13- İslâm dîni

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
İSLÂM DÎNİ: İslâm dîni, bütün hurâfelerden, efsânelerden temiz olan, yalancıları red eden, insanları günâhkâr değil, bil’aks Allahü teâlânın kulu olarak kabûl eden, onlara hayâtda çalışma ve iyi yaşama imkânını veren, beden ve rûh temizliğini emr eden bir dindir.

İslâm dîninin esâsı, BİR olan Allahü teâlâ ile, Onun Peygamberi, bizim gibi bir insan ve Allahü teâlânın sevgili kulu olan Muhammed aleyhisselâma inanmakdır. İslâm dîninde Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm”, (Ma’sûm) kusûrsuz bir insandır. Allahü teâlâ Onu kendi emrlerini insanlara bildirmek için seçmişdir. İslâm dîni, bütün Peygamberleri kabûl ve tasdîk eder “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bunların hepsini sever ve hurmet eder. Esâsen eski din kitâblarında ve hakîkî Tevrât ve İncîlde bir son Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” geleceği yazılıdır. Muhammed aleyhisselâm en son Peygamberdir ve Ondan sonra bir dahâ Peygamber gelmeyecekdir.
[1] Rusyanın zâlimi Stalin, 1371 [m. 1952] de öldü.
Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlânın Peygamberi olduğuna inanmak demek, Onun bildirdiği Kur’ân-ı kerîmde yazılı olan emrlerin ve yasakların hepsinin, Allahü teâlânın emrleri ve yasakları olduğuna inanmak, hepsini kabûl etmek, beğenmek demekdir. Böyle inanan kimse, bunlardan ba’zılarına uymazsa, îmânı bozulmaz. Müslimânlıkdan çıkmaz. Fekat, bunlardan birine bile uymadığına üzülmez ve bu hâli ile öğünürse, Peygambere inanmamış olur, îmânı bozulur, kâfir olur. Uygunsuz hareketinden dolayı Allahü teâlâya karşı boynu bükük, kalbi üzüntülü olursa, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır.
Aşağıda islâm dîninin esâslarından bahs olunacakdır. İslâmiyyetde dürlü âyinler, dinde reformlar, dürlü dürlü yortular yokdur. İslâm dîni, insanların dürüst ve nâmûslu yaşamalarını ve hayâtdan da zevk almalarını emr etmişdir. İbâdet için emr etdiği zemânlar kısadır. İbâdetde esâs, kalbini temâmiyle Allahü teâlâya bağlamakdır. İbâdet, bir âdet olarak değil, Allahü teâlânın huzûruna çıkıp, Ona can ve gönülden şükr etmek ve Ona yalvarmak için yapılmakdadır. Riyâ [gösteriş] olarak yapılan bir ibâdeti Allahü teâlâ kabûl etmez. Kur’ân-ı kerîmde de Mâ’ûn sûresinde meâlen, (Ey Resûlüm, kıyâmet gününü inkâr eden, yetîmi sertlik ve sitemle def’ edip hakkını gasb eden, fakîri doyurmayan ve başkalarını da fakîre iyilik yapmağa teşvîk etmeyen o kimseyi gördün mü? Nemâzlarını gaflet ile kılanlara ve riyâ, gösteriş yapanlara ve zekâtı [fakîrin hakkını] vermeyenlere şiddetli azâb vardır) buyurulmakdadır.
İslâm dîninin kitâbı, “KUR’ÂN-I KERÎM”dir. Kur’ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâma, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş ve kendisi tarafından Eshâbına teblîg olunmuşdur. Kur’ân-ı kerîm neşr olunurken büyük bir dikkat ile zapt edilmiş ve hiç bir kelimesi, hiç bir harfi değişmeden, bugüne kadar gelmişdir. Hiç bir semâvî kitâb, Kur’ân-ı kerîm kadar belîg değildir. Aradan on dört asr geçmiş olmasına rağmen, bugün de, o berraklığını, i’câz, belâgat ve fesâhatını muhâfaza etmekdedir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Dünyânın meşhûr edîblerinden olan Goethe (1749-1832), Kur’ân-ı kerîm hakkında (West-Östlicher Dîvân = Batı-Doğu Dîvânı) adlı eserinde şu sözü söylemişdir: (Kur’ânın içinde pek çok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zemân, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor. Fekat biraz sonra, bu kitâb bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda, büyük saygı ve hürmete götürüyor).
Goetheden başka birçok meşhûr fikr adamları da, Kur’ân-ı kerîme hayrân olmuşlardır. Birkaçını dahâ tanıtalım:
Prof. Edouard Monté: (Allahın birliğini en temiz, en yüksek, en kutsal ve inandırıcı ve başka hiç bir din kitâbının üstün gelemiyeceği bir dil ile anlatan kitâb, Kur’ân-ı kerîmdir) demekdedir.
Kur’ân-ı kerîmi Fransızcaya çeviren Dr. Maurice, (Kur’ân-ı kerîm insanlığa hediyye edilen din kitâblarının en güzelidir) demekdedir.
Gaston Karr, (İslâm dîninin kaynağı olan Kur’ânda, cihân medeniyyetinin dayandığı bütün temeller bulunmakdadır. O kadar ki, bugün bizim medeniyyetimizin Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği temel hükmler üzerine kurulduğunu kabûl etmemiz lâzımdır) demekdedir.
İslâm dîni, rûh ve beden temizliği esâsı üzerine kurulmuşdur. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini İslâmiyyet kendinde toplamışdır.
İslâm dînine girmiş olanlara, ya’nî müslimânlara farz olan, muhakkak yapılması gereken beş esâs vazîfe vardır: Bunlardan birincisi tek Allaha ve Onun Peygamberi ve kulu olan Muhammed aleyhisselâma inanmak, ikincisi nemâz kılmak, üçüncüsü Ramezân ayında oruc tutmak, dördüncüsü hacca gitmek, beşincisi zekât vermekdir.
Nemâz, günde beş def’a, vaktleri gelince, yapılan dînî vazîfedir. Nemâza başlamadan evvel abdest almak, ya’nî elini, yüzünü, kollarını yıkamak, başını mesh etmek ve ayaklarını yıkamak lâzımdır. Abdesti bozan sebebler olmadıkca, bir def’a abdest alarak birkaç kerre nemâz kılınabilir. Günde beş def’a bu vazîfenin yapılması, dünyâ işleri için çalışmağa mâni’ olmaz. Esâsen kısa süren nemâz câmi’e gitmeden her yerde yalnız kılınabildiği gibi, abdest tâzelemek için ayakkabı çıkarmadan abdest almayı mümkin kılan, mest üzerine (mesh) usûlü de vardır. Hattâ, su bulunmıyan yerlerde ve hastaların toprak ile (teyemmüm) ederek abdestli sayılmaları da mümkindir. Zarûrî hâllerde ve seyâhatde mal ve can tehlükesi olunca, nemâzı kazâya bırakmak câiz olur.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Fekat, bu nemâzları özr bitince, bir def’ada hemen kılmalı, ya’nî kazâ etmelidir.
Nemâz, adaleyi ve sinirleri kuvvetlendiren hareketler topluluğu olduğu gibi, kalbi ve ahlâkı temizlemekdedir.
Oruc, senede bir ay, ya’nî Ramezân ayında, yalnız gündüzleri orucu bozan şeylerden uzaklaşmak demekdir. Orucun, dünyâdaki fâidelerinden biri insanlara açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu öğretmekdir. Tok, hiç bir zemân açın hâlinden anlamaz ve ona merhamet etmez. Oruc, bundan başka, nefse hâkimiyyeti ta’lîm eder. Oruc tutma zemânı, arabî aya göre ta’yîn edildiğinden, her sene evvelki seneye göre takrîben on gün evvel başlar. Bu sebebden ba’zan yaza, ba’zan kışa isâbet eder. Yaz orucuna dayanamayan hasta kimseler, orucu kışın kazâ edebilecekleri gibi, oruc tutamayacak olan çok ihtiyâr kimseler, oruc mukabilinde (Fidye), ya’nî fakîrlere sadaka vererek bu borçlarını edâ edebilirler. Bunu da veremiyenleri Allahü teâlâ mes’ûl tutmaz.
İslâm dîninde, zor, işkence yokdur. Sıhhatini fedâ ederek, hastalanarak ibâdet etmeği Allahü teâlâ hiçbir zemân istememişdir. Allahü teâlâ, çok kerîm, gafûr ve rahîmdir. Tevbe edenleri afv edici ve merhametlidir.
Zekât, kazancı yerinde ve ihtiyâcından fazla malı (Nisâb) denilen mikdârı, sınırı aşan müslimânın elindeki toplu servetin yüzde ikibuçuğunu, ya’nî kırkda birini senede bir def’a muhtaç olan müslimânlara vermesi demekdir. Bu farz, varlıklı müslimânlar içindir. Kazancı ancak kendi geçimine kifâyet eden müslimânlar zekât vermez.
Hac ise, hiç bir borcu bulunmıyan ve seyâhatde iken âilesinin nafakasını onlara bırakabilen zengin müslimânların ömrlerinde bir kerre Mekke şehrine gidip Kâ’beyi ziyâret ve Arafât meydânında Allahü teâlâya düâ etmeleri demekdir. Hac, bu şartları hâiz olan müslimânlara farzdır. Mekkeye gidip gelmekde hayât tehlükesi, hasta olmak korkusu veyâ hacca gitmek isteyenin bedenen dayanamıyacağı müşkilât varsa, hacca gitmez. Yerine başkasını gönderir.
Bu ibâdetlerin teferruâtını, şartlarını ve doğru olarak nasıl edâ edileceklerini öğrenmek için, dört mezhebin, ayrı ayrı (ilmihâl) denilen kitâbları vardır. Her müslimânın, kendine kolay gelen bir mezhebi seçerek, ibâdetlerini bu mezhebin kitâblarından okuyup öğrenmesi lâzımdır.
İslâmın ibâdet kısmı Allahü teâlâ ile kul arasında kalır. Bu ibâdetde, ihmâl veyâ kusûru olanları ancak Allahü teâlâ afv eder veyâ cezâlandırır.
 

MURATS44

Özel Üye
Cezâlanacak olanlar, (Cehennem) denilen yerde, ateşde yakılarak azâb olunacaklardır.
Cehennemde kimler sonsuz kalacak? Nemâz kılmıyanlar mı? Günâh işliyenler mi? Hayır! Cehennemde, Allahü teâlânın düşmanları, sonsuz yanacakdır. Günâh işleyenler, Allahü teâlânın düşmanı değildir. Kabâhatli kullarıdır. Bunlar, yaramaz, suçlu çocuğa benzer. Yaramaz çocuğa, anası, babası düşman olur mu? Elbette olmaz. Yalnız onu biraz azarlar, fekat sevmekde devâm ederler.
Müslimânlar, başlıca altı şeye, ya’nî Allahü teâlâya, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, kitâblara, meleklere, hayr ve şerrin Allahdan geldiğine ve ölümden sonra tekrâr dirilme olacağına inanırlar. Bütün hak dinler de, bunlara inanmakdadır.
Yukarıda, ibâdetin Allahü teâlâ ve kul arasında kaldığını söyledik. Fekat başkasını aldatanlar, başkasının hakkını yiyenler, yalan söyliyenler, hîlekârlık yapanlar, zulm edenler, adâletsizlik yapanlar, riyâkârlar, anasına babasına ve büyüğüne itâ’at etmiyenler, âmirlerine, hükûmete isyân edenler, kısaca Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmiyen ve kendi nefsi için başkasının hakkını yiyen veyâ başkasını aldatanlar, hak sâhibleri ile halâllaşmadıkça afv edilmeyeceklerdir. Ya’nî, üzerinde kul veyâ hayvan hakkı bulunan kimseleri Allahü teâlâ afv etmez ve bunlar ibâdet etseler bile, Cehenneme girecekler, cezâlarını göreceklerdir.
Kul haklarından birisi, boşadığı kadına mehr parasını hemen ödemekdir. Ödemezse, dünyâda cezâsı ve âhiretde azâbı çok şiddetlidir. Kul haklarından en mühimmi ve azâbı en çok olanı, akrabâsına ve emri altında olanlara emr-i ma’rûf yapmamakdır. Bunlara islâm bilgilerini öğretmeği terk etmekdir. Onların ve bütün müslimânların dinlerini öğrenmelerine ve ibâdetlerini yapmalarına, işkence ederek veyâ aldatarak mâni’ olanın kâfir olduğu, islâm düşmanı olduğu anlaşılır. Dört mezhebden birinde olmıyan müslimâna (Bid’at sâhibi) denir. Bid’at sâhiblerinin, sözleri ile, yazıları ile, Ehl-i sünnet i’tikâdını değişdirmeleri, dîni, îmânı bozmaları, müslimânlar için büyük tehlükedir.
Bu gibi kimseler, dahâ dünyâda iken, pişmân olarak, o kulun hakkını ödeyip, önce kendini ona afv etdirmeli, sonra Allahü teâlânın merhametine sığınmalı, bir dahâ böyle kötü hareketde bulunmakdan çekinmeli, birçok iyilikler yaparak günâhlarını afv etdirmeğe çalışmalıdır. O zemân, Allahü teâlâ, onların kusûrlarını bağışlayacakdır.
 

MURATS44

Özel Üye
Beşeriyyete hizmet düşüncesi ile çalışarak fâideli bilgiler ve eserler bırakmış olanlar, başka dinden olsalar bile, ömrlerinin sonunda Allahü teâlânın hidâyetine nâil olmaları umulur. Eski müslimânlar, bu gibi insanlar için (gizli din tutar) derlerdi. Bu gibi hayr ve ihsân sâhiblerinden küfrü belli olmıyanların neye inanarak can verdiklerini biz bilmiyoruz. Yalnız, Allahü teâlânın kendilerine verdiği akl silâhını iyi kullanmışlarsa, hiçbir kimseye fenâlık etmeden, bütün insanların iyiliğini düşünerek, hizmet etmişlerse, bütün dinlerin esâslarını incelemişlerse, umulur ki, hidâyete ermişler, müslimân olmuşlardır.
Meselâ asrımızın meşhûr edîblerinden biri olan Bernard Shaw (1856-1950), yazılarından birinde, (Her asra hitâb edecek kudretde olan biricik din, İslâm dînidir. Ben, müslimânlığın, yarınki Avrupanın kabûl edeceği din olduğuna inanıyorum) demişdir ki, bu da onun kalben İslâmiyyeti kabûl etdiğini göstermekdedir.
Alman fikr adamı ve yazarı Emil Ludwig (1881-1948) bir eserinde şöyle yazmakdadır: (Mısrı ziyâret etmişdim. Bir akşam üstü Kızıldenizin kenârında yürüyordum. Birdenbire sessizlik içinde bir ezân sesi işitdim. Bütün vücûdüm Allah korkusu ile ürperdi. Birdenbire içimden derhâl suya atılıp müslimânlar gibi abdest almak, sonra onlar gibi secdeye kapanarak Allaha yalvarmak arzûsu geldi). Bu da, yazarın kalbinde geçici bile olsa, bir hidâyet nûrunun parladığını göstermez mi?
Kalbinde böyle bir hidâyet nûru hissetmiş olan Lord Hadley, (İslâmiyyetin sâde, fekat nûr içinde parlayan büyüklüğünü gördükden sonra, insan karanlık dehlizden, gün ışığına kavuşan bir kimse gibi oluyor) demiş ve İslâm dînini kabûl etmişdir. Eğer îmân etmeden ölenlerini Allahü teâlâ âhiretde cezâlandıracaksa da, insanlara yapdıkları iyilikleri sebebiyle cezâlarını hafîfletecekdir. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ Zilzâl sûresinin yedinci ve sekizinci âyetlerinde meâlen, (Kim zerre kadar iyilik yaparsa onun mükâfâtını görecek, kim zerre kadar kötülük yaparsa onun cezâsını görecekdir) buyurmakdadır. Müslimân, yapdığı iyiliklerin mükâfâtlarına, hem dünyâda, hem de âhiretde, kâfir ise, yalnız dünyâda kavuşacakdır. Kötülüklerin en kötüsü, kâfir olmakdır. İnsanlara iyilik etmek düşüncesi ile çalışarak, beşeriyyete fâideli keşfler veyâ işler yapmış, insanlara yardım için hayâtını, sıhhatini tehlükeye koyarak, en müşkil şartlar altında çalışmış olan bir kimse, müslimân olmayıp, kâfir olarak ölürse, iyilikleri onu küfrün cezâsından kurtaramaz. Fekat, Allahü teâlânın nezdinde her dürlü fenâlığı ve hîlekârlığı yapan, riyâ ile ibâdet eden münâfıkların cezâsı, muhakkak böyle kâfirlerin cezâlarından dahâ çok olacakdır. Bunların müslimân görünmeleri, kendilerini, kalblerindeki küfrün karşılığı olan azâbdan kurtarmıyacakdır.
 

MURATS44

Özel Üye
Osmânlı târîhinde, evvelce hıristiyan iken İslâm dînini kabûl eden ve İslâmiyyete büyük hizmetleri dokunan pek çok kumandan, ilm ve fen adamı vardır.
Bursalı İsmâ’îl Hakkı efendi “rahime-hullahü teâlâ” 1137 [m. 1725] yılında Bursada vefât etmişdir. On cild (Rûh-ul-beyân) Kur’ân-ı kerîm tefsîri, bütün dünyâdaki İslâm âlimlerinin “rahimehümullahü teâlâ” yanında çok kıymetlidir. Altıncı cüz’ün tefsîrini bitirdikden sonra diyor ki, (Zemânın allâmesi olan şeyhimin yanında, ba’zı hıristiyan ve yehûdîlerin, herkese merdce, cömertce davrandıkları, iyilik etdikleri söylendikde, böyle olmak, ebedî se’âdet sâhiblerinin alâmetidir. Böyle olanların îmâna ve tevhîde kavuşmaları, sonlarının felâh olması umulur, buyurdu). Tefsîr kitâbının bu yazısı, yukarıdaki sözümüzün senedlerinden biridir.
Şimdi, İslâm dînini tenkîd edenlere, onda kusûr arayanlara gelince, bu gibilerin en çok üzerinde durduğu husûslar şunlardır:
1— (İslâm dîni bir erkeğin dört kadınla evlenmesini kabûl etmekdedir. Bu, zemânımızdaki âile mefhûmu, âile bağlılığı ve sosyal nizâm ile hiç bir zemân bağdaşamaz) imiş.
Buna verilecek cevâb şudur: İslâm dîni bundan 14 asr evvel zuhûr etmişdir. Bu dînin doğduğu yer olan Arabistânda, o zemân kadınların hiç bir hakkı yokdu. Herkes istediği kadar kadın ile birlikde yaşar ve bunlara karşı hiç bir sorumluluk kabûl etmezdi. O zemânlarda kadının hiç bir kıymeti olmadığı şundan anlaşılır ki, pek çok âileler, doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Böyle bir yerde doğan İslâm dîni, bir adamın birlikde yaşayacağı kadın mikdârını, o zemâna göre, son derece sınırlamış, kadınlara hak tanımış, bir erkekden ayrılan kadının sefîl olmaması için, dahâ evlenmeden evvel, ilerde bir ayrılık zuhûr ederse ona ödenecek olan parayı ya’nî (Mehr) mikdârını tesbît etmişdir. Tenkîdcilerin iddi’â etdiği gibi, (Kadınları hor görmemiş), bil’aks onların haklarını korumuş ve mevkı’lerini yükseltmişdir. Bu bildirdiklerimiz, Harputlu İshak efendinin[1], protestan misyonerlerinin İslâm dînine karşı yaydıkları yalan ve iftirâlara karşı yazmış olduğu türkçe (Diyâ-ül-kulûb) kitâbında, üçyüzyirmidördüncü sahîfeden başlıyarak uzun bildirilmekdedir. Bu kitâb, (Cevâb Veremedi) ismi verilerek, Hakîkat Kitâbevi tarafından ayrıca basdırılmışdır.
 

MURATS44

Özel Üye
Bugünkü hâle gelince, şunu iyi bilmelidir ki, İslâm dîni bir erkeğin muhakkak dört kadınla evlenmesini emr etmemiş, buna ancak izn vermişdir. Ya’nî, birden fazla kadınla evlenmek, farz değildir, sünnet de değil ancak mubâhdır. Mehmed Zihni efendi “rahime-hullahü teâlâ” (Ni’met-i İslâm) kitâbında, Münâkehât kısmına başlarken diyor ki, (Kadını boşamak ve dörde kadar evlenmek, islâm dîninde vâcib değildir. Mendub da değildir. İhtiyâc olduğu zemân izn verilmişdir. Erkekler, birden fazla kadın almağa emr olunmadıkları gibi, kadınlar da bunu kabûl etmeğe mecbûr değildirler). Hükûmet mubâh olan birşeyi yasak ederse, bu şeyi yapmak mubâh olmakdan çıkar, harâm olur. Çünki müslimân, kanûna karşı gelmez, suç işlemez. Müslimân, kendine ve başkalarına zararı dokunmıyan insan demekdir. Ayrıca, bir erkeğin ikinci bir kadın alabilmesi için, bu husûsda birinci karısının hak ve hürriyyetini koruyan ekonomik ve sosyal şartlar vardır. Sonradan alacağı kadınların da, ayrıca hakları vardır. Bu şartları hâiz olmıyan ve kadınların haklarını yapamıyacak olanın birden fazla evlenmesini islâmiyyet yasak etmekdedir. Ayrıca, birinci kadının gönlünü hoş etmesi için ikinci kadınla evlenmekden vazgeçmesi de sevâbdır. Bundan başka, bir müslimânı, ya’nî birinci kadını incitmek harâmdır. Yirminci asrda milletleri saran geçim sıkıntısı içinde, çok erkek bu şartları hâiz değildir. Bunun için, şimdi böyle erkeklerin ikinci bir kadınla evlenmesinin câiz olmıyacağı âşikârdır. Örf ve âdete tâbi’ olan ahkâmın, zemâna göre değişebileceğini İslâm dîni kabûl eder ve bugün müslimânların tek zevcesi vardır.
[1] İshak efendi, 1309 [m. 1891] de vefât etdi.
Bu husûsda biraz da diğer memleketleri ve dinleri inceliyelim: Hıristiyanların ve yehûdîlerin kabûl etdikleri Tevrât ya’nî (Ahd-i atîk)de, Tekvînin otuz, Tesniyenin yirmibir ve İkinci Samuelin ikinci bâblarında birkaç kadınla evliliğe izn verilir. Dâvüd ve Süleymân Peygamberlerin “aleyhimesselâm” birçok zevcesi ve câriyeleri vardı. Doğu Roma İmperatörlerinin dâimâ birkaç karısı olduğu gibi, eski Alman imperatörlerinin, meselâ Friedrich Barbarossanın (1152-1190) üç, dört karısı vardı. Eskimolarda erkek, karısının iznini almak şartıyla ikinci bir eş alabilir. Amerikada 1830 yılında kurulan Mormon hıristiyan mezhebi, bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine izn vermekdedir. (Ancak şimdiki Amerikan kanûnları bunu yasaklamışdır.) Japonyada, bugün dahî bir erkek birkaç kadınla evlenebilir.
Demek oluyor ki, İslâm dînini, (Birkaç kadınla evlenmeğe müsâ’ade ediyor) diye ayblamak çok büyük haksızlıkdır. Çünki birçok memleketler ve dinler, birkaç kadınla evlenmeği kabûl etmişdir.
 

MURATS44

Özel Üye
Tanınmış yazar John Milton (1608-1674), (Gerek Ahd-i atîkde, gerek İncîllerde yasaklanmıyan bir şey neden utanılacak bir şey olsun veyâ nâmûsa aykırı sayılsın? Geçmiş Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” dâimâ birkaç hanımı vardı. O hâlde birkaç kadınla evlilik, zinâ değildir, kanûna ve kamu vicdânına uygundur) demekdedir.
Meşhûr yazar Montesqieu (1689-1735), (Sıcak memleketlerde kadınların çabuk gelişdiğini, fekat çabuk ihtiyârladığını göz önünde tutarsak, bu gibi memleketlerde yaşıyanların birkaç kadınla evlenmesi gâyet tabî’îdir) demekdedir. Şimdi, geçim şartları güçleşdiği için, müslimân memleketlerinde yukarıda bahs olunduğu gibi, birkaç kadınla evlenmek kalmamış gibidir.
2— (İslâm dîni, din uğruna öldürmeği, yakıp yıkmağı, memleketleri istîlâ etmeği ve ehâlîyi kılıçdan geçirmeği emr etmekde ve buna “Cihâd” adını vermekde) imiş.
Bu iddi’â da temâmiyle yanlışdır. İslâm dîninde mevcûd olan cihâdda esâs, memleketleri yıkmak, insan öldürmek değil, dîni yaymak ve aynı zemânda dîni korumakdır. Bu da, hiç bir zemân yakıp yıkma ile, zulm ile yapılmaz. İslâm dîni, kendisine tecâvüz, hücûm edenlere karşı korunmağı ve mücâdele etmeği emr etmekdedir. Hâlbuki hıristiyanlar, yukarıda uzun uzadıya anlatdığımız gibi, din uğruna en korkunç cinâyetleri yapmakdan çekinmemişler, kendilerine insâf ve merhamet telkîn eden Îsâ aleyhisselâmın sözleri ve nasîhatları hilâfına, her dürlü fenâlıkları ve vahşetleri yapmışlardır. Târîh, onların yapdıkları vahşetler ile doludur. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinde, islâm devletinin, kâfir memleketlerinde yapılan harb silâhlarını araşdırıp, öğrenip, bunların hepsini, sulh zemânında yapmalarını emr ediyor. [Bunları yapmıyan bir hükûmet, islâmiyyete uymamış olur. Düşmanların hücûmlarına cevâb veremeyip, milyonlarca müslimânın şehîd olmasına ve islâmiyyetin za’îflemesine sebeb olur.] Bir müslimân, hiç kimseye karşı hiçbir tecâvüzde bulunmaz. Kendisine veyâ dînine karşı bir saldırı olursa, ona tatlı dil ile nasîhat verir. Kabûl etmezse, mahkemeye haber verir. Mahkeme, adâlet ile cezâ verir. Mahkeme vâsıtası ile hakkına kavuşamazsa, evine, iş yerine çekilir. Tecâvüz edenler arasına karışmaz. Evine, iş yerine saldırılırsa, hicret eder. Ya’nî o şehri terkeder. Gidecek şehr bulamazsa, o memleketi terkeder. Gidecek islâm memleketi bulamazsa, insan haklarına riâyet eden bir kâfir memleketine hicret eder. Bir müslimân dili ile, eli ile kimseyi incitmez. Kimsenin malına, mülküne, ırzına ve nâmûsuna dokunmaz. Cihâd, Allahü teâlânın kullarına, Allahü teâlânın hak olan dînini bildirmek demekdir.
 

MURATS44

Özel Üye
Bu da, Allahü teâlânın dîninin, Allahü teâlânın kullarına ulaşmasına mâni’ olan zâlim, sömürücü diktatörleri, kılınç kuvveti ile, zor kullanarak ortadan kaldırmakla yapılır. Önce nasîhat edilir. İslâmiyyeti kabûl etmeleri teklîf olunur. Kabûl etmezler ise; islâm hâkimiyyeti, ya’nî harac ve cizye vermeleri teklîf olunur. Bunu da kabûl etmezler ve karşı koyarlarsa, bu engeller ortadan kaldırılır. Zor ile, kuvvet ile olan cihâdı şahslar değil, İslâm devleti yapar. Kur’ân-ı kerîmde Bekara sûresinin ikiyüz elli altıncı âyetinde meâlen, (Dinde zorlama yokdur) buyurulmuşdur. Bir gayr-i müslim, zorla müslimân yapılmaz. Müslimânlar hiç bir zemân, hıristiyanların dâimâ yapdıkları gibi, zorla veyâ maddî kazançlar vâ’d ederek bir insanı müslimân yapmağa teşebbüs etmezler. Kim isterse, seve seve müslimân olur. Tatlı, yumuşak, mantıkî, akla uygun sözleri ile ve güzel ahlâk ve iyi hareketleri ile, onların seve seve müslimân olmalarına sebeb olurlar. Müslimân olmıyanlar, İslâm devletinin himâyesi altında, zimmî olarak yaşarlar. Müslimânların bütün hak ve hürriyyetlerine mâlik olarak, kendi dinlerinin îcâblarını serbestçe yaparlar. Bunlar (Diyâ-ül-kulûb) kitâbının ikiyüzdoksanüçüncü sahîfesinden başlıyarak anlatılmakdadır.
(Menâkıb-i cihâr yâr-ı güzîn) kitâbında, yetmişinci menkîbede diyor ki, (Bir ticâret kervanı gelip, gece Medînenin dışına kondu. Yorgunlukdan hemen uyudular. Halîfe Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdürrahmân bin Avfın “radıyallahü teâlâ anh” evine gelip, (Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fekat, bize sığınmışlar. Eşyâları çokdur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım) dedi. Sabâha kadar bekleyip, sabâh nemâzında mescide gitdiler. İçlerinden bir genç uyumamışdı. Arkalarından gitdi. Soruşdurup, kendilerine bekçilik eden şahsın halîfe Ömer “radıyallahü anh” olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına anlatdı. Roma ve Îran ordularını perişân eden, adâleti ile meşhûr, yüce halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyyetin hak din olduğunu anladılar ve seve seve müslimân oldular.)
Yine (Menâkıb) kitâbında diyor ki, (Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, şark cebhesi kumandanı olan Sa’d bin ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” Kûfe şehrinde bir köşk yapdırmak istedi. Arsaya bitişik bir mecûsînin evini satın almak îcâb etdi. Mecûsî satmak istemedi. Evine gidip hanımına danışdı. Bu da, onların Medînede bir Emîr-ül-mü’minînleri var. Ona gidip şikâyet et dedi. Medîneye gelip halîfenin serâyını aradı. Onun serâyı, köşkü yok dediler.
 

MURATS44

Özel Üye
Kendisi şehr dışına çıkdı, dediler. Gidip aradı. Askerleri, muhâfızları göremedi. Toprak üstünde uyumuş birini gördü. Halîfe Ömeri gördün mü dedi. Hâlbuki bu zât, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” idi. Onu niçin arıyorsun dedi. Onun kumandanı, benim evimi zor ile satın almak istiyor. Onu kendisine şikâyet etmeğe geldim dedi. Ömer “radıyallahü anh”, mecûsî ile evine geldi. Kâğıd istedi. Evde kâğıd bulamadı. Bir kürek kemiği gördü. Bunu istedi. Kemik üzerine, (Bismillâhirrahmânirrahîm. Ey Sa’d, bu mecûsînin kalbini kırma! Yoksa, hemen yanıma gel!) yazdı. Mecûsî, kemiği alıp evine geldi. Boşuna yoruldum. Bu kemik parçasını kumandana verirsem, alay ediliyor sanıp, çok kızar dedi. Kadının isrâr etmesi üzerine Sa’da gitdi. Sa’d, askerleri arasında oturmuş, neş’e ile konuşuyordu. Sa’dın gözü, uzakda duran mecûsînin elindeki kemikdeki yazıya ilişdi. Emîrül-mü’minîn Ömerin “radıyallahü anh” yazısını tanıyıp ansızın rengi soldu. Bu ânî değişikliğe herkes şaşırdı. Sa’d, mecûsînin yanına gelip, her ne istersen yapayım. Aman beni Ömerin karşısına çıkarma! Zîrâ Onun cezâsına tâkat getiremem dedi. Mecûsî, kumandanın bu yalvarmasını görünce, hayretden aklı gitdi. Aklı başına gelince, hemen müslimân oldu. Seve seve nasıl müslimân oldun diyenlere, (Bunların Emîrlerini gördüm. Yamalı hırkasını örtünmüş, toprak üstünde uyuyordu. Büyük kumandanların bundan titrediklerini de gördüm. Bunların hak dinde olduklarını anladım. Benim gibi, ateşe tapan bir kimseye böyle adâlet yapılması, ancak hak olan dîne inananlarda olur dedi.))
Hindistânın (Nedvet-ül-ulemâ) meclisinin reîsi, meşhûr (el-İntikad) kitâbının yazarı, târîh profesörü Şiblî Nu’mânî 1332 [m. 1914] de ölmüşdür. Bunun urdu dilindeki (El-Fârûk) kitâbını serdâr Esedullah hânın annesi ve Afganistân pâdişâhı Nâdir şâhın kızkardeşi fârisîye terceme etmiş, Nâdir şâhın emri ile 1352 [m. 1933]de Lahor şehrinde basdırılmışdır. Yüzsekseninci sahîfesinde diyor ki, (Rum Kayseri Herakliyüsün büyük ordularını perîşan eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh zafer kazandığı her şehrde adamlarını bağırtarak, rumlara halîfe Ömerin “radıyallahü anhümâ” emrlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca da, (Ey rumlar! Allahü teâlânın yardımı ile ve halîfemiz Ömerin emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmıyacakdır. İslâmiyyetin adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecekdir. Dışardan gelen düşmana karşı, müslimânları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, müslimânlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kerre cizye vermenizi istiyoruz.
 
Üst Alt