Kuran-i kerîm ve hz. Peygamber (a.s.) hakkinda oryantalistlerin küstahliklari

faruk islam

Özel Üye
KURAN-I KERÎM VE HZ. PEYGAMBER (A.S.) HAKKINDA ORYANTALİSTLERİN KÜSTAHLIKLARI
ORYANTALİSTLERİN YANLIŞ TUTUMU
Bu art niyetli ve kasıtlı davranan kişiler, ilim adına yaptıkları çalışmalardan önce, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın kitabı olmadığını ispatlamak için adetâ and içiyorlar. Amaçlan, bunun Hz. Muhammed (a.s.)'in hayalinin bir ürünü olduğunu ispatlamak oluyor. Bunun için, Hz. Muhammed (a.s.)'in bu kitapta falanca yerden çaldığı şu sözleri ve falanca kişiden duyduğu şu hikâyeleri naklettiğini iddia ederler. Bu tür peşin şartlı ve ön yargılı "bilimsel çalışmalarını haklı çıkarmak için öyle iğrenç ve alçakça yollara başvuruyor ve saçma sapan itiraz ve iddialarda bulunuyorlar ki, insan ister istemez, bilimsel araştırma ve inceleme bu ise böyle bir kilime de, böyle bir araştırmaya da lânet olsun diyor.
BAHÎRA ADLI RAHİP İLE İLGİLİ UYDURMALAR
"O kâfirler. 'Bu Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Bu hususta O'na diğer bir kavim yardım etmiştir.' dediler. Muhakkak bir zulüm ve yalan getirdiler. Yine, 'Kur'an, Muhammed'in yazdırdığı ve ezberlemek için sabah akşam başkalarına okuttuğu, geçmiş kavimlere ait efsanelerdir.' dediler. De ki O'nu göklerde ve yerde bütün esrara vakıf olan Allah indirdi. Muhakkak O, Gafûr, Rahîm'dir." (Furkan; 4-6)
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın yaşadığı devirde düşmanlarından hiçbirinin, kendisinin Bahira denilen Hıristiyan rahip ile görüştüğüne en ufak bir itirazda bulunmadığı bir gerçek. Ancak bugün birçok oryantalistin bu olayı dillerine pelesenk etmeleri aklınıza bazı sorular getirmiyor mu? Mekke'li müşrik ve kâfirler bu tür bir itirazda bulunamazlardı, zira onlar işin aslını biliyorlardı. Rahip Bahira'nın kim olduğunu, Hz. Muhammed (a.s.)'in O'nunla görüşüp görüşmediğini, bu rahibin dışında başka kimlerle görüştüğünü pekalâ biliyorlardı. Bu görüşmelerin mahiyetini de iyi biliyorlardı. Onun için bu görüşmeler hakkında sonradan uydurulan masallar onların akıllarına bile gelemezdi. Onlar, Hz. Peygamber (a.s.)'in rahip Bahira ile ancak küçük yaşta görüştüğü için, din ve dünya ile ilgili her şeyi ondan öğrendiğini iddia edemezlerdi. Aynı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)'in, gençliğinde ticari yolculukları sırasında diğer bazı Hıristiyan din adamları ve Yahudi rahiplerden de pek bir şey öğrenmediğini biliyorlardı. Bu ticari yolculuklar tek başına yapılmamıştı. Bu yolculuklar kafile şeklinde yapılırdı ve yolculuk sırasında olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermek isteyenin nasıl tekzip edileceği ve alaya alınacağını Mekke'li kâfirler bile iyi anlıyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.)'in rahip Bahira ile buluştuğuna dair rivâyetlerden, kendisinin o zaman ancak 12-13 yaşlarında olabileceği tahmin edilmektedir. Bu küçük yaşta Hz. Peygamber (a.s.)'in söz konusu din adamından bir şey öğrendiğini farz etsek bile, bunun 40 yaşma kadar unutulmayacağı iddia edilebilir mi? Eğer Hz. Peygamber (a.s.) gerçekten Bahira'dan bilgi hazinesini almışsa, bu hazineyi 40 yaşma kadar niçin gizli tuttu? Bütün bu müddet içinde neden öğrendiği ilmin en ufak örneğini bile vermedi? Doğrusu şu ki, Mekkeli kâfir ve müşrikler bile böylesine hayasızca bir iddiada bulunmaktan çekindiler ve bu yüz kızartıcı ve saçma sapan şeyleri çağımızın tutarsız "bilim adamları "na bıraktılar.
Mekke'lilerin İtirazları Ne İdi
Mekke'li kâfir ve müşriklerin itirazı genellikle Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik payesine yükselmesinden önceki devre ile değil, sonraki devre ile ilgiliydi. Onlara göre, Hz. Muhammed (a.s.) ümmî, yani okuması yazması olmayan bir kişi idi, kendisi kitaplar okuyarak bir şey öğrenemezdi, 40 yaşma kadar olağanüstü bilgilere sahip olduğuna dair herhangi bir işaret bile vermemişti, ama birdenbire her konuda uzman gibi konuşmaya başlamıştı. Bu olsa başkalarının yardımıyla olabilirdi. Kendilerine göre, eski çağlara ait kitaplar kendisine gizlice ulaştırılıyor ve O, gece vakti bunları başkalarına tercüme ettirerek okutuyor, öğreniyor ve sabah kalkıp kendilerine bunlardan ezberlediği pasajları anlatıyordu. Rivâyetlere bakılırsa, Mekkeli müşrikler bu hususta okuması, yazması olan, bilgili, kültürlü, Mekke'de oturan bazı ehl-i kitabın adını da veriyor ve bu zâtların Hz. Muhammed (a.s.)'a bilgi verdiklerini sanıyorlardı. Bunların adlan şöyle sıralanabilir: Addas (Huveytib bin Abd-ul Uzzâ'nın serbest bıraktığı uşağı), Yesâr (Alâ' bin el-Hadramî'nin serbest bıraktığı uşağı) ve Cebr (Âmir bin Rebia'nın azâd ettiği uşağı).
Yüzeysel bir bakışla bu itiraz çok sağlam ve yerinde gibi görünüyor. Bir peygamberin vahiy ile ilgili iddiasını reddetmek için, onun bilgi kaynağını belirlemekten daha büyük bir itiraz ne olabilir ki? Fakat bu bölümün başında naklettiğimiz Kur'ân-ı Kerim ayetine bakılırsa Mekkelilerin bu itirazına hemen hemen hiçbir cevap verilmediği anlaşılır. Burada Mekkelilerin Kur'ân-ı Kerîm'e yönelik itirazı sadece bir cümle ile kesip atılmıştır: "Muhakkak bir zulüm ve yalan getirdiler." Yani, Kur'an'ın uydurma olduğunu söyleyenler doğruluğa ve gerçeğe bir bakıma "zulm" diyorlar. Bu, açık bir adaletsizlik ve insafsızlıktır. Büyük bir yalandır. Bu yüce kitap hakkında koparılan fırtınaların aslı astarı yoktur. Çünkü bu kitabı, sevgili peygamberine gönderen Allah göklerde ve yerdeki bütün sırları bilmektedir. Böylesine ağır itirazlara böyle bir cevap vermek size şaşırtıcı gelmiyor mu? Aslında Kur'ân-ı Kerîm burada kâfirlerin itirazını hakaretle reddetmiştir. Yani, onların İlahi Kitap hakkında söyledikleri yalan ve iftiralar cevap verilmeye lâyık bile değildir. Fakat Kur'ân-ı Kerim'in, kâfirlerin bu tür sözlerine tenezzül etmemesi ne kendileri tarafından fazla yadırgandı, ne de yeni yeni müslüman olanları huzursuz etti. Bu mesele, sanırız o zamanki şartlar içinde incelendiğinde kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır.
Birinci Eleştiri
İslâmiyet'i kabul eden herkesi tehdit eden, rahatsız eden, korkutan, söven, döven ve işkenceye tabi tutan Kureyş'li zâlim kabile reisleri için, eski dinî ve tarihi kitapları tercüme ederek Hz. Muhammed (a.s.)'e ezberlettiklerini iddia ettikleri kişilerin evlerine ve bizzat Hz. Peygamber (a.s.)'in evine gidip, zorla bütün kitap, defter, kalem ve diğer malzemeleri çıkarmaları hiç de zor bir şey değildi. Onlar, pekalâ bu "bilgi kaynaklarını toplayarak milletin gözünün önüne çıkarabilirlerdi. Hatta, casuslar tutup, Hz. Muhammed (a.s.)'in çalıştığı yer ve zamanı tesbit edip, O'nu "suçüstü" yakalayabilmek için tam zamanında baskın düzenleyebilirlerdi. O zaman bütün Mekke ahâlisini de toplayarak yanlarına getirir ve herkese gösterebilir ve diyebilirlerdi ki, "bakın işte, peygamberlik bilgilerini nereden alıyor, vahiy dediği kelâmı hangi Allah'tan topluyor". Müslümanlara ve bizzat Hz. Muhammed (a.s.)'e baskı ve işkence uygulamak konusunda hiçbir sınır tanımayan, Peygamber (a.s.)'in fedailerini (örneğin Hz. Bilâl-i Habeşi (r.a.)'yi) sıcak kum üzerinde sürükleyen ve hatta Hz. Peygamber (a.s.)'i öldürmeyi plânlayan Mekkeli nüfuzlu reisler için bu işleri yapmak o kadar zor değildi. Fakat iddialarının asılsız ve yalan olduğunu çok iyi bildikleri için bu hususta pratik herhangi bir iş yapmadılar.
İkinci Eleştiri
Kâfir ve müşriklerin, Hz. Muhammed (a.s.)'e bilgi veren kişiler arasında saydıkları isimler yabancı değildi. Bu kişilerin bilgi ve yetenekleri kimsenin meçhulü de değildi. Akıl ve mantıktan az da olsa nasibini almış olan herkes, Hz. Muhammed (a.s.)'in insanlara sunduğu İlâhî Kelâm'ın ne kadar yüce ve değerli olduğunu, ne kadar ilmî ve edebî üslûp taşıdığını, dili ve anlatımının ne kadar temiz ve tesirli olduğunu, işlenen konuların ne kadar büyük bilgi, araştırma ve çalışma gerektirdiğini anlayabilirdi. Hz. Peygamber (a.s.)'e bilgi verdikleri sanılan kişilerin ise okuma, yazma ve bilgi seviyesi herkes tarafından biliniyordu. Bu adamların -hepsi bir araya gelseler bile Kur'ân-ı Kerim'de yer alan muhtelif mevzuları kapsayan bilgiyi Hz. Muhammed (a.s.)'e vermelerinin mümkün olmadığını bilen ve anlayanlar vardı. Madem ki bu adamlar öylesine bilgin ve ilim ve irfan sahibiydiler, o zaman neden bunları kendi faydaları için değil de, Hz. Muhammed (a.s.)'in menfaati için kullandılar? Hem de bu bilgileri Hz. Muhammed (a.s.)'e gizlice vermeye neden ihtiyaç duydular. Onları korkutan ve tehdit eden biri mi vardı? Onlar, Hz. Muhammed (a.s.)'in şan-ü şöhretinden pay almak istemiyorlar mıydı? Niçin onlardan biri çıkıp bu sırrı millete açıklamadı?
Üçüncü Eleştiri
Bu hususta adları geçen kişiler yabancı uyruklu olup, kendi efendileri tarafından serbest bırakılan eski uşak ve kölelerdi. O zamanki Arap aşiret hayatı hakkında malumat sahibi olanlar bilirler ki, hiçbir kimse şu veya bu kabilenin desteği ve himayesi olmaksızın yaşayamazdı. Serbest bırakılan uşaklar da ancak eski efendilerinin himayesinde toplumdaki yaşantılarını sürdürebiliyorlardı. Bu himaye kalktığı an, hayadan çekilmez olurdu. Belli ki bu şartlar altında eğer Hz. Muhammed (a.s.) hâşâ yalan bir peygamberliği tezgâhlamışsa, bu serbest bırakılan köleler kendisine gönüllü olarak ve sevinerek yardım edemezlerdi. Bu komploda Hz. Muhammed (a.s.) ile ortak olanlar, kendisine zerre kadar saygılı olabilirler miydi? Kendilerinden gece vakti gizlice öğrendiği şeyleri gündüz herkese "bakın, Allah'ın kelâmı budur, ben Allah'ın Rasûlüyüm" diyen bir kişinin sadık ve vefakâr dostu olabilirler miydi? Bu gibi adamlar ancak bir menfaat ve hırs yüzünden Hz. Muhammed (a.s.)'in hâşâ, suç ortağı olabilirlerdi. Fakat bu adamların, çok nüfuzlu ve zâlim olan efendilerini bırakıp, yetim, fakir ve hak sözleri söylediği için herkesin hışmını kazanmış olan Hz. Muhammed (a.s.)'in safına katılmaları düşünülebilir mi? Onların, bütün herkesin nefret ve düşmanlığını kazanmalarını ve hatta hayatları pahasına Hz. Muhammed (a.s.)'den yana çıkmalarını mümkün kılan bir cazibe, bir maddi menfaat var mıydı? Ayrıca, eski efendileri ve diğer Mekke'li kâfir ve müşrikler onları yakalayıp her şeye itiraz etmelerini sağlayabilirlerdi. Kâfirler neden bu yola başvurmadılar, niçin sabık uşak ve kelelerinden her şeyi öğrenmediler? Demek ki öğrenilecek bir şey yoktu.
Dördüncü Eleştiri
Meselenin en dikkat çekici yanı, Hazreti Peygamber (a.s.)'e peygamberlik bilgisi veren kişilerin hepsinin kendisine iman etmeleridir. Yapmacık, yalan ve uydurma bir peygamberliğin yaratılmasında önemli bir rol oynayan kimselerin, Hz. Muhammed (a.s.)'e iman etmeleri, hem de örnek bir şekilde bağlı olmaları mümkün olabilir mi? Diyelim ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğindeki büyük pay ve katkılarına rağmen İslâm camiasına girdiler. Peki, Hz. Muhammed (a.s.) sözü edilen katkı ve yardımlarından dolayı kendilerine müslümanlar ve sahabeler arasında önemli bir yer vermeli değil miydi? Kendilerini ödüllendirmeleri gerekmezciydi? Bu nasıl bir işti ki, peygamberlik işi Addas, Yesâr ve Cebr'in yardımıyla yürüyordu da Rasûlullah (a.s.)’ın sağ kollan neden Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) oldular?
Aynı derecede şaşırtıcı bir konu da, Hz. Peygamber (a.s.)'in "gizli bilgi alışverişinin yapılmasından yakın çevresindeki şahsiyetlerin, meselâ Zeyd bin Haris, Ali bin Ebû Tâlip, Ebû Bekir Sıddîk ve diğer bazı kimselerin haberdar olmamasıdır. Gece gündüz her zaman Hz. Peygamber (a.s,)'in yanında bulunan bu şahsiyetler, bu gibi düzenbazlıktan haberdar olamazlar mıydı?
Kâfir ve müşriklerin bu husustaki iddialarında zerre kadar gerçek payı olsaydı, yakın çevresindeki sahabeler, Hz. Muhammed (a.s.)'e canla başla bağlı olabilirler miydi?
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, kâfir ve müşriklerin iddia ve itirazları dikkate değer görülmedi. Kur'ân-ı Kerîm'in bu itirazları böylesine hafife alması ve reddetmesinin sebepleri bunlardı. Bunun için, iddia ve itirazlarından yukarıda ayetlerde bahsedilmişse, bu sadece kâfirlerin, yalan ve iftiralarını ileri sürerken ne kadar körü körüne davrandıkları ve nasıl adâlet ve insaf kurallarını çiğnediklerini göstermek için yapılmıştır.ALINTI
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Üst Alt