18- Müslimânlığı seçenler

MURATS44

Özel Üye
Üzerimde o kadar büyük bir te’sîr yapdı ki, âdetâ kendimden geçdim. Artık kendimi müslimân olmuş kabûl ediyor, müslimânların ellerini bir kardeş olarak sıkıyordum. Câmi’deki hissiyâtımı, 1955 yılında (Pâkistan Quarterly) mecmû’asının 4. sayısında şöyle nakl ediyordum:
(Bu sefer, dahâ küçük bir câmi’e gitdik. Bu câmi’de çok iyi ingilizce bilen ve Pençab Üniversitesinde profesörlük yapan bir âlim va’z verecekdi. Kendisi va’z verirken onu dinleyenlere: (Bugün aramızda uzak bir yerden, Hollandadan gelmiş bir müslimân kardeşimiz var. Onun da iyi anlaması için urdu diline dahâ fazla İngilizce kelimeler karışdıracağım) dedi ve çok güzel bir va’z verdi. Ben dikkat ile dinledim. Va’z bitdikden sonra, câmi’den ayrılmak isterken, beni oraya getiren Allâme Sâhib, beni dikkat ile seyr eden müslimân kardeşlerin, benim de bir şeyler söylememi arzû etdiklerini, kendisinin benim söyleyeceklerimi Urdu diline terceme edeceğini bana bildirdi. Bunun üzerine ben de onlara şunları söyledim: (Ben tâ uzakdan, Hollanda ismli memleketden geliyorum. Orada bulunduğum yerde çok az müslimân vardır. Bu adedi az olan müslimânlar size selâmlarını bildirmeğe beni me’mûr etdiler. Sizin istiklâlinizi kazanmış olmanıza ve böylece dünyâda yeni bir müslimân devleti dahâ kurulmuş bulunmasına çok seviniyorum. Yedi sene evvel kurulmuş olan Pâkistân, vaz’ıyyetini temâmiyle sağlamlaşdırmağa muvaffak olmuşdur. Başlangıçda çekdiğiniz birçok müşkilâtdan sonra, artık memleketiniz ferâha kavuşmuşdur ve sür’at ile terakkî etmekdedir. Pâkistânın âtîsi, geleceği çok parlakdır. Ben memleketime döndüğüm zemân, vatandaşlarıma sizlerin ne kadar nâzik, kibâr, cömerd ve misâfirperver olduğunuzu uzun uzadıya anlatacağım. Bana karşı gösterdiğiniz büyük muhabbeti hiç bir zemân unutmıyacağım). Bu sözlerimi Allâme Sâhib, urdu diline terceme edince, câmi’deki bütün müslimânların yanıma koşarak, ellerimi sıkmağa ve beni tebrîk etmeğe başladıklarını büyük bir zevk ile gördüm. Kalblerinden gelen bu candan kardeşlik tezâhürü, beni son derece mesrûr etdi. Ben artık temâmiyle müslimân kardeşler câmi’asına girdiğimi görüyor ve kendimi çok bahtiyar his ediyordum.)
Pâkistânlı müslimân kardeşler, bana islâmiyyetin yalnız nazariyyelerden ibâret olmadığını gösterdiler ve isbât etdiler ki, islâmiyyet her şeyden önce ahlâk güzelliğidir ve bir insanın iyi bir müslimân olması için, çok temiz ahlâklı olması lâzımdır.
Şimdi ikinci süâle, ya’nî (sizi islâmiyyete en çok ne çekdi?) süâlinize cevâb vereyim:
 

MURATS44

Özel Üye
Beni müslimân olmağa sevk eden ve bütün kalbimle İslâm dînine bağlıyan husûslar şunlardır:
1) Tek Allahın varlığı. İslâmiyyet, bir tek büyük hâlık tanır. Bu büyük yaratıcı ne doğmuşdur, ne doğurur. Bir tek yaratıcıya inanmak kadar mantıkî ve ma’kûl ne vardır? En basît düşünceli bir insan bile, bunu doğru bulur ve buna îmân eder. İsmi Allah olan bu tek büyük yaratıcı, en büyük ilmin, en büyük hikmetin, en büyük kudretin ve en büyük güzelliğin sâhibidir. Merhamet ve şefkati de sonsuzdur.
2) Allahü teâlâ ile kul arasında kimsenin bulunmayışı. İslâmiyyetde kul, rabbi ile karşı karşıya gelir ve doğrudan doğruya Ona ibâdet eder. Allahü teâlâ ile kul arasına, kimsenin girmesine lüzûm yokdur. İnsanlar, gerek dünyâda, gerek âhiretde yapılması gereken husûsları, Allahü teâlânın kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden ve islâm âlimlerinin kitâblarından öğrenirler. Yapdıkları işlerin hesâbını yalnız Allahü teâlâya verirler. Bir insanı ancak Allahü teâlâ mükâfâtlandırır veyâ cezâlandırır. Allahü teâlâ, hiçbir kulunu, yapmadığı bir işden mes’ûl tutmaz ve hiçbir kuluna yapamıyacağı bir işi emr etmez.
3) İslâmiyyetdeki büyük merhamet. Bunun en açık ifâdesi, Kur’ân-ı kerîmdeki (Zor ile müslimân yapmak yokdur) meâlindeki âyetdir. Peygamberimiz Muhammed “aleyhisselâm”, bir müslimânın ilm öğrenmek için, îcâb ederse, en uzak yabancı memleketlere gitmesini emr etmekdedir. Müslimânlara, müslimânlıkdan evvel gelen hak dinlerin bozulmıyan kısmlarına hurmet etmeleri de emr olunmakdadır.
4) Hangi ırkdan, hangi milletden ve renkden olursa olsun, bütün müslimânların kardeş sayılması. Dünyâda, yalnız müslimânlık bu büyük gâyeye vâsıl olmuşdur. Hac zemânında, dünyânın her tarafından gelen yüzbinlerce müslimânın aynı ihrâm örtüsüne sarılarak secdeye kapanması, bütün müslimânların kardeş olduklarını bildiren mu’azzam bir ifâdedir.
5) İslâmiyyetde maddiyyât ile ma’neviyyâta aynı kıymetin verilmesi. Diğer dinlerde, yalnız rûhdan, ma’neviyyâtdan ve anlaşılmaz ba’zı garîb husûslardan bahs olunur. Hâlbuki, İslâm dîninde hem beden, hem de rûh aynı derecede dikkat nazarına alınmış, insanlara yalnız rûh temizliği değil, beden temizliği için de lüzûmlu bütün husûslar emr olunmuşdur. İnsanın rûhî inkişâfı, bedenî ihtiyâcı ile birleşdirilmiş ve onun maddiyyâtına hâkim olarak, nasıl yaşaması îcâb etdiği, gâyet açık bir sûretde beyân edilmişdir.
 

MURATS44

Özel Üye
6) İslâmın, alkolü ve uyuşdurucu maddeleri ve domuz etini harâm etmesi [yasaklaması]. Kanâ’atıma göre beşeriyyetin başına en büyük felâketleri getiren, alkol ve uyuşdurucu maddelerdir. Bunları men’ etmesi, İslâmiyyetin ne kadar mu’azzam bir din olduğunu ve zemânından ne kadar ilerde bulunduğunu göstermeğe kâfîdir.
14
FAZLEDDÎN AHMED OVERİNG
(Hollanda)

Şark medeniyyeti ile ilk münâsebetimin ne zemân başladığını, kat’î olarak ta’yîn edemiyorum. Bu irtibât, evvelâ lisân sebebi ile meydâna geldi. Çünki ben şarklıların dillerini öğrenmek istiyordum ve bundan tahmînen 30 sene önce ya’nî dahâ 12, 13 yaşlarında iken, Arabî öğrenmeğe başladım. Fekat bana yardım edecek kimse bulamadığımdan, bu iş çok ağır gidiyordu. Arabî öğrenirken Arablar ve İslâmiyyet hakkında Avrupalılar tarafından yazılmış ba’zı kitâblar almışdım. Bunların çoğunda İslâmiyyet hakkında tâm ve tarafsız bilgi verildiğini sanmıyorum. Buna rağmen Muhammed aleyhisselâm hakkında yazılan yazılar, bende Onun şahsiyyetine karşı büyük bir saygı doğmasına kâfî gelmişdi. Fekat İslâmiyyet hakkında öğrendiğim bilgiler, yanlış ve noksandı. Bana rehberlik edecek kimse de yokdu.
Nihâyet elime T.G. Browne tarafından yazılan (History of Persian Literature in Modern Times = Îrân yeni zemân edebiyyât târîhi) isminde mükemmel bir eser geçdi. Bu kitâbda iki nefîs şi’r buldum. Bunlardan biri Hâtıf İsfehânînin tercî’i bendi, diğeri Mohtaşim Kâshânînin heftbendi idi.
Hâtıfın şi’rini okurken, ne büyük bir heyecân duyduğumu size tasvîr edemem. Bu şi’r, kararsızlık ve ızdırâb içinde çırpınan ve kendisine selâmet yolunu gösterecek mürşid arıyan bir rûhu ne güzel tasvîr ediyordu! Bunu okurken bu büyük şâ’irin sanki benden bahs etdiğini, benim hakîkati bulmak için yapdığım mücâdeleleri ifâde etdiğini sanıyordum. Şi’rin her beytinde beyân edilen fikrleri tabî’î aynen kabûl edemiyordum. Fekat aşağıdaki beyt temâmiyle benim düşüncelerime cevâb veriyordu:
Yalnız bir O vardır ve Ondan başka kimse yokdur,
Ondan başka ibâdete lâyık hiç bir ilah yokdur.

Ben, annemin arzûsuna ve kendi merâkıma da uyarak, din tedrîsâtı yapan bir yüksek okula kayd olmuşdum. Bu mekteb, din dersleri vermekle berâber, müte’assıb değildi.
 

MURATS44

Özel Üye
Talebelerin fikrlerini serbestçe söylemelerine müsâ’ade ediliyor ve onların fikrlerine karşı büyük bir ehemmiyyet veriliyordu. Verilen din dersleri, ancak bir insanın bilmesi gereken ana bilgilerden ibâretdi. Bütün bunlara rağmen, okulun son imtihânında bana sorulan (Dinler hakkındaki düşünceniz nedir?) süâline karşı benim (İslâm dînine karşı büyük bir hurmet duyuyorum) diye cevâb vermekliğim, her hâlde mekteb müdîrini hayrete düşürmüşdü. O târîhlerde, ben islâmiyyete karşı büyük bir sevgi duymakla berâber, îmânım tâm teşekkül etmemişdi. Dahâ bir şeye karar veremiyordum. O zemâna kadar bana kilisenin telkîn etdiği İslâm düşmanlığından temâmiyle kurtulamamışdım.
Bu sefer çok ciddî olarak ve Avrupalı yazarların kitâblarının te’sîri altında kalmıyarak, sırf kendi mantık ve düşüncem ile, İslâm dînini incelemeğe başladım. O zemân, ne güzel hakîkatlerle karşılaşdım! Birçok insanların, çocukken kendilerine telkîn edilen dinden uzaklaşarak, müslimânlığı niçin kabûl etdiklerini anlamağa başladım. Çünki islâmın birinci ma’nâsı, insanın kendisi ve dünyâsı, Allahü teâlâya hâlis bir îmân ve selâmet içinde olması, ikinci ma’nâsı ise, kendisini Allahına temâmiyle teslîm etmesi ve Onun emrlerine itâ’at etmesi demekdi. Kur’ân-ı kerîmde bu husûsda yazılı olan şeyleri aşağıda nakl etmeğe çalışacağım. Esâs Arabîsinin o muhteşem âhenginden mahrûm kalsa bile, gene bu sözler insanı çok cezb etmekdedir.
Fecr sûresinin yirmiyedinci âyeti ve devâmında meâlen, (Ey huzûr içinde olan rûh! Sen Ondan, O da senden râzı olarak Allahına dön! Benim [sâlih] kullarımın arasına katıl, benim Cennetime gir!) buyurulmuşdur.
İşte yalnız şu ifâde bile, İslâm dîninin, hıristiyanlık ve diğer dinler gibi birtakım hurâfelere bağlı olmayan tertemiz, dürüst ve hakîkî Allah dîni olduğunu göstermeğe kâfîdir.
Hıristiyanların, insanların günâhkâr olarak doğduğu ve yeni doğan bir çocuğun bile kendisinden evvel gelenlerin günâhlarını taşıdığı hakkındaki akîdesine karşı, Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresinin yüzaltmışdördüncü âyetinde meâlen, (Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü [günâhını] taşımaz) buyurulmuşdur. A’râf sûresinin kırkikinci âyetinde ise meâlen, (Biz insana ancak gücü yetdiği kadar yükleriz) buyurulmuşdur. İnsan bunları okurken, bunların, Allah kelâmı olduğunu kalbinde duymakda ve müslimânlığa seve seve îmân etmekdedir. İşte ben böyle yapdım ve Allahü teâlânın en doğru dîni olan islâmiyyeti seçdim ve seve seve müslimân oldum.
 

MURATS44

Özel Üye
Hâlbuki, bu zevallı gâfiller bilmiyorlardı ki, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî emrlerini en iyi tatbîk ve tasdîk eden din, islâmiyyetdir. Hıristiyanlık o kadar bozulmuşdur ki, Îsâ aleyhisselâmın telkîn etdiği hakîkî nasrâniyyet ortadan gayb olmuş, onun telkîn etdiği bütün insânî husûslar unutulmuşdur. Bunlar, bugün ancak islâmiyyetde vardır. O hâlde, ben müslimân olmakla hakîkî, temiz nasrâniyyete de kavuşdum. Çünki Îsâ aleyhisselâmın emr etdiği kardeşlik, birbirine bağlılık, merhamet, hüsn-i zan, eli açıklık, bugünkü hıristiyanlarda değil, ancak müslimânlarda vardır. Size ufak bir misâl vereyim: Hıristiyan Atnasyan (athnasian) fırkası, hıristiyanlığın esâsının üç tanrıya (teslîse) inanmak olduğunu ve her hangi bir kimse aklından buna karşı ufacık bir şübhe bile geçirse, derhâl mahv olacağını ve eğer bir kimse dünyâ ve âhiretde selâmete kavuşmak isterse, muhakkak (Tanrı, Tanrının oğlu ve Rûh-ul-kuds) gibi üç ilaha inanmak mecbûriyyetinde bulunduğunu tekrarlayıp durmakdadır.
Başka bir misâl dahâ: Müslimân olduğum zemân, bana birisi bir mektûb yazdı. Bu mektûbda, (Siz, müslimân olmakla mahv oldunuz artık. Sizi kimse kurtaramaz. Çünki, Allahın ilahlığına inanmıyorsunuz) diyordu. Bu zevallı adam, benim artık Allahü teâlâya inanmadığımı sanıyordu. Çünki, onun kanâ’atine göre, Allahü teâlânın ilah olabilmesi için, muhakkak üçlü olması lâzım idi. Hâlbuki bu ahmak bilmiyordu ki, Îsâ aleyhisselâm da, temiz nasrâniyyeti teblîge başladığı zemân, Allahü teâlânın bir olduğundan bahs etmiş, hiç bir zemân, Onun oğlu olduğunu iddi’â etmemişdi. İslâmiyyet, (Ancak bir tek Allah vardır) demekle saf nasraniyyetin esâs kâ’idesini ortaya koymuşdu. Bugün, aklı başında olan bir insanın, bir tek Allahın varlığına inanması kadar mantıkî bir şey yokdur. Ben, müslimân olmakla hakîkî tek Allaha inanıyorum ve Îsâ aleyhisselâmdan sonra, onun temiz dînine eklenen birçok yalanları red ediyorum. Bu mektûbu yazan ve onun gibi düşünen insanlara, ancak acımak lâzımdır. Bugün hıristiyanlar, günden güne dinlerini terk ederek ateist (dinsiz) olmakdadırlar. Zîrâ bugünkü hıristiyanlık, normal, kültürlü bir insanı artık tatmîn edememekdedir. İnsanlar, körü körüne efsânelere inanmamakda, hıristiyanlık akîdelerini şübhe ile karşılamakdadır. Buna karşılık, ben bütün hayâtım müddetince, hakîkî bir müslimânın, dîninden şübhe etdiğini duymadım. Zîrâ İslâm dîni, insanların bütün rûhî ve bedenî ihtiyâclarını, en mükemmel ve mantıkî tarzda tatmîn etmekdedir.
Şuna emînim ki, binlerce hıristiyan erkek ve kadın, İslâm dînini incelemiş ve onu temâmiyle benimsemişdir.
 

MURATS44

Özel Üye
Fekat, resmen müslimân olunca, işlerini, me’muriyyetlerini gayb edecekleri ve ahbâbları tarafından alaya alınacaklar korkusuyla bir dürlü müslimân olmağa cesâret edememekdedirler. Bizim mekteblerimizde, hâlâ islâmiyyet, Allahü teâlâya inanmıyanların dîni olarak öğretilmekdedir. Ben bütün arkadaşlarımın, ahbâblarımın beni (Rûhu mahv olmuş bir insan) olarak la’net edeceklerini göze alarak müslimân oldum ve yirmi senedir İslâmiyyete iki elle sarılmış bulunmakdayım.
Müslimânlığı neden kabûl etdiğimi böylece kısaca anlatdıkdan sonra, tekrar edeyim ki, ben müslimân olmakla, aynı zemânda, çok dahâ doğru ve temiz bir Îsevî olmağı da başardım. Diğer hıristiyanlara da bir misâl olmak isterim. Müslimân olmak, onları hıristiyanlığa düşman yapmaz, aksine onlara hakîkî Îsevîliğin ne olduğunu öğretir ve onları yükseltir.
16
ABDULLAH ARCHİBALD HAMİLTON
(İngiliz)

(Sir Archibald Hamilton, İngilterenin tanınmış bir diplomatı olup, Birinci Cihan Harbinde deniz subayı olarak da vazîfe yapmışdır. Meşhûr bir âileden gelmekde olup, baronet (Baron adayı demekdir) ünvânını taşımakdadır. 1923 senesinde İslâm dînini kabûl etmekle şereflenmişdir).
Büluğa vâsıl oldukdan beri, İslâm dîninin sâdeliği ve billûr gibi berraklığı, beni dâimâ kendisine cezb etmişdi. Bir hıristiyan olarak doğduğum ve bir hıristiyan terbiyesi aldığım hâlde, bâtıl akîdelere bir dürlü inanmamış, dâimâ hakkı, hakîkati ve mantığı, körü körüne inanışlara tercîh etmişdim. Ben, bir tek Allaha, huzûr ve ihlâs ile ibâdet etmek istiyordum. Hâlbuki ne Roma kilisesi (katoliklik), ne de İngiliz kilisesi (protestanlık), bunu bana sağlıyamıyordu. İşte bu sebeb ile beni tâm tatmîn eden müslimânlığı, vicdânımın telkînine uyarak kabûl etdim ve ancak ondan sonra, kendimi Allahü teâlânın hakîkî kulu ve dahâ iyi bir insân olarak his etmeğe başladım.
Ne yazık ki islâmiyyet, birçok hıristiyanlar, câhiller tarafından, yanlış, uyuşdurucu ve yalan, uydurma bir din olarak anlatılmışdır. Hâlbuki, Allahü teâlâ indinde hak din islâmiyyetdir. İslâmiyyet, kuvvetlinin za’îflerle, zenginlerin fakîrlerle birleşmesini sağlıyan mükemmel bir dindir. İnsanlar iktisâdî bakımdan esâs olarak üç sınıfa ayrılırlar. Bu sınıflardan birincisi, Allahü teâlânın birçok ni’metlerle zengin etdiği kimselerdir.
 

MURATS44

Özel Üye
İkinci sınıf, hayâtını kazanmak için çalışmak zorunda olanlardır. Bir de üçüncü sınıf vardır. Bu sınıfda bulunanlar, kendi kusûrları olmadığı hâlde, kâfî derecede kazanamıyanlar, işsiz kalanlar, iş yapamaz hâle gelenlerdir ki, fakîrlik ve zarûret içindedir. İşte İslâm, bu üç sınıfın da birbiriyle kaynaşmasını sağlar. Zengin olanın fakîre yardım etmesini emr eder. Zilletin, ızdırabın ortadan kaldırılması sebeblerini ihsân eder.
İslâm dîni aynı zemânda insanların çalışma kudretine, şahsî gayretine ve iş görmek kabiliyyetlerine de ehemmiyyet verir. İslâm kanûnuna göre sâhibsiz bir erâzîyi fakîr bir çiftçi, belirli bir zemân kendi gayreti ile işlerse, erâzî onun olur. İslâm dîni, yıkıcı değil, yapıcıdır.
İslâm dîni, kumarı ve ona benziyen bütün kötü, zararlı oyunları men’ eder. İslâm dîni, insanı serhoş eden bütün içkileri de men’ eder. Hakîkaten dünyâda insanların başına gelen felâketlerin çoğunun sebebi, kumarla içkidir.
Biz müslimânlar, herşeyin kader elinde esîr olduğuna inanan kimseler değiliz. İslâmda bahs konusu olan (kader), hiç bir şey yapmadan, ağzını havaya açarak her şeyi Allahü teâlâdan beklemek demek değildir. Tâm bunun aksine, Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ dâimâ çalışmağı emr etmekdedir. İnsan bütün gayreti ile çalışacak, bütün zâhirî sebeblere yapışacak, ancak ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül edecekdir. Çalışmadan önce değil, çalışırken, başarabilmek, kazanmak için, Rabbine yalvararak, Ondan yardım bekliyecekdir. İslâmın (Hayr ve Şer [iyilik ve fenâlık] Allahü teâlâdan gelir) akîdesi, herşeyi Allahü teâlâ yaratır demekdir. İslâmiyyetde (Hiç bir şey yapmadan boş durmak) diye bir şey yokdur. Kader, olacak herşeyi, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve bildiklerini, zemânları gelince, yaratması demekdir.
İslâmiyyet, insanların günâhkâr olduğu, günâh ile doğduğu ve bütün hayâtı müddetince keffâret vermeğe mecbûr olduğunu, aslâ kabûl etmez. İslâmiyyet, insanların, erkek ve kadın olarak, Allahü teâlânın kulları olduğunu, kadın erkek arasında zekâ, akl, düşünce ve ahlâk bakımından mühim fark bulunmadığını beyân eder. Ancak, erkekler dahâ güçlü, kuvvetli yaratıldıkları için ağır, yorucu işler ve nafaka temîni bunlara verilmiş, kadınlar, dahâ râhat, dahâ neş’eli bırakılmak sûreti ile mes’ûd kılınmışdır.
İslâmın bütün müslimânları birbiri ile nasıl kardeş yapdığı hakkında fazla bir şey söylemek istemiyorum. Zîrâ bütün dünyâ müslimânların nasıl birbirini sevdiklerini, birbirlerine mu’âvenet, yardım etdiklerini bilir.
 

MURATS44

Özel Üye
Müslimânlıkda, zengin, fakîr, soylu, köylü, me’mûr, işçi, tüccâr, herkes Allahü teâlânın huzûrunda birdir ve birbirinin kardeşleridir. Ben, hangi müslimân memleketine gitdi isem, kendimi kendi evimde ve kardeşlerimin yanında his etdim.
Son olarak şunu söyliyeceğim: İslâmiyyet, insanları bütün gün boyunca hem dürüst çalışmağa ve hem de Allahü teâlâya karşı kulluk, ibâdet vazîfesini yapmağa da’vet eder. Bugünkü hıristiyanlık ise, insanları yalnız Pazar günü, güyâ düâ etmeğe, diğer günlerde ise, Allahü teâlâyı temâmen unutarak, dünyâ işlerine, günâhlara sevk eder.
İşte, bütün bunlar için müslimân oldum ve müslimân olduğum için iftihâr ediyorum.
17
CELÂLEDDÎN LAUDER BRUNTON
(İngiliz)

(Meşhûr bir âileden gelen ve baronet ünvanını taşıyan Sir Brunton, Oxford Üniversitesinden me’zûn olup, neşriyyâtı ile şöhret yapmışdır.)
Bana niçin müslimân olduğumu bildirmek fırsatını verdiğiniz için, size minnet borçluyum. Ben, hıristiyan bir anne ve babanın te’sîri altında büyüdüm. Genç yaşımda, ilâhiyyat ile de meşgûl oldum. Misyonerlerle tanışdım ve onların yabancı memleketlerdeki fe’aliyyetleri ile yakından alâkadâr oldum. Kalbimden onlara yardım arzûsu gelmişdi. Resmen bir vazîfe almadan, onlarla birlikde seyâhate çıkdım. Doğrusunu söylemek gerekirse, din dersleri aldığım hâlde, hıristiyanlığın (insanların günâhkâr olarak dünyâya geldiği ve dünyâda muhakkak çile çekmesi îcâb etdiği) nazariyyesi, bana garîb geliyordu. Bu nazariyyeye isyân ediyordum. Bu sebeb ile yavaş yavaş hıristiyanlıkdan nefret etmeğe başlamışdım. Zîrâ ben, kendisinde her şeyi yaratabilmek kudreti bulunan Allahü teâlânın yalnız günâhkâr mahlûklar yaratmasını, Onun kudret ve merhametine yakışdıramıyor, bunun için, Allahü teâlâyı böyle tavsîf eden bir dînin hakîkî olamıyacağını düşünüyordum. Acabâ başka dinler bu husûsda ne telkîn ediyor diye, diğer dinleri de tedkîk etmeğe karar verdim. Kalbimde, âdil, merhametli, müşfik bir ilâha büyük bir ihtiyâc duyuyor, böyle bir Allahı arıyordum. Acabâ, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî nasrânî dîni bu muydu? Yoksa Onun telkîn etdiği temiz din, zemânla bozulmuş muydu?
 

MURATS44

Özel Üye
Bunları düşündükçe, kalbimdeki şübheler çoğalıyor, o zemân, bugün mer’î olan Kitâb-ı mukaddesi tekrâr elime alıyor, karışdırmağa başlıyor ve her def’asında içinde birçok eksikler ve anlaşılmaz husûslar bulunduğunu görüyordum. Sonunda, bende şu kanâ’at hâsıl oldu ki, bu kitâb Îsâ aleyhisselâmın yaydığı hakîkî dînin kitâbı değildir. İnsanlar, İncîle birçok yanlış kâ’ideler koymuşlar ve Allahü teâlânın doğru kitâbını bozmuşlardır.
Ben bu kanâ’ate vardıkdan sonra, artık misyonerle berâber gitdiğimiz memleketlerde rastladığımız insanlara, elimizdeki İncîli okuyacak yerde, başka telkînlerde bulunuyordum. Onlara Tanrı, Tanrının oğlu ve Rûh-ul-kuds gibi üçlü tanrıdan bahs etmek yerine, insanlarda, beden öldüğü zemân ölmez bir rûh bulunduğundan, insanları bir büyük hâlıkın yaratdığından, bu büyük hâlıkın insanları günâhları sebebi ile hem bu dünyâda hem de âhiretde cezâlandıracağından, ancak çok merhametli olan bu büyük hâlıkın, eğer insanlar yapdıklarına pişmân olursa, onların günâhlarını afv edeceğinden bahs ediyordum.
Gün geçdikçe, artık temâmen tek Allaha inanmağa başlamışdım. Hakîkate tâm varmak için, dahâ derinlere inmek istiyordum. İşte bu zemân, islâm dînini tedkîk etmeğe başladım. Bu din, beni o kadar cezb etdi ki, bütün günümü ona vakf etdim. Bulunduğum mahal, Hindistânda şehrlerden uzak, kimsenin ismini bile duymadığı Ichra adında bir köydü. Bu köyde yaşayanlar, pek fakîr, pek sefîl tabakadan insanlardı. Onlara, sırf Allahü teâlânın rızâsı için tek ve merhametli bir hâlıkın var olduğunu anlatmağa, dünyâda ta’kîb etmeleri gereken doğru yolu öğretmeğe çalışıyordum. Onların birbiri ile kardeş olduklarını, temizliğe çok ehemmiyyet vermek lâzım olduğunu da öğretmeğe uğraşıyordum. Ne garîb ki, bütün bu öğretmeğe çalışdığım husûslar, hıristiyanlıkda değil, ancak müslimânlıkda vardı ve ben bir hıristiyan misyoner gibi değil, tâm bir müslimân din adamı gibi telkînlerde bulunuyordum.
Bu ıssız, tenhâ yerde ve bu câhil halk arasında nasıl uğraşdığımı, ne kadar fedâkârlık yapdığımı, ne gibi müşkilât ile karşılaşdığımı size uzun uzadıya ifâde edecek değilim. Bütün düşüncem, bu zevallı insanları rûhen ve bedenen temizliğe kavuşdurmak, onlara büyük bir hâlıkın varlığını öğretmekden ibâretdi.
Yalnız kaldığım zemân, Muhammed aleyhisselâmın hayâtını inceliyordum. Onun hakîkî hayâtı hakkında İngilizce pek az kitâb yazılmış ve Onu tenkid etmek, lekelemek ve bu büyük Peygamberi yalancılıkla ithâm etmek için, hıristiyanlar tarafından ne yapılmak lâzımsa yapılmışdı.
 

MURATS44

Özel Üye
Fekat, ben şimdi bu düşmanca yazılı kitâbların te’sîrleri altında kalmadan, islâmiyyeti tâm bir insâf ile inceliyordum. Bu tedkîklerim sürdükce, islâmiyyetin, tek Allahı ve hakîkati en doğru olarak ortaya çıkaran hak din olduğunu kabûl etmek lâzım geldiğini iyice anladım.
Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gibi bir büyük Peygamberin, insanlığa yapdığı hizmetleri öğrendikce, Onun peygamberliğini inkâr etmenin imkânı yokdu. O muhakkak Allahü teâlânın Resûlü idi. O ancak; Allahü teâlânın lutfü ile, vahşet ve cehâlet içinde yaşayan, birçok putlara tapan, hurâfelere inanan, yarı çıplak bir hâlde, birçok kadınlarla hayvanca bir hayât süren Arabları, kısa bir zemân içinde, Allahü teâlâya îmân eden, medenî, temiz, dürüst, kadına hak tanıyan, iyi ve yumuşak huylu insanlar hâline getirdi. Bir insan, Allahü teâlânın lutfü, yardımı olmadan böyle birşeyi hiç bir zemân başaramaz. İçinde birkaç yüz kişi bulunan bu köyde, benim ne kadar zahmet çekerek uğraşdığımı ve hâlâ bu zevallı insanları doğru yola sokamadığımı düşündükçe, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”in eseri, gözümde gitdikce dahâ büyüyordu. Hayır, ancak Allahü teâlânın Resûlü böyle bir işi başarabilirdi. Onun Peygamberliğine cân ve gönülden inanmak lâzımdı.
İslâm dîninde bulunan, dahâ pek çok güzel husûslardan ayrıca bahs etmeğe lüzûm görmüyorum. Çünki, Allahü teâlâyı ve Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl etdikden sonra, artık bir insan müslimân olmuş demekdir. O günlerde, müslimân bir Hindli beni ziyârete gelmişdi. Mian Amiruddîn ismindeki bu kibar zât ile İslâm dîni üzerinde uzun uzadıya mubâheseler yapdık. Bu konuşmalar bana son cesâreti verdi ve müslimân olmağı kabûl etdim.
Ben, müslimânlığın hakîkî Allah dîni olduğuna, sâdeliğine, afv ve şefkatine, samîmiyyetine, müslimânları birbirine kardeş saydığına ve birgün bütün dünyâyı birbirine bağlıyacağına inanıyorum.
Artık hayâtımın sonuna vâsıl oldum. Bundan sonra, ölünceye kadar kendimi islâmiyyete hizmet etmeğe adadım.
18
Prof. Baron HÂRÛN MUSTAFÂ LEON
(İngiliz)

(Prof. Baron Leon, İngilterenin tanınmış meşhûr bir âilesinden olup, baron pâyesini hâizdir. Felsefe doktoru ve başka ilmî ünvanlar sâhibi olan Prof. Leon, 1882 senesinde müslimân olmuşdur. Kendisi Avrupada ve Amerikada birçok ilm cem’iyyetlerinin a’zâsı bulunmakdaydı.
 
Üst Alt