Gelecekle ilgili haberler

faruk islam

Özel Üye
GELECEKLE İLGİLİ HABERLER
KUR'ÂN-I KERÎM'DE YER ALAN GELECEKLE İLGİLİ HABERLER
Hazreti Peygamber'in Bazı Önemli Haberleri
Peygamberler mutlaka doğru çıkan haberleri vermişlerdir. Bu haber­lerden bazılarının gerçekleşmesi epeyce zaman almıştır ve bunlardan ba­zıları ilk bakışta inanılmaz gibi görülmüştür. Halbuki, doğru haberler, peygamberliğin alâmet ve belirtilerinden biridir ve bunlar bir bakıma, Mu'cize mahiyetindedir. Falcıların kehanetleri bazen doğru çıkar bazen çık­maz, peygamberlerin verdiği haberler ise her zaman doğru çıkar, çünkü onlar bu haberleri ilm-i ilâhîye dayanarak yaparlar. Hz. Peygamber efen­dimiz (a.s.)'in istikbal ile ilgili haberlerinden bir bölümü Kur'ân-ı Kerim'de bir bölümü de hadislerde yer almıştır. Bunları şöyle sıralayabili­riz.
Parlak Gelecek
"Senin için âhiret, elbette dünyadan daha hayırlıdır." (Duha; 4)
Yukarıdaki ayetin bir anlamı da şudur: "Senin için daha sonraki devir, şimdikinden elbette daha iyi olacaktır." Cenab-ı Allah bu müjdeyi, Hazre­ti Peygamber (a.s.)'a tebliğe başladığı ilk günlerde vermişti. O sırada müs­lümanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. İslâm cemaati zayıf ve küçüktü. Buna mukabil, bütün Mekke'liler ve Arap'lar Hazreti Pey­gamber (a.s.)'e karşıydılar. Görünüşte İslâmiyet'in kök salması, gelişmesi ve güçlenmesine hiç bir imkân yoktu. Durum ümitsizdi. İslâm'ın meşalesi sadece Mekke'nin bir kesiminde yanıyordu ve bunu söndürmek için her taraftan muhalefet rüzgârları esiyordu, işte o sırada, Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'den cesaretini kırmamasını istedi ve geleceğin aydınlık günlerini müjdeledi. Allah dedi ki, "Ey Muhammed, bugünkü zorluklar­dan dolayı yılma. Bundan sonra her geçen gün senin için iyi olacaktır. Şân ve şöhretin artacaktır. Adın her tarafta duyulacaktır ve kullara iletmek is­tediğin hidayet her tarafa yayılacaktır. Bu durum sadece bu dünya ile sı­nırlı da değildir, bu dünyada zahmet ve zorluk çeksen de ahiretle bunun semeresini göreceksin. Yani, dünyadaki mevkiin öbür dünyada daha da ar­tacak ve sen orada en yüksek makama nail olacaksın."
Taberânî "Evsâfta ve Beyhakî "Delâil"de İbn Abbas (r.a.)'a dayana­rak şu hadisi nakletmişlerdir. Rasûlullah buyurdular ki, "benden sonra be­nim ümmetimin kazanacağı bütün başarılar gözümün önüne serildi. Bun­dan çok memnun kaldım. Bunun üzerine Cenab-ı Allah dedi ki, âhiret se­nin için dünyadan da daha iyi olacaktır."
Din'in Galebesi İle İlgili önceden Verilen Haber
"Gerçekten, Rabbin sana verecek sen de razı olacaksın". (Duha; 5)
Allah demek isliyor ki, benim nimetlerimin gelmesi biraz zaman ala­cak, ama muhakkak gelecektir, öyle gelecektir ki Hz. Muhammed (a.s.) ve O'na iman edenler gerçekten mutluluk duyacaklardır. Allah'ın rahmeti ve ihsanı yağmur gibi yağacaktır. Nitekim, Allah'ın dediği oldu ve Hazreti Peygamber (a.s.) henüz hayatta iken bütün Arap yarımadası ile kuzeyde Bizans İmparatorluğu'nun Suriye sınırına ve İran İmparatorluğu'nun Irak sınırlarına kadar ve doğuda Basra Körfezinden batıda Kızıldeniz'e kadar olan topraklar İslâm İmparatorluğu hakimiyetine giriverdiler. Arabistan'ın tarihinde ilk defa bu topraklar belli bir kanun ve düzene tabi oldular. İs­lâm yayılması karşısında ayakta durmaya çalışanlar yok oldular. Hicâz ve Arabistan'da kelimeyi şehadet "Lâilaheillâllah Muhammed-ur Rasûlullah"tan başka bir şey duyulmaz oldu. İslâmiyet'in selini, ne müşrikler, ne de ehli kitap durdurabildiler. Arap'ların sadece başları değil, kalpleri de tek Allah'a itaatle eğildiler. Bu insanların inanç, ahlâk, fiil bilgi ve kültür­lerinde tam anlamıyla inkılab oldu. İnsanlık tarihinde, Cahiliyye'nin en kötü illetlerine yakalanmış olan bir milletin, sadece 23 yıllık bir süre için­de bambaşka bir millet olup çıktığının başka bir misalini görmek mümkün değildir. İslâm hareketi burada son bulmadı, aksine daha da gelişti, dal budak saldı. Hz. Peygamber (a.s.)'in inkılabçı hareketi daha sonra Asya, Afrika ve Avrupa'nın büyük bir bölümüne hakim oldu ve zaman geçtikçe dünyanın her köşesine yayılmış oldu. Cenab-ı Hakk'ın dünyada Hz. Pey­gamber'e verdiği nimet ve ihsanlar işte bunlardır. Mükâfatların daha bü­yükleri de Ahiret'te verilecektir.
Gayri medenî, ümmî bir milletten, talimatı, hidayeti ve öğretileri böy­lesine inkılabçı olan bir peygamberin çıkması, Allah'ın kudretinin en bü­yük delili değilse nedir? Bu Peygamber (a.s.)'in getirdiği mesaj öylesine evrensel ve ebedî ilkelere dayanmaktadır ki, bunlar üzerinde bütün insan­lık muazzam bir millet olarak yetişebilir ve bunlara göre her zaman yönü­nü tayin edebilir. Yalancı bir insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu mevki ve makama varamazdı. Arap'lar gibi cahil ve ilkel İnsanlar şöyle dursun, o çağda dünyanın en medeni ve en ileri bir toplumunda yetişen en zeki ve en yetenekli bir lider bile bir millet veya toplumun çehresini böylesine ta­nınmayacak şekilde değiştiremezdi. Ayrıca, bütün insan soyunun bir plat­formda birleşip kardeş olabileceği ve muhteşem bir din ve kültür düzenini meydana getirebileceği altın ilkeler yaratamazdı. Bu, gerçekten, Allah'ın inayetiyle vuku bulan bir Mu'cizedir. Demek ki, Cenâb-ı Allah, Hz. Pey­gambere ve ümmetine vaad ettiği şeyleri vermiştir.
Yeni Bir Dönemin Müjdesi
Duha Sûresi'nin ana teması Hazreti Peygamber (a.s.)'in, vahiylerin arasının kesilmesi üzerine düştüğü telaşı gidermek ve İslâm'ı yaymasında karşılaştığı güçlükler ve ümit kırıcı gelişmeler üzerine duyduğu üzüntüye son vermek ve O'nu teselli etmektir. Bu sûrenin başlangıcında "kuşluk vaktine ve karanlığı ile âlemi kaplayan geceye" yemin edilerek Rabbinin kendisini, Hz. Muhammed (a.s.)'i bırakmadığı ve O'na küsmediği belirtil­miştir. Bundan sonra, İslâm'ı yayma faaliyetinin ümit kırıcı ilk devresin­den sonra durumun daha iyi olacağı, her geçen günün daha ümit verici, daha ferahlatıcı olacağı kaydedilmiştir. Çok geçmeden Allah'ın kendisine nimet ve ihsanlarını bahşedeceği ve kendisini mesud edeceği ifade edil­miştir. İşte bunlar, Kur'an'ın sarih gaybî haberlerindendirler, ki daha sonra harfiyen gerekleşmişlerdir. Halbuki, bu gaybî haberlerin yapıldığı sırada kimse böylesine muazzam neticelerin' alınacağını, böylesine köklü deği­şikliklerin meydana geleceğini düşünemezdi bile. Bundan sonra, Allah-u Teâlâ, sevgili peygamberine diyor ki, "Seni terk ettiğimi veya sana darıl­dığımı nereden çıkardın? Biz senin doğuşundan beri seninle yakından ilgileniyoruz. Sen yetim doğmuştun, seni yetiştirdik ve korunman için ola­ğanüstü tedbirler aldık. Sen doğru yolu bilmezdin, biz sana doğru yolu gösterdik. Sen fakirdin, seni zengin ettik. Bundan sonra da sana birçok ni­metler vereceğiz. Bütün bunlar gösteriyor ki, Biz başından beri seni sevi­yoruz, sayıyoruz ve sana özel ilgi gösteriyoru
"Yükü Azaltma"nın Manası
"(Habibim) Biz senin göğsünü açmadık mı? Senden yükünü indirip altık." (İnşirah; 1-2)
Müfessirlerden bazıları bu ayetleri şöyle tefsir etmişlerdir: Peygamberlik'ten önceki cahiliyye döneminde, Hz. Muhammed (a.s.) elinde olma­yan sebeplerle bazı hala ve günahlar işlemişti ve bundan büyük eziklik duyuyordu. Sanki omzunda bir yük vardı ve bunun kalkmasını istiyordu. Bu ayeti indirmek sureliyle Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'in bu yü­künü kaldırdığını, bütün hatalarını affettiğini bildirmiştir. Ne var ki, bu tür bir açıklamayı kabul etmiyoruz. Ayetteki Arapça "vizr" kelimesi her za­man mutlaka "günah" veya "hata" anlamında kullanılmaz, aksine "ağır yük" deyimi için de geçerlidir. O halde kelimenin illâ kötü manasını kabul etmek için herhangi bir sebep yoktur. Ayrıca, Hz. Peygamber (a.s.)'in, nü­büvvetten önceki yaşantısı öylesine tertemizdi ki, örnek olarak muhalifle­rine gösterilmişti. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Muhammed'in, Mek­ke'li kâfirlere şöyle hitap ettiği kaydedilmiştir. "Bundan evvel aranızda se­nelerce yaşadım." (Yunus; 16). Sonra, Hz. Muhammed (a.s.) diğer insan­lardan saklanarak bir günâh işleyecek şahsiyete de sahip değildi. Çünkü, Hz. Peygamber (a.s.) hâşâ böyle bir karaktere sahip olsaydı, Allah, O'nun ağzından Mekke'lilere yukarıdaki şekilde cevap verdirmezdi. O halde, yu­karıdaki ayette geçen "vizr" kelimesini "yük" anlamında almak daha doğ­ru olacaktır. Yük de üzüntü ve yorgunluk yüküdür. Hz. Peygamber (a.s.) gibi hassas ve ince duygulu bir kişi için milletinin cehâlet ve dalâleti elem ve esef verici bir husus ve ağır bir yüktü. O'nun gözlerinin önünde her tür­lü günâhlar işleniyor, putlara tapılıyor, Allah'a ortaklar koşuluyor, evham ve batıl inançların batağına saplanılıyor, hayasızlık ve ahlâksızlığın son örnekleri veriliyor, toplumda haksızlık, adaletsizlik ve zulümle işler yapı­lıyor, güçlüler güçsüzleri eziyor, yeni doğan kız çocukları diri diri gömü­lüyor, kabileler kabilelere saldırıyor, intikam almak için and içiliyor ve bazen yüzlerce sene savaşılıyor, hiç kimsenin canı, malı ve namusu güven içinde bulunmuyordu. Hz. Muhammed (a.s.) her şeyi görüyor, hissediyor ve içi kan ağlıyordu, ama hiçbir şey yapamıyordu. Bir çare göremiyordu. Cenab-ı Allah işte bu ağır yükten bahsediyor. Hz. Peygamber'in (a.s.) be­lini büken bu ağırlığı kaldırdığını söylüyor. Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) nübüvvet makamına yükseltildikten sonra aradığını bulmuş oldu. Derdinin çaresinin ne olduğunu anlamış oldu. Hidayet yoluna kavuşmuş oldu. Allah'ın gösterdiği yol, O'nun yükünü hafifletti ve kavuştuğu hidâyetle, sadece Arap'ları değil, bütün insanlığı ıslâh edeceğinin farkına varmış oldu.
Şânın Yükselmesi
"Ve senin şânını da yükselttik." (İnşirah; 4)
Ulu Allah bu sözleri, İslâmiyet'in ilk devresinde söylemişti. O sırada ancak birkaç kişi Rasûlullah (a.s.)'ın etrafında toplanabilmiş O'na iman edebilmişti. O sırada eğer bir kişi kalkıp deseydi ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in şan ve şerefi bütün dünyada artacak ve getirdiği mesaj dünyanın dört bir tarafına yayılacak; o zaman bu lâflara herkes gülerdi. Ama, bunla­rı söyleyen ve müjdeleyen Allah'tır ki gelecekte ne olacağını pekalâ bili­yordu. Yüce Allah bu sözünü gerçekleştirmeyi irade eni ve bu hususta Mekke'lilere iyi bir ders verdi. Mekke'li kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)'in vaaz ve telkinini baltalamak ve O'nu diğer Arap'ların göründe kötülemek ve küçük düşürmek amacıyla akla gelen her yola başvururlardı. Meselâ, yöntemlerinden biri, Hac mevsiminde Arabistan'ın don bir tarafından Arap'lar Mekke'ye geldiğinde, Mekke'liler gruplar halinde herkese gider, Mekke'de Muhammed (a.s.) adında çok tehlikeli (!) bir adamın bulundu­ğunu, sihir yaparak baba ile oğul, koca ile karı ve kardeş ile kardeş arasın­da anlaşmazlık çıkardığını, aileleri bozduğunu ve kabileleri birbirine düş­man hale getirdiğini söylerlerdi ve dolayısıyla bu adamdan sakınmalarını isterlerdi. Hac mevsiminin dışında da ziyaret ve ticaret gibi konularla ilgi­li olarak Mekke'ye gelenlere de aynı şeyleri anlatırlardı. Fakat, Allah'ın hikmetine bakın ki, bu menfi propagandanın bazı müsbet ne yönleri de gö­rülüyordu. Bir kerre, Mekke'ye her ne sebepten olursa olsun, gelenler ara­sında Hz. Muhammed (a.s.) adını bilmeyen kalmadı. Adı, sanı belli olma­yan ümmi bir peygamberin adı böylece kısa bir zamanda bütün Arap yarı­madasında ve hatla diğer bazı bölgelerde duyulmuş oldu. Bulun kabileler ve gruplar "Muhammed" ismini tanımış oldular. Gayet tabiidir ki, Hz.Muhammed (a.s.)'in adını ve hakkındaki bu kadar dedikoduyu duyan her­kes, kendisinin kim olduğunu, nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu, neler söy­lediğini, ne yaptığını, "sihri"nin nasıl olduğunu, bundan etkilenenlerin kim olduğunu merak etmeye başladı. Mekke'li kâfir ve müşriklerin propa­gandası arttıkça, Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili merak da arttı. Ve Arabis­tan'ın her köşesinden İnsanlar bu "ilginç" (!) adamı görmek amacıyla akın akın Mekke'ye gelmeye başladılar. Merak ve arayış içinde olanlar, bu harika kişinin ahlâk ve siretini görünce cazibesine kapılmaya başladılar. Kur'ân-ı Kerîm'i işiten ve talimatını öğrenen kimseler, bu "kâhin" (!) in mesajının ne olduğunu anladılar. Ve "sihir" denilen ilâhî mesajın aslında bir iksir olduğunu, bunu kabul edenlerin yaşantılarında muazzam inkılap meydana geldiğini gören kimseler de İslâmiyet'in çemberine girmeye baş­ladılar. Menfi ve kötü propaganda, faydalı bir hale dönüştü. Öyle ki, Mek­ke'den Medine'ye hicret yaklaşırken Arap kabileleri ve sülaleleri arasında, Rasûlullah (a.s.)'ı tanımayan veya aralarında birkaç iman sahibinin bulun­madığı kabile kalmamıştı. Hz. Peygamber (a.s.)'in şan ve şerefinin yüksel­mesinin bu birinci merhalesiydi.
Medine'ye hicretten sonra ikinci merhale başladı. Bu dönemde bir yandan münafıklar, Yahudiler ve Arap eşrafı Hz. Muhammed (a.s.)'i kötü­lemeye çalışırken, bunun tam aksine bir avuç müslüman, herkesin gönlü­nü fetheden insanlık ve uygarlık örneklerini veriyorlardı. Müslümanlar, Medine'de kurdukları İslam Devleti’yle, Allah'a inanma, O'ndan korkma, ibadet ve takvâ, temiz karakter ve ahlâk ile adâlet, eşitlik, sosyal adâlet, istişare, kalkınma ve refah, sosyal hizmet, söz tutma ve doğruluğun en gü­zel örneklerini sunuyorlardı. Düşmanları, Hz. Peygamber (a.s.)'in artan nüfuzunu savaş ve çarpışmalarla durdurmak istediler. Fakat, Hz. Peygam­ber (a.s.)'in eşsiz liderliğinde kurulan imanlı cemaat ve ordu, disiplin, dü­zen, cesaret, ölüme meydan okuma ve savaşta da bazı ahlâk kurallarına ri­ayet etme gibi vasıflarla düşmanlara galip geldi ve nihayet bütün Arabis­tan'da İslâm'ın bayrağını dalgalandırmayı başardı. On senelik kısa bir müddette Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'in şanü şerefi öylesine yükseldi ki, düş­manların bütün gayretlerine rağmen Arabistan'ın her köşesinde herkes ke­lime-i şehadet getirmeye başladı.
Bundan sonra üçüncü bir merhale daha vardır; ki Hulefa-i Râşidîn ile başladı ve zamanımıza kadar devam ediyor. Bu müddet içinde Hz. Pey­gamber (a.s.)'in şanı ve şöhreti dünyanın her tarafına yayılmıştır ve bu du­rum inşallah kıyamete kadar devam edecektir. Hakikaten, bugün dünyada hiçbir yer yoktur ki orada müslümanlar bulunmasın, günde beş vakit ezan okunmasın, her ezanda Hz. Muhammed (a.s.)'in mübarek ismi anılmasın, namazlarda ruhu için dua edilmesin, cuma hutbelerinde O'ndan bahsedil­mesin, senenin 12 ayında ve her gün ve günün 24 saatinde yeryüzünün herhangi bir yerinde zikri yapılmasın. İşte bu da Kur'ân-ı Kerîm'in doğru çıkan haberlerinden biridir. Çünkü, Hz. Muhammed (a.s.)'in zikri ve fikri­nin her zaman ve her tarafta yapılacağı müjdelendiği zaman kimse bunu tasavvur bile edemezdi. Hadislerde, Hz. Ebû Saîd Hudrî (r.a.)'in bir rivâyeti şöyledir: "Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, Cebrail (a.s.) bana geldi ve dedi ki, 'Benim Rabbim ve Sizin Rabbiniz soruyor ki, şanınızı nasıl yükselttim?' Ben dedim ki, 'Allah iyi bilir.' O dedi ki, Allah buyurmuştur ki, 'Benim adım zikredildiği zaman senin adın da zikr edilecektir.'" (İbn Cerîr, İbn-i Merdûye, Ebû Nuaym). Tarihi gerçekler bu sözleri haklı ve doğru çıkarmıştır.
Göğsün Açılması
"(Habibim) Bizim senin göğsünü açmadık mı?". (İnşirah; 1)
Sûrenin bu sual ile başlaması ve daha sonra geçen ibareler gösteriyor ki, Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) o sıralarda İslâm'ın tebliği ile orta­ya çıkan güçlüklerden hayli üzgün ve endişeliydi. İşle bu sûrede Cenab-ı Allah, Hazreti Peygamber (a.s.)'i teselli ediyor ve kendisine gösterdiği ya­kın ilgisini hatırlatıyordu. "Göğsün açılması"yla ilgili deyim Kur'ân-ı Kerim'de geçtiği yerlerde iki anlam taşımaktadır. Meselâ, En'âm sûresinin 125. ayetinde şöyle bir ifadeye rastlanıyor: "Allah, hidayetini dilediği kimsenin göğsünü, İslâm için açar." Zümer suresinin 22. ayeti ise şöyle­dir: "Allah'ın İslâm için göğsüne genişlik verdiği bir kimse ki, o, Rabbi tarafından hidayet nuru üzerindedir." Bu her iki ayette, "göğsün açılması" ifadesinin anlamı, her türlü karmaşık fikir ve kaygıdan sıyrılıp doğru yo­lun İslâm olduğuna; inanç, ahlâk, medeniyet ve kültür ile ilgili İslâm'ın bütün öğretilerine inanmaktır. "Göğsün açılması" deyiminin bir başka an­lamı şöyle izah edilebilir. Şuara sûresinde, (âyet; 12-13) Allah Hz. Mu­sa'yı peygamberlik makamına getirdikten ve Fir'avun gibi zalim ve güçlü bir imparator ile çarpışma emri verdikten sonra, Hz. Musa'nın şöyle dedi­ği kaydedilmiştir. "Rabbim, beni tekzip etmelerinden korkuyorum. Göğ­süm (kalbim) daralıyor. Dilim açılmıyor." Bunun yanı sıra Tâhâ sûresinde Hz. Musa'nın Allah'a şöyle dua ettiği belirtilmiştir; "ey Rabbim, göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. (Âyet; 25-26). Bu ayetlerde "göğsün sıkılması", büyük bir imparatora karşı çıkmanın verdiği dehşet, korku ve heye­can ile endişedir. Yani, Musa tek başına Fir'avun gibi güçlü ve zalim bir hükümdara karşı çıkmaya cesaret edemiyordu. "Göğsün açılması" veya "genişlemesi"nin manası da cesaret kazanmak ve cesaret toplamaktır.
İnşirah sûresinin söz konusu ayetini bu açıdan inceleyecek olursak, burada "göğsün açılması" deyiminin yukarıdaki her iki mânâyı da ihtiva ettiğini anlamış olacağız. Bundan anlaşılıyor ki, nübüvvetten önce Rasûlullah (a.s.) müşrik Arap'ların, Hıristiyan, Yahudi, mecûsî ve diğer dinde olanların inanç ve akidelerini kabul etmiyordu ve ayrıca, Tevhid'i kabul eden bazı Arap'ların "Hanifliği"nden de memnun değildi. Zira, "Haniflik" müphem ve muğlak bir akide idi. Bunda doğru yolun hiçbir ayrıntısı yok­tu. Hz. Muhammed (a.s.) doğru yolun ne olduğunu bilemediği için zihnen huzursuzdu ve bir arayış içinde idi. Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'e nübüvvet ihsan etmek suretiyle huzursuzluğunu giderdi ve gönlünü rahat­lattı. Âyeti diğer açıdan inceleyecek olursak, o zaman bundan şu anlamı çıkarabiliriz. Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed (a.s.)'e peygamberlik ihsan etmekle birlikte, bu yüce makamın gerektirdiği cesaret, azim, kararlılık ve geniş kalpliliği de verdi. Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'e, hiçbir insanın sa­hip olamadığı ve olamayacağı ilim verdi. Her çetin meselenin üstesinden gelebilmesi için akıl ve hikmet verdi. Cahil bir toplumda ve dalâletin en karanlık döneminde, hiçbir maddî imkânı olmaksızın düşmanlar ve muha­lifleriyle mücadele etmesini mümkün kıldı. İslam bayrağını açlıktan sonra muhalefetin en şiddetli rüzgârına karşı dimdik ayakta kalmasını sağladı. Bu yolda karşılaşılacak her türlü zorluk ve acıya karşı gülerek karşı koy­ma cesareti verdi. Cenab-ı Allah'ın bu kadar inayet ve ihsanlarından sonra Hz. Muhammed (a.s.)'in üzülmesine ve cesaretini kaybetmesine gerek var mıydı?
Bazı müfessirler bu ayetlerde geçen "göğsün açılması" deyimini fiilen göğsün açılması veya yarılması anlamında almışlardır. Bu müfessirler, bu ayetleri, hadislerde geçen "göğsün açılması Mu'cizesinin bir delili olarak kabul etmişlerdir. Fakat hakikat şu ki, söz konusu Mu'cize ancak hadisteki rivâyetlerle ispatlanabilir. Bu Mu'cizeyi Kur'ân-ı Kerîm ile ispatlamaya ge­rek yoktur. Aslında Arapça "şarh-ı sadr" deyimi, hiçbir şekilde "göğsün yarılması" anlamında alınamaz. Nitekim, Allame Alûsî "Ruh-ul Me'ânî" de şunları söylemiştir: "Araştırmacıların burada geçen 'Şarh' kelimesini göğsün fiilen açılması veya yarılması anlamında almaları doğru bir şey değildir.ALINTI
 
Üst Alt