18- Müslimânlığı seçenler

MURATS44

Özel Üye
Elbiseleri başka, yürüyüşleri başka, görünüşleri başka idi. Fekat, hepsinin yüzünde aynı ciddî ifâde, büyük vekar ve aynı melâhat [sevimlilik] vardı. Gelenlerin mikdârı artıyor ve biz, gâlibâ bunların arkası bir dürlü kesilmeyecek diye düşünüyorduk. Nihâyet gelenler toplandı. Hepsi ayakkabılarını ve takunyalarını çıkararak saf saf dizildiler. Saflar kurulurken safa girenler arasında hiç bir fark gözetilmediğini büyük bir hayret ile görüyorduk. Beyâz insanlar, sarı insanlar, siyâh insanlar, zengin insanlar, fakîr insanlar, tüccarlar, me’mûrlar, işçiler, hiç bir ırk veyâ rütbe farkı gözetilmeksizin yanyana geliyor ve birlikde ibâdet ediyorlardı.
Ben, birbirinden bu kadar farklı insanın, kardeşçe yanyana gelmelerine, hayrân olmuşdum. Bu, ilk gördüğüm ulvî manzara üzerinden, şimdi üç sene geçdi. Bu arada ben de, insanları bu kadar birbirine yaklaşdıran bu ulvî din hakkında, bilgi toplamağa başlamışdım. Müslimânlık hakkında edindiğim bilgiler, beni bu dîne büsbütün yaklaşdırdı. Müslimânlar, bir tek Allaha inanıyor, hıristiyanların telkîn etdikleri gibi, insanların günâh içinde doğmadığını söylüyorlardı. Onları, yalnız Allahü teâlânın kulu olarak kabûl ediyor, onlara karşı büyük bir şefkat gösteriyor, doğru yolda oldukları müddetçe, onların râhat, huzûr ve se’âdet içinde yaşamalarını arzûluyordu. Hıristiyanlıkda, akldan geçen fenâ bir düşünce bile günâh sayıldığı hâlde, müslimânlar ancak Allahü teâlâya isyânı ve kullara karşı yapılan bir kötülüğü günâh sayıyor, insanı düşüncesinde temâmiyle serbest bırakıyordu. İslâm dîni, (İnsan, ancak yapdığı işden mes’ûldür) diyordu.
İşte, yukarıda sıraladığım bu sebeblerden dolayı, seve seve müslimânlığı kabûl etdim. Aradan üç sene geçdiği hâlde, ba’zı geceler rü’yamda o Arab müezzinin hazîn ve te’sîrli sesini duyar ve her tarafdan koşup gelen dürlü dürlü insanların saf saf dizildiğini görürüm. Allahü teâlâya ibâdet etmek için, aralarında hiç bir fark gözetmeksizin birlikde secdeye kapanan bu insanlar, muhakkak ki, samîmî olarak Allahü teâlâya ibâdet etmekdedirler.
8
DEVIS WARRINGTON
(Avusturyalı)

Korkunç bir kışdan sonra, ilkbehârın tatlı ve ılık eli, soğuk toprak tabakasına nasıl te’sîr ederse, islâmiyyet de bana öyle te’sîr etdi. Kalbimi ısıtdı ve bana yeni ve güzel bir ilm elbisesi giydirdi. İslâmiyyetin öğretdiği şeyler, ne kadar güzel, ne kadar doğru ve mantıkîdir!
 

MURATS44

Özel Üye
(Allahü teâlâ birdir ve Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) sözü ne kadar açık, ne kadar doğru ve güzeldir! Hıristiyanların inanılması mümkin olmayan, anlaşılmaz (Baba, Oğul ve Rûh-ul-kuds) inancına benzer mi? Hıristiyanların insanı ürküten, onu korkutan, fekat hiçbir zemân onu tatmîn etmeyen akîdeleri yanında, bu sâde ve mantıkî îmân, insanı kendisine cezb ediyor. İslâmiyyet, hiç değişmemiş ilâhî bir dindir. Aradan asrlar geçmesine rağmen, bugün için de, yarın için de, insanın maddî ve ma’nevî bütün ihtiyâclarını karşılar. Meselâ, insanların eşit olduğunu, Allahü teâlâ indinde aralarında bir rütbe veyâ mevki’ farkı bulunmadığını, islâmiyyet gâyet açık bir tarzda beyân eder ve bunları dünyâ hayâtında da tatbîk eder. Aynı husûsları iddi’â eden hıristiyan kilisesinde, birbirinden rütbece farklı papalar, arşevekler, evekler, piskoposlar ve dahâ bir sürü din adamları vardır. Bunlar, Allahü teâlâ ile kul arasına girerler ve kendi şahsî çıkarları için, Allahü teâlânın ismini kullanırlar. Hâlbuki, islâmiyyetde, Allahü teâlâ ile kul arasına kimse giremez. Allahü teâlâ, emrlerini, Kur’ân-ı kerîm vâsıtası ile kullarına teblîg eder. Size, aşağıda, Allahü teâlânın bir emrinden bahs edeceğim. Bu bir misâldir. Bu misâl, emrlerin ne kadar sâde ve açık ve ne kadar güzel olduğunu gösterir:
Bekara sûresinin ikiyüzaltmış yedinci âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Doğru, halâl yoldan kazandıklarınızın temizlerinden ve sizin için yerden yetişdirdiğimiz mahsûllerden ve meyvelerden infâk edin [verin!]. İğrenerek, alamıyacağınız pis şeylerden infâk etmeyin. Biliniz ki, Allahü teâlânın hiç bir şeye ihtiyâcı yokdur ve tâm hamde lâyık olan Odur) buyurulmuşdur. Kur’ân-ı kerîmin bu derin ve güzel emrlerini okuyup öğrendikçe, rûhum ferâh buldu ve seve seve müslimân oldum.
9
Bayan CECILLA CANNOLY [REŞÎDE]
(Avusturyalı)

Niçin müslimân oldum?
Size çok samîmî olarak söyleyebilirim ki, ben farkına varmadan müslimân olmuşdum. Çünki, dahâ genç yaşda iken bağlı olduğum hıristiyan dînine karşı, zerre kadar i’timâdım kalmamış, hıristiyanlıkdan soğumağa başlamışdım. Ben, dinde birçok şeyleri bilmek ve anlamak istiyordum. Bana öğretilmeğe çalışılan i’tikâdları, körü körüne kabûl etmek tarafdârı değildim. Neden üç tanrımız vardı? Neden dünyâya hepimiz günahkâr olarak gelmişdik ve keffâret vermeğe mecbûrduk?
 

MURATS44

Özel Üye
Neden ancak râhib vâsıtası ile Allahü teâlâya yalvarıyorduk? Sonra bize gösterilen dürlü dürlü işâretlerin, anlatılan dürlü dürlü mu’cizelerin ne ma’nâsı vardı? Ben bunları ders veren râhiblere sorduğum zemân, onlar kızıyor, (Kilisenin sana öğretdiği şeylerin aslını sen soramazsın. Bunlar gizlidir. Sen yalnız inanmakla mükellefsin) diyorlardı, ama buna da benim aklım ermiyordu. İnsan, anlamadığı, aslını bilmediği bir şeye nasıl inanır? Fekat, o zemânlar ben düşüncelerimi açıkdan açığa söylemeğe cesâret edemiyordum. Ben emînim ki, kendilerini hıristiyan sayan pek çok insan, tıpkı bizim gibi düşünmekde ve kendilerine verilen dînî bilgilerin çoğuna inanmamakda, fekat bunu açıklamakdan da korkmakdadırlar.
Nihâyet dahâ yaşlanınca, bana üç tanrıya tapmağı emr eden hıristiyan kilisesinden uzaklaşarak, (Tek bir Allaha ibâdet etmeği öğreten başka bir din var mıdır?) diye aramağa başladım. Çünki bütün vicdânım, ma’neviyyâtım, ancak bir tek Allahın mevcûd olabileceğini bildiriyordu. Sonra etrâfıma bakınca, papazların bize öğretmeğe kalkdıkları o anlaşılmaz kerâmetlerin, kendi başlarından geçdiğini söyledikleri garîb hikâyelerin, ne kadar ma’nâsız olduğunu hâdiseler bana gösteriyordu. Dünyâdaki her şey, insanlar, hayvanlar, ormanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, çiçekler, bunları bir büyük hâlıkın [yaratıcının] yaratdığını göstermiyor muydu? Yeni doğan bir bebek, bir mu’cize değil miydi? Hâlbuki kilise, her yeni doğanın, günâhla örtülü bir zevallı olduğunu telkîne çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı. Bu yalandı. Her doğan çocuk, Allahü teâlânın günâhsız bir kulu, bir mahlûku idi. Bir mu’cize idi ve ben ancak tek Allaha, Onun yaratdığı mu’cizelere inanıyordum.
Dünyâda hiç bir şey günâhla dolu, kirli ve çirkin değildi. Ben böyle düşünürken, birgün kızım islâmiyyet hakkında yazılmış bir kitâbla eve geldi. Ana kız oturup, bu kitâbı büyük bir dikkat ile okuduk. Aman Allahım, bu kitâb tâm bizim düşündüklerimiz gibi söylüyordu. İslâmiyyet, ancak bir tek Allahın bulunduğunu bildiriyor, insanların ma’sûm varlıklar olarak dünyâya geldiğini haber veriyordu. Ben o zemâna kadar islâmiyyet hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Mektebde, islâmiyyet bir alay mevzû’u idi. Bize, bu dînin yapma, saçma ve uyuşturucu olduğu, müslimânların Cehenneme gidecekleri öğretilirdi. Bu kitâbı okudukdan sonra, beni bir düşünce aldı. İslâmiyyet hakkında, biraz dahâ bilgi sâhibi olmak için, bulunduğum şehrde müslimânları aradım. Bulduğum müslimânlar, benim gözümü açdılar. Sorduğum süâllere o kadar mantıkî cevâblar verdiler ki, artık bu dînin bizim papazların dediği gibi uydurma bir din değil, Allahü teâlânın hakîkî dîni olduğuna inanmağa başladım.
 

MURATS44

Özel Üye
Kızımla berâber İslâmiyyet hakkında yazılı dahâ birçok eserleri de okudukdan sonra, onun ulviyyetine ve doğruluğuna tamâmîle inanarak, ikimiz birlikde müslimân olduk. Ben (Reşîde), kızım da (Mahmûde) ismlerini aldık.
Bana sorduğunuz ikinci süâle, ya’nî (İslâmiyyetde en çok beğendiğiniz nedir?) süâline gelince, buna şu cevâbı vereceğim:
İslâmiyyetde en çok beğendiğim şey, düâlardır. Çünki, hıristiyanlarda düâlar, Allahü teâlâdan hazret-i Îsâ vâsıtasıyle, servet, mevkı’, i’tibâr vesâir dünyâ varlıklarını istemek için yapılır. Hâlbuki, müslimânlar düâ ederken, Allahü teâlâya şükrânlarını arz ederler ve bilirler ki, onlar dinlerine ve Allahü teâlânın emrlerine riâyet etdikleri müddetçe, Allahü teâlâ, onlara muhtâc oldukları her şeyi, onlar istemeden, verecekdir.
10
MUHAMMED ESAD LEOPOLD WEİSS
(Avusturyalı)

(Avusturyada Lwow [şimdi Polonyada] şehrinde 1318 [m. 1900] de doğmuş olan Weiss, 22 yaşında iken, bir gazete muhâbiri olarak Arab memleketlerini ziyâret etmiş, İslâm dînine hayrân olarak, onu kabûl etdiğini söylemiş ve sonra, bütün islâm devletlerini, bu arada Hindistânı ve Afganistânı da ziyâret ederek, intibâlarını dünyânın en büyük gazetelerinden biri olan (Frankfurter Zeitung)da neşr etmişdir. Bir müddet Frankfurter Zeitung’un neşriyyat müdîrliğini yapan Weiss, Pâkistânın istiklâle kavuşmasından sonra, bu hükûmet tarafından dînî tedrîsâtın kurulmasında yardımcı olarak, Pâkistâna gitmiş ve ondan sonra Pâkistânı temsîl için Birleşmiş Milletler merkezine gönderilmişdir. Kendisinin (İslâm yol kavşağında), (Mekkeye giden yol) adlı iki eseri vardır. Son zemânlarda Kur’ân-ı kerîmin İngilizce yeni bir tercemesini yapmışdır. İslâm ilmlerinden haberi olmıyan bu kimsenin tefsîr yapmağa kalkışmasından, Ehl-i sünnet mezhebinde olmadığı anlaşılmakda, tefsîrinin ve diğer yazılarının zararlı olacaklarını göstermekdedir. Vehhâbîler ve diğer mezhebsizler, bu câhil, sapık adamı medh etmekde, islâm âlimi olarak tanıtmakdadırlar.)
Muhâbir ve muharrir olarak çalışmakda olduğum gazeteler, beni 1922 senesinde “husûsî muhâbir” ünvânı ile Asya ve Afrikaya yolladı. Başlangıçda müslimânlar ile temâsım, her hangi bir yabancının başka bir yabancı ile temâsından ibâretdi.
 

MURATS44

Özel Üye
Fekat islâm memleketlerinde uzun zemân kalınca ve müslimânlar ile dahâ fazla tanışınca, onların dünyâya ve dünyâda zuhûr eden hâdiselere Avrupalılardan büsbütün başka bir tarzda bakdıklarını görmeğe başladım. Onların olaylara çok ağırbaşlı ve soğuk kanlı olarak bakmaları, i’tirâf edeyim, bizden çok dahâ insânî bir tarzda düşünmeleri, bende bir alâka uyandırmağa başlamışdı. Ben koyu bir katolik âileden gelmişdim. Bütün çocukluğum esnâsında bana müslimânların dinsiz olduğu, şeytâna tapdığı telkîn olunmuşdu. Müslimânlarla temâs edince, bana söylenen bu sözlerin doğru olmadığını görerek, islâm dînini incelemeğe karâr verdim. Bu husûsda birçok kitâblar te’mîn etdim. Bunları dikkat ile incelemeğe başlayınca, bu dînin ne kadar temiz, ne kadar kıymetli bir din olduğunu hayret ile gördüm. Fekat, kendileri ile temâs etdiğim ba’zı müslimânların hareket tarzı, benim okuduğum müslimânlık esâslarına uymuyordu. Müslimânlık, her şeyden evvel temizlik, açık kalblilik, kardeşlik, merhamet, sadâkat, sulh ve selâmet telkîn ediyor ve biz hıristiyanların inandığı (insanların dâimâ günahkâr olduğu) akîdesini red ediyor, bunun aksine, (Hayâtdan, kimseye zarar vermemek ve günâh işlememek şartıyle zevk alınız) diyordu. Hâlbuki, ben bu kâ’idelere uymayan pis ve yalancı müslimânlara da rastladım. Bu işi dahâ ziyâde anlamak için, tecrîbe maksadıyle kendimi bir müslimân yerine koydum ve kitâblarda okuduğum esâslara uyarak, islâm âlemini incelemeğe başladım. Şunun farkına vardım ki, islâm âleminin gitdikçe bozulması, za’îflemesi, âdetâ inhitâta (çökmeğe) uğramasının en büyük sebebi, müslimânların dinlerine, gitdikçe kaydsız kalmalarıdır. Müslimânlar, tâm müslimân oldukları müddetçe, dâimâ yükselmişler, müslimânlığı bırakmağa başlayınca, aşağılara düşmüşlerdir. Hâlbuki, bir memleketin, bir milletin, bir cem’iyyetin yükselmesi ve terakkîsi için ne lâzımsa, müslimânlıkda mevcûddur. Bütün medeniyyet esâsları onda vardır. İslâm dîni, hem çok ilmî, hem de çok amelî [pratik]dir. Koyduğu esâslar, tâm mantıkî ve herkes tarafından anlaşılabilen, içinde; ilme, fenne, insan tabî’atine uymıyan tek bir unsur bile bulunmıyan kâ’idelerdir. Onda lüzûmsuz hiç bir şey yokdur. Diğer din kitâblarında bulunan, garîb [anlaşılmaz] yerler, mugâlatalar [yanıltmacalar], mantıka sığmıyan hurâfe [mistik] husûslar, islâm dîninde yokdur. Bu husûsları ben bütün müslimânlarla konuşdum ve onları (Niçin bu güzel dîninize dahâ fazla bağlanmıyorsunuz, niçin ona iki elle sarılmıyorsunuz?) diye azarladım. Nihâyet 1344 [m. 1926] senesinde Afganistânda bir vâlî ile bu husûslar üzerinde görüşürken, o bana, (Siz müslimân olmuşsunuz da haberiniz yok. Zîrâ, ancak hakîkî bir müslimân islâmiyyeti sizin gibi müdâfe’a eder) dedi.
 

MURATS44

Özel Üye
Vâlînin bu sözü üzerine beynimde bir şimşek çakdı. Eve döndüğüm zemân, derin derin düşünceye daldım ve kendi kendime, (Evet, ben artık müslimân oldum) dedim. Derhâl (Kelime-i Şehâdet) getirdim. O târîhden beri müslimânım.
Bana, (Müslimânlıkda sizi en çok ne cezbetdi?) diye soruyorsunuz. Buna cevâb veremem. Zîrâ bütün müslimânlık benim kalbimi istilâ etmiş, kaplamışdır. Bunun içinde bana ayrıca te’sîr eden hiç bir husûs yokdur. Ben, müslimânlıkda, hıristiyanlıkda bulamadığım her şeyi buldum. Müslimânlığın hangi kâ’idesinin, hangi esâsının bana dahâ yakın geldiğini söyliyemem. Zîrâ onun her kâ’idesine, her esâsına hayrânım. Müslimânlık, mu’azzam bir âbidedir. Onun tek parçasını bile ondan ayırmak kâbil değildir. Bütün parçalar birbiri ile bir nizâm içinde kenetlenmiş ve perçinleşmişdir. Parçaların arasında mu’azzam bir âhenk vardır. Hiç bir eksiği yokdur. Herşeyi yerli yerindedir. Belki, bu son derece takdîre lâyık intizâm, beni islâm dînine bağlıyan bir âmildir. Hayır, beni islâm dînine bağlıyan, ona karşı duyduğum aşkdır. Bilirsiniz ki, aşk birçok şeylerden teşekkül eder: Arzû, yalnızlık, ihtirâs, te’âlî, yükselmek ve ilerlemek hevesi, kuvvet ve kudretimizle karışık za’flarımız, mu’âvenet ve muhâfaza edici bir yardımcıya olan ihtiyâc ve benzerleri. İşte ben, bütün kalbimle ve aşkımla islâm dînine sarıldım ve o da, bir dahâ çıkmamak üzere kalbime yerleşdi.
11
Dr. ÖMER ROLF FREİHERR VON EHRENFELS
(Avusturyalı)

(Rolf Freiherr (baron) von Ehrenfels, bütün dünyâda (Gestalt = kuruluş) fizyolojisi ilminin kurucusu olarak kabûl edilen Prof. Dr. Baron Christian Ehrenfelsin tek oğludur. Meşhûr bir âileye mensûbdur. Dahâ küçük çocukken şarka karşı büyük merak duymağa ve islâm dînini tedkîk etmeğe başlamışdır. Kız kardeşi İmma von Bodmesrhof, Lahorda 1953 de neşr olunan bir eserinde kardeşinin bu hevesini uzun uzadıya anlatmakdadır. Rolf, genç yaşında Türkiye, Arnavutluk, Yunanistan ve Yugoslavyayı dolaşmış ve müslimânlarla temâs etmiş, hıristiyan olmasına rağmen, câmi’lerde ibâdete katılmışdır. Nihâyet islâm dînine karşı olan bu yakınlığı, onun 1927 senesinde müslimânlığı kabûl etmesine sebeb olmuş ve kendisine Ömer ismini seçmişdir. 1932 senesinde Hindistânı da ziyâret etmiş ve (İslâmda kadının yeri) ismli bir kitâb neşr etmişdir.
 

MURATS44

Özel Üye
Almanlar İkinci Cihan Harbi esnâsında Avusturyayı işgâl edince, Rolf, Hindistâna kaçmışdır. Kendisini kabûl eden Ekber Haydarın yardımı ile, Assamda antropolojik araştırmalar yapmış ve 1949 da Madras Üniversitesi antropoloji profesörlüğüne ta’yîn edilmiş ve Bengalde bulunan (Royal Aslotic Society) tarafından altın madalya ile mükâfâtlandırılmışdır. Kitâbları urdu diline de terceme edilerek basılmışdır.)
Niçin müslimân olduğumu soruyorsunuz. Beni müslimân yapan ve onun hak din olduğunu bana bildiren husûsları aşağıda sıralıyorum:
1) İslâmiyyet, dünyâda tanıdığımız bütün dinlerin iyi kısmlarını ihtivâ eder. Bütün dinler insanların sulh ve sükûn içinde yaşamasını isterler. Fekat, hiçbir din bunu, islâm dîninde olduğu gibi insanlara açıklıyamamışdır. Başka hiç bir din, islâm dîni kadar hâlıkımıza ve din kardeşlerine karşı, bu derece sevgi aşılıyamamışdır.
2) İslâmiyyet, sulh ve sükûn içinde Allahü teâlâya tam bir teslîmiyyet emr eder.
3) Târîh tedkîk edilirse, hakîkaten islâm dîninin en son ilâhî hak din olduğu ve artık başka bir din zuhûr etmiyeceği kendiliğinden meydâna çıkar.
4) Muhammed aleyhisselâm, islâmı teblîg etmiş olup, Peygamberlerin sonuncusudur.
5) İslâm dînine giren bir kimse, şübhesiz eski dîninden ayrılmış olacakdır. Fekat, bu ayrılık zan olunduğu kadar büyük değildir. Bütün ilâhî dinlerde îmân esâsları birdir. Kur’ân-ı kerîm, eski ilâhî dinleri kabûl eder. Ancak, bu dinlere sonradan karışdırılan yanlış akîdeleri düzeltmekde, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî dînini izhâr etmekde, Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olduğunu ve Ondan sonra başka bir Peygamber gelmiyeceğini i’lân etmekdedir. Ya’nî islâmiyyet, diğer dinlerin hakîkî ve kâmil şeklidir. İnsanlar dürlü menfe’atler ve ihtirâslar yüzünden, birbirlerine düşman olmuşlardır. Bundan menfe’at umanlar olmuş, dinleri birbirine karşı düşman yapmağa çalışmış, aslı Allahü teâlâyı tanımak olan dinleri, dünyâ işlerinde bir vâsıta olarak kullanmağa başlamışlardır. Hâlbuki, dikkat edilecek olursa, islâm dîninin, diğer ilâhî dinleri kabûl etdiği, fekat onlarda zemânla ve insan eliyle yapılan hatâları tashîh etdiği görülür. İslâmiyyeti kabûl etmek, erkek ve kadın bütün insanların muhtâc oldukları, ma’nevî ve maddî yardımı yapmak demekdir.
 

MURATS44

Özel Üye
6) İnsanlar arasında kardeşlik fikri, hiç bir dinde, islâm dîninde olduğu şeklde bildirilmemişdir. Müslimân olan herkes, hangi ırkdan, hangi milletden, hangi renkden ve hangi dilden olursa olsun, birbirlerinin din kardeşleridir. Siyâsî düşünceleri ne olursa olsun, birbiri ile kardeşdirler. Bu büyüklük hiç bir dinde yokdur.
7) İslâm dîni, dünyâda kadınlara da büyük haklar veren bir dindir. İslâm dîni, kadına en büyük yeri vermişdir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurmuşdur.
İslâm dîni, diğer dinlere mensûb olanların yapdıkları eserlere hurmet etmiş, bunları barbarlar gibi yıkmamışdır. İstanbulda Fâtih ve Sultân Ahmed câmi’leri yapılırken, Ayasofyanın ba’zı kısmlarını model almakdan çekinmemişlerdir. Müslimânlar bütün târîh boyunca, diğer din mensûblarına en büyük adâleti ve merhameti göstermişlerdir.
İşte bütün bunlar için, ben müslimânlığı kendime din olarak seçdim.
12
Dr. BENOİST [ALÎ SELMÂN]
(Fransız)

Ben bir doktorum ve koyu katolik bir âileye mensûbum. Fekat doktorluğu meslek olarak seçmem ve pozitif, tecribî, tabî’î ilmlerle meşgûl olmam, bende hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret uyandırmışdı. Din husûsunda âile ferdlerim ile aynı fikrde değildim. Evet, büyük bir Hâlık [yaratıcı] vardı ve ben de Ona, ya’nî Allahü teâlâya inanıyordum. Fekat hıristiyanlığın, bilhâssa katoliklerin bu büyük yaratıcı etrâfında meydâna getirdikleri dürlü dürlü garîb ilahlar, oğullar, Rûh-ul-kudsler, Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olduğunu isbât için akl almaz uydurmalar ve dahâ bir takım hurâfeler, âyinler, dürlü dürlü merâsimler, beni Allahü teâlâya yaklaşdırmıyor, aksine Ondan uzaklaşdırıyordu.
Ben, bir tek Allahın varlığına inandığımdan, hiç bir zemân teslîsi (üç tanrıyı) kabûl etmedim ve Îsâ aleyhisselâmı hiç bir zemân Allahın oğlu olarak tanımadım. Demek oluyor ki, ben dahâ islâmiyyeti tanımadan evvel, Kelime-i şehâdetin yarısı olan (Lâ ilahe illallah) kısmını çokdan kabûl etmişdim. İslâm dîni ile meşgûl olmağa başladığım ve Kur’ân-ı kerîmde rastgeldiğim meâl-i şerîfi, (Söyle ki, Allahü teâlâ birdir, doğmamışdır ve doğurmaz ve Ona benzer hiç bir varlık yokdur) olan İhlâs sûresini okuduğum zemân, (Aman Allahım, işte ben tam buna inanıyorum) dedim ve içimde büyük bir ferâhlık duydum.
 

MURATS44

Özel Üye
İslâmiyyeti dahâ derinden tedkîk etmenin çok lüzûmlu olduğunu gördüm. İslâmiyyeti inceledikce, bu dînin benim düşüncelerime temâmen uygun olduğunu hayret ile görüyordum. İslâmiyyet, din adamlarını, hattâ Peygamberleri “aleyhimüssalevât” bizim gibi insanlar olarak kabûl ediyor, onlara ilahlık vasfı vermiyordu. Hele, bir papazın günâhları afv edebileceğini, aslâ kabûl etmiyordu. İslâm dîninde, hiç bir hurâfe, akla uymıyan bir hükm, anlaşılmıyan bir bahs yokdu. İslâm dîni, tâm benim istediğim gibi, mantıkî bir dindi. Katoliklerin bildirdikleri gibi, insanların günâhkâr olarak dünyâya geldiklerini kabûl etmiyordu. İnsanlara rûh ve beden temizliği emr ediyordu. Tıbbın esâs kâ’idesi olan temizlik, islâm dîninde, Allahü teâlânın bir emriydi. İbâdete temiz olarak gelmeği emr ediyordu ki, başka hiç bir dinde buna rastlamamışdım.
Hıristiyanlıkda, hıristiyan dînine girerken ve âyinlerde Îsâ aleyhisselâm ile, hâşâ tanrı ile birleşebilmek için papazın Îsânın eti diye verdiği ekmeği yimek ve kanı diye verdiği şerâbı içmek gibi âyinlerin, puta tapan en ibtidâî kavmlerin bir âdeti olduğunu görüyor ve bunlardan nefret ediyordum. Benim pozitif ilmlerle inkişâf eden aklım, böyle çocukça ve hakîkî bir dîne yakışmıyan saçma merâsimleri, şiddet ile red ediyordu. Diğer tarafdan, islâmiyyetde bunların hiç biri yokdu. İslâmiyyetde yalnız hakîkat, sevgi ve temizlik vardı.
Artık karârımı vermişdim. Müslimân dostlarıma gitdim ve müslimân olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordum. Bana (Kelime-i şehâdet) söylemesini ve ma’nâsını öğretdiler. Ben yukarda da söylediğim gibi, bunun yarısını, ya’nî (Bir tek Allah vardır) kısmını müslimân olmadan evvel kabûl etmişdim. Geri kalan (Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) kısmını da kabûl etmek hiç güç olmadı. Artık İslâm dîni hakkında neşr olunmuş ciddî eserleri incelemeğe başladım. Bunların arasında Melek Bennâbînin çok güzel bir eseri olan (Le Phéne Coranique)i okuduğum zemân, Kur’ân-ı kerîmin ne mu’azzam bir eser olduğunu hayret ve takdîr ile gördüm. Bundan ondört asr önce indirilmiş bu Allah kitâbında yazılı olanlar, bugünki ilmî ve fennî araşdırmaların netîcelerine temâmiyle uymakdadır. Hem ilm ve fen ve hem de ictimâ’î feâliyyetler bakımından, Kur’ân-ı kerîm, yalnız bugünün değil, aynı zemânda yarının da kitâbıdır.
1953 senesi 20 Şubat günü Paris câmi’ine giderek orada müftî efendinin ve şâhidlerin huzûrunda İslâm dînini resmen kabûl etdim ve Alî Selmân ismini aldım.
 

MURATS44

Özel Üye
Bu yeni dînimi, çok seviyorum. Çok bahtiyârım ve sık sık kelime-i şehâdet getirerek ve ma’nâsını düşünerek, islâm dînine olan îmânımın kuvvetini açıklıyorum.
13
Dr. R. L. MELLEMA
(Hollandalı)

(Dr. Mellema, Amsterdamda Tropical müzesinin, İslâm eserleri kısmının müdîridir. (Wayang bebekleri), (Pâkistân hakkında bilgiler), (İslâmiyyeti tanıtdırma) eserleri ile meşhûrdur.)
1919 senesinde, Leiden Üniversitesinde şark dillerini incelemeğe başladım. Hocam bütün dünyânın çok iyi tanıdığı Arab lisânına vâkıf, Prof. Hurgronje idi. Bana arabî okumağı, yazmağı ve terceme etmeği öğretirken, ders kitâbı olarak Kur’ân-ı kerîm ile Gazâlînin eserlerini vermişdi. Esâs çalışma mevzû’u, (İslâmiyyetde Hukuk) idi. Ben, islâm târîhi ve islâmiyyet ile alâkalı ilmler hakkında, o zemâna kadar Avrupa dillerinde neşr edilmiş birçok kitâb okudum. 1921 yılında Mısra giderek, El-ezher medresesini ziyâret etdim. Bir ay kadar orada kaldım. Bundan sonra, Arabîden başka Sanskrit ve Malayi dillerini de öğrendim. 1927 senesinde, o zemânlar Hollanda sömürgesi olan Endonezyaya gitdim. Cakartada yüksek okulda Cava dilini öğrenmeğe başladım. 15 sene müddet ile kendimi yalnız Cava dilinde değil, aynı zemânda eski ve yeni Cava medeniyyet târîhinde de yetişdirdim. Bütün bu müddet zarfında, hem müslimânlarla temâs ediyor, hem de elime geçen Arabî kitâbları okuyordum. İkinci Cihan Harbinde, Japonlar Endonezya adalarını işgâl etdiler. Beni esîr aldılar. Harb bitinceye kadar süren çok zahmetli bir esâret hayâtından sonra, tekrar Hollandaya döndüm ve Amsterdamda Tropical müzesinde kendime bir iş buldum. Burada tekrar islâmiyyet üzerine çalışmağa başladım. Benden, Cavadaki müslimânları anlatan küçük bir kitâb yazmamı istemişlerdi. Bu işi de ele alarak temâmladım. 1954-1955 seneleri arasında, Pâkistândaki müslimânlar hakkında etüd yapmak üzere, beni oraya gönderdiler. O zemâna kadar yukarıda da söylediğim gibi, yalnız Avrupa dillerinde islâmiyyet hakkında çıkan eserleri okumuşdum. Pâkistâna varıp, Pâkistânlı müslimânlarla temâs edince, İslâmiyyeti büsbütün başka bir şeklde görmeğe başladım. Lahorda müslimân dostlarımdan beni câmi’lerine götürmelerini ricâ etdim. Bunu memnûniyyet ile karşıladılar ve beni bir Cum’a nemâzına götürdüler. İbâdeti büyük bir dikkat ile seyr etdim ve dinledim.
 
Üst Alt