Kur'ân'da geçen üç kissa

faruk islam

Özel Üye
KUR'ÂN'DA GEÇEN ÜÇ KISSA
Oryantalistler, Kur'ân-ı Kerîm'in şu üç kıssasını da deneme tahtası yapmışlar ve sözde ilim süzgecinden geçirmişlerdir. Onların iddialarına göre, Hz. Peygamber (a.s.) bu kıssaları başka ilâhî kitap ve kaynaklardan aktarmıştır. Oryantalist veya Şarkiyatçıların bu husustaki itiraz ve suçlamalarına cevap vermeden önce sanırız bizzat bu kıssaların ne olduğunu anlatmamız dâha doğru olacaktır:
Hz. Musa (a.s.)'ın Denize Doğru Yolculuğu
"Bir vakit Mûsa, hizmetinde bulunan genç arkadaşına 'iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar, asırlar geçse bile durmayacağım.' dedi." (Kehf; 60)
Hz. Musa (a.s.)'nın Göç Yolları
Cenab-ı Allah'ın bu kıssayı Mekke'li kâfirler ile müzminlere anlatmasının gayesi şudur. Dünyada insanın dıştan gördüğü şeyler hakkında bazen çok yanlış sonuçlar çıkardığı bir gerçektir. Çünkü, İnsanlar bir şeyi görürken onda Allah'ın saklı olan hikmetini göremezler. Zâlimlerin, mazlumları ezmeleri, buna rağmen bolluk ve refah içinde yaşamaları, masum insanların eziyet çekmeleri, Allah'a itaat etmeyenlerin mutlu yaşamaları, Allah'a itaat edenlerin ise sıkıntıda olmaları, günahkârların zengin olmaları, Allah'tan korkanların ise fakir olmaları, her gün gördüğümüz olaylardır. Bunlar hakkında İnsanlar umumiyetle yanlış intibaa kapılırlar. Kâfir ve zalim İnsanlar, dünyanın bir çiftlik olduğunu, bir kaide ve kanunu bulunmadığını, bunun sahibi ve yöneticisi olmadığını, gücüne güvenen herkesin istediğini yapabileceğini, hiçbir sorgu, sual ve muhasebenin olmayacağını düşünürler. Mü'minler ise bu gibi manzaralardan cesaretlerini kaybeder, ümitsizliğe kapılır ve bazen bu çetin sınavdan geçerken imanları bile zedelenir. İşte bu şartlar altında Cenab-ı Allah, Hz. Musa'yı yanına çağırarak kendisine tecellisini gösterdi ve aynı zamanda, normal gözlerin gördüğü şeylerin aslında çok farklı olabileceği konusunda kendisine bir fikir vermiş oldu.
Kur'ân-ı Kerîm'in ifadelerine bakılırsa, Mısır'dan çıktıktan.sonra Hz. Musa ve ümmetinin yolculuğunun önemli bir bölümünün Sina yarımadasında ve Tayya'da geçtiği anlaşılır. Fakat biz bu kıssayı ayrıntılı olarak inceleyecek olursak burada iki noktayı açıkça görebiliriz.
Birincisi, Hz. Musa'ya gösterilen çeşitli ilâhî işaretler, peygamberliğin ilk günlerine rastlamış olabilir. Çünkü, peygamberlerin talim ve terbiyesi ancak peygamberliğin ilk devresinde yapılır.
İkincisi, Hz. Musa'nın da Mekke'de müslümanların karşılaştığı şartlar gibi, Mısır'da aynı şartlarla karşılaşmış olması ihtimâli vardır. Bu iki sebepten dolayı, söz konusu olayın, İsrail oğullarına Fir'avun'un mezâliminin devam ettiği ve Kureyş'li reisler gibi Fir'avun'un sarayındakilerin de, Allah'ın azabının gelmesindeki gecikme yüzünden Allah diye bir varlığın olmadığı inancına kapıldıkları ve Mekke'li mazlum müslümanların sabırsızlandığı gibi, Mısır'daki İsrail oğullarının da "ya Rab, bu zalimlere ne zamana kadar mükafat yağdıracaksın ve bizi ne zamana kadar bu acıklı halde bırakacaksın?" diye hayıflandıkları sırada, hatta Hz. Musa'nın bile, "ya Rab, Sen Fir'avun ile Divan'dakilerine dünyevi yaşantılarında büyük şan ve şevkat, mal ve mülk ihsan etmişsin. Yâ Rabb, bunlar dünyayı senin yolundan ayırmaları için midir?" diye sorduğu za¬mana rastladığını söyleyebiliriz.
Tahminimiz doğruysa, Hz. Musa o sırada muhtemelen Sudan'a doğru yolculuk etmişti. İki denizin birleştiği yer olarak da Hartum şehri gösterilebilir. Bilindiği gibi, Hartum yakınlarında Nil nehrinin iki kolu, Bahr-ul Ebyad ile Bahr-ul Ezrak burada birleşiyorlar. Bunlar deniz gibi ırmak ayaklarıdır.
Talmud'un İfadesi(Tevrat’ın mükerref hali)
İncil bu yolculuk ve bununla ilgili diğer olaylar hakkında kayıtsız kalmıştır. Fakat Talmud'da bununla ilgili bir kayıt vardır. Ne var ki, burada bu olayın, Hz. Musa'nın değil, Rabbî Yehu Hanân bin Lâvi'nin başından geçtiği belirtilmiştir. Talmud'un ifadesine göre adı geçen Rabbî bu yolculuğa, Hz. İlyas (a.s.) ile birlikle çıkmıştı. Talmud'un kayıtlarına göre, Hz. İlyas (a.s.) ebediyete intikal ettikten sonra meleklere katılmış, ve halen dünyanın yönetimiyle görevlidir. (Bk: The Talmud, Selections, by H. Polano, s. 316).
Pek mümkündür ki, Hz. Musa ile İsrail oğullarının Mısır'dan çıkmalarından önceki çeşitli olaylar gibi, bu olay da iyice muhafaza edilmemiş ve asırlar sonra birbirine karışmış ve değişmiştir. Nitekim, Talmud'un bu rivâyetini bilen bazı müslümanlar, Kur'ân-ı Kerim'de ismi geçen Musa'nın, Musa peygamber değil başka bir Musa olabileceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Fakat ne Talmud'da geçen her vakıa ve hikâye doğru birer tarihi olaydır, ne de Kur'ân-ı Kerim'de başka bir Musa'dan bahsedildiğine inanmamız için herhangi bir neden vardır. Sadece bu değil, bu hususta Hz. Ubeyy bin Ka'b'ın rivâyet ettiği bir hadis de vardır. Bu hadiste, Hz. Peygamber (a.s.)'den bahsettiği açıklanmıştır. Hadis'te böyle bir kayıt bulunduktan sonra, müslümanların Talmud'un bir rivâyetini dikkate değer sayacaklarını sanmıyorum.
Şarkiyatçılara Dört Soru
Bir din ve tarih talebesi, bu oryantalist ve şarkiyatçılara şu dört soruyu sorduğu zaman, eminiz, tarafgirlik, yalancılık ve düzenbazlıklarının maskesinin düştüğünü görecektir:
1- Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunan kıssa ve diğer sözlerin kaydolan olayların benzerini görür görmez, bunların mutlaka bu kitaplardan alındığı kanısına varmanız için hangi sebep ve deliller vardır?
2- Kur'ân-ı Kerim'de zikrolunan kıssa ve diğer sözlerin kaynağı olarak gösterdiğiniz çeşitli dillerdeki eserler bir arada toplanırsa muazzam bir kütüphane olur. Böyle bir kütüphane o zamanki geri kalmış ve ilim ve irfandan nasibini almamış Arabistan'da ve Mekke'de bulunuyor muydu? Bunların işi gücü, bu eski metinleri çözerek Hz. Muhammed (a.s.)'e sunmak mıydı? Eğer bu böyle değilse, bütün iddialarımız, Hazreti Peygamber (a.s.)'in, peygamberlik payesine yükselmeden çok önce iki-üç defa Mekke'nin dışına yaptığı ticari seyahatler sırasında bu bilgileri topladığına mı dayanıyor? Bu seyahatler sırasında Hz. Peygamber (a.s.)'in kaç kitap ve kaç kütüphanesi yuttuğunu iddia ediyorsunuz? Peki, Hz. Muhammed (a.s.) bütün bu bilgileri iş ve ticaret seyahatleri sırasında toplamışsa, neden peygamberlik payesine yükseldiği güne kadar saklamayı uygun görmüştür? Neden bunun en ufak işaretlerini bu süre içinde vermemiştir?
3- Mekke'li kâfirler, Yahudi ve Hıristiyanlar tıpkı sizin gibi Hz. Muhammed (a.s.)'in bilgileri nerden topladığını merak ederlerdi. Hz. Peygamber (a.s.) bilinen insani ve maddi bir kaynaktan bu bilgileri toplamış olsaydı, O'nun çevresindekiler ve her zaman O'nunla haşir neşir olan bu kişiler bu gerçeği bilmezler miydi? Gerek Mekke'li müşriklere gerekse Yahudi ve Hıristiyanlara açıkça meydan okunuyordu. Kendilerinden Kur'ân-ı Kerim'e benzer tek bir şey çıkarmaları isteniyordu. Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın kelâmı olduğu ve vahiyden başka bir kaynağı olmadığı, üzerine basa basa kendilerine anlatılıyordu. Fakat onlar neden susup durdular? Neden Kur'ân-ı Kerim'de yer alan, söz ve ayetlere benzer tek bir örnek getirmediler. Neden, bu ilâhî kitabın bilinen bir kaynağını göstermediler? Hz. Muhammed (a.s.)'in devrinde yaşamış olan kâfir ve müşrikler bunu beceremediyse, aradan bin, bin iki yüz sene geçtikten sonra siz mi becereceksiniz?
4- Sonuncu ve en önemli soru şudur: Her ne olursa olsun, Kur'ân-ı Kerim'in Allah tarafından indirilme imkânı var mıdır? Kur'ân-ı Kerim, diğer insanlara ve toplumlara yüzyıllar sonra tahrif edilmiş olarak ve efsâne şeklinde ulaşmış olan geçmiş tarihin olayları hakkında bize doğru haber vermiyor mu? Bu hususlar imkân dahilinde ise, niçin makul ve inandırıcı sebepler gösterilmeden tek kalemde reddedilmiştir? Niçin Kur'ân-ı Kerim'in eski tarihi olaylara dayanılarak yazıldığı gibi tek ihtimal dikkate değer sayılmış ve üzerinde bu kadar durulmuştur? Bu garip tercihin dinî taassup, tarafgirlik, fanatizm ve din düşmanlığından başka bir kaynağı olabilir mi?
Bu sorular üzerinde ciddi olarak duran bir kişi, oryantalistlerin, "ilim" ve "araştırma" adı altında bize sundukları saçmalıkların ciddiye alınamayacağı kanısına varır.
Firavun'un Hz. Musa'yı Öldürme Kararı
"Firavun: 'Bırakın da Musa'yı öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın. Çünkü ben, O'nun sizin dininizi değiştireceğinden veyahut yeryüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum' dedi." (Mü'min; 26)
Bu ayetten başlayarak 45. ayete kadar anlatılan hadise, İsrail oğulları tarihinin en önemli olaylarından biridir. Fakat bu olayı şimdi İsrail oğulları da unutmuş gözüküyorlar. Ne İncil'de ne de Talmud'da bu olaya yer verilmiştir. Yahudilerin diğer kitaplarında da buna benzer herhangi bir vak'aya rastlanmıyor. Hz. Musa (a.s.) ile Firavun arasındaki amansız mücadele sırasında böyle bir safhaya gelindiği sadece Kur'ân-ı Kerim'den öğrenilmiştir.
Hakk'a Davet Açısından Bu Kıssa'nın Ehemmiyeti
İslam'a ve Kur'ân-ı Kerim'e karşı düşmanlıktan gözü kör olmamış bir kişi bu kıssayı okuduğu zaman, bunun Hakk'a davet açısından büyük bir ehemmiyet arz ettiğini derhal anlayacaktır. Hz.Musa (a.s.)'nın şahsiyeti, vaaz ve telkinleri ve gerçekleştirdiği Mu'cizelerden pek çok kişinin etkilediği bir gerçektir.Pek mümkündür ki, Firavun'un yakın çevresindeki adamlarından biri de bunlara katılmıştı ve Firavun'un Hz.Musa'yı öldürtmeyi plânladığım duyar duymaz buna şiddetle karşı çıkmıştı. Ne var ki, batılı oryantalistler, İslâmiyet'e ve Kur'ân-ı Kerîm'in gerçeklerine çamur atmaya kalkışmışlardır. Nitekim "Encylopaedia of İslâm" (İslâm Ansiklopedisi'nin "Musa" maddesinin yazarı bakın ne cesaretle şunları yazmıştır:
"Firavun'un sarayında, mü'min olan birinin Hz.Musa'yı kurtarmaya çalıştığı yolunda Kur'ân-ı Kerim'de yer alan hikâye pek aydınlatıcı değildir (40. sûre: 28; ayet). Acaba bu hikâye, 'Yethro'nun Firavun'a merhamet öğütlediği'ne dair Hagga'da yer alan öykü ile karşılaştırılabilir mi?"
Yani bu Şarkiyatçıların işi gücü, Kur'ân-ı Kerim'in her satır ve cümlesinde kendilerine göre bir yanlışlık, eksiklik ve daha doğrusu, diğer eski kitapların benzerlerini bulmaktır. Kur'ân-ı Kerim'in bazı kıssa ve hadislerine herhangi bir itiraz edilecek şey bulunmadığı zaman da bu kıssa ve hadislerin pek aydınlatıcı veya açık olmadığını ileri sürmektedirler. Son olarak ta, okuyucuların kafalarında bir takım şüphe ve soru işaretleri yaratmak için benzeri bir hikâyenin Hagga'da da anlatılmış olduğunu belirtmektedirler. Yani, amaç okuyuculara, Hz. Muhammed (a.s.)'in, Hz. Musa'nın öldürülmesiyle ilgili olarak bir konuşmayı dinleyip başka bir şekilde anlattığına inandırmaktır. Halbuki, Hagga'da da Yethro ile ilgili hikâye, Hz. Musa'nın doğumundan önceki bir olay olarak anlatılmıştır, işte oryan-talistlerin, Kur'ân-ı Kerim ve İslâm hakkındaki "bilimsel" tutumu budur.
Eshâb-ı Kehf Kıssası
Bazı şarkiyatçılar, Kur'an-ı Kerim'de Eshâb-ı Kehf olarak geçen kıs¬sanın asıl Eshâb-ı Kehf hikâyesiyle ilgisi olmadığını öne sürmüşlerdir. Onlara göre, Kehf suresinde bu zâtların mağarada kalış süresi 309 yıl ola¬rak geçmiştir ki, yanlıştır. Ama biz "Tefhîm-ul Kur'ân" adlı eserimizde işin aslını anlatmaya çalışmışızdır. Kehf sûresinin 25. ayetinde şöyle denilmiştir: "Onlar mağaralarında üç yüz sene yattılar. Ve buna dokuz sene daha kattılar." Biz bu ayetin tefsirinde, Kehf sakinlerinin mağarada kalış süresinin 300 ve 309 yıl olduğuna dair halk arasında yaygın olan bir inanca Kur'ân-ı Kerim'de yer verildiğini ve bu sürenin Allah tarafından belirlenen bir süre olarak kabul edilmemesi gerektiğini belirtmişizdir. Nitekim, bunun hemen ardındaki 26. ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "De ki: 'Onların ne kadar yattıklarını Allah daha iyi bilir'". Demek ki, 309 yıllık rakamı Cenab-ı Allah demiş olsaydı, yukarıdaki cümleyi söylemesinin hiçbir anlamı olmayacaktı. Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Abdullah bin Abbas, Kehf sahiplerinin mağarada kalış süresiyle ilgili verilen 309 rakamının Cenab-ı Allah'a değil, o devrin insanlarına ait olduğu kanısına varmıştır.
Gibbon'un Küstahlığı
Bu kıssa ile ilgili olarak Süryani rivâyetler ile Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerinde bazı ufak tefek farklılıklar vardır. Bu farklılıklara parmak basmakta "usta" olan İngiliz tarihçisi Gibbon, bunları Hz. Peygamber (a.s.)'in hâşâ cehaletinin birer örneği olduğunu iddia etmiştir. Böyle bir cesaret ve küstahlık için temel olarak kabul ettiği Süryani rivâyetlerin, Kehf sahipleri vak'asının meydana gelmesinden 30-40 yıl sonra Suriye'de bir yazar tarafından kaleme alındığını Gibbon da iyi bilmektedir. Bu kadar müddet içinde bir memleketten başka bir memlekete kulaktan kulağa geçen bu tür rivâyet ve hikâyede bazı değişikliklerin meydana gelmesi pek muhtemeldir. Bu durumda böyle bir rivâyetin harfiyen doğru olduğunu kabul ederek, aynı rivayet az bir farkla Kur'ân-ı Kerim'de geçtiği için, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan kıssanın tamamıyla uydurma ve kulaktan duyma olduğunu iddia etmek taassup ve fanatizmin en kötü bir örneği olsa gerek. Akıl ve mantık sahibi bir insan, bir yazarın kaleme aldığı rivayet ile Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın anlattığı bir kıssa arasında tercih yapacak olursa sanırım, herhalde, ikincisini seçecektir.
İlk Hıristiyan Eserlerinden Örnekler
Kehf sahiplerinin hikâyesi hakkında Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerini doğrulayan kanıtları eski Hıristiyan eserlerinde bulmak mümkündür. Bunun en eski örneklerinden biri, Suriyeli bir Hıristiyan din adamı olan James Saroji'nin Süryanice yazdığı vaaz kitabıdır. Bu zât, Kehf sahiplerinin vefâtından birkaç sene sonra, yani 452'de doğmuş, vaazlarını M.S. 474 dolaylarında bir kitapta toplamıştı. James Saroji, Eshâb-ı Kehf hikâyesini etraflıca anlatmıştır. Süryanice rivâyetleri arasında önemli bir yer tutan vaaz kitabı, ilk çağ müslüman müfessirlerine ulaşmış ve İbni Cerir Taberî, bu kitaptan sık sık pasajlar aktarmıştır. Bu kitap Batılı ülkelere de ulaştıktan sonra Yunancaya ve latinceye çevrilmiştir. Gibbon, "Decline and Fall of te Roman Empire" adlı eserinin 33. Bölümünde "Seven Sleepers" (Yedi uyuyanlar) başlığı altında Yunanca ve lâtince tercümelerinden söz konusu kıssanın özetini vermiştir ki, bunlar müslüman müfessirlerin rivayetlerine tıpatıp benzemektedir. O kadar ki bunların ikisinin de aynı kaynaktan alındığı zannedilebilir. Örneğin, Kehf sahiblerinin, zulmünden ve baskısından korkarak kaçtıkları ve mağaraya saklandıkları kralın adı, müslüman kaynaklarında Dekyanûs, Demyûs veya Dekyânûs olarak geçerken Gibbon'un kitabında "decius" olarak geçmektedir.M.S. 249dan 251 yılına kadar Roma İmparatoru olan bu hükümdarın zamanında Hıristiyanlara zulüm ve baskı son haddini bulmuştu.Olayın geçtiği şehir, müslüman kaynaklarda "Efsus" yahut "Afsos" Gibbon'un eserinde Ephesus olarak belirtilen eski çağlarda Eğe kıyılarının en büyük liman kenti olan ve bugün İzmir kentine yaklaşık 100 km. uzaklıkta bulunan Selçuk kasabasının yanında bulunan Efes harabeleridir. Kehf sahiplerinin derin uykudan uyandıkları zaman Roma İmparatorluk tahtında bulunan hükümdarın adı müslüman tarihçilerce "Tenzosis" olarak kaydedilmiştir. Gibbon ise, Kehf sahiplerinin, Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra M.S. 408 ilâ 450 yıllan arasında hüküm süren III. Theodosius zamanında uyandıklarını belirtmiştir. İki rivâyet arasındaki benzerlik o kadar büyüktür ki, ikinci derecede önemli olan kişilerin isimleri hemen hemen aynı şekilde kaydedilmiştir. Örneğin, Kehf sahiplerinin uyandıktan sonra erzak ve diğer malzemeler almak üzere şehre gönderdikleri arkadaşlarının adı müslüman tarihçilerce "Yemlikha" ve Gibbon tarafından "jamblichus" olarak yazılmıştır.
İki Rivâyet Arasındaki Benzerlik
Eshâb-ı Kehf kıssasının ayrıntıları her iki kaynakta aynıdır. Bunu özetleyecek olursak şu verilerle karşılaşırız. İmparator Decius zamanında Hz. Îsa'nın taraftarlarına ve diğer Hıristiyanlara büyük zulüm ve işkence uygulanırken 7 Hıristiyan fedai bir mağaraya gidip saklandılar. Uzun bir süre uykuda kaldıktan sonra, bu gençler Roma'da İmparator Theodosius tahtta bulunurken (M.S. 445 veya 446'de), yani saltanatının 38. yılında, mağarada uyandılar. O zamana kadar bütün Roma İmparatorluğunun resmi dini Hıristiyanlık olmuştu. Böylece, Kehf sahipleri mağarada tam 196 yıl uyuya kaldılar denebilir. ALINTI
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Üst Alt