207-Üçüncü cildin seksenyedinci mektûbundaki bilgileri açıklamakdadır 3.Cild 121.ci

MURATS44

Özel Üye
207-Üçüncü cildin seksenyedinci mektûbundaki bilgileri açıklamakdadır 3.Cild 121.ci

ÜÇÜNCÜ CİLD, 121. ci MEKTÛB

Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede yazılmışdır. Mektûbâtın üçüncü cildinin seksenyedinci mektûbundaki ince bilgilerden birkaçını açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Şefkat ve merhamet ederek bu fakîre [ya’nî İmâm-ı Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] gönderdiğiniz kıymetli mektûbu okuyarak şereflendim. Diyorsunuz ki, Ecmîrde iken yazmış olduğunuz mektûbun birkaç yerine buradaki büyüklerden biri karşı gelmekdedir. Bunları açıklayınız! O mektûbda şübheli görülen yerleri birkaç sevdiğimiz de bildirmişdi. Bu şübheleri çözmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç önsöz yazıyorum. Allahü teâlâ hepimize doğru yolu göstersin!
Kıymetli efendim! (Seyr-i murâdî) ve (Seyr-i mürîdî) denilen tesavvuf yolculukları, bu yolcuların vicdânları ile, ya’nî kalbleri ile anladıkları bir yolculukdur. Başkasına bildirilmesi, inandırılması lâzım olan şeylerden değildir. Bu sözleri isbât etmek için delîl göstermeğe lüzûm yokdur. Böyle olmakla berâber, keskin görüşlü, anlayışlı yaratılan bir kimse, böyle yolculukları söyleyenlerin hâllerini, gidişlerini inceler, bereketlerini, ilmlerini ve ma’rifetlerini görürse, onun (Seyr-i murâdî) dediği bir yoldan ilerlemiş, yükselmiş olduğunu hemen anlar. Sözünü isbât etmesini, delîl, sened göstermesini istemez. Gökde kamerin her gece doğuş ve batış yerlerini ve aldığı şeklleri gören anlayışlı bir kimsenin, ayın güneşden aldığı ışıkları yaydığını anlaması gibidir. Keskin görüşlü, bilgili olmıyanlar için, bu kadar görmek ve incelemek delîl olmaz. Üstâdım hâce Bâkî Billah hazretleri, bu fakîrin ilerlemesinin (Seyr-i murâdî) olduğunu dahâ başlangıçda bildirmişdi. Orada bulunan kardeşlerimiz arasında, bu müjdeyi işitmiş olanlar vardır. Mesnevînin aşağıdaki beytlerinin bu fakîrin hâline uygun olduğunu buyurmuşlardı. Fârisî mesnevî tercemesi:
Ma’şukların sevgisi, gizlidir gizli,
Âşıkın aşkı da, davul sesi gibi,
Fekat aşk, âşıkları üzer eritir,
Ma’şûkları ise, besler, sevindirir.

Murâdlardan vâsıl olanlar, (Râh-i ictibâ) ile, [seçilmişlerin yolu ile] kavuşurlar. Bu yol, Peygamberlerin ilerledikleri yoldur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. (Avârif) kitâbının sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî] “kuddise sirruh”, (Meczûb-i sâlik) ve (Sâlik-i meczûb)ları anlatırken, bunu açıkca bildirmişdir. İkinci yola, (Râh-i mürîdân) ve murâdların yoluna (Râh-i ictibâ) demişdir. (Şûra) sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, dilediğini kendine seçer, kendine kavuşmak isteyenlere de, kavuşduran yolu gösterir) buyruldu. Evet, ictibâ yolu, aslında Peygamberlere mahsûsdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Ümmetlerinden onlara tâbi’ olanlara da, onlara mahsûs olan kemâllerden ihsân olunduğu gibi, bunu da nasîb ederler. Yoksa, ictibâ yolu, yalnız Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs olup, ümmetlerinden hiç kimseye verilmez demek değildir. Böyle olduğu işitilmemişdir.
Kıymetli efendim! Sâlike feyzlerin Resûlullah vâsıtası ile gelmesi “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”, (Muhammedî-meşreb) olan bu sâlikin hakîkatinin, (Hakîkat-i Muhammedî) ile birleşinceye kadardır. Resûlullaha tam uymakla, belki de Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile urûc makâmlarında bu hakîkat, o hakîkat ile birleşince, Resûlullah artık vâsıta olmaz. Çünki, birşeyin başka birşeye vâsıta, aracı olması, bu iki şeyin başka başka oldukları zemândadır. İkisi birleşince, bunlar için, birbirlerine vâsıta olmak, perde olmak, perdelenmek gibi şeyler düşünülemez. İki şey birleşince, her işleri ortak olur. Sâlik, tâbi’ iken, uymakda iken, tufeylî iken, ikisi arasındaki işler, hizmetci ile hizmet olunan kimsenin işleri gibi başka başkadır.
 

MURATS44

Özel Üye
Sâlikin hakîkati, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkati ile birlesir
sözünü açıklıyalım: (Hakîkat-i Muhammedî) “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”,
bütün hakîkatleri kendinde toplamakdadır. Bunun için, bu hakîkate (Hakîkat-
ül-hakâik) de denir. Baskalarının hakîkatleri bu hakîkatin parçaları gibidirler.
Muhammedî-mesreb olan sâlikin hakîkati, o hakîkatin bir parçasıdır ve onun
özelligindedir. Muhammed-il-mesreb olmıyan sâlikin hakîkati de, o hakîkatin
bir parçası ise de, onun özelligi baskadır. Böyle sâlik, urûc ederken, yükselirken,
hakîkati eger hakîkat-i Muhammedî ile birlesirse, önce aynı özellikde olan bir Peygamberin
hakîkati ile birlesir. O Peygamberin kemâlâtına ortak olur. Fekat, tekrâr
bildirelim ki, bu ortaklık hizmetcinin hizmet olunana olan ortaklıgı gibidir. Sâlik,
Resûlullaha tam uyarsa, belki de yalnız Allahü teâlânın ihsânı ile, bunun hakîkatinde
Resûlullahın hakîkatine karsı sevgi hâsıl olur. Onunla birlesmek ister,
iki hakîkat birlesir. Iki hakîkat arasındaki sevgi, Allahü teâlânın ihsânı ile, bu fakîrde
hâsıl olmusdu. Bu sevgi kapladıgı zemân, (Allahü teâlâyı Muhammed aleyhisselâmın
Rabbi oldugu için seviyorum) demisdim. Meyân seyh Tâc ve baskaları,
benim bu sözüme sasırmıslardı. Sizin de, bunu hâtırlayacagınızı sanıyorum. Böyle
fazla sevgi hâsıl olmadıkca, iki hakîkat birlesemez. Bu, Allahü teâlânın öyle bir
ni’metidir ki, diledigine ihsân eder. Allahü teâlâ, pek çok ihsân sâhibidir.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, sâliklere feyz gelmesine vâsıta
olmasını açıklıyorum. Iyi dinleyiniz! (Cezbe) yolunda, Allahü teâlâ çekdigi
için ve tâlibe çok ihsânda bulundugu için, vesîleye, vâsıtaya lüzûm yokdur. (Sülûk)
yolunda ise, tâlib ilerlemege çalısdıgından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta
lâzım degil ise de, cezbenin temâm olması için sülûk lâzımdır. Sülûk, tevbe ve zühd
ve baska belli seyleri yapmaga çalısmakdır. Ya’nî islâmiyyete uymakdır. Sülûksüz
olan cezbe, temâm olmaz, noksân kalır. Hind kâfirlerinden ve mülhidlerden, sapıklardan,
cezbesi olan çoklarını gördüm. Fekat, bunlar, islâmiyyetin sâhibine uymadıkları
için cezbeleri noksân ve bozukdur. Cezbeleri bir görünüsden ileri gidememisdir.
Süâl: Cezbeye kavusmak için, hiç olmazsa biraz seçilmis ve sevilmis olmak lâzımdır.
Allahü teâlânın düsmanı olan kâfirlerde nasıl oluyor da cezbe bulunuyor?
Cevâb: Kâfirlerden bir kısmının hakîkatlerinde biraz muhabbet bulunabilir. Bu
yoldan, kendilerine cezbe hâsıl olabilir. Fekat, islâmiyyetin sâhibine “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” uymadıkları için bu cezbelerinin sonu gelmez. Ellerinden kaçırırlar.
Bu cezbeleri, onlar için huccet olacak, bu yoldan da sorguya çekileceklerdir.
Cehl ve inâd ile bunu elden kaçırdıkları için, suçlanacaklardır. Allahü teâlâ,
hiçbir kuluna zulm etmez. Onlar kendilerine zulm ediyorlar. Cezbe yolunda sülûk
ederek, ya’nî islâmiyyetin sâhibine uymaga çalısarak kavusanlar, arada vâsıta ve
perde olmadan kavusurlar. (Yerin dibine bir ip uzatsaydınız, Allahü teâlâya kavusurdunuz!)
sözü bunu göstermekdedir ki, Allahü teâlâya çekilirseniz, en bilinmiyen
makâmlara varırsanız, sizinle Allahü teâlâ arasında bir vâsıta, bir perde bulunmaz
demekdir. Belki hâtırlıyacaksınız, üstâdımız Bâkî-billah hazretleri “kuddise
sirruh”, (Ma’ıyyet, ya’nî Allahü teâlâ ile berâber olmak yolundan kavusmak
nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavusulur. Terbiye yolu ile, ya’nî sülûk ile kavusmakda,
aracı, vâsıta lâzımdır) buyurmusdu. Ma’ıyyet yolu, cezbe yollarından
biridir. (Kisi, sevdigi ile berâberdir) hadîs-i serîfi bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir.
Çünki bir kimse, sevdigi ile berâber olunca, aradan vâsıta kalkar. Dikkat buyurunuz!
Her zıllın, görüntünün, kendi aslı ile baglılıgı vardır. Ikisi arasında hiçbirsey
perde olmaz. Allahü teâlâ lutf ederek, zıl aslına dogru çekilirse ve islâmiyyetin
sâhibine uymak ni’metine de kavusursa, bu zıl aslına ulasır. Bu ulasmak, aralarında
vâsıtasız, perdesiz olur. Bu asl, Allahü teâlânın ismlerinden bir ism oldugu
için, ism ile ismin sâhibi arasında da bir perde yokdur. Zıl böylece, aslının aslına,
ya’nî ismin sâhibine kavusur. Demek ki, Allahü teâlânın zâtına, kendisine, bî-
çûn olarak, ya’nî bilinmiyen, anlasılamıyan bir seklde kavusanlar için, vâsıta ve perde
bulunmaz. Böyle kavusana Allahü teâlânın sıfatları vâsıta ve perde olmayınca,
baska seyler perde olabilirler mi?
Süâl: Allahü teâlânın sıfatları, kendisinden ayrı degildirler. Allahü teâlâya kavusanlara
sıfatların vâsıta, perde olmaması, nasıl olur?
Cevâb: Sâlikin aslı, Allahü teâlânın ismlerinden bir ismdir. Sâlik, bu aslının zıllıdır,
görüntüsüdür. Sâlik, bu aslına kavusunca, kendisi ile zât-ı ilâhî arasında bir
vâsıta, bir perde yokdur. Çünki ism ile ism sâhibi arasında bir vâsıta yokdur. Bunun
için, sıfatların aradan kalkması lâzım gelmez. Bunu yukarıda, sâlikin hakîkatinin
hakîkat-i Muhammedî ile birlesmesini anlatırken bildirmisdim. Zıllın aslına
kavusmasını bildirirken de biraz geçmisdi.
Tenbîh: Cezbe yolunda aracı, vâsıta bulunmaz sözünden, ba’zı kimseler için Resûlullahın
“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” vâsıta olmasına lüzûm olmayacagı
anlasılmamalıdır. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymalarına ihtiyâcları
kalmıyacagı sanılmamalıdır! Böyle anlamak küfr ve ilhâd ve zındıklık ve
Onun dînine inanmamak olur. Sülûk yapmadan, ya’nî islâmiyyete uymadan mevcûd
olan cezbe noksân olur, bozuk olur ve ni’met seklinde görünen azâb olur. Kıyâmetde
hesâba çekilmesine, azâb yapılmasına sebeb olur. Dogru kesfler ve açık
olan ilhâmlar, kesin olarak bildirmisdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” vâsıta olmadıkca ve Ona uymadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir ma’rifetine
kavusulamaz. Baslangıçda ve yolda bulunanlar için oldugu gibi, sona varmıs olanlar
için de, O yüce Peygambere uymadıkca ve Ona nasîb olan ni’metlerin artıklarını
toplamadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir feyzi ve bereketi hâsıl olmaz. Fârisî beyt
tercemesi:
Ey Sa’dî! Safâ yolunda ilerlemek,
Mustafâya uymakla nasîb olur hep!
Ahmak Eflâtun, yapdıgı mücâhedelerle ve riyâzetlerle nefsinde hâsıl olan safâyı
görünce, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymak lâzım olmadıgını
sandı. (Biz temizlenmis insanlarız. Temizleyicilere ihtiyâcımız kalmamısdır)
dedi. Peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan safânın, altın yaldızla
örtülen bakır gibi veyâ sekerle kaplanan zehr gibi oldugunu anlıyamadı. Bakırla
karısık altını saf hâlde ayırmak için ve nefsi, emmârelikden kurtarıp itmînâna
kavusdurmak için, Peygamberlere uymak lâzımdır “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.
Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, nefs-i emmâreyi yıkmak, azgınlıkdan kurtarmak
için gönderdi. Onu yıkmak, belki islâh etmek, kurtarmak için bu büyüklere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymakdan baska çâre olmadıgını bildirdi. Bu
büyüklere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymadıkca, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler
yapılsa, onun emmâreligi kıl kadar azalmaz. Tersine, azgınlıgı artar, onun
hastalıgını giderecek yegâne ilâc, Peygamberlerin dinleridir “aleyhimüssalevâtü
vettehıyyât”. Bundan baska hiçbir sey, nefsi felâketden kurtaramaz!
Cezbe için sülûk lâzımdır. Ister cezbeden önce olsun, ister sonra olsun, sülûksüz
cezbe fâidesizdir, kıymetsizdir. Cezbenin sülûkdan önce olması dahâ kıymetlidir.
Böyle olunca, sülûk cezbeye yardımcı olur. Sülûkdan sonra olan cezbe ise,
sülûke hizmetci olur. Sülûk ni’meti, onu cezbeye kavusdurur. Cezbenin önce olması,
böyle degildir. O önceden çekilmekdedir, da’vetlidir, (Murâd)dır. Sülûkü önce
olan ise, (Tâlib)dir. Murâd olunanların bası ve sevilenlerin önderi Muhammed
aleyhisselâmdır. Bu da’vet Ona yapılmıs, önce O çagırılmısdır “aleyhi ve alâ âlihissalâtü
vesselâm”. Baskaları, Ona tufeyl olarak, yanısıra kabûl olunmakdadırlar.
Ister murâd olsunlar, ister tâlib olsunlar, Onun arkasındadırlar. Hadîs-i kudsîde,
(O olmasaydı, Allahü teâlâ mahlûkları elbette yaratmazdı ve rübûbiyyetini
 

MURATS44

Özel Üye
belli etmezdi) buyuruldu. Baskaları Onun gerisinde bulundukları için ve bu da’vet
yalnız Ona yapıldıgı için, herkes Ona muhtâcdır. Feyzlere, bereketlere Onun vâsıtası
ile kavusurlar. Bunun için, bütün insanlara Onun Âli denilse yeri vardır “aleyhi
ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. Bütün insanlar, Ondan sonradırlar ve arada O olmayınca
kemâle kavusamazlar. Hepsinin varlıgı, Onun varlıgına baglı olunca,
varlıkdan hâsıl olan kemâller, O vâsıta olmayınca nasıl hâsıl olabilir? Âlemlerin
Rabbinin sevgilisi, elbet böyle olur “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”!
Iyi dinleyiniz! Kesf yolu ile anlasıldı ki, Allahü teâlânın sevgilisi olması “aleyhi
ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, zât-i ilâhîye muhabbeti iledir. Araya hiçbir sıfat
ve sân ve i’tibâr karısık degildir. Allahü teâlâ, kendisini de bu muhabbet ile sevmekdedir.
Baska kullarını sevmesi böyle degildir. Suyûn ve i’tibârât ile veyâ esmâ
ve sıfat ile, hattâ ismlerinin ve sıfatlarının zılleri ile sevmekdedir.
Bunu dahâ açıklıyalım. Resûlullahın vâsıta olması, iki dürlüdür: Birincisinde, sâlik
ile matlûb arasında perde olur. Ikincisinde ise, sâlik Ona takılarak, Onu vâsıta
ederek, Ona uyarak, matlûba kavusur. Sülûk yolunda ve hakîkat-i Muhammedîye
varmadan önce, vesîle olmanın bu iki dürlüsü de vardır. Öyle sanıyorum ki,
bu yolda vâsıta olan âlim, sâlikin sühûduna vâsıta ve perde olmakdadır. Yolun sonunda,
cezbe imdâda yetismezse ve perde aradan kalkmazsa, çok yazık olur. Çünki,
cezbe yolunda ve hakîkat-ül-hakâika kavusdukdan sonra, yalnız ikinci dürlü vâsıta
olmak vardır. Ya’nî, arkasına takılmakla ve uymakladır. Perde olmakla degildir.
Ya’nî, sühûd ve müsâhede için ve bunların benzeri için, perde olmak yokdur.
Süâl: Yalnız bir ma’nâda olsa bile, Resûlullahın vâsıta olmaması, Resûlullah için
bir kusûr, bir noksânlık olmaz mı “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâmü vettehiyye”?
Cevâb: Arada vâsıta olmaması, Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” kemâlini,
üstünlügünü gösterir. Onun için kusûr olmaz. Hattâ, arada vâsıta olması kusûr
olur. Çünki, tâbi’ olunanın arkasına takılmakla, Ona uymakla, yüksek derecelerin
hepsine kavusmak, Onun kemâlini gösterir. Bu ise, Onun vâsıta olmamasında
vardır. Vâsıta oldugu zemân, böyle degildir. Vâsıta olmadıgı zemân, sühûd perdesizdir.
Bu ise, kemâl derecelerinin en üstünüdür. Vâsıta olunca, hâsıl olan sühûd ise,
perdelidir. Görülüyor ki, vâsıta olmamak kemâldir, üstünlükdür. Vâsıta olmak, kusûrdur,
noksânlıkdır. Hizmet eden, her makâmda Ona uymakdadır. Ona uymakla,
Onun ni’metlerine ortak olmakdadır. Bu ise, hizmet olunanın büyüklügünü, serefinin
çoklugunu gösterir. Bunun içindir ki, Resûlullah “aleyhi ve alâ âlihissalâtü
vesselâm”, (Ümmetimin âlimleri, Isrâil ogullarının Peygamberleri gibidir!) buyurdu.
Âhıretde Allahü teâlâyı görmek de, vâsıtasız ve perdesiz olacakdır. Sahîh
olan hadîs-i serîfde buyuruldu ki, (Insan nemâza baslayınca, Allahü teâlâ ile kul arasında
olan perde kalkar). Bunun için, nemâz mü’minin mi’râcıdır. Nemâzın mi’râc
olması, tesavvuf yolunda sona kavusanlar için tamdır. Çünki, perdenin kalkması,
sonda olanlar içindir. Görülüyor ki, vâsıta ve perde aradan kalkmakdadır. Bu
ma’rifet, Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek bu fakîre [ya’nî imâm-ı Rabbânîye]
bildirilen ma’rifetlerin en incelerindendir. Fârisî beyt tercemesi:
Ben o topragım ki, behâr bulutları,
saçıyor üzerime sâf damlaları.
Su beyt de ne güzel söylenmisdir:
Fakîrin kapısına gelirse sâh,
sasırıp ey hoca, sakın çekme âh!
Tesavvuf büyüklerinden çogu, Resûlullah vâsıta olur dedi. Çogu da, olmaz buyurdu.
Hiçbiri sözlerini açıklamadı. Hangisinin kemâl, hangisinin kusûr oldugunu
bildirmediler. Zâhir âlimleri, vâsıta olmaması tam îmân iken, buna küfr dedi-
ler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vâsıta olmaz diyenler dalâlete düser,
sapık olur sandılar. Vâsıta olmagı, îmânın kemâli zan etdiler. Böyle söyliyenleri kâmil
sandılar. Hâlbuki, Resûlullahın vâsıta olmaması, Ona uymanın tâm oldugunu
gösterir. Vâsıta olması ise, Ona uymanın noksân olmasını bildirir. Böyle oldugunu
yukarıda bildirmisdik. Bunlar, isin özünü anlamamıslardır. Yûnüs sûresindeki
âyet-i kerîmede meâlen, (Belki anlamadıkları için inanmıyorlar. Onun sözünün özünü
anlamadılar. Bunlardan önce olanlar da, böyle inanmamıslardı) buyruldu.
Efendim! Tesavvufcuların (Üveysî) demeleri, üstâdı yokdur demek degildir.
Çünki, üveysî demek, onun yetismesinde rûhâniyânın da hizmeti olmusdur demekdir.
Hâce-i Ahrâr “kuddise sirruh” [Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhînin hizmetinde yetisdigi
hâlde], üstâdı bulundugu hâlde, Behâüddîn-i Buhârînin rûhâniyyetinden de
yardım gördügü için, Hâce-i Ahrâra Üveysî denilir. Bunun gibi, Behâüddîn-i Buhârînin
üstâdı, Seyyid Emîr Gilâl hazretleri idi. Fekat, ayrıca hâce Abdülhâlık
Goncdüvânînin rûhâniyyetinden de istifâde etdigi için, Behâüddîn-i Buhârîye
Üveysî denilmisdir. Bir kimse, üstâdı bulundugunu söylemekle berâber, Üveysî oldugunu
da bildirince, ona üstâdını inkâr ediyor demek sasılacak insâfsızlık olur.
[(Dürr-ül-me’ârif) kitâbının seksenyedinci sahîfesinde, Abdüllah Dehlevî hazretleri
buyuruyor ki, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” veyâ Evliyâdan birine
üveysî olmak için, hergün tenhâ bir yerde iki rek’at nemâz kılıp, bir Fâtiha okuyarak,
sevâblarını onun mubârek rûhuna göndermeli, bir müddet oturup, hep
onun rûhunu düsünmelidir. Birkaç gün sonra, onun üveysîsi olur. (Hüvelganî) risâlesi,
(Makâmât-i Mazheriyye)nin sonunda Hindistânda basılmısdır. Bu risâlede,
Abdüllah Dehlevî hazretlerinin melfûzâtında diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” üveysîsi olmak istiyen, yatsı nemâzından sonra, hayâlinde, Resûlullahın
iki mubârek ellerini tutup, yâ Resûlallah! Bes sey için sana bî’at eyledim:
Bunlar, Kelime-i sehâdet, nemâz kılmak, zekât vermek, Ramezân ayında oruc
tutmak ve yola gücü yetenin hacca gitmesidir demelidir. Birkaç gece böyle yapınca,
murâdına kavusur. Bir Velînin üveysîsi olmak için, tenhâ bir yerde, iki rek’at
nemâz kılıp, sevâbını O Velînin rûhuna göndermeli ve rûhunu düsünerek beklemelidir).
Ehl-i sünnet i’tikâdında olup ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, elbette O Velînin
üveysîsi olur. (Mektûbât-ı ma’sûmiyye), ikinci kısm, otuzsekizinci mektûbunda
diyor ki, (Insanın Allahü teâlânın rızâsına kavusmasına mâni’ olan en büyük hicâb,
onun nefsidir. Nefsin aradan kalkması kitâb okumakla, isitmekle olmaz. Insân-
i kâmilin sohbeti lâzımdır. Bu sohbet nasîb olmazsa, uzaklardan kalb ona
baglanırsa, çok sevilirse, onun kalbinden, feyzler, bereketler, muhabbet mikdârınca,
tâlibin kalbine akarak kemâle kavusur. Hadîs-i serîfde, (Kisi sevdigi ile berâberdir)
buyuruldu.)]
Efendim, (Abdülbâkî) sözü, bâkî olan Allahü teâlânın kulu, kölesi demekdir.
Yoksa bir insanın ismi olarak söylenilmis degildir. Bu söz her ne kadar insanların
ismi olarak da kullanılmıs ise de, benim mürsidim, Allahü teâlânın bir kulu ise de,
beni terbiye eden, yetisdiren, bâkî olan Allahü teâlâdır demekdir. Burada kelimeyi
degisdirmek ve edebe uygunsuz davranmak nasıl düsünülebilir?
Efendim, Bâyezîd-i Bistâmî “kuddise sirruh”, sekr hâlinde, ya’nî su’ûrsuz iken
(Sübhânî) dedi. Bu söze kusûr denilse, bu kusûrun onda her zemân bulunması lâzım
gelmez. Bunun için, baskasının ondan üstün olmasına sebeb olmaz. Çünki, Evliyâdan
hâle, vakte göre ba’zı ma’rifetler hâsıl olur ise de, baska vaktde ve baska
hâlde, o ma’rifetlerin noksânlık oldugunu anlıyarak, bunları bırakır. Bunların
üstündeki ma’rifetlere ve makâmlara yükselir. Mektûbunuzda diyorsunuz ki, çok
zemân sekr hâlinde bulunan Evliyânın böyle uygunsuz söylemeleri suç sayılmıyabilir.
Fekat, sahv hâlinde bulunanların, ya’nî hep su’ûrlu olanların böyle seyler söylememeleri
lâzımdır. Efendim, böyle seyleri söyliyenlerin ve yazanların, sekr hâlinde
oldukları anlasılmalıdır! Sekr karısmıyan hâllerde böyle seyler yazılamaz. Fe-
 

MURATS44

Özel Üye
kat, sunu da bilmelidir ki, sekrin çesidli dereceleri, muhtelif mertebeleri vardır. Sekri
çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. Bâyezîd-i Bistâmînin sekri çok
oldugundan, (Benim bayragım, Muhammed aleyhisselâmın bayragından dahâ
yüksekdir) demisdir. Sahv hâlinde olanlarda, sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır.
Sekrsiz olan sahv, noksânlıkdır. Hâlis, karısıksız sahv, avâmda bulunur. Sahv hâline
kıymet verenler, sahvın çok oldugu hâli demislerdir. Sekr bulunmıyan sahvı
demek istememislerdir. Sekre kıymet verenler de, sekrin dahâ çok bulundugu hâli
söylemislerdir. Çünki, sahv karısmamıs olan hâlis sekr, âfetdir, felâketdir. Cüneyd-
i Bagdâdî “kuddise sirruh”, sahv sâhiblerinin reîsi oldugu hâlde ve sahv
sekrden dahâ kıymetlidir dedigi hâlde, sekr karısık olan o kadar sözleri vardır ki,
saymakla bitmez. (Bilen de Odur. Bilinen de Odur) ve (Suyun rengi, içinde bulundugu
kabın rengidir) ve (Hâdis, kadîme yaklasınca, eseri, izi kalmaz) sözlerini o
söylemisdir. (Avârif) kitâbının sâhibi [Sihâbüddîn-i Sühreverdî], sahv sâhiblerinin
üstünlerinden iken kitâbında sekr karısık o kadar çok ma’rifetler vardır ki, sayılmakla
bitmez. Bu fakîr [ya’nî Imâm-ı Rabbânî hazretleri], onun sekr karısık
ma’rifetlerinden birkaçını toplamısdım. Evliyânın gizli ma’rifetleri açıga vurmaları,
hep sekr karısık hâllerinde olmusdur. Övünmeleri, üstünlük göstermeleri
de, hep sekrdendir. Kendisinin baskasından dahâ kıymetli oldugunu bildirmeleri,
hep sekrden ileri gelmekdedir. Hâlis sahv hâlinde, esrârı meydâna çıkarmak, bu
yolda küfr sayılır. Kendini baskasından üstün bilmek de, sirk olur. Sahv hâlinde
biraz sekr bulunması, yemege lezzet vermek için tuz karısdırmaga benzer. Tuzsuz
ta’âm, tadsız olur. Kimse begenmez. Fârisî beyt tercemesi:
Eger ask olmasaydı, ask derdi olmasaydı,
Bu kadar tatlı sözü, kim söyler, kim duyardı!
Seyh Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretlerinin, (iki ayagım, Evliyânın
hepsinin boyunları üzerindedir) sözünü sekr hâlinde söylemis oldugunu,
(Avârif) kitâbının sâhibi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bildiriyor. Böyle bildirmesi,
bu sözün kusûr oldugunu anlatmak için degildir. Onu övmek içindir.
Çünki bildigini söylemisdir. Övünmegi, üstünlügü bildiren böyle sözler, ancak sekr
karısık hâllerde söylenir. Hiç sekr bulunmıyan sahv hâlinde böyle konusamazlar.
Bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], bütün yazılarımda,
bu tâife-i aliyyenin ilmlerini, esrârını açıklamakdayım. Bütün bunların tam
sahv hâlinde yazılmıs oldukları hâtır-ı serîfinize gelmesin! Hiç öyle degildir. Çünki,
bunları açıklamak, bu yolda harâmdır ve çirkindir ve gevezelik olur. Çok kimseler
vardır ki, hiç sekr karısmamıs sahv hâlinde, çok konusurlar. Bunlar, niçin böyle
esrâr söylemezler? Insanları hayrete düsürmezler? Fârisî beyt tercemesi:
Hâfızın feryâdı bosuna degildir,
Sözlerinde sasılacak çok sey vardır!
Efendim, esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladıgı ma’nâ ile söylenmis
degildirler. Bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, her zemân
böyle seyler söylediler. Bunları söylemek, bu büyüklerin âdeti olmusdur. Bu fakîrin
ortaya çıkardıgı bir yenilik degildir. (Bu, islâmda ilk kırılan sise degildir) sözünü
burada tekrârlamak yerinde olur. O hâlde, bu gürültüler, bu satasmalar niçindir?
Eger islâmiyyete uygun görünmiyen bir söz varsa, ufak bir yardımda bulunarak,
ona islâmiyyete uygun ma’nâ verilebilir. Böylece, bir müslimâna kötü gözle bakmakdan
kurtulmak lâzım olur. Kötü isleri yaymak ve fâsıkın yüz karasını ortaya koymak,
dînimizde harâmdır ve çirkin bir isdir. Bir zan ile, bir sübhe ile, bir müslimâna
kötü damgası basmak uygun mudur? Yer yer dolasıp, onu sapık olarak yaymaga
çalısmak bir din adamına yakısır mı? Müslimân olan ve müslimânları seven bir
kimse, bir insandan islâmiyyete uygun görünmeyen bir söz isitince, bu söyliyeni incelemelidir.
Söz sâhibi, sapık ve zındık ise, buna cevâb vermeli, dogrusunu söyle-
meli, sözüne iyi ma’nâ aramamalıdır. O sözün sâhibi müslimân ise, Allaha ve Resûlüne
îmân etmis ise, onun sözünü düzeltmege çalısmalı, iyi ma’nâ vermege ugrasmalıdır.
O söze iyi ma’nâ bulamazsa, söz sâhibinden sormalıdır. O da bulamazsa,
kendisine nasîhat vermelidir. (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i münker) islâmiyyetin
emridir. [(Ahkâm-ı islâmiyye), Allahü teâlânın emr ve yasak etdigi seyler demekdir.]
Fekat bunun fâideli olması için, tatlı sözle ve yumusak yapılması lâzımdır.
Eger fâideli olmak için degil de, bir müslimânı kötülemek için yapılıyorsa, buna
birsey diyemem. Allahü teâlâ, hepimizi iyi yolda bulundursun! Suna dahâ çok
sasdım ki, bu fakîrin mektûbunu [üçüncü cildin seksenyedinci mektûbunu] gösterip
dedikodusunu yapanı görünce, sizin talebelerinizde de, bu fakîre karsı sübhe
ve sogukluk hâsıl oldugu, serefli mektûbunuzdan anlasılmakdadır. Sakın bu hâl,
onlara mürsidlerinden aksetmis olmasın. Sübheli sanılan yerleri sizin çözmeniz, aydınlatmanız,
isi bu fakîre kadar uzatmamanız lâzım gelirdi. Fitneyi söndürmeniz
îcâb ederdi. Oradaki sevdiklerimize de ne diyeyim ki, sübheyi gidermege güçleri
yetdigi hâlde, susmuslar, yardım etmekden kaçınmıslardır. Yâ Rabbî! Bizlere acı,
dogru yolda bulunmamızı nasîb eyle!
 
Üst Alt