buna da sebep olacak şey, sadece Hazreti Muhammed’in açıkladığını, “ALLÂH” adıyla işaret ettiğini anlamamış olmamızdır!
Şayet, samimi olarak ölüm ötesi yaşama kendimizi hazırlamak istiyorsak işe “ALLÂH”tan başlamak, önce “ALLÂH” kavramının ne olduğunu fark etmek ve öğrenmek zorundayız!
Genelde, hayal edilen TANRI’ya “ALLÂH” adını verme hâli, bütün yanlış davranışlarımızın temelini meydana getirmektedir.
“Hevâsını (içgüdüsel dürtülerini - bedenselliğini - kuruntuladığını) Tanrı edineni gördün mü?..” (25.Furkan: 43)
Taklit yollu TANRI kabulü, tüm din anlayışımızın temelini teşkil edince, çok zaman inkâra veya isyana uzanan bâtıl bir din anlayışı içine düşmekte ve neticede de her şeye boş vermekteyiz.
Oysa, “ALLÂH”ın “AHAD” oluşunun mânâsını anlayabilsek, gökte bir TANRI olmadığını kavrayabilsek, herkesin kendi amellerinin karşılığına ulaşacağını idrak etsek, bütün yaşamımız değişecektir!
“ALLÂH”ın “AHAD” oluşundan ve bunun getireceği sonuçlardan söz etmeye çalıştığımız bu kitapçığımıza son vermeden önce kısaca bir konuya daha değinmek istiyorum.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
27
VAHDET-İ “VÜCUD” MU, “ŞUHUD”MU?
İslâm velîleri arasında zaman zaman çok büyük tartışmalara yol açmış “Vahdet-i Vücud” - “Vahdet-i Şuhud” meselesine gelince...
Öncelikle belirtelim ki, bütün evliyaullâh, “ALLÂH”ın TEK’liği konusunda müttefiktir.
Hatta Nakşıbendi tarikatından Ubeydullah Ahrar:
“Tasavvuftan gaye Vücud bahsidir.”
diyerek, tasavvuf çalışmalarının amacının “ALLÂH”ın TEK’liğini kavramaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.
Bu “Tek”liği anlamada iki ayrı yol vardır ZANNI, maalesef işin ehli olmayanları ikiye bölmüş; velîler de bu konuda kendi mertebe ve hâllerine göre açıklamalarda bulunmuşlardır.
“ALLÂH’ın AHADİYETİ” hakkında, Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’dan gelen ilk bilgiler, Hz.Âli ve Hz. Ebu Bekir tarafından dalga dalga bütün velîlere yayılmış ve nihayet İmam GAZÂLİ ve Muhyiddini Arabî tarafından “Vahdet-i Vücud” şeklinde bir TEKLİK, anlayışı olarak sistematize edilmiştir.
Ancak aradan geçen süre içinde çeşitli yanlış anlamalar, “AHADİYET”in yanlış yorumlanmasına sebep olmuş ve “Mevcudat Allâh’tır; Allâh, varlıkta ne görüyorsan hepsinin toplamıdır” şeklindeki gerçek ötesi bir çizgiyi oluşturmuştur!
Bunun üzerine konu, Hz.Rasûlullâh’ın hicretinden bin yıl sonra Ahmed Faruk Serhendî tarafından yeniden ele alınmış, “Vahdet-i Vücud” gerçeği, “mevcudat, ALLÂH’tır” şeklindeki maddeci görüş çizgisinden kurtarılarak;
“Mevcut olan sadece Allâh’tır, her şey O’nun ancak gölgesidir”, hiçbir şeyin kendine has vücudu yoktur; çizgisine oturtulmuştur.
Eğer biraz daha açık anlatmak gerekirse...
Kur’ân-ı Kerîm ve sayısız Hadîs-î Şerîflere dayandırılarak izah edilen “Vahdet-i Vücud” görüşüne göre, mevcud olan her şey, gerçekte, TEK Hakk’ın vücudundan başka bir şey değildir!
Esasen, Tek bir Vücud vardır! Ancak, bu tek vücud, her an yeni bir şan olarak her an yeni bir oluş hâlinde çeşitli özelliklerini ortaya koymaktadır. Varlık âleminde hükmü yürüyen tek bir ilim, tek bir irade, tek bir kudret ve tek bir vücud mevcuttur. Bir “ALLÂH” adıyla işaret edilenin varlığı, bir de bunun yanı sıra kâinatın varlığı şeklinde iki ayrı vücud mevcut değildir!
Böyle bir görüş yani ikilik görüşünün sebebi, akıllı varlıkların varoluş amaçlarını yerlerine getirebilmeleri için özlerinden perdeli olarak meydana getirilmeleridir!
Eğer akıllarında, böyle bir perdelenme olmasaydı, her akıllı varlık, öz değerlerinin bilincinde olurdu ki, bu takdirde çokluk görüntüsü ve çokluk yaşamına dair pek çok oluş meydana gelmezdi.
“Vahdet-i Vücud” asırlarca bu şekilde bir gerçeği vurguladıktan sonra; hicretin 1000. yılı başlarında İmam Rabbanî lakabıyla bilinen Ahmed Faruk Serhendî konuya yeni bir açıklık getirdi...
Vücud TEK’tir ancak... Bu görünen bilinen vücud “zıll”dır... “Gölge”dir.
Esasen burada Serhendî’nin “zıll” kelimesiyle işaret etmek istediği şey, görünen vücudun, ZÂT’a nispetle bir “gölge” veya “hayal” olduğudur.
“ZÂT”, “vücud”dan münezzeh ve müberrâ olmak durumundadır!
Nitekim, daha önce “İHLÂS” Sûresi açıklamasında üzerinde durduğumuz üzere, “ALLÂH” adıyla işaret olunan, Zât’ı itibarıyla “AHAD”dır ki, üzerinde düşünülmesi muhaldir!
Bu yüzden de Hazreti Muhammed (aleyhisselâm) tarafından konunun ehilleri uyarılmışlardır:
“ALLÂH’ın Zât’ı üzerine tefekkür etmeyiniz!”
Bu ikazı yanlış anlamayalım... Tefekkür edilebilir ama siz etmeyiniz, denmek istenmiyor!..
Böyle bir tefekkür, muhaldir!
Böyle bir tefekkür mutlaka hedefini şaşırır ve neticede yanlış noktaya ulaşırsınız! Onun için de sakın böyle muhal bir işe girişerek zamanınızı boş yere harcamayın, denmek isteniyor.
Bunun niçin olamadığını çok basite indirilmiş bir misal ile açıklamaya çalışalım...
Sizin çeşitli isimlerle anlatılan pek çok özellikleriniz vardır... Bu özellikler kime aittir?.. Elbette size!.. Peki siz kimsiniz?.. Canlı, şuurlu, düşünebilen, dileyen ve gücünce de bu dileklerini kuvveden fiile, yani tasavvurdan tatbikata çıkarabilen bir terkipsiniz... Peki bu vasıflara sahip olan kişi kim?.. “Ben” diyeceksiniz... Nedir bu “ben” dediğiniz?..
İşte bu noktada, ister istemez geri dönmek zorundasınız!.. Nasıl lastiğe bağlı bir nesneyi attığımız zaman, esnekliği kadar ileriye gidip, bir noktadan sonra geri dönerse; çeşitli özellikleri ile tarif ettiğiniz “BEN”den sonra da tekrar onun özelliklerine geri dönmek zorunda kalırsınız.
Zira, ne zaman “BEN” kelimesiyle işaret ettiğiniz Zât’ınızı anlatmaya kalksanız, mutlaka, onu, gene bir özelliğiniz yani vasfınız ile anlatmak zorunda kalacaksınız ki, işte bu durum tasavvuf lisanıyla, Zât mertebesinden Sıfat mertebesine rücu etmektir.
Dolayısıyla, “ALLÂH’ın ZÂTI üzerine tefekkür etmek muhaldir!”
İşte bu yüzden “AHAD” olan “ALLÂH”, kendisinin dışında hiçbir varlık mevcut olmadığına, gene kendisi şehâdet eder.
“Şehîd Allâhû enne Hû, lâ ilâhe illâ HUve, vel Melâiketü ve ulül ‘ılmi…” (3.Âl-u İmran: 18)
“Allâh şehâdet eder, kendisidir “HÛ”; tanrı yoktur; sadece “HÛ”! Esmâ’sının kuvveleri olanlar (melâike) ve Ulül İlm de (ilim açığa çıkardığı mahaller) bu hakikatin Hak oluşuna şehâdet eder…”
Burada özellikle vurgulamak istediğimiz çok önemli bir nokta var!..
Önce varlığı, mevcudatı, kâinatı, uzayları tanıyıp da; sonra “ALLÂH” adıyla işaret edileni tanıyalım görüşü fevkalâde yanlıştır!
Eserden müessire gitmek, diye eskilerin tarif ettiği bu yol son derece uzun, dolambaçlı, tehlikeli ve âdeta labirent gibi bir şeydir!.. İçine bir girenin bir daha kolay kolay çıkması mümkün değildir.
“ALLÂH”ın kelimelerinin sonu yoktur!.. “ALLÂH”ın isimlerinin işaret ettiği mânâların sonu yoktur!
O mânâların seyri anlamında olan oluşların da sonu yoktur!..
Netice olarak âlemlerin sonu yoktur!
Âlemlerin sonu kabulü, “hükmî”dir ve ZÂT’a nispetledir!
Zâhir ve Bâtın ilimleri, bu hakikati idrak ve yaşam için yeterli değildir.
Zâhir ilimleri denen beş duyuya dayalı ilimler, ki cifir ilmi de buna dâhildir; bâtın ilimleri denen beş duyu ötesi ilimler, ki hissî müşahede ve keşif bu bölümde mütalaa edilir, Hakikati yaşamaya ve “ALLÂH” adıyla işaret edilen’i tanımaya yeterli değildir!
“Hakikati” yaşayabilmek, ancak “İlm-i Ledünn” ile mümkündür...
Zira, İlâhî sıfatlarla tahakkuk, ancak “İlm-i Ledünn” ile mümkündür!
Şayet tasavvuf lisanı ile açıklamak gerekirse, kendini Esmâ boyutunda, Sıfat boyutunda ve Zât boyutunda tanıyabilmek ana hedeftir ki; bu da ancak gidilecek noktanın ne olduğunu idrak edip, onun gereğini yaşayabilmek ile mümkün olur.
Bunun için de ilk hedef “ALLÂH” İsmiyle İşaret Edilen’in ne olduğunu öğrenmek, anlamaktır!
Yolculuk ALLÂH’tan başlar ve ALLÂH’la, ALLÂH’a olursa son derece kısalır!
Netice olarak şunu belirtelim ki, âlemleri tanıyarak ALLÂH’a ermek değil; “ALLÂH” ismiyle işaret edileni tanıyarak, O’nun bakışıyla âlemlerini seyretmek ana gayemiz ve hedefimiz olmalıdır.
Aksi hâlde tüm ömrümüz âlemler içerisinde geçer gider ve neticede “hicap”ları aşamaz, “perdeli” olarak bu dünya yaşantısından geçer gideriz!
ALLÂH, sürekli tefekkür içinde yaşamayı; “ZAN”lardan kurtulup, gerçeğe ermeyi; İlâhî hakikatler ve vasıflarla tahakkuk etmeyi takdir etmiş olsun bizlere!
Ahmed Hulûsi
14 Kasım 1989
ANTALYA
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
AHMED HULÛSİ KİMDİR? AMACI NEDİR?
Değerli okurum;
Ahmed Hulûsi kimdir, amacı nedir diye çok merak ediliyor...
Çok özetle anlatalım...
21 Ocak 1945 tarihinde İstanbul, Cerrahpaşa’da dünyaya gelmiş bulunan çocuğa annesi Ahmed, babası da Hulûsi adlarını koymuşlar.
18 yaşına kadar Hazreti Muhammed’i dahi tanımayan bir zihniyetle yalnızca bir yaratıcıya inanmış ve Din konusundaki her sorusuna karşılık olarak “sen bunları sorma, sadece denileni yap” cevabını aldığı için de, hep din dışı yaşamıştır çevresindekilere göre!
Babasının vefatından üç gün sonra 10 Eylül 1963 günü annesinin ısrarıyla gittiği Cuma namazında, içine gelen bir ilhamla Din konusunu tüm derinlikleriyle araştırma kararı almış, o günden sonra beş vakit namaza başlamış ve abdestsiz dolaşmamaya karar vermiştir.
Din konusuna önce Diyanet’in yayınladığı on bir ciltlik Sahihi Buhari tercümesini, sonra tüm Kütübi Sitte’yi ve Rahmetli Elmalılı’nın “Hak Dini” isimli tefsirini okuyarak girmiştir. İki yıla yakın bir süre zâhir ilimleri itibarıyla olabildiğince geniş kaynakları incelemiş, yoğun riyâzatlar ve çalışmalarla kendini tasavvufa vermiş; ilk kitaplarını 1965 yılında yazdıktan sonra kendindeki açılım ve hissedişleri 1966 yılında yazdığı TECELLİYÂT isimli kitabında yayınlamıştır. Bu kitap onun 21 yaşındaki bakış açısını ve değerlendirmelerini ihtiva etmesi itibarıyla geçmiş yaşamı hakkında önemli bir değerlendirme kaynağıdır. 1965 yılında tek başına hacca gitmiş ve hayatı boyunca kendi yolunda hep tek başına yürümüştür!
Prensibi, “kimseye tâbi olmayın, kendi yolunuzu kendiniz çizin, Rasûlullâh öğretisi ışığıyla” olmuştur.
1970 yılında AKŞAM Gazetesi’nde çalışırken RUH ve ruh çağırmalar konusunu incelemeye almış ve bu konuda Türkiye’de konusunda ilk ve tek kitap olan “RUH İNSAN CİN”i yayınlamıştır.
Kurân’daki “dumansız ateş” ve “gözeneklere nüfuz eden ateş” uyarılarının “ışınsal enerjiye” işaret ettiğini keşfetmesinden sonra, Kurân’ın işaret yollu açıklamalarını değerlendiren, bundan sonra dinsel anlatımdaki işaretlerin bilimsel karşılıklarını deşifre etmeye çalışan Ahmed Hulûsi, bu alanda ilk çalışmasını 1985 yılında “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabında açıklamıştır.
Daha sonraki süreçte Kurân’da kelimeler bazında yaptığı çalışmalarla keşfettiği gerçekleri hep çağdaş bilgilerle bütünleştirmiş; kendisini, “DİN” olayını, ALLÂH adıyla işaret edilenin tamamen entegre bir Sistem ve Düzen’i temeline oturtarak, Hazreti Muhammed (AleyhisSelâm)’ın neyi anlatmak istediğini “OKU”maya vermiştir. Bu yolda edindiği bilgilerin bir kısmını kitapları ve internet aracılığıyla da toplumla paylaşmıştır.
İslâm Dini’ni, Kur’ân-ı Kerîm, Kütübi Sitte (altı önde gelen kitap) hadisleri temelinde kabul ederek inceleyen, geçmişteki ünlü tasavvuf sîmalarının çalışmalarını değerlendirerek gereklerini yaşadıktan sonra, bunları günümüz ilmiyle de birleştirerek değerlendiren ve mantıksal bütünlük içinde BİR SİSTEM olarak açıklayan Ahmed Hulûsi, insanların, kişiliğiyle değil, düşünceleriyle ilgilenmesini istemektedir.
Çünkü, bu alanda tek örnek Hazreti Muhammed’dir!
Basit beyinler yaşamlarını, kişiliklerle ve doğal sonucu olarak dedikodu ve gıybetle tüketirlerken; gelişmiş beyinler, fikirlerle ve düşünce dünyasının verileriyle ömürlerini değerlendirirler!
Bu nedenledir ki, Ahmed Hulûsi kendisini ön plana çıkartmamakta, kitaplarına 40 yıla yakın zamandır “soyadını” koymamaktadır; insanların şu veya bu şekilde çevresinde bir halka oluşturmaması için... Bugün dahi, görüştüğü çok az sayıda insan vardır. Bu yüzden aşırı boyutlarda tepki almasına rağmen bu konudaki tutumunu ısrarla sürdürmektedir.
Anadolu’nun beş-altı yerinde bazı kişilerin kendilerini “Ahmed Hulûsi benim” şeklinde tanıtıp, çevrelerine insanlar toplayıp, onlardan maddi menfaat toplama girişimlerini duyunca da, kitaplarına resim koymak zorunda kalmış, bu suretle söz konusu sahtekârlığı önlemiştir.
Sürekli Sarı Basın Kartı sahibi gazeteci Ahmed Hulûsi, bu alan dışında profesyonel olarak hiçbir işle uğraşmamış, hiçbir teşkilat, dernek, parti, cemaat üyesi olmamıştır. Bütün yaşamı, çağdaş bilimler-İslâm-Tasavvuf araştırmalarıyla devam etmiş, kitap ve yazılarıyla, sesli ve görüntülü sohbetlerinin tamamını internet üzerinden okuyucularına ücretsiz ve tam metin olarak indirilebilir şekilde yayınlamış İLK yazardır. Tüm düşünce ve bakış açılarıyla beklentisiz olarak apaçık ortadadır!
28 Şubat öncesi şartlar dolayısıyla, eşi Cemile ile önce Londra’da bir yıl yaşayan Ahmed Hulûsi, 1997 yılında Amerika’ya yerleşmiş ve hâlen orada yaşamını sürdürmektedir.
Mevcut bilgileri ışığında, tamamen insanlardan uzak kendi “köy”ünde yaşamayı tercih edip, herkese, orijinal kaynaklara göre Rasûlullâh’ı ve Kurân’ı aracısız olarak yeniden değerlendirmeyi tavsiye etmektedir!
Zira, Hazreti Muhammed’in açıkladığı SİSTEM’e göre, “DİN ADAMI” diye bir sınıf asla söz konusu değildir! Her fert direkt olarak Allâh Rasûlü’nü muhatap alıp O’na göre yaşamına yön vermek zorundadır! Tâbi olunması zorunlu tek kişi, ALLÂH Rasûlü MUHAMMED MUSTAFA AleyhisSelâm’dır. O’nun dışındaki tüm kişiler istişari mahiyetteki kişilerdir ve yorumları kimseyi bağlamaz!
Herkes yalnızca Allâh Rasûlü ve KUR’ÂN bildirilerinden mesûldür! Bunun dışında kalan tüm veriler kişilerin göresel yorumlarıdır ve kimseyi BAĞLAMAZ!
İşte bu bakışı dolayısıyla da Ahmed Hulûsi insanların kendi çevresinde toplanmasını veya kendisine tâbi olmasını kesinlikle istememektedir. Anlattıklarının sorgulanmasını, araştırılmasını tavsiye etmektedir. Bana inanmayın, yazdıklarımın doğruluğunu araştırın, demektedir!.. Bu yüzden de insanlardan uzak yaşamayı tercih etmektedir.
Bu bakışı dolayısıyladır ki, Ahmed Hulûsi’nin ne bir tarikatı vardır, ne bir cemiyeti ve ne de herhangi bir isimle anılan topluluğu!
Ahmed Hulûsi, çeşitli çevrelerce kendisine yakıştırılan her türlü pâye, ünvan ve etiketlerden berîdir! O, sadece Allâh kuludur!
Kimseden maddi veya siyasî, ya da manevî bir beklentisi olmayıp, yalnızca kulluk ve bir insanlık borcu olarak bilgilerinin bir kısmını okuyucularıyla paylaşmaktadır.
Ahmed Hulûsi, yalnızca...
Düşünebilen beyinlerle düşüncelerini paylaşmaya çalışan bir düşünürdür!
Hepsi, bundan ibaret!
Hiçbir yazılı, sesli veya görüntülü eserinin TELİF HAKKI OLMAYAN yazarın eserleri, pek çok değerlendiren tarafından orijinaline uygun olarak bastırılıp, karşılıksız olarak çevrelerine dağıtılmaktadır... Bugün milyonlarca ailenin evinde Ahmed Hulûsi imzalı eserlerin var olması, onun için yeterli şereftir.
Bu konulardaki detaylı çalışmaları aşağıdaki bazı internet sitelerinden inceleyebilir, dilediklerinizi tümüyle kendi bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
Ahmed Hulusi Official Website - Home Page
okyanusum.com // Din, Bilim, Sufizm
ALLAH VE SSTEM / AHMED HULS'DE KAVRAMLAR
Sonuç olarak şunu vurgulayayım...
Herkesin görüşü kendi bilgi tabanının sonucu kadardır! Bu eserleri kendiniz değerlendirmeye çalışın! Yazarla değil, yazılanla ilgilenin. Sizlere karşılıksız olarak verilen bu Allâh hibesi ilmi hakkıyla inceleyin.
Ebedî yaşamınıza yön verebilecek düzeyde Allâh ve Sistemi’ni (Sünnetullâh’ı) anlatan bu eserler umarım sizlere yeni ufuklar açar.
Saygılarımla,
AHMED HULÛSİ
 
Üst Alt