209- Âlemin, maddenin, zât-i ilâhîden nasîbi yokdur 2.Cild 45.ci mektûb

MURATS44

Özel Üye
İKİNCİ CİLD, 45. ci MEKTÛB Bu mektûb, hakîkatleri bilen, ma’rifetler sâhibi, hâce Hüsâmeddîn Ahmede yazılmış olup, bu kâinâtın hepsi, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynası olduğu, Zât-i ilâhîden ise, hiç nasîbleri olmadığı ve maddenin kendi kendine varlıkda duramıyacağı, maddenin hakîkî varlık olmadığı ve birçok şeyler bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun. Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâmetler olsun! Muhterem efendim. Fârisî mısra’ tercemesi:
Her ne olursa olsun, dostdan konuşmak dahâ tatlı!

İşitilmemiş, duyulmamış ma’rifetleri yazıyorum. Lutfen iyi dinleyiniz! En yüksek insanların murâkabe yolunu bildiriyorum.



Çok dikkatli okuyunuz! Biliniz ki,
âlem [ya’nî hersey], Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının nümûnesi, örnegi, aynasıdır.
Mahlûkun hayâtı, Onun hayâtının aynası, bilgisi, Onun ilminin aynası, kudreti
de, Onun kudretinin görünmesidir. Kulların herseyi de böyledir. Fekat âlemde,
Zât-i ilâhînin, [ya’nî kendisinin] aynası yokdur. Hattâ, Zât-i ilâhînin bu âlem
ile hiç münâsebeti yokdur. Hiçbirseyle ortaklıgı yokdur. Ne ismde, ne de sûret ve
görünüsde, istirâk, benzerlik yokdur. O, âlemlerden ganîdir, [hiçbirseye muhtâc
degildir]. Hâlbuki, Onun ismleri ve sıfatları böyle degildir. Sıfatlarının bu âlem ile,
ismleri münâsebetli ve sûretleri, görünüsleri müsterekdir. Allahü teâlâda ilm sıfatı
vardır. Mahlûkda da, o ilmin sûreti, benzeri vardır. Onda, kudret sıfatı oldugu
gibi, bunda da, o kudretin sûreti vardır. Zât-ı ilâhî, böyle degildir. Mahlûkların, bundan
nasîbleri yokdur. Kendi kendilerine varlıkda kalabilmek, onlara verilmemisdir.
Mahlûklar, Onun ismleri ve sıfatları sûretinde yaratıldıkları için, kendileri, sıfatdır.
Hakîkatde hiçbiri madde degildir. Maddelikle alâkaları bile yokdur [ya’nî
kendi kendilerine varlıkda durmuyorlar]. Varlıkda durabilmeleri, Zât-i ilâhî iledir.
Fizikciler, kimyâgerler, esyâyı, madde ve maddenin sıfatları, ya’nî hâssaları,
özellikleri diye ikiye ayırıyor [ve yaratılmıyan, yok olmıyan sandıkları madde, varlıkda
kendi kendine duruyor ve dünyânın temel tasını teskîl ediyor diyorlar]. Bu
sözleri, maddeyi bilmediklerindendir. [Bugünkü tecribeler de, Lavoisier, Dalton
ve Robert Boylenin ve dahâ sonra gelen kimyâgerlerin anladıkları madde bilgisini,
çok mühim bir seklde degisdirmisdir. Bugünkü fizigin temellerinden biri olan
Einsteinin relativite nazariyyesine göre, enerjinin de, madde gibi, bir kütlesi vardır.
Belki de madde, teksîf edilmis kudretden baska birsey degildir.]
Kimyâcılar der ki: Sıfat, ya’nî özellik yalnız basına bulunamaz. Hep madde ile birlikde
bulunur ve maddenin nasıl oldugunu bildirir. Bunların, sıfat madde ile bulunur
demeleri, hakîkatde, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat da, madde de, Zât-i ilâhî
ile kâim olmakda, varlıkda kalmakdadır. Kendi kendine duran madde yokdur.
Bütün cismleri, herseyi varlıkda durduran, ancak Odur. Ya’nî Allahü teâlâ, kayyûm-
i âlemdir. Madde kendi kendine varlıkda durmuyor ki, sıfatları da onunla durabilsin.
Sıfatlar, maddenin zâtı, kendisi olmadıgı gibi ve yalnız madde ile bulunup,
kendi kendilerine bulunamıyacakları gibi, bütün esyâ da, madde de, Zât-i ilâhî ile
bulunmakdadır. Hiçbirinin zâtı yokdur. Maddenin zâtı, [kendisi] olmayınca, sıfatları
onunla bulunamaz. Zât, yalnız Allahü teâlânındır. Hersey, Onun zâtı ile varlıkdadır.
Herkesin, kendine, zâtına, ben demesi, hakîkatde, herseyi varlıkda durduran
bir Zâtı göstermekdedir.
(Ben) diyenler, neye isâret etdigini bilse de, bilmese de, bu böyledir. Bununla
berâber, Allahü teâlâ, hiçbir isâretle gösterilemez. Hiçbirseyle birlesmis degildir.
Bu ince bilgileri iyi anlamıyan, tevhîd-i vücûdî ile karısdırmasın! Vahdet-i vücûdü
söyliyen, bir zâtdan baska mevcûd yokdur der. Onun ismlerini ve sıfatlarını, nazarî
kabûl edilmis bilir. Mahlûkların hakîkatleri bile vücûd [varlık] görmemisdir.
(A’yân [esyâ], varlıgın kokusunu duymamısdır) der. Hâlbuki bu fakîr, sıfât-i ilâhiyyeyi,
hâricde [ya’nî ilmde degil, nazarî degil] ayrıca var bilirim. Ehl-i sünnet âlimleri
de, böyle bilmekdedir. Esmâ ve sıfât-ı ilâhînin aynaları olan bu âlemi de mevcûd
bilirim. Kendi kendine varlıkda durmagı, ya’nî maddeligi bu âlemde göremem.
Herseyin, Zât-i ilâhî ile kâim oldugunu [varlıkda durdugunu] iyi bilirim.
Süâl: Demek ki, mahlûkların zâtı, Zât-i ilâhîden baska degildir. Hersey, Zât-i
ilâhî ile birlesmisdir. Bu ise, olamaz. Mahlûk, kadîmin aynı olur mu?
Cevâb: Mahlûkların zâtı, ya’nî mâhiyyet ve hakîkati, Allahü teâlânın ismlerinin
ve sıfatlarının aynaları olan birçok a’râz, ya’nî hâllerdir ki, bunlar, Zât-i ilâhînin
aynı degildir. Zât-i ilâhî ile birlesik degildir. Yalnız bu hâller, Zât-i ilâhî ile vardır.
Herseyin kayyûmu [varlıkda durdurucusu] Odur.
Süâl: Herkes kendi zâtına ben deyince, Zât-i ilâhîyi gösterirse, mahlûkların zâtı,
mâhiyyet ve hakîkatleri, Zât-i ilâhînin aynı olur. Çünki, herkes ben deyince, ken-
di hakîkatini, mâhiyyetini gösterir. Tevhîd-i vücûdî sâhibleri de böyle demiyor mu?
Cevâb: Evet, herkes, ben deyince, kendi hakîkatine isâret eder. Fekat, hakîkatleri,
a’râz ya’nî hâller toplulugu oldugundan, bunlara isâret olunamaz. Çünki,
hâllere, yalnız olarak isâret edilemez. Insanın hakîkati, isâret kabûl etmeyince, bu
isâret, bu hakîkatin kayyûmu olan Zât-i ilâhîye olur. O hâlde mahlûk baskadır. Hâlık
baskadır. Tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin sözü gibi degildir. Sasılacak seydir ki, mahlûkun
ben demesi ile Hâlık teâlâya isâret edilmis olmakla berâber, mahlûk, kendi
hâlinde mahlûk olarak kalıyor. (Sübhânî) demek ve (Enelhak) demek dogru olmuyor.
Belki de, ayrılıgı görerek, bunları söyliyemiyor.
Süâl: Mahlûkun Zât-i teâlâ ile varlıkda durabilmesi, Zât-i teâlâda degisiklik olması
degil midir? Bu ise olamaz.
Cevâb: Mahlûk, Zât-i teâlâya hulûl etmemis, birlesmemisdir. Yalnız varlıkda kalması,
Zât-i teâlâ iledir.
Süâl: Mahlûklar hep a’râz, hâller ve sıfatlar olunca, bir yerde bulunması lâzımdır.
Çünki hâl, kendi kendine bulunamaz dedik. Bu yer, Zât-i teâlâ olamaz. Adem
[yokluk da] olamaz. Bu yer neresidir?
Cevâb: A’râz [ya’nî hâller, özellikler] kendi kendine varlıkda kalamaz. Baska
birseyde bulunur. Fizikciler, bu berâberligi, hulûl seklinde anladıklarından, a’râz
için bir yer arar. A’râz [hâller] yersiz olmaz der. Hâlbuki, söyledigimiz ma’nâda
varlıkda durmak için, yer lâzım degildir. Biz anlıyoruz ki, hersey, Zât-i teâlâ ile durmakdadır
ve hulûl ve yer, hiç yokdur. Fizikciler, bu sözümüze ister inansın, ister
inanmasın. Onların inanmaması, bizim gördügümüzü, bildigimizi degisdiremez.
Böyle oldugunu biliyoruz. Onların sübhesi; bilgimizi bozamaz. Bu sözümüzü, bir
misâl ile açıklıyalım: Hokkabazlar, birçok garîb seyler gösterir. Herkes, bu gösterilerin,
kendiliklerinden varlıkda durmadıklarını bilir. Hokkabaz ile durduklarını
ve bir yerde de olmadıklarını bilir. Yine bilirler ki, bunlar hokkabaza hulûl etmemisdir.
Yalnız onun ile varlıkda bulunuyorlar. Iste Hak teâlâ, esyâyı his ve vehm
mertebesinde yaratmısdır. Onları varlıkda durdurmakdadır. Ebedî isleri ve sonsuz
azâb ve ni’metleri bunlara baglı kılmısdır. Bu esyâ, varlıkda kendi kendilerine
durmuyor. Hulûl olmadan, birlesmeden, Zât-i ilâhî ile durmakdadır. Ikinci bir
misâl, bir dagın veyâ gök yüzünün, aynada görünmesidir. Aklı olmıyan, bunları cism
sanır. Kendiliklerinden aynada duruyor der. Fekat birisi, aynadaki seklleri sıfat sanır
ve ayna ile bulunuyor der ve sıfat oldukları için, bunlara bir yer lâzımdır, bilirse,
bu kimse de abdaldır ki, baskalarına uyarak, meydânda olan bilgisini inkâr
etmekdedir. Çünki, aklı olan, bu sekllerin yeri olmadıgını, yere muhtâc olmadıklarını
bilir. Iste, kesf ve sühûd erbâbı, bütün esyâyı, aynadaki sûretler gibi görür.
Allahü teâlâ, bu sûretlere kuvvet vermis, yok olmakdan korumusdur. Âhıretdeki
sonsuz isleri, bunlara baglamısdır. Kelâm ilmi büyüklerinden ve mu’tezîle mezhebi
âlimlerinden Nizâm, herseyi sıfat bilmis, maddeyi inkâr etmisdir. Kısa görüslü
oldugundan, bu sıfatların, Hak teâlâ ile durdugunu bilemedi. Aklı olanlar tarafından
ayblandı. Çünki, sıfatın, baskası ile bulunması lâzımdır. Sôfiyye-i aliyyeden
(Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, hersey
sıfatdır ve hepsi, bir varlık ile durmakdadır demis ve bu varlık da, Zât-i ilâhîdir
demisdir. Fekat bu sıfatlar, bir ân için vardır ki, iki zemânda varlıkda duramaz.
Âlem, her ân, yok olur ve bir benzeri yerine gelir. Her ân böyle olur demisdir. Bu
fakîre göre, bu bir görüsdür. Hakîkat degildir. Bunu, (Serh-i rubâ’ıyyât) hâsiyesinde
açıklamısdım. Ya’nî, tesavvuf yolunda yürüyenler, nihâyete varmadan önce, bütün
âlem gözünde gayb olmadan evvel, bir ânda âlemi yok görür, ikinci ânda var
görür. Üçüncü zemânda yine yok görür. Dördüncü ânda yine var görür. Tâm Fenâ
ile serefleninceye kadar, ya’nî bütün âlemi her zemân yok görünceye kadar, böyle
olur. Fenâ hâsıl olunca, âlemi hep yok bilir.
 
Üst Alt