17-Müslimân olmadıkları hâlde müslimânlığa hayrân olanlar

MURATS44

Özel Üye
MÜSLİMÂN OLMADIKLARI HÂLDE
MÜSLİMÂNLIĞA HAYRÂN OLAN VE
ALLAHÜ TEÂLÂNIN VARLIĞINA İNANAN
MEŞHÛR İNSANLARIN SÖZLERİ


Aşağıda, kendileri müslimân olmadıkları hâlde, Allahü teâlâya inanan ve müslimânlığa hayrân olan birçok meşhûr kimseden ba’zılarının islâmiyyet hakkında neler düşündüklerini kısaca nakl ediyoruz. Bu tarzda düşünen insanlar, o kadar çokdur ki, burada içlerinden ancak meşhûr [tanınmış] olanları seçmek mecbûriyyetinde kaldık. Seçdiklerimizin arasında hepinizin pek iyi tanıdığı büyük kumandanlar, devlet adamları, fen adamları bulunmakdadır. Şimdi onların söylediklerini dikkat ile okuyalım:
NAPOLEON:
Târîhe askerî dâhî, aynı zemânda bir devlet adamı olarak geçen Fransa imperatoru birinci Napoléon (Napolyon) (1769-1821) Mısra girdiği 1212 [m. 1798] senesinde, İslâmiyyetin büyüklüğüne, doğruluğuna hayrân kalmış, hattâ bir aralık müslimân olmağı bile düşünmüşdü. Aşağıdaki satırlar Cherfilsin, (Bonaparte et İslâm) ismindeki eserinden aynen alınmışdır:
(Napoléon şöyle diyordu:
Allahü teâlânın varlığını ve birliğini, Mûsâ aleyhisselâm kendi milletine, Îsâ aleyhisselâm kendi ümmetine, fekat Muhammed aleyhisselâm bütün dünyâya bildirdi. Arabistân temâmiyle putperest olmuşdu. Îsâ aleyhisselâmdan altı asr sonra, Muhammed aleyhisselâm kendisinden evvel gelmiş olan İbrâhîm, İsmâ’îl, Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın bildirdikleri Allahü teâlâyı arablara tanıtdı.
 

MURATS44

Özel Üye
Arabların yanına sokulan Aryenler [ya’nî Aryüse tâbi’ olan hıristiyanlar] ve hakîkî Îsâ dînini bozarak onlara üç tanrı, ya’nî Allah, Allahın oğlu, Rûh-ul-kuds gibi, kimsenin anlıyamıyacağı akîdeleri yaymağa çalışanlar, şarkın sulh ve huzûrunu temâmen bozuyorlardı. Muhammed aleyhisselâm onlara doğru yolu gösterdi. Arablara Allahü teâlânın bir olduğunu, Onun ne babası, ne de oğlu bulunmadığını, böyle birkaç Allaha tapmanın puta tapmakdan kalan saçma bir âdet olduğunu anlatdı.)
Kitâbın başka bir yerinde Napoléonun, (Öyle zannediyorum ki, yakında bütün dünyânın aklı başında kültürlü insanlarını biraraya toplayarak bir hükûmet kurmak ve bu hükûmeti [Kur’ânda yazılı olan esâslara göre] idâre etmek imkânını bulacağım. Ancak Kur’ânda yazılı olan esâsların doğruluğuna inanıyorum. Bunlar, insanları bahtiyârlığa götürecekdir) sözleri yazılıdır.
Prof. CARLYLE:
Dünyânın tanıdığı en büyük ilm adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Carlyle, (1210 [m. 1795]-1298 [m. 1881]) 14 yaşında üniversiteye girmiş, hukuk, edebiyyât ve târîh okumuş, Almanca ve Şark dillerini öğrenmiş, meşhûr Alman edîbi Goethe ile mektûblaşmış ve onu ziyâret ederek, ona islâmiyyet hakkındaki düşüncelerini nakl etmiş, Prusya Kralı ona (powr le mérite) nişânını vermiş, Edinburgh Üniversitesi onu rektörlüğe seçmişdir. Carlyle’in (Zencî mes’elesi), (Fransa ihtilâli), (14 ve 15. asrda Alman Edebiyyâtı), (Goethe ve Goethe’nin ölümü), (Modern İşçiler), (Kahramanlar ve Kahramanlara tapma ve Târîhde Kahramanlık) [1943 senesinde Reşad Nuri Güntekin tarafından türkçeye çevrilmişdir], (Altı Konferans) adlı eserleri vardır.
Aşağıdaki parça onun bir eserinden seçilmişdir:
(Araplar, Muhammed aleyhisselâm ve Onun asrı: Muhammed aleyhisselâm gelmeden evvel, arabların bulundukları yerlere kocaman bir ateş parçası sıçramış olsaydı, kuru kum üzerinde gayb olup gidecek ve hiç bir iz bırakmıyacakdı. Fekat Muhammed aleyhisselâm gelince, bu kuru kum dolu çöl, sanki bir barut fıçısına döndü. Delhîden Granadaya kadar her yer birdenbire semâya yükselen alevler hâline geldi. Bu büyük zât, sanki bir şimşekdi ve Onun etrâfındaki bütün insanlar, Ondan ateş alan parlayıcı maddeler hâline dönmüşlerdi.)
Konferansından:
(Kur’ân-ı kerîmi okudukca, onun alelâde [sıradan] bir edebî eser olmadığını, hemen his edersiniz. Kur’ân-ı kerîm, kalbden gelen ve diğer bütün kalblere hemen nüfûz eden bir eserdir.
 

MURATS44

Özel Üye
Diğer bütün eserler, bu mu’azzam eser yanında, çok sönük kalır. Kur’ân-ı kerîmin göze çarpan ilk karakteri, onun doğru ve mükemmel ve yol gösterici, dürüst bir rehber olmasıdır. Bence, Kur’ân-ı kerîmin en büyük meziyyeti budur. Bu meziyyet diğer birçok meziyyetlere de yol açmakdadır.)
Seyâhat hâtırası:
(Almanyada, dostum Goetheye, islâmiyyet hakkında topladığım bilgileri ve bu husûsdaki düşüncelerimi anlatmışdım. Goethe beni dikkat ile dinledi ve en sonunda bana, (Eğer islâm bu ise, hepimiz müslimânız) dedi.)
MAHATMA GANDHİ:
Gandhi (1285 [m. 1869]-1367 [m. 1948]) Batı Hindistânın tanınmış hıristiyan bir âilesindendir. Babası, Porbtandar şehrinin baş papazı idi. Çok zengindi. Gandhi, Porbtandar şehrinde doğdu. Lise tahsîli için, İngiltereye gitdi. Tahsîlini temâmladıkdan sonra Hindistâna döndü. 1893 de bir Hindistân firması, onu Güney Afrikaya yolladı. Gandhi, orada çalışan Hindlilerin ne kadar ağır şartlar altında çalışdıklarını, ne kadar fenâ mu’âmele gördüklerini müşâhede edince, onların dahâ iyi siyâsî haklara kavuşmaları için mücâdeleye karâr verdi. Kendini, Hindû milletine adadı. Hindûların hakkını korumak için, Güney Afrika hükûmeti ile uğraşırken, tevkîf ve habs edildi. Fekat mücâdeleden yılmadı. Afrikada 1914 senesine kadar kaldı. Sonra kendisine çok iyi para getiren işinden ayrılarak, mücâdele için tekrar Hindistâna döndü. Hindistânın istiklâle kavuşması için 1906 da müslimânların kurduğu (Hindistân müslimân birliği) ile beraber uğraşmağa başladı. Babasının ve kendi servetinin hepsini bu uğurda harc etdi.
İngilizlerin, Pencap eyâletinde 1274 [m. 1858] senesinde yapdıkları gibi, ikinci bir şiddet ve zulm hareketine başlıyacaklarını duyunca, müslimânlar ile berâber hareket ederek, bütün arkadaşlarının devlet hizmetinden çekilmesini ve sessiz bir mücâdele, pasif bir mukâvemete [direnişe] geçmelerini sağladı. Çıplak vücûdüne bir beyâz bez sararak ve yanında taşıdığı bir keçinin sütüyle geçinerek, pasif mukâbeleye devâm etdi. İngilizler evvelâ ona güldüler. Fekat zemânla, fikrlerine candan inanan ve memleketi için her şeyi fedâya hâzır olan bu adamın, bu sessiz mücâdele işinde, bütün Hindistânı arkasından sürüklediğini hayret ve dehşet ile gördüler. Onu hapse atmak, hiç bir işe yaramadı. Gandhinin gayretleri Hindistânın istiklâle kavuşması ile netîcelendi. Hindûlar ona (Mübârek) ma’nâsına gelen Mahatma ismini verdiler.
 

MURATS44

Özel Üye
Gandhi, islâm dînini ve Kur’ân-ı kerîmi dikkat ile incelemiş ve müslimânlığa hayrân olmuşdu. Bu husûsda şöyle demekdedir:
(Müslimânlar, en azametli ve muzaffer günlerinde bile, müte’assıb olmamışdır. İslâmiyyet, dünyâyı yaratana ve Onun eserine hayrân olmayı emr etmekdedir. Batı, korkunç bir karanlık içinde iken, Doğuda parlayan göz kamaşdırıcı islâm yıldızı, azâb çeken dünyâya ışık, sulh ve râhatlık vermişdir. İslâm dîni, yalancı bir din değildir. Hindûlar bu dîni saygı ile inceledikleri zemân, onlar da, islâmiyyeti benim gibi seveceklerdir. Ben, islâm dîninin Peygamberinin ve Onun yakınında bulunanların, nasıl yaşadıklarını bildiren kitâbları okudum. Bunlar, beni o kadar ilgilendirdi ki, kitâblar bitdiği zemân, bunlardan dahâ fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanâ’ate vardım ki, islâmiyyetin sür’at ile yayılması, kılıç sebebi ile olmamışdır. Aksine, her şeyden evvel sâdeliği, mantıkî olması ve Peygamberinin büyük tevâzu’u [alçak gönüllülüğü], sözünü dâimâ tutması, yakınlarına ve müslimân olan herkese karşı sonsuz sadâkati sebebi ile islâm dîni birçok insanlar tarafından seve seve kabûl edilmişdir.
Müslimânlık, ruhbânlığı ortadan kaldırmışdır. Müslimânlıkda, Allahü teâlâ ile kul arasında aracılık eden kimse yokdur. İslâmiyyet, başından beri sosyal adâleti emr eden bir dindir. Yaratan ile yaratılan arasında, ayrı bir müessese yokdur. Kur’ân-ı kerîmi [ya’nî onun tefsîrini ve islâm âlimlerinin kitâblarını] okuyan herkes, Allahü teâlânın emrlerini öğrenir ve Ona tâbi’ olur. Bu husûsda, Allahü teâlâ ile arasında hiç bir mâni’a yokdur. Hıristiyanlığın birçok eksikleri olduğu için, dürlü reformlar yapılmak zorunda kalındığı hâlde, müslimânlığın ise ilk günündeki şeklinden, hiç bir şey değişdirilmemişdir. Hıristiyanlıkda, demokratik rûh yokdur. Bu dîne demokratik bir veche vermek için hıristiyanların milliyyet hislerinin artması ve buna göre reformlar yapılması îcâb etmişdir.)
Prof. Ernest RENAN:
Şimdi de bir Fransız fikr adamından bahs edelim: Ernest Renan 1239 [m. 1823] de Fransada Treguier şehrinde doğdu. Babası bir kaptandı. Beş yaşında iken babasını gayb etdi. Annesi ile ablası tarafından yetişdirildi. Annesi, onun bir din adamı olmasını istediğinden, doğduğu kasabanın kilise kolejine verildi. Burada kuvvetli bir ilâhiyyat tahsîli [öğrenimi] gördü. Doğu dillerine karşı büyük bir merâk duyduğundan, Arabca, İbrânîce ve Süryânice öğrendi. Bundan sonra, Üniversiteye girerek, felsefe tahsîli yapdı. Tahsîli ilerledikce ve Alman felsefesi ile doğu edebiyyâtını dikkat ile inceledikce, hıristiyanlık dîninde birçok noksanlar olduğunu gördü.
 

MURATS44

Özel Üye
1848 de 25 yaşında üniversiteyi bitirdiği zemân, hıristiyanlık dînine karşı temâmen isyân etdi ve düşüncelerini (Bilimin Geleceği) adlı kitâbda topladı. Fekat bir isyân mâhiyyetinde olan bu kitâbı, hiç bir matba’a basmağa cesâret edemedi ve bu kitâb ancak 42 sene sonra 1890 târîhinde basılabildi.
Renan, her şeyden evvel Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olmadığını söylüyordu. Kendisi Versailles üniversitesine felsefe profesörü olarak ta’yîn edildiği zemân, bu fikri yavaş yavaş açıklamağa başlamışdı. Fekat en büyük isyânını Collége de France’a, İbrânîce profesörü ta’yîn olduğu zemân gösterdi. Dahâ ilk dersde:(Îsâ aleyhisselâm, saygı değer ve diğer insanlardan çok dahâ üstün bir beşer idi. Fekat hiç bir zemân Allahü teâlânın oğlu değildi) demek cesâretini gösterdi. Bu sözü bir bomba te’sîri yapdı. Başda papa olmak üzere, bütün katolikler ayaklandılar. Papa, Renanı bütün dünyâ önünde resmen aforoz etdi. Fransa hükûmeti onun vazîfesine son vermek zorunda kaldı. Fekat Renanın bu sözleri bütün dünyâda büyük aksler yapdı. Kendisine pek çok tarafdâr buldu. (Din târîhi üzerinde denemeler), (Tenkîd ve Ahlâk üzerinde etüdler), (Felsefe sohbetleri) ve (Îsânın hayâtı) gibi eserler yazdı ve bu eserler kapışıldı. Fransa Akademisi bunun üzerine onu a’zâlığına (1878 de) kabûl etdi. Fransa hükûmeti de, Renanı tekrar vazîfeye da’vet ederek, onu Collége de France’a müdîr ta’yîn etdi.
Renan, (Îsânın Hayâtı) ismindeki eserinde, Onu bir insan olarak inceledi. Renanın fikrine göre, (Îsâ aleyhisselâm, bizim gibi bir insandır. Anası hazret-i Meryem, Yûsuf adlı bir marangoz ile nişanlı idi. Îsâ aleyhisselâm, dahâ küçük bir çocukken söylediği sözlerle birçok âlimleri hayretde bırakacak kadar üstün bir insan idi. Allahü teâlâ, Onu Peygamberliğe lâyık gördü ve Ona bu vazîfeyi verdi. Îsâ aleyhisselâm hiç bir zemân, (Ben Allahın oğluyum) dememişdir. Bu bir iftirâdır ve papazlar tarafından uydurulmuşdur.)
Katolik papazları ile Renan arasındaki mücâdele uzun sürdü. Katolikler onu dinsizlikle ithâm ederken, o da onları, yalancılık ve mürâîlik ile ithâm ediyordu. Renan, (Hakîkî nasrânîlik, Allahü teâlâyı bir olarak ve Îsâ aleyhisselâmı da, ancak insan ve Peygamber olarak kabûl eden bir dindir) diyordu. Renan öldüğü zemân, kilisede dînî merâsim yapılmamasını ve cenâze alayına râhiblerin katılmamasını vasiyyet etmişdi. 1892 de öldüğü zemân, cenâze alayına yalnız onu seven dostlarıyla, onu takdîr eden büyük bir cemâ’at katıldı.
 

MURATS44

Özel Üye
LAMARTİNE: (Alphonse Marie Louis de)
Fransanın dünyâca tanınmış büyük edîblerinden ve devlet adamlarından biri olan Lamartine (1204 [m. 1790]-1285 [m. 1869]) vazîfe ile bütün Avrupayı ve Amerikayı dolaşmış ve bu arada, Sultan Abdülmecîd hân zemânında Türkiyeye de gelmişdir. Pâdişâh tarafından, büyük dostlukla kabûl edilen Lamartine’e ayrıca, Aydın vilâyetinde bir de çiftlik hediyye edilmişdir. Bakınız, Lamartine, (Histoire de Turquie=Türkiye Târîhi) adlı eserinde Muhammed aleyhisselâm için ne diyor:
(Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir yalancı peygamber miydi? Onun eserlerini ve târîhini inceledikden sonra bunu düşünemeyiz. Çünki yalancı peygamberlik, iki yüzlülükdür. Yalanda doğruluğun kudreti bulunmadığı gibi, iki yüzlülükde inandırma kudreti yokdur.
Mekanikde, bir cism atıldığı zemân onun varabileceği yer, fırlatma kuvvetine tâbi’dir. Bir ma’nevî ilhâmın kuvveti de, onun hâsıl edeceği eser ile ölçülür. Bu kadar çok şey taşıyan, bu kadar uzaklara kadar yayılan ve bu kadar uzun zemân aynı kudretde devâm eden bir “din” (ya’nî İslâmiyyet) yalan olamaz. Bunun çok samîmî ve çok inandırıcı olması gerekir. Muhammed aleyhisselâmın hayâtı, gayretleri, memleketin hurâfelerine ve putlarına kahramanca saldırıp onları parçalaması, puta tapan kavmin hiddetlerine karşı koymak cesâreti, şecâ’ati, kendine saldırdıkları hâlde, 13 sene Mekkede hemşehrileri arasında çeşidli hakâret ve zulmlere tehammül etmesi, Medîneye hicreti, durmadan yapdığı teşvîkler ve verdiği va’zlar, nasîhatler, çok üstün düşman kuvvetleriyle yapdığı cihâdlar, kazanacağına olan i’tikâdı, en büyük felâket zemânında bile duyduğu insan üstü i’timâd, zaferde bile gösterdiği sabr ve tevekkül, sözlerini kabûl etdirme azmi, sonsuz ibâdeti, Allahü teâlâ ile mukaddes konuşmaları, vefâtı ve vefâtından sonra da devâm eden şân, şeref ve zaferleri, Onun hiç bir zemân bir yalancı peygamber olmadığını, tam aksine, büyük bir îmâna sâhib bulunduğunu gösterir “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.
İşte bu îmânı, Rabbine olan i’timâdı, Ona, ortaya iki yeni i’tikâd, îmân koymasını sağladı: Biri, (Tek ve ebedî varlık olan bir Allahın bulunduğu), ikincisi ise (Putların tanrı olmadığı) idi. Birincisi ile, arablara, o zemâna kadar bilmedikleri bir olan Allahü teâlâyı tanıtıyor, ikincisi ile de, o zemâna kadar tanrı zan etdikleri putları onların elinden alıyordu. Kısaca, bir kılıç darbesi ile yalancı ilahları, putları kırıyor, bunun yerine onlara (Tek Allah) îmânını yerleşdiriyordu.
 

MURATS44

Özel Üye
Filozof, hatîb, Peygamber, kanûn koyucu, cengâver, insan düşüncelerini sihrleyici, yeni îmân esâsları koyan ve yirmi büyük dünyâ İmperatorluğu ile bir büyük islâm devleti ve medeniyyeti kuran büyük insan; işte Muhammed aleyhisselâm budur “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.
İnsanların, büyüklüğü ölçmek için kullandıkları bütün mikyaslarla ölçülsün: Acabâ Ondan dahâ büyük bir kimse var mıdır? Olamaz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.)
Ah, meded Allahım sendendir, meded,
aklım alındığı yerlere geldim.
Düâmı kabûl edip, eyleme red,
sînem delindiği yerlere geldim.

Hep, âh ile zârdır, âşıkın işi,
kan ile karışdı gözümün yaşı.
İnci, mercan olmuş toprağı, taşı,
cevher bulunduğu yerlere geldim.

Dağların başına, bulutlar çıkar,
bağrımın içinde, şimşekler çakar,
Firdevs-i a’lâdan, bir servi çınar,
çıkıp salındığı yerlere geldim.

Sünbülün da’vâsı, servi dalîle,
bülbülün sevdâsı, behâr gülîle,
Muhabbet sunarken, Hakîm dilîle,
gönlüm sızladığı yerlere geldim.

Ah! Şimdi bir, ele geçse nigâhın,
bilemedim kıymetini dergâhın.
Âlem-i ervâhdan, bir şems-ü mâhın,
nûrunu saçdığı yerlere geldim.

Estagfirullah, estagfirullah, estagfirullah,[1]
gel kardeşim, sen de söyle, kurtuluş yolu budur.
aklına uy, şeytâna uyma, çok istigfâr et!
Cehennem ateşini söndüren ilâc budur.

[1] İstigfâr, (Estagfirullah)dır. Ma’nâsı, (Beni afv et Allahım)dır. Ma’sûm-ı Müceddidî, her nemâzdan sonra, yetmiş kerre okurdu.
 
Üst Alt