13- İslâm dîni

MURATS44

Özel Üye
Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmekdedir.) dedi. [Cizye mikdârı, fakîrlerden kırk, orta hallilerden seksen, zenginlerden yüzaltmış gram gümüş veyâ bu değerde mal yâhud tahıldır. Kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyârlardan ve din adamlarından cizye alınmaz.] Humus rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beyt-ül-mâl emîni Habib bin Müslime teslîm etdiler. Herakliyüsün, bütün memleketinden asker toplıyarak Antakyaya hücûma hâzırlandığı haber alınınca, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermükdeki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehrde me’murlar bağırtıp, (Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeğe, sizi korumağa, söz vermişdim. Buna karşılık, sizden cizye almışdım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emr üzerine, Herakliyüs ile gazâ edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bunun için hepiniz Beyt-ül-mâla gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsmleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır) dedi. Suriye şehrlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar, müslimânların bu adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imperatorlarından çekdikleri zulmlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yapdılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve seve müslimân oldu. Kendi arzûları ile, rum ordularına karşı İslâm askerine câsûsluk yapdılar. Ebû Ubeyde böylece, Herakliyüs ordularının her hareketini günü gününe haber alırdı. Büyük Yermük zaferinde bu rum câsûslarının büyük yardımı oldu. İslâm devletlerinin meydâna gelmesi, yayılması, asla, saldırmakla, öldürmekle olmadı. Bu devletleri ayakda tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi.)
Batının bâtıl i’tikâdlarını, moda ve ahlâksızlıklarını taklîd etmek medeniyyet değildir. Müslimân milletinin bünyesinde tahrîbât yapmakdır. Bu tahrîbâtı da, ancak İslâma düşman olanlar yapar. İslâm dîni, müslimânların tenbel, miskin oturmalarına asla izn vermez. Müslimânların her dürlü fen kollarında çalışarak ilerlemelerini, başka dinden olanların fende buldukları yenilikleri, onlardan öğrenmelerini, bunları kendilerinin de yapmalarını emr eder. Zirâat, ticâret, doktorluk, kimyâ ve harb sanâyiinde başkalarından ileride olmalarını emr eder. Müslimânlar, başka milletlerdeki fen vâsıtalarını araşdırır, öğrenir ve yapar. Fekat, onların bozuk dinlerini, kötü, çirkin huylarını, âdetlerini almaz, taklîd etmez.
 

MURATS44

Özel Üye
Osmânlı Devletinde rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, sultân ikinci Mahmûd “rahime-hullahü teâlâ” zemânında, 1237 [m. 1821] de rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryus’un rus çarı Aleksandra yazdığı mektûbu açıklamakdadır. Mektûb ibret vericidir:
(Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünki Türkler, müslimân oldukları için çok sabrlı ve mukâvemetli insanlardır. Gayet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına [devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine] olan itâ’at duygularından gelmekdedir.
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda yönetecek reîslere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ’atkârdırlar. Onların bütün meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ’at duyguları da geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden ileri gelmekdedir.
Türklerde evvelâ itâ’at duygusunu kırmak ve ma’nevî râbıtalarını [bağlarını] kesretmek [parçalamak], dînî metanetlerini [sağlamlığını] za’fa uğratmak [zayıflatmak] îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an’anât-i milliyye [millî geleneklerine] ve müslimânlığa uymıyan hâricî fikrler ve hareketlere alışdırmakdır.
Müslimânlıkları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkin olabilecekdir. Bu sebeble, Osmânlı Devletini tasfiye için, mücerret olarak harb meydânındaki zaferler kâfî değildir. Hattâ, sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vakârını tahrik edeceğinden, kendilerini anlamalarına sebeb olabilir.
Yapılacak olan, Türklere birşey hissetdirmeden, bünyelerindeki dînî tahrîbi temâmlamakdır.)
Bu mektûb ders kitâblarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektûbda ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi, Türkleri yabancı fikr ve âdetlere alışdırmakdır. Bu hedefe batının inanç, moda ve ahlâksızlıklarını taklîde alışdırmakla ulaşılır. Bunun için, Mustafâ Reşîd pâşa, mason olunca, Londradaki müstemlekeler nezâretinden aldığı emre uyarak, ba’zı vilâyetlerimizde, fransızca ve ingilizce kolejler açdı. Buralara mason öğretmenler getirdi. İslâmın büyük düşmanı olan nefs-i emmârenin istediği şeylere ilericilik denildi. İslâmiyyetin yasak etdiği bu kötü şeyler hüner sayıldı.
 

MURATS44

Özel Üye
Bu kolejlerde yetişen ilericiler, yüksek makâmlara getirildi. İkinci Abdülhamîd hân, masonların bu hâin siyâsetlerini anlıyarak, bunları iş başından ve basından uzaklaşdırdı ise de, müstemlekeler nezâretinin yetişdirip, gönderdiği binlerce câsûsun, bol para ve yalanlarla aldatdıkları ilericilerden meydâna gelen dâhilî düşmanların gazete ve radyolarla yapdıkları hücûmlar ve ingiliz ordusunun modern silâhlarla yapdıkları hücûmlar karşısında âciz kaldı. (Allahü teâlâ, rahmet ve magfiret eylesin! Âmîn.)
Batının ilm, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zâten İslâmiyyet bunu emr eder.
Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilm adamlarından Lord Davenport, yirminci asr başlarında Londrada basdırdığı (Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerîm) adındaki İngilizce kitâbında diyor ki:
(Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslimânlığın az zemânda sür’atle yayılmasına sebeb olmuşdur. Müslimânlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâimâ afv ile karşılamışlardır. Juryo diyor ki, müslimânların hıristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların mü’minlere revâ gördüğü muâmele, aslâ birbirlerine benzetilemez. Meselâ 980 [m. 1572] senesi Ağustosun yirmidördüncü günü, ya’nî Saint Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerinanın emri ile Pâris ve civârında altmışbin protestan öldürüldü. [Sent Bartelemi, oniki havârîden biri olup, mîlâdî (71) senesi, Ağustos ayında hıristiyanlığı neşr ederken, Erzurumda öldürülmüşdür.] Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan kanları, müslimânların harb meydânlarında dökdükleri hıristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, islâmiyyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin, hiç bir vesîkası yokdur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslimânların gayr-i müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sabîninki kadar yumuşak olmuşdur.
Chatfeld diyor ki: (Arablar, Türkler ve başka müslimânlar, hıristiyanlara karşı batılı milletlerin, ya’nî hıristiyanların müslimânlara karşı uyguladıkları fenâ mu’amele ve gaddarlığın aynını yapmış olsalardı, bugün doğuda tek hıristiyan kalmazdı).
İslâmiyyet, başka dinlerin hurâfe ve şübheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş, aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuş bir dindir.
Milton der ki, (Kostantin kiliseyi zenginleşdirince, papazlar makam ve servet hırslarını artırdılar.
 

MURATS44

Özel Üye
Bunun cezâsını, parça parça olan hıristiyanlık çekdi).
İslâmiyyet, ilahlara insan kanı dökmek fâci’a ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyiliği emr etdi. Sosyal adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan dünyâya kolayca yayıldı. [İslâm cihâdı da bu demekdir.]
İlm dâvâsına müslimânlar kadar bağlı ve saygılı hiç bir millet gelmemişdir denilebilir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın pek çok hadîsleri, samîmî bir ilm teşvîkçisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyyet, ilme maldan dahâ çok kıymet vermişdir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, dâimâ ilm öğrenmeği ve yaymağı emr etmiş, Eshâbı da, bu yolda çalışmışlardır.
Bugünkü fen ve medeniyyetin, eski ve yeni eserlerin ve edebiyyâtın koruyucuları, Emevîler, Abbasîler, Gaznelîler ve Osmânlılar zemânındaki müslimânlar olmuşdur). Davenportun yazısı temâm oldu.
Buraya kadar ba’zı parçalarını yazdığımız Davenportun İngilizce kitâbı, misyonerler tarafından piyasadan toplanarak, yok edilmek istenmişdir. Hindli Rahmetullah efendinin “rahime-hullahü teâlâ”[1] (İzhâr-ülhak) kitâbının ikinci cildinde, (İslâmda cihâd)ın ne olduğu uzun yazılıdır.
3— (İslâm dîninde Kur’ân-ı kerîm, aynı zemânda kanûn hüviyyetindedir. Kur’ân-ı kerîmde, hırsızlık yapanların elinin kesilmesi gibi çok şiddetli, bugün için zâlimâne olarak kabûl edilecek ba’zı hükmler var) imiş.
Bu iddi’â da yanlışdır. Kur’ân-ı kerîmde hırsızlık yapanların elinin kesilmesi emri vardır. Fekat burada hırsızdan maksad, büyük bir vahşet ile evlere saldıran ve mal yağma eden kimselerdir. Bunlar yakalandıkları zemân ellerinin kesilmesini, Kur’ân-ı kerîm emr etmişdir. Fekat, bu cezâyı tatbîk edebilmek için çeşidli şartlar vardır. Bu şartlar bulunmıyan hırsızın eli kesilmez. Halîfe Alî “radıyallahü anh”, kıtlık zemânında yiyecek çalan kimselerin elinin kesilmemesini emr etmişdi. Bugün bu cezâ İslâm devleti ismini taşıyan ba’zı memleketlerde yanlış tatbîk olunuyorsa, burada kusûr islâm dîninde değil, bunu yanlış tatbîk edenlerdedir. İslâm dîninin esâslarını doğru tatbîk eden hakîkî müslimân devletlerde tatbîk edilmemişdir. Çünki, islâm devletlerinde bu cezâyı tatbîk edecek vak’a zuhûr etmemişdir.
 

MURATS44

Özel Üye
Bunun da sebebi, Kur’ân-ı kerîmde, bu suçları işleyenler için bildirilmiş olan, ağır cezâlardır. İslâm devletlerinde had cezâlarını hâkimler dahî afv edemez. Had cezâsını îcâb eden suç işleyenlere, cezâları herkesin gözü önünde tatbîk edilir. Bu ağır cezâlara çarpdırılmak korkusundan, kimse bu suçları işlemez, işleyemez.
[1] Rahmetullah efendi, 1306 [m. 1889] da Mekkede vefât etdi.
Şimdi birâz da hıristiyanların ellerindeki (Kitâb-ı mukaddes)i karışdıralım:
Matta İncîlinin 18. bâbının sekizinci âyetinde şöyle yazılıdır: (Îsâ dedi ki, Elin ve ayağın seni sürçtürürse, onu kes, kendinden at. Sana, topal veyâ çolak olarak hayâta girmek, iki el ve ayağın olarak ebedî ateşe atılmakdan dahâ iyidir.)
Tevrâtın (Hurûc) kitâbının 31. ci bâbının ondördüncü âyetinde, (rabbe mukaddes olan Cumartesi günü her kim iş işlerse, katl olunacakdır) denilmekdedir.
Demek oluyor ki, büyük günâh işleyenlerin elinin ve ayağının kesilmesinin uygun olduğu, Tevrât ve İncîlde yazılıdır.
Doktorun verdiği ilâc hastaya acı gelebilir. Onu fâidesiz, hattâ zararlı zannedebilir. Fekat, tabîbin ilmine güvenip de, ilâcı kullanınca, şifâ bulur. Kalb, rûh ve beden hastalıklarının mutlak tabîbi olan Allahü teâlâ da, hırsızlık hastalığına en te’sîrli ilâç olarak, hırsızın elinin kesilmesini emr eyledi. Her müslimân bu emri bilince ve birkaç hırsızın elinin kesildiği işitilince, korkudan kimsede hırsızlık huyu kalmaz. Hırsızlık hastalığı yok olur. İnsanlar malının çalınması üzüntüsünden ve çeşidli zararlardan kurtulur.
Kimsenin eli de kesilmez olur.
4—(İslâm dîni, insandan irâde kuvvetini almakda, her şeyi (Kader)e, (Kısmet)e bağlıyarak, insanları hiç bir şey yapmaz, tenbel ve âtıl bırakmakda) imiş.
Bu da, temâmiyle yanlış bir iddi’âdır. İslâm dîni insanlara dâimâ, çalışmak, aklını doğru kullanmak, her dürlü yeniliği öğrenmek, muvaffak olmak için her dürlü meşrû çâreye başvurmak ve hiç bir zemân yorulmamak ve usanmamak husûslarını emr etmekdedir. Allahü teâlâ, kullarından kendi işlerine, kâbiliyyetlerine göre karâr vermelerini ve bu işleri ona göre yapmalarını emr etmekdedir.
Kısmet kelimesinin ma’nâsı büsbütün başkadır. Bir müslimân ancak her hangi bir işde aklını kullandığı, her çâreye başvurduğu ve son derecede çalışdığı hâlde, bir başarıya ulaşamazsa, me’yûs olmamalı ve bu sonucun, Allahü teâlânın kendisi için münâsib gördüğü bir husûs olduğunu kabûl ederek, kısmetine râzı olmalıdır.
 

MURATS44

Özel Üye
Yoksa hiç bir şey yapmadan, çalışmadan, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip ve ağzını havaya açarak kısmetini beklemek, islâmiyyetde yokdur. Böyle yapmak büyük günâhdır. Allahü teâlâ Necm sûresinin otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (İnsana [âhiretde] ancak dünyâda çalışarak [ihlâs ile] yapdığı işler fâide verir) buyurmuşdur. Aşağıda, islâm dîninde ilm ve fenden bahs ederken müslimânların öğrenmeğe ve çalışmağa ne kadar ehemmiyyet verdiklerini göreceğiz.
İnsanlar, ba’zan her şeye başvurdukları ve çok çalışdıkları hâlde, istediklerine nâil olamazlar. İşte o zemân, bu işde kendi ellerinde olmıyan bir kudret bulunduğunu ve bu kudretin insanların yaşamaları ve muvaffakiyetleri üzerinde müessir olduğunu ve onlara yön verdiğini kabûl ederler. İşte kısmet budur. Kısmet aynı zemânda büyük bir tesellî kaynağıdır. (Ben vazîfemi yapdım, fekat ne yapayım ki kısmetim bu imiş) diyen bir müslimân, bir işde başarısız olsa bile, ümmîdsizliğe kapılmaz ve büyük bir iç huzûru ile çalışmağa devâm eder. İnşirâh sûresinin beşinci âyeti ve devâmında meâlen, (Güçlükle berâber şübhesiz bir kolaylık vardır. Evet muhakkak güçlükle berâber bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine giriş ve hâcetini yalnız Rabbinden iste) buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı muvaffakıyyetsizlikden ümmîdsizliğe düşmeyip çalışmağa devâm etmenin lâzım olduğudur. Hâlbuki, yalnız maddî husûslara ehemmiyyet veren başka bir din sâliki veyâ hiç bir dîne inanmıyan kimse, böyle bir vaziyyet karşısında ümmîdini, cesâretini, çalışma azmini kaybeder ve bir dahâ çalışamaz hâle gelir. İkinci Cihân Harbinden sonra, bütün dünyâ (Kısmet)e inanmağa başlamışdır. Birçok Avrupa ve Amerika neşriyyatında, (Müslimânların kısmet dedikleri şey, meğerse ne kadar doğru imiş. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, hâdiseleri değişdirmek imkânı yokdur) denilmekdedir. Bir felâket karşısında kalan, sevdiklerini, malını, mülkünü kaybeden bir kimse, ancak kadere, kısmete inanarak ve Allahü teâlâya (Tevekkül) ederek tesellî bulabilir ve yeniden hayâta döner. Tevekkül, en büyük tesellî kaynağıdır. Ama yine tekrâr edelim ki, tevekkül etmeden evvel islâmiyyetin emrlerine uymak, aklını tam kullanmak, bütün çârelere başvurarak her derdin devâsını aramak şartdır.
5— (İslâm dîni, fâizi men’ etmekde ve böylece dünyâda bugün kurulmuş olan ekonomik sistemin aleyhinde bulunmakda) imiş.
Bu da, temâmen yanlış bir iddi’âdır. İslâm dîni, kazancı değil, ödünç vermeği değil, tefeciliği, ödünç verilenleri sömürmeği men’ eder.
 

MURATS44

Özel Üye
Yoksa sırf ticârî maksadlarla ve dürüst yoldan elde edilen bir kazanç, İslâm dîninin men’ etdiği değil, bil’aks takdîr ve teşvîk etdiği bir kazançdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ tüccârı sever, tüccâr Onun sevgilisidir) buyurmuşdur ve kendisi de ticâret yapmışdır. Kendi başına iş yapamıyan bir kimsenin parasını bir arkadaşına veyâ bir şirkete emânet ederek, elde etdiği kazanca ortak olması, İslâm ticâret ahkâmında önemli yer almakdadır. Bir kimsenin fâizsiz ticârî işler yaparak para kazanan bir bankanın kazancından aldığı hisse, temâmiyle halâldir. Fâizsiz çalışan bankalar ve bunların fâideleri, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbımızda uzun yazılıdır. İslâmın men’ etdiği fâizin, Tevrâtda da harâm edilmiş olduğu, Mâide sûresinde bildirilmekdedir. Nitekim, Tevrâtın Tesniye kısmının yirmiüçüncü bâbı, ondokuzuncu ve yirminci âyetlerinde, (Din kardeşine hiçbirşeyi fâiz ile verme! Ecnebîye fâiz ile verebilirsin) yazılıdır.
6— (İslâm dîni ilme ve fenne düşman) imiş.
İslâmiyyete ilm ile nasıl karşı durulabilir? İslâmiyyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’ân-ı kerîmin birçok yeri, ilmi emr etmekde, ilm adamlarını övmekdedir. Meselâ Zümer sûresinin dokuzuncu âyetinde, Allahü teâlâ meâlen (Bilen ile bilmeyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyurmakdadır.
Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ilmi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çokdur ve meşhûrdur ki, gayr-i müslimler dahî bunları bilmekdedir. Meselâ, (İhyâ-ül-ulûm) ve (Mevdû’ât-ül-ulûm) kitâblarında, ilmin fazîleti anlatılırken, (İlm, Çinde de olsa alınız) hadîs-i şerîfi yazılıdır. Bu dünyânın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilm öğreniniz, demekdir. Bir hadîs-i şerîfde de, (Beşikden mezâra kadar ilm öğreniniz, çalışınız) buyuruldu. Bu emre göre, bir ayağı mezârda olan seksenlik ihtiyârın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi ibâdetdir. Bir def’a da, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yarın ölecekmiş gibi âhirete ve hiç ölmiyecekmiş gibi dünyâ işlerine çalışınız) buyurdu. Bir def’a da, (Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetden dahâ iyidir) buyurdu. Bir kerre de, (Şeytânın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden korkmasından dahâ çokdur) buyurdu. İslâm dîninde kadın kocasının izni olmadan nâfile hacca gidemez. Sefere, müsâfirliğe gidemez. Fekat kocası öğretmezse ve izn vermezse, ondan iznsiz, ilm öğrenmeğe gidebilir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevdiği, büyük ibâdet olan hacca iznsiz gitmesi günâh olduğu hâlde, ilm öğrenmeğe iznsiz gitmesi günâh olmuyor.
 

MURATS44

Özel Üye
Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize bildiriyor ve (Nerede ilm varsa, orada müslimânlık vardır. Nerede ilm yoksa, orada kâfirlik vardır!) buyuruyor. Burada da ilmi emr etmekdedir. Her müslimânın, önce din, sonra dünyâ bilgilerini öğrenmesi lâzımdır.
İslâmiyyetin fenne düşman olduğu da, iddi’â edilemez. Fen, (Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak) demekdir ki, bu üçünü de, Kur’ân-ı kerîm emr etmekdedir. Fen bilgilerine, san’ata ve en modern harb silâhlarını yapmağa uğraşmak, farz-ı kifâyedir. Düşmanlardan dahâ çok çalışmamızı dînimiz emr etmekdedir. Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” fenni emr eden pek canlı sözlerinden birkaçı, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbının birinci kısm, yirmidördüncü sahîfesinde yazılıdır. İslâmiyyet, fenni, tecribeyi, müsbet çalışmayı emr eden dinamik bir dindir.
Avrupalılar, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslâm kitâblarından aldılar. Avrupalılar, dünyâyı tepsi gibi düz, etrâfı dıvar çevrili zannederken, müslimânlar dünyânın yuvarlak olup, kendi etrâfında döndüğünü biliyorlardı. Hattâ Mûsul civârındaki Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçerek bugünkü gibi buldular. (Şerh-i mevâkıf) ve (Ma’rifetnâme) kitâbları, bunları uzun olarak yazmakdadır. 581 [m. 1185] yılında vefât eden Nûrüddîn Batrûcî, Endülüs İslâm Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayât) kitâbında, bugünkü astronomiyi yazmakdadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyânın döndüğünü müslimân kitâblarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile yukarıda da bildirdiğimiz gibi, papazlar tarafından muhâkeme edilip, habsolundu. Eski islâm medreselerinde ayrıca fen dersleri vardı. Endülüs medreseleri bu husûsda bütün dünyâya rehber olmuşdu.
Hastalıkların mikroblardan geldiğini ilk bulan, İslâm medeniyyetinin yetişdirdiği İbni Sînâdır[1]. Bundan 900 sene evvel (Her hastalığı yapan bir kurtdur. Yazık ki bunları görecek bir âletimiz yokdur) demişdir.
Büyük islâm hekimlerinden Ebûbekr Râzî “rahime-hullahü teâlâ” (854-952), ilk def’a olarak o zemâna kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar olduğunu bulmuşdur. Bu islâm hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitâbı olarak bütün dünyâ üniversitelerinde okutulmakda idi. Batıda akl hastaları (şeytân tarafından tutulmuş kimseler) olarak canlı canlı yakılırken, doğuda müslimân memleketlerinde bunların tedâvîsi için özel hastahâneler kurulmuşdu.
[1] İbni Sînâ Hüseyn, 428 [m. 1037] de Hemedanda vefât etdi.
 

MURATS44

Özel Üye
Bugün, aklı başında olan herkes, maddî ilm ile fennin evvelâ müslimânlar tarafından kurulduğunu kabûl etmekdedir. Batılı ilm adamları da, bunu tasdîk etmekdedirler. İslâm ülkelerine sızarak ve müslimân görünerek, sözlerini dinletmek imkânını bulan ba’zı islâm düşmanları, fennin yeni buluş ve imkânlarını, yapdıkları yeni silâhları anlatıp (Bunlar gâvur îcâdıdır, bunları kullananlar kâfir olur) diyerek, câhilleri aldatdılar. Allahü teâlânın (her şeyi öğreniniz!) emrini unutdurdular. Bu hâl, müslimânların ilmde ve fende geri kalma sebeblerinden biri oldu. Batı, yeni âlet ve silâhlarla üstünlük kazandı. İslâm düşmanları, bir tarafdan müslimânları, böyle, aldatdılar. Diğer tarafdan da, müslimânlar fenni beğenmiyor, maddî ilmleri istemiyorlar, müslimânlık gericilikdir, yobazlıkdır diyerek, gençleri islâmiyyetden ayırmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışdılar.
Matba’acılığın Osmânlı idâresi altında bulunan islâm memleketlerine Avrupadan ancak 200 sene sonra gelmesini, (islâm dîni matba’a ile kitâb basmayı men’ eder) tarzında îzâh etmeye kalkanlar temâmiyle yanılmakdadırlar. Matba’acılığın Türkiyeye gelmesinin gecikmesine, kitâblar basılırsa işsiz kalacaklarından korkan kitâb müstensihleri, ya’nî para karşılığında kitâb yazanlar sebeb olmuşdur. Bunlar, matba’anın Türkiyeye gelmemesi için dürlü propagandalar yapmışlar, divitlerini bir tabuta koyarak, Bâb-ı Âliye kadar yürümüşlerdir. Hattâ -aşağıda kendilerinden bahs edeceğimiz- “yobazlardan” fâidelenerek bunların ötede beride (Matba’acılık islâmiyyete aykırıdır) tarzında konuşmalarını sağlamışlardır. Hâlbuki bu kimselerin islâmiyyeti şahsî menfe’atlerine âlet etmek istediklerini gören Osmânlı Pâdişâhı, sultân üçüncü Ahmed Hân[1], sadrazamı Dâmâd İbrâhîm Pâşanın da yardımı ile, bu işi kökünden halletmek için, islâm dîninin en büyük reîsi olan Şeyh-ül-islâmdan matba’acılık hakkında bir fetvâ taleb etmişdir. O zemânki Şeyh-ül-islâm Abdüllah Efendi tarafından verilen fetvâ, (Behcet-ül-fetâvâ) fetvâ kitâbının ikiyüzaltmışikinci sahîfesinde şöyle yazılıdır:
(İlm, fen ve ahlâk kitâblarını, matba’ada kalıba alarak, az zemânda ve kolaylıkla çok kitâb basmak, fâideli kitâbların ucuz elde edilmelerine ve her yere yayılmalarına sebeb olacağı için, matba’a yapılmasının câiz ve güzel olduğunu bildirir fetvâ verildi).
 

MURATS44

Özel Üye
Bu fetvâ, matba’acılık hakkında çıkarılan (islâmiyyete aykırıdır) iddi’âsının ne kadar yanlış olduğunu göstermeğe yeter. Yukarıda kullandığımız (Yobaz) kelimesi, kaba, câhil, bozuk ve sapık düşüncelerini ve siyâsî kanâ’atlarını din bilgisi olarak ileri süren kimse demekdir. Bozuk düşüncelerini, yanlış kanâ’atlarını kabûl etdirmek için, din bilgilerini yanlış söyler. Bunlardan ba’zıları, taşıdıkları etiketlerinden, sığındıkları kanûn maddelerinden, çoğu da müslimânların îmânlarını istismâr etmekden güç alırlar. Büyük halk topluluklarını arkalarına takarak ihtilâl çıkarmağa, bölücülüğe, kardeş kavgasına sebeb olurlar. Yobazların en zararlısı ve en tehlükelisi, mal, para, makâm elde etmek için yabancı ideolojilerin, dinde reformcuların ve mezhebsizlerin propagandalarını yaparak, milletin îmânını, ahlâkını bozan, satılmış, din ve fen ve siyâset yobazlarıdır. Yobazları üçe ayırabiliriz:
[1] Ahmed hân, 1149 [m. 1736] da vefât etdi.
1 — Din ve dünyâ bilgilerinden mahrûm olan, fekat kendilerini ilm adamı, akllı sanan (Câhil yobazlar)dır. Bunlar, bölücülük yapdıkları gibi, din düşmanlarına çabuk aldanıp, zararlı yollara kolayca sürüklenebilirler, Osmânlı târîhini kana boyayan Patrona Halil, Kabakçı Mustafâ, mehdî olduğunu iddi’â eden kızılbaş Celâlî gibi kimseler bu kısm yobazlardandır.
2 — Yobazların ikinci kısmı, (Din yobazları)dır. Bunlar kötü din adamlarıdır. İlmleri biraz varsa da, sinsi maksadlarına, mala ve mevkı’e kavuşmak için, bilmediklerini veyâ bildiklerinin tersini söylerler ve yaparlar. İslâmiyyetin dışına çıkarlar. Kötülük yapmakda, dîni yıkmakda, câhillere nümûne olur, rehberlik ederler. İslâm dîninde büyük yaralar açan Abdüllah bin Sebe’ ve Ebû Müslim Horâsânî ve Hasen Sabbah ve Samavne kadısı oğlu şeyh Bedreddîn ve Osmânlı padişâhlarının şehîd edilmelerine fetvâ veren din adamları ve vehhâbîlik fitnesini ortaya çıkaran Necdli Abdülvehhab oğlu Muhammed ve Mısrdaki mason locası başkanı Cemaleddîn-i Efgânî[1] ve Kâhire müftîsi mason Muhammed Abduh ile çömezi Reşid Rızâ ve Mısrlı Hasen el-Bennâ ile Seyyid Kutb ve İstanbulda islâmiyyete saldıranlardan doktor Abdüllah Cevdet ve Hindistânda İngilizlerin islâmiyyete hücûmlarına vâsıta olan münâfık Ahmed Kâdıyânî ve Pâkistanlı Ebülâlâ Mevdûdî ve benzerleri, yeni türeyen reformcular ve mezhebsizler ve din adamı şekline girerek, Osmânlı Devletinin yıkılmasına çalışan meşhûr ingiliz câsûsu Lavrens hep bu kısmdaki yobazlardandır. Bunlar, müslimânların din duygularını, îmânlarını sömürerek, İslâm dînini içerden yıkmağa çalışmışlardır.
[1] Cemâlüddîn Efgânî, 1314 [m. 1897] de öldü.
 
Üst Alt