Mağlüp rum'larin zaferi

faruk islam

Özel Üye
Mağlup Rûm (Bizanslılar)'ların Tekrar Zafer Kazanacaklarına Dair Müjde
Rûm suresinin ilk ayetlerinde yer alan haber, Kur'ân-ı Kerîm'in ilâhî Kelâm ve Hazreti Peygamber (a.s.)'in, Allah'ın Rasûlü olduğunun en büyük işaretlerinden biridir, öncelikle ilgili ayetlere bir göz atalım, ve daha sonra, tarihî kayıtlarda bunun ispatını görelim.
"Rumlar mağlup oldu. Size yakın bir yerde. Halbuki onlar mağlubiyetten sonra muhakkak galip geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde. Bundan evvel ve bundan sonra emir Allah'ındır." (Rum; 2-4)
Hz. Muhammed (a.s.)'in nübüvvet mevkiine yükselmesinden 8 yıl önce Bizans ile Pers İmparatorluğu arasındaki rekabet ve düşmanlıkta yeni sayfalar açılıyordu. Bizans imparatoru Maurice'e karşı büyük bir ayaklanma oldu ve Phocas adlı bir kişi Consiantinople (İstanbul)'de imparatorluk tahtını ele geçirdi. Bu şahıs önce imparator Maurice'in gözünün önünde beş oğlunu öldürdü, sonra da imparatorun başını uçurdu, imparator ile çocuklarının kesik başlan halka teşhir edildi. Tahu gaspeden Phocas daha sonra imparatorun karısı ve üç kızını da kılıçtan geçirdi. Bu olaylar Pers imparatoru Hüsrev Perviz'in Bizanslılara saldırma sebebi oldu. imparator Maurice, Perviz'in dostuydu ve Perviz aslında Bizans imparatorunun yar-dımıyla İran tahtını ele geçirmişti. Perviz bu sebeple âsi Phocas'tan öç alacağını ilan etli. Nitekim, M.S. 603'lc Bizans İmparatorluğuna karşı saldırıya geçti. İmparator Hüsrev Perviz'in ordusu, Bizanslıları üst üste yenilgiye uğratarak Anadolu'da Urfa'ya ve Antakya'ya kadar ve Suriye'de Haleb'e kadar ilerledi. Bizans ileri gelenleri, Phocas'ın İmparatorluğu koruyama-yacağını anlayınca, Afrika valisinden yardım talep ettiler. Afrika valisi, oğlu Heraclius'ü büyük bir donanma ile Constantinople'c gönderdi. Heraclius gelince Phocas tahttan indirildi ve yerine Heraclius imparator ilân edildi. Heraclius tahta geçer geçmez, Phocas, Maurice'in akibetine uğradı. Bu tarihi hadise 610 senesinde cereyan etti ve aynı sene Hz. Muhammed (a.s.) Peygamberlik payesine yükseldi.
Pers imparatoru Hüsrev Perviz'in başlattığı askeri harekât, Phocas'ın ölümünden sonra gerekçesini yitirmişti. Perviz gerçekten manevî babası Maurice ve evlâtlarının katili Phocas'tan intikam almayı düşünmüş olsaydı, onun tahttan azl ve katlinden sonra Bizanslıların memleketine yürüme¬si için herhangi bir sebep yoktu ve artık yeni imparator Heraclius ile sulh ve mütareke yapmalıydı. Fakat O'nun amacı başkaydı ve savaşı sürdürdü. İmparator Perviz şimdi de savaşa dinî renk vermeye çalıştı ve bunun Hıristiyanlık ile Mecusilik arasında bir mücadele olduğunu iddia etti. Perviz'in bu taktiği, askeri gücünün birden bire artmasına sebep oldu. Hıristiyan kilisesinin, dinsiz ilân ederek Hıristiyan camiasının içinden çıkan çeşitli Hıristiyan mezheplere bağlı olanlar, örneğin Nasturî ve Ya'kubîler, Mecusîlere bağlılıklarını bildirdiler. Ayrıca, Yahudiler de Mecûsîlerin safına katıldılar. Böylece Perviz'in ordusunda sadece Yahudilerin sayısı 26 bine yükseldi. Anlaşılan, Heraclius için işler iyi gitmiyordu. İlk önce Antakya'nın düştüğü haberini aldı. Sonra, Şam İran Ordusunun eline geçti. (613 M.S.) Aradan fazla bir zaman geçmeden İranlılar Kudüs'ü zaptettiler ve Hıristiyan dünyasına büyük bir darbe indirdiler. Kudüs'te taş üstünde taş bırakılmadı. 90 bin Hıristiyan katledildi. Mukaddes yerleri yerle bir edildi. En mukaddes kiliseleri (Holy Sepulcher) tahrip edildi. Hıristiyanların inançlarına göre, Hz. Îsa'nın çarmıha gerildiği ve öldüğü kutsal haç, sökülüp Medâyin'e (İran'a) götürüldü. Başpiskopos Zekeriyya tutuklandı ve İran'a götürüldü. Şehrin belli başlı bütün kilise ve ibadet yerleri yakıldı, imparator Perviz Kudüs'ü ele geçirdikten sonra Heraclius'a gönderdiği hakaret dolu mektupta zafer sarhoşluğunun bir örneğini şöyle veriyordu:
"Bütün tanrılardan büyük olan tanrı ve bütün yeryüzünün hakimi Hüsrev'den alçak ve şuursuz Heraclius'a... Sen diyorsun ki, ben Rabbıma güvenirim. O halde, senin Rabbin neden Kudüs'ü elimden kurtarmadı?"
Kudüs'ün fethinden sonra İran Ordusu bir sene içinde Ürdün, Filistin ve Sina yarımadasının hepsini zaptederek Mısır sınırlarına dayandı. Tam bu sırada, Mekke'de tarihi ehemmiyeti bundan çok daha büyük olan Hak ile Batıl arasındaki büyük savaş ve mücadele başlamıştı. Tevhid fedaileri, Hz.Muhammed Mustafa (a.s.)'in önderliğinde, müşrikler ise Kureyş'li kabile reislerinin komutasında birbiriyle kapışıyorlardı. Bu amansız mücadelede zâhiren müslümanlar hafif kalıyorlardı ve bunların önemli bir bö¬lümü, M.S. 615'te yurtlarını terk ederek Bizanslıların müttefiki olan Hıristiyan Habeş imparatorunun memleketine göç ediyorlardı. O sıralarda herkesin dilinde İranlı Mecusilerin akıl almaz başarıları ve fütuhatı vardı. Mekke'li müşrikler de durumdan pek memnun görülüyor ve şöyle diyorlardı. "Gördünüz mü? İran'da ateşe tapanlar Hıristiyanlara nasıl ders veriyorlar? Vahiy ile peygamberliğe inanan Hıristiyanların ne hâle geldiğini gördünüz mü? Biz Arap putperestleri de dininizi silip süpüreceğiz."
İşte bu şartlar altında Rûm suresinin söz konusu ayetleri indi ve bu ayetlerde Rum (Bizanslıların)ların mağlup olduğu ama birkaç sene sonra tekrar galip gelecekleri belirtilerek şöyle ilâve edildi: "Dundan evvel ve bundan sonra emir Allah'ındır. O gün müminler ferahlayacaklar. Allah, nusretiyle dilediğine yardım eder" (Âyet; 4-5). Bu ayetlerde bir değil, iki gaybî haber vardır. Birincisi, Rumlar (Bizanslılar) tekrar galip gelecek. İkincisi, müslümanlar da büyük bir zafer kazanacaklardır. Bu her iki gaybî haberin gerçekleşmesi için görünürde herhangi bir işaret yoktu. Bir yandan, Mekke'de sürekli baskı altında tutulan ve tehdit altında bulunan bir avuç müslüman vardı, ki galip gelmeleri için hiçbir imkân ve ihtimâl görülmüyordu. Nitekim, zafer kazanmaları için 8 yıllık bir zamanın geç¬mesi gerekti. Diğer yandan, Bizanslılar vardı ki üst üste yenilgiye uğru¬yorlardı ve kurtulma ümitleri hiç görülmüyordu. Nitekim, MS. 619'a kadar bütün Mısır İranlıların hakimiyetine geçti. Sadece bu değil, İran birlikleri Libya'da Trablusgarb'ın kapısına dayanmışlardı. Anadolu'da da İranlıların ilerleyişi devam ediyordu ve Bizans kuvvetleri yenile yenile boğaza kadar geri çekilmişlerdi. M.S. 617'de Mecûsîler İstanbul'un Kadıköy semtine kadar ulaşmışlardı. İmparator Heraclius, durumun ümitsiz olduğunu görerek İmparator Hüsrev Perviz'e özel elçisini gönderdi ve sulh teklifinde bulundu. Heraclius ne pahasına olursa olsun, İran'lılar ile sulh yapmaya hazırdı. Ama mağrur Pers İmparatoru Perviz bu sulh teklifini şu sözlerle geri çevirdi: "Artık Heraclius zincire vurularak önüme getirilince¬ye ve diz çökerek çarmıha gerilen tanrısından vazgeçip Ateş tanrısının itaatini kabul edinceye kadar savaşı durdurmayacağım." İmparator Heraclius öylesine ümitsiz kalmıştı ki, İstanbul'u terk edip Tunus'un Kanaca kentine kaçmaya karar verdi. Kısacası İngiliz tarihçisi, Gibbon'un dediği gibi, Kur'ân-ı Kerim'in söz konusu müjdesine rağmen 7-8 sene durum öyle ümit kırıcıydı ki, Bizanslıların İranlılara tekrar galip gelebilecekleri düşü¬nülemezdi bile.[1] Bizanslıların İranlılara galip gelmesi bir yana, ayakta durmaları ve deve vermesi kararlaştırıldı.
Kur'ân-ı Kerim'in yukarıdaki ayetleri indiği zaman Mekke'li kâfirler bunları iyice alaya aldılar. Hatta, Übeyy bin Halef, Hz. Ebû Bekir ile bahse bile girdi. Bahse göre, eğer Bizanslılar üç yıl içinde İranlılara galip gelirse, Übeyy bin Halef, Hz. Ebû Bekir'e 10 deve verecekti, yoksa Hz. Ebû Bekir 10 deve verecekti. Hz. Peygamber (a.s.) bu bahisten haberdar olun¬ca, Kur'ân-ı Kerîm'de "Fi bid'i sinîne" kelimelerinin kullanıldığını ve Arapçada "bid'i" kelimesinin "10'dan az" anlamına geldiğini, dolayısıyla bahsin 10 yıldan az şartıyla olması gerektiğini Hz. Ebû Bekir'e tavsiye etti. Buna göre Hz. Ebû Bekir, Übeyy ile tekrar görüştü ve yeni bir bahse tutuştular. Buna göre, 10 yıl içinde hangi taraf yenilirse onun karşı tarafa 100 deve vereceği kararlaştırıldı.
M.S. 622'de Hz. Peygamber, birkaç fedakâr arkadaşıyla birlikte Mekke'den Medine'ye hicret ederken, İmparator Heraclius ta İstanbul'dan Karadeniz yoluyla Trabzon'a hareket etti ve oradan İranlıları arkadan vurma¬yı plânladı. Bu büyük taarruz için Kilise'den yardım istedi. İmparatorun isteği üzerine Başpiskopos Serjius, Hıristiyanlığın Mecusilikten kurtarılması için kiliselerde toplanan büyük servetleri kendisine faizle borç olarak verdi. Heraclius karşı taarruzunu 623'te Ermenistan'dan başlattı ve müteâkip sene (624'de) Azerbaycan'a girerek Zerdüşt'ün doğum yeri olan Urmiye'yi yağmaladı ve İranlıların en büyük ateş yerini tahrib etti. Allah'ın kudretine bakın, aynı yıl, müslümanlar Bedir savaşında Mekke'li müşrikleri ilk defa bozguna ve hezimete uğrattılar. Böylece, Rûm suresinde verilen iki müjde de 10 yıllık süre bitmeden gerçekleşmiş oldu.
Bundan sonra başarı ve zafer pusulası devamlı olarak Bizanslıların ta¬rafına dönmeye başladı. İki ordu Ninova (627)'da karşı karşıya geldiler. Bu savaşla Binazslılar kesin bir zafer kazanıp İranlıların askeri gücünün ' belini kırdılar. Bizanslılar, İranlıları kovalayıp İran'lı hükümdarların dinlenme yeri olan Desgerd'e girerek büyük katliam ve yağma yaptılar. Nihayet Pers İmparatorluğu'nun merkezi olan Taysafun (Clesiphon)'un kapısına dayandılar. M.S. 628'de bizzat İran İmparatorluk hanedanında huzursuzluk ve ayaklanma oldu. Hüsrev Perviz zindana atıldı. Gözlerinin önünde 18 çocuğu öldürüldü. Kendisi de zindandaki acılara dayanamayarak öldü. Aynı yıl Hz. Peygamber (a.s.) ile Mekke'li müşrikler arasında Hudeybiye anlaşması imzalandı, ki Kur'ân-ı Kerim bunu "büyük zafer" olarak nitelendirmiştir. Aynı yıl, Hüsrev Perviz'in oğlu II. Kubâd fethedilen bü¬tün Bizans topraklarını ve Kudüs'ten getirilen çarmıhı Heraclius'a geri vererek kendileriyle sulh muahedesi yaptı. M.S. 629'da Heraclius geri alı¬nan Çarmıh'ı yerine yerleştirmek üzere şahsen Kudüs'e gitti ve aynı sene Hz. Peygamber ve yanındakiler Hicret'ten sonra ilk umreyi edâ etmek üzere Mekke'ye gittiler.
Zaten bundan sonra, Kur'ân-ı Kerim'in bu müjdelerinin doğru olduğu¬na hiçbir şüphe kalmadı. Müşriklerin bir çoğu bunun üzerine İslâmiyet'i kabul ettiler. Übeyy bin Halefin vârisleri, bahsi kaybettikleri için Hz. Ebû Bekir'e l00 adet deve vermek zorunda kaldılar. Hz. Ebû Bekir bu develeri alarak Hazreti Peygamber (a.s)'in yanına gitti. Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, "bunlar sadaka verilsin. Çünkü bahse girildiği zaman kumar ve benzeri şeylerin yasaklandığına dair şer'î emir gelmemişti. Ama bu emir şimdi varolduğu için bu develer sadaka verilmelidir." Yani, Arap kâfirler¬den bahiste kazanılan malların alınması, ancak kendi kullanmayıp başkalarına sadaka verilmesi emredilmişti:
"... O gün, müminler ferahlanacaklar. Allah nusretiyle dilediğine yardım eder." (Rum; 4-5)
İbn-i Abbas, Ebû Sa'id Hudrî, Süfyân-ı Sevrî, Süddî vd.nin ifadelerine göre Bizanslıların İranlılara ve müslümanların Bedir savaşında müşriklere karşı kazandıktan zafer aynı zamanda olmuştu. Bu sebeple, müslümanlar çifte mutluluk yaşıyorlardı. İran ile Bizans tarihinde de benzeri kayıtlara rastlanmaktadır. M.S. 624'de Bedir savaşı oldu ve aynı yıl imparator Heraclius, Zerdüşt'ün doğduğu yeri yağma etti ve İran'ın en büyük mâbedi ile ateş yerini tahrip etti
Firavun'un Nâşının Mumyalanması
"Bundan sonra Biz sadece senin naaşım muhafaza edeceğiz, ki sen gelecek nesiller için bir ibret nişanesi olasın." (Yunus; 92)
Firavun'un mumyasının suda yüzerken çıkarıldığı yer Sina yarımada¬sının batı kıyısındadır. Buna bugün Cebel-i Fir'avn (Fir'avun tepesi) deni¬lir. Buraya yakın bir yerde yerlilerin "Firavn Hamamı" dediği bir kaplıca da vardır. Kaplıca, Ebû Zeyneme'den birkaç kilometre kuzeyde bulunuyor. Bölge halkı, Firavun'un mumyasının işte burada bulunduğunu söylüyor.
Çağımızın ara sunmalarına göre, Hz. Musa (a.s.) zamanında yaşamış Firavn olduğu sabit olan, boğulan Fir'avun bu ise, bunun naaşı halen Kahire'deki müzede herkesin ziyaretine açıktır. 1907'de Sir Grafton Elliot Smith, Firavunun mumyasının sargılarını açtığı zaman ceset üzerinde bir tuz tabakasının olduğunu tesbit etmişti. Bu tuz tabakası, Firavun'un deniz suyu veya tuzlu suda boğulmasının bir belirtisiydi.
Cenab-ı Allah'ın Yunus sûresinde dediği gibi, Rabbimiz ders verici işaretler göstermeye devam ediyor, ancak en büyük ibret nişanelerini bile gördükten sonra insanların gözleri açılmıyor.
Ye'cuc, Mecûc'ların Dünyayı Altüst Edecek İstilâsı
Ye'cuc ile Me'cûc'dan, Rusya ile Çin'in kuzeyindeki Moğol, Tatar, Hun ve İskit kavimleri kastedildiği söylenir. Bu vahşi kavimler tarih öncesinden beri güneyde ve batıdaki medeni uluslara saldıragelmişlerdir. Bu kavimlerin istilâlarından kurtulmak için Kafkasya, Derbend ve Daryal'da kale, duvar ve müstahkem yerlerin yapıldığı tarih kitaplarında yazılıdır. Ye'cuc, Me'cuc veya başka bir deyimle Moğol ve Hunlarla İskitler'in bir sel gibi Asya'ya, Avrupa'ya ve diğer bölgelere inmelerini önlemek amacıyla bazı diğer engeller de inşa edilmişti, İncilin Hz. Îsa'nın doğumuyla ilgili kitabının 10. bölümünde bu kavimlerin Hz. Nûh (a.s.)'un oğlu Yafes'in soyundan geldiği kaydedilmiştir. Müslüman tarihçiler de aynı görüşteler. Hazkiel'ın eserinde (Bölüm: 38-39), bu ulusların yaşadığı bölgelerin, Rusya'nın Ortobel (Bugünkü Tobalsk) ve Minsk (bugünkü Moskova) olduğu belirtilmiştir. İsrailli tarihçi Jostfus, Ye'cuc ile Mecûc'lardan İskitlerin kastedildiğini beyan etmiştir. Bu tarihçi, bunların Karadeniz’in kuzeyinde ve doğusunda yaşamış oldukların belirtmiştir. Jarom ise Me'cûc'ların Kafkasya'nın kuzeyinde Hazar denizinin çevresinde yaşadıklarını açıklamıştır.
Ye'cuc ve Me'cuc'un serbest bırakılacağına ilişkin Kur'ân-ı Kerim'de yer alan ifadenin anlamı, söz konusu vahşi ulusların aç kurt gibi medeni ülkeleri istila ölmeleridir. Yine Kur'ân-ı Kerim’in "Hakkın vaat ettiği zamanın yaklaştığı" ifadesinin anlamı, vahşi kavimlerin dünyayı sarsan istilâsının kıyamete yakın bir zamanda gerçekleşmesidir. Bu ifade, Hazreti Peygamber (a.s.)'in bir hadisiyle daha açıklık kazanmış olur. Bahse konu olan hadis, Müslim'de, Hüzeyfe bin Esîde-Gifâri tarafından rivayet olunmuştur. Bu hadiste, aşağıdaki 10 işaret girilmeden kıyametin gelmeyeceği kaydedilmiştir: "Duman, Deccâl, Dâbbe-tül Ârz (bir çeşit hayvan), güneşin batıdan doğması Meryem oğlu Îsa'nın dünyaya gelişi, Ye'cucun istilâsı ve üç büyük toprak kayma olayı. (Biti doğuda, ikincisi batıda ve üçüncüsü, Arap yarımadasında) ve en son, insanların Mahşer'e kaçmasına yol açan Yemen'deki büyük bir yangın." (Yani, bundan sonra ancak kıyamet vardır.) Başka bir hadise göre, Rasûlullah [a.s.) Ye'cuc ile Me'cuc'un saldırısından bahsederken şöyle buyurdular: O sırada kıyamet, tıpkı gebeliğin son safhasında olan hamile bir kadının ne zaman çocuk doğuracağının belli olmadığı kadar bize yakın olacaktır.' Fakat gerek Kur'ân-ı Kerim gerekse hadis-i şeriflerde, Ye'cuc ve Mecüc'ler ile ilgili geçen ifadelerde, bunların ayrı ayrı mı yoksa birlikte bir felâket gibi mi insanlara çökecekleri açıklıkla belirtilmemiştir. Belki de kıyamete yakın bir zamanda bu iki vahşi kuvvet birbiriyle çarpışıp dünyalılara heyecanlı anlar yaşata¬bilir ve büyük çalkantılara yol açabilirler.
Yahudilerin Rezil ve Çaresiz Olması
Kanaatim odur ki, Kur'ân-ı Kerîm'in "Duribet aleyhim-üz zilleti vel-meskenetu" yani, Yahudilerin rezil ve miskin olmalarına dair haberi Yahudilerin ilelebet lânetlenmiş olarak yaşayacakları anlamındadır. Yahudiler kıyamete kadar rezil ve zelil olacaklardır. Bu sözler belki de bugün biraz yadırganabilir. Hele İsrail devletinin artan gücü ve etkinliği bu sözlerle bağdaşmamaktadır. Ama bence bu durum geçicidir. Filistin toprakları üzerinde bağımsız bir İsrail devletinin kurulması durumu değiştirmez. İsrail'in şımarık bir çocuk gibi ona buna saldırması ve Ortadoğu'da daimi bir huzursuzluk kaynağı olması da gerçekleri yanıltamaz. Kur'ân-ı Kerim'in ayeti geçici bir devreye ait değildir. Burada anlatılan, Yahudilerin genci durumudur ki; 1300 yıl öncesinden kıyamete kadarki geniş zaman çerçevesinde incelenmelidir. Bu ilâhî hüküm; fertlere, belli bir gruba ve memlekete mahsus olmayıp Yahudi milletinin tümünün genel durumunu kapsamaktadır. Onun için, Hazreti Peygamber (a.s.) zamanından ta kıyamete kadar olan zaman süreci içinde Yahudilerin bir veya bir kaç grubunun, dünyanın bir köşesinde bir toprak parçasına sahip olması veya hükümet ve iktidarı haiz olmasının tamamıyla imkânsız olduğu söylenemez. Aslında Kur'ân-ı Kerim'in söz konusu ayetinin hikmetini ve geniş anlamını anlayabilmemiz için, Yahudi milletinin Hz. Îsa'dan şimdiye kadarki tarihini karıştırmamız gerekecektir. Bu tarihi ve bugün de Yahudilerin, dün¬yanın çeşitli memleketlerindeki vaziyetini göz önünde bulundurduğumuz takdirde, İlâhî Kelâm'ın şu ifadelerinin doğru olduğunu anlarız.
"Rabbin kıyamet gününe kadar onları fena azapla cezalandıracak kimseleri göndereceğini hüküm ve ilân etti..." (A'râf; 167)
"Nerede olursa olsunlar, üzerlerine zillet vurulmuştur. Ancak Allah ve insanlardan eman almakla bu zilletten kurtulurlar..." (Âl-i İmrân; 112)
Tarih boyunca, bazen sürekli, bazen belli aralıklarla, Yahudiler çeşitli hükümdar ve zümreler tarafından baskı altında tutulmuş, katledilmiş, derbeder edilmiş, işkence edilmiş, sindirilmiş, yıldırılmış ve kısacası, terörize edilmişlerdir. Eğer dünyanın bir köşesinde kısa bir süre için huzur içinde ve korkusuzca yaşayabilmişlerse, bu da Allah'ın inayetiyle olmuştur. Allah bazen onlara fırsat vermiş ve bazı devlet ve kuvvetlerin himayesinde rahat nefes alabilmişlerdir. Bilindiği gibi, bugünkü İsrail devleti İngiltere ile Amerika Birleşik Devletleri'nin karanlık emelleri sayesinde vücut bul¬muş ve ABD'nin desteğiyle yaşamaktadır. Nitekim, ABD, İsrail devletine sağladığı askeri ve ekonomik yardımı gerçekten keserse bu Yahudi devleti bir gün bile ayakta kalamaz. Bence, Cenab-ı Allah bu milleti tamamıyla anadan kaldırmaya? bunun herkese ve bilhassa müslümanlara bir ibret nişanesi olarak kalmasını istiyor. Allah'ın gazabı ve azabı devam etseydi, Yahudi milleti çoktan tarihe karışırdı. Fakat Allah bir yandan bu milletin hırpalanması, bir yandan da can çekişerek de olsa yaşamasını mümkün kılmıştır, ki hepimize ibret olsun. Böylece, Kur'ân-ı Kerîm'in "Lâ yemütü fîhâ velâ yahya" ifadesine uygun olarak bu millet dünyada yaşamaya devam ediyor.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Üst Alt